Bilim konusunda bilimsel metodlarla çaba gösterip kafa yoran insanlar arasında
“polemik” ve hatta “eleştiri” sözkonusu olmamalıdır. Çünki bu
insanların buluş ve görüşleri, deneysel veya işlemsel(operasyonel)
ispatlarla ya doğrulanır ya da yalanlanabilir; ama belki bazen,
ispat ortamlarının hazırlanması için uzun bir süre beklemek gerekebilir…Yâni
hiçbir zaman taraftar toplamaya ve kavgaya gerek kalmaz. Dolayısile de bilim,
politikanın bir aracı hâline gelmez/getirilmez, bilimciler de politikacı hâline
dönüşmez.
Ancak nevar ki bilimi –beceriye dayanan meslekler gibi- branşlara ayıran
ve dolayısile de bunların sözsel îzâhına ve öğretisine girişen Grekler’in
mârifetiyle, bir de “bilim felsefesi” ortaya çıkmış veya çıkarılmıştır. Çünki
Grek Uygarlığı, “denizcilik” uğraşı ile “inisiye” olan yâni dalgaların,
rüzgârların aritmik impulslarıyla baş etmek sûretiyle hayatta kalarak
ayıklanan(seçilime uğrayan) melekeleri güçlü insanların
(Robinson’ların) hiç yoktan tesis ettikleri bir uygarlık idi…Onun için de
onlar, temas ettikleri Mısırlılar, Fenikeliler gibi halklardan kaptıkları
kulaktan dolma(sözsel) bilgilerle yollarını bulmak zorundaydılar.
Halbuki bilim, ortaya çıktığı -kadîm Hint ve Mısır uygarlıkları
gibi- anavatanlarında sözsel bir bilgi değil, sâdece
inisiye(seçilmiş, liyâkatli) insanların paylaştıkları ve de
genellikle özel davranış biçimleri ve sembollerle ifâde ettikleri bir
nevî sırlar manzûmesi idi. Çünki bilim –sanat ile iç içe olmak üzere-
orijin itibariyle “söz”den çok önceleri ortaya çıkmış bir bilinçlenme,
bilgilenme ve yaratma disipliniydi. Ki meselâ geometrinin, bir
tenâsüb(uygunluk) ve bedâhat(apaçıklık) sanatı olarak sâbit ölçü araçlarının
îcâdından çok önceleri de vârolduğunu(olması gerektiğini) anlamak
için kâhin olmaya gerek yoktur. Kaldı ki, ritmik davranışlarla “zaman”
mevhûmuna sâhip olunduğu ve “adım”larla ilk uzunluk(mekân)
ölçüsünün yaratıldığı da bedîhî gerçeklerdir…
Bugün artık açıkça anlayabiliyoruz ki, bilim denilen eylemli disiplinin aslî
unsurları “ölçü”ler, “sâbite”ler ve aksiyom, prensip, lemma gibi adlarla
da anılan temel varsayımlar veya “belit”lerdir. Ama bu belitleri ve sâbiteleri
ancak, melekeleri güçlü, ferâseti keskin insanlar tesbit edebilir; ve yeni ölçü
âletleriyle birimlerini de yine aynı “inisiye-seçkin” insanlar icat
edebilir.
Kadîm Mısır’da açıkça gördüğümüz gibi, ilk uygarlıklardaki yöneticiler aynı
zamanda râhip ve bilimci idiler…Hatta Mısır’da genellikle baş râhipler
kral oluyorlardı ilk dönemlerde… Ancak “para”nın îcâdından ve para
ekonomisine (kapitalizme) geçişten sonra, insanlığın yaratmış olduğu
“artı-değer” , kralların(devletin) tekelinden çıkıp diğer bâzı insanlar(sermâyedarlar)
tarafından da sâhiplenilince, bilimsel buluş ve görüşler de, alınıp satılan
birer metâ hâline dönüştü. Daha doğrusu bilimin, insanların
konforuna yarar sağlayan yönleri, talep ve teşvik edilir hâle geldi.
Bilimin, insanların konforuna hizmet eden bir uğraş olarak anlaşılıp metâ
hâline getirilmesile birlikte, çok değerli olan derin(âlemlerin fethi ve
insanlığın tekâmülü ile ilgili) bