Muhammet peygamberin tanrısı olan
Allah, bidâyette yerel bir tanrı idi…İçinde bulunduğu Kâbe adındaki kapalı
mekân da aslında, şehir’in(Mekke’nin) Panteonu(tanrılar evi) anlamında olan ve
eski Mısır dilinde Put(Paut) adı verilen bir mekândı… Fakat sonraları
Kürtlerin, İranlıların, Mısır ve Kuzey Afrikalıların, kılıç zoruyla biat
etmeleri/ettirilmeleri, ama daha da önemli olarak Türklerin ikna olmalarıyla,
Allah’ın evrensel bir tanrı hâline gelmesine ramak kaldı…Ancak ne var ki
“Fatih”in ve “Yavuz”un zamanlarında bir türlü feth edilemeyen Vatikan’ın
mârifetiyle değişen şartlar yüzünden, İslâmiyet de - açık iddiasına rağmen-
“tevhid dîni”ni gerçekleştiremedi ve insanlığı tek bir “Tanrı” anlayışında
birleştiremedi… Dolayısile de en sonunda yine, Batılı kâfirlerin –icat
ettikleri makinelerle- değerli kıldıkları “petrol”e dayanan gâyet sekter bir
mezhep(Vahâbîlik) hâline rücû etti. Ki böylece, Muhammet Peygamber’in Allah’ı
da, tekrardan çıkmış olduğu mahallin kıskanç taassubuna gömülmüş oldu. Ve
böylece de “din kardeşi” saydığımız Araplar, Batılı kâfirlerle
(hatta Yahudilerle) ortak olarak yarattıkları değerler ve zihniyet(kapitalizm)
ile gelip İstanbul’un –değil fukarasına yardım etmek- en mûtena yerlerini
kapatmaya başladılar… Hem de, geleneksel kıyâfetleri ve ritüelleriyle, sanki
Peygamber zamanındaki bağımsızlıklarını, dokunulmazlıklarını hâlâ taşıyorlarmış
gibi bir havayla, bizim görgüsüz hainlerimizden işbirlikçiler devşirerek…
Halbuki o yerler Memâlik-i Müttehide’ye katıldığı zaman(1517) pek fakirdi; ve
devamlı olarak İstanbul’dan yardım alıyordu. Ki meselâ, “mal bulmuş magribî”
sözü nasıl açgözlülüğe misal olduysa, “Medine fukarası” sözü de, müzmin bir
şekilde yardım dileyen tavırlara misal olmuştu… Aşağıdaki orijinal
belgeden(vakfiyeden) anlaşıldığına göre, büyük dedemiz Mevlâna Bekdaş Efendi,
saltanat imamı (İmâm-ı Sultan) olduğu gibi aynı zamanda “Surre Alayı”nın
imamlığını da yapmaktaydı. Ki bu alay, her sene “Hac” mevsiminde Mekke ve
Medine’ye para yardımı götüren birliğin adıydı. Onun için dedemiz Hacı Bekdaş
diye de anılmakta ve halk arasında dolaşan rivâyetlerde, iki küsur asır önce
yaşamış olan Hacı Bekdaş Velî ile karıştırılmaktaydı… Yani o zamanlarda Tevhid
Dîni(İslâmiyet) emekle yoğruluyor ve yayılıyor, Allah’ın evi(Kâbe) de,
küreselleşmeye, evrenselleşmeye doğru giden insan emeği ile muhafaza
ediliyordu; bugün olduğu gibi, kâfir parası ve tekniği ile değil…
O zamanlarda Din, Türk-Tarikat Sistematiği’nin mârifetiyle “Tevhidcilik” olarak
anlaşılıyor ve uygulanıyordu; ki aşağıdaki belgede bu husus açıkça
görülmektedir… Sonradan, Kânûnî’nin Şeyhülislâm’ı olarak şeriatçılığı başlatan
Ebusuud Efendi, İstanbul kadısı olduğu günlerde kararlarını “büyük imamların
arasındaki anlaşmazlık meselelerine vâkıf olarak” vermektedir. Yâni herhangi
bir mezhebin taassubuna kapılmayı “züll” addetmektedir…Ayrıca bu tasavvufî
metinde akıllı evlâd(ve insanlar) için, “…görünen görünmeyen her şeyde birliğinin
bayraklarını diken…” tanımlaması ile “…Allah’ın sırrının hakikatini
araştırması, Allah’ın sıfatlarının özelliklerini ve gerçeklerin içyüzünü
derinden düşünmesi…” ve “…Dünya’nın başlangıç ve sonunun durumunu kavramak
yolunda çok çalışması…” gereği vurgulanarak, düşünenlere geniş bir fikir
hürriyeti tanınmakla birlikte, aynı zamanda onlardan, bütün fikirlerin
nedenlerinin nedenlerini –en yüce olan- Tanrı kavramında birleştirmeyi prensip
ittihaz etmeleri istenmektedir… Kaldı ki bu metinde, peygamberlerin dinsel
öğretileri bile, her biri, öncekileri geliştirip tamamlayan bir tarikat
idrâkinin tekâmül silsilesi gibi görülmekte ve sunulmaktadır…Dolayısile
Türk-Tarikat Sistematiği’nin bu tevhidci anlayışına göre de, din ile bilim
ayrımının kabul edilmediği ve bilimin “aksiyom” , “prensip” denilen temel
varsayımları ile dinin “Tanrı” adındaki temel varsayımı arasında kategorik bir
fark görülmediği, böylece de “kafa çatlaklığı”na izin verilmediği
anlaşılmaktadır….Kaldı ki burada Kuran’dan ve hadislerden çıkarılarak yapılmış
bir klişe “Tanrı” kavramına da iltifat ve itibar edilmediği açıktır. Dolayısile
de bilimin gelişmesile, “Tanrı” kavramının olgunlaşması, ihtimal dâhilinde
tutulmakta ve hatta öngörülmektedir… Ama bununla birlikte salât(namaz)ın da,
Hz. Peygamber’den, “O’nun tertemiz ailesinden ve seçkin sahabesinden” gelen bir
gelenek(veya sünnet) olarak sürdürülmesinde bir sakınca görülmemektedir.
Halbuki “biatcı” din anlayışında, sahâbilere, halîfelere, ve imamlara öykünme,
yâni onları bütün fikir, söylem ve tavırlarıyla taklid etme geleneği vardır. Ki
böylece de taklitçilerin, o önderlerin düşünce ve davranışlarını(veya
kişiliklerini) kafalarına göre(heveslerine göre) deforme etmeleri sözkonusudur;
ve genellikle de böyle olmuştur. Çünki eskiden yaşamış değerli bir insana
“salya-sümük” medhiyeler düzen ve ona öykünen her biatçı, aslında kendine
mistik bir yüksek mevki ve/veya statü tâyin etmekte, ve böylece hem kendine
avanta sağlamakta hem de o değerli tarihî şahsiyeti, olmadık metafizik(veya
amorf) formasyonların içine sokmaktadır…Ayrıca bu “biatlı”lar, her türlü olumlu
–sayılan- kavramı, Allah adındaki zât’a sıfat olarak vermekle O’nu yüceltip
O’na yaranacaklarını sanmışlar, ve sonra da aynı sıfatları –Allah’dan kutsallık
bulaşmış(!) olarak- kendilerine isim olarak almışlardır… 1826’dan sonra,
Osmanlı Padişahları’nın birden bire Mecidkulu(Abdülmecid), Azizkulu(Abdülaziz)
ve Hamidkulu(Abdülhamid) gibi isimler almaları, kişileştirilmiş “biatlı
Allah’ı”na olan ihtiyaçlarından kaynaklanmaktadır…
Aslında mesele gâyet basittir:
Tanrı-Kral’lar devrinin sonlarında, onların tesis etmiş olduğu “kitlesel kastî
işbölümü düzeni”nin yozlaşmasile baş gösteren ayaklanmaların liderliğini yapmış
ve o isyanların fikrî üst-yapı’sını geliştirmiş bulunan peygamberlerin,
tanrılar tanrısı olan bir büyük tanrının emrinde hareket etmeleri –iddiası-
gâyet tabii bir olaydır. Çünki o zamanlarda, Tanrı(veya kral) bildirisi olmayan
hiçbir fikrin insanlarca benimsenmesi mümkün değildi… Halbuki bugün, her kim
“bana Tanrıdan emir veya vahiy geldi” diye ortaya çıksa ona deli gözüyle
bakarlar… O halde nasıl oluyor da, insanlığın daha ilkel dönemlerinde bâzı
insanlar Tanrı ile tanışmış ve/veya görüşmüş diye düşünülebiliyor(ve
inanılabiliyor) hâlâ… Hem de Tanrı-Kral’ların, Tanrılarla olan akrabalık veya
arkadaşlık iddiaları yadsınarak…İşte bu, geleneklerin kitleler üzerindeki
–korkunç- uyuşturucu etkisinin bir tezahürüdür; ve de apaçık bir sömürü
vâsıtasıdır artık…Burada ben, zamanlarının büyük insanları olan peygamberleri
de, ilk uygarlıkların kurucuları olan Tanrı-Kral’ları da küçümsüyor veya
yalancı yerine koyuyor değilim. Ama herkesi iyi düşünmeye dâvet ediyorum ki, o
karanlık devirlerde sık sık görülen –görüntü deformasyonu veya görme
bozuklukları anlamındaki- halüsinasyonlar ile “uyur-gezer” haldeyken –vücudun
elektriğiyle oluşan hologramlar anlamında- görülen hayâletleri, o zamanın
insanları başkaca nasıl izah edebilirlerdi acaba?..
Demek ki bugünlere kadar gelen “peygamberler devri” aslında Tanrı-Kral’lar
devrinin gerçek bir inkârı veya anti-tez’i değildir. Ve onun içindir ki “cemaat
kralları” , “kapitalist krallar” veya “diktatör krallar” vâsıtasıyla sürüp
gitmektedir… Tabu’lu, Totem’li Panteist Zon’un inkârı (anti-tez’i) konumunda
bulunan Tanrı-Kral’ların “Tarihî Devirler”i, ancak, insanlığın başlangıcını
kavrayan bugünkü bilgi ve bilincimizle aşılabilmektedir; ve aşılacaktır. Ve
böylece de, tarihî devirlerin kapatılıp doğru düzgün bir rotayla uzayın fethine
çıkılacağı sentez aşamaya ulaşılacaktır…Yâni insanlık bundan böyle, bilgi ve
bilinç seviyesinin her aşamasında, “Tanrı” kavramını tekrar tekrar –gelişmiş
şekillerde- izah ederek Tanrısal Yol’da ilerleyecek ve Tanrılaşmaya doğru
gidecektir… Tanrı kavramının bilimsel bir şekilde irdelenip herkes tarafından
-aynı argümanlarla- anlaşılabilecek bir hâle getirilmesile de, ne peygamberlere
ne de dinlere lüzum kalacaktır…”Tarih Ötesi” dediğimiz bu sentez aşama,
dinlerde “Öbür Dünya” veya “Ahiret” adlarıyla metafizik bir alan olarak
kurgulanmıştır. Ki gerçekten de, ulaşım ve haberleşme araçlarının bugün geldiği
seviye bile peygamberler devri için –ancak- gerçek dışı bir düş sayılabilir…
Aşağıdaki belgeden de açıkça görülmektedir ki biz kendi emeğimizle Nizâm-ı Âlem
kurmaya çalıştığımız beş asır önce de Tanrı’yı izâha çalışıyorduk, bugün de
çalışıyoruz. Ancak ne var ki, beş asır önce yaşamış Türk-Tarikat Sistematiği
mensûbu olan atalarımızın bıraktığı vakıflar yağmalanmış ve isimleri
unutturulmuştur… O halde bugünkü dindarların tanrısı, özel(veya kapitalist) bir
tanrı hâline gelmiş, dolayısile de “Tevhid Dîni” bitmiştir…
Ortalıkta şamatası yapılan din, “Saint Muhammed Kilisesi” anlamında irticai bir
hareketten başka bir şey değildir…
Bize hiçbir zaman, eski insanları insanüstü olarak görüp onlara öykünün
anlamında geleneksel bir telkin ulaşmadı. İbâdet sünnetlerini dahi bizimkiler
ihtiyârî sayarlardı. Çünki biz Türkler, taa başından beri biatsızdık…
“İstanbul-1826” olayından sonra Batılı kapitalistlere satılan –dejenere-
Osmanlı, içeride de Kürt aşiretleriyle işbirliğine girmek zorunda kaldı. Öyle
ki meselâ, geçenlerde Dolmabahçe Sarayı arşivinde bulunup sergilenen
fotoğraflardan anlaşıldığına göre, işlerine yarayan bazı Kürt aşiretlerine
“Kardeş Hânedan” muamelesi bile yaptı… Kaldı ki o sıralarda bir sürü Kürt
şeyhini de, tarikat lideri olarak İstanbul’a doldurmuştu…Onun için de yavaş
yavaş Kürtlerden “biatlı zihniyeti”ni kaparak bütün memlekete bulaştırdı. Ki bu
sûretle de halkımızda, “sâhibini arayan köpeksi bir zihniyet”i hâkim kılmış
oldu…Böyle bir “zihniyet asimilâsyonu”na uğramasaydık, Kürtlerle bugünkü gibi
bir “zıtlaşma” durumuna düşmez, veya tenezzül etmezdik. Çünki gerçek bir
ilerleme yolunda hedefler tespit edip projeler üretebilir ve dolayısile de
onları, peşimize takılmak veya müzmin “dinler savaşı”nda –meselâ İsrail ile-
tepişmek ikilemi arasında bırakabilirdik…
Son olarak şu ironik durumu da açıklamam gerek…Aşağıdaki belgeyi(vakfiyeyi)
düzenliyenler arasında görüldüğü gibi birçok Mevlâna da var…Bunların bir kısmı
(ve muhtemelen bizim dedemiz de), Konya’da ikiyüz küsur yıllık mezarı bulunan Mevlâna
Celâlettin-i Rûmî’yi –eserleriyle- tanıyan ve büyük bir ihtimalle de, Yavuz
Sultan Selim’in bugünkü muhteşem türbeyi yaptırmasını sağlayan kişiler…Ama ne
yazık ki Yavuz’un -1826’dan sonra- satılmış olan torunları Konyalı mevlânanın
ismini kullanarak bunların esâmîsini unutturuyorlar…Bu nasıl bir tarihî
tahrifât ve “sosyal jenosit”tir ki hiç kimse, hatta hiçbir tarihçi çıkıp da
“Mevlevilik” diye bir tarikat yoktur; bu, dejenere son Osmanlıların, büyük
adamların esâmîsini unutturmak için uydurduğu bir kavramdır diyemiyor…Diyemiyor
çünki, “İstanbul-1826” olayının sâdece, bir hükümdârın yozlaşmış olan “hassa
ordusu”nu ortadan kaldırma olayı olmadığı, bunun, Batılı sermâyeye satılmış
Osmanlı Padişahı’nın, Türk Sivil Toplumu üzerine uyguladığı bir “sosyal soykırım”
olduğu ortaya çıkacak; dolayısile de “ölü toprağı” silkelenip büyü bozulacak…
İmâm-ı Sultan
Mevlâna Bekdaş Vakfı’nın Son Mütevellisi
Ali Ergin Güran- 03/05/07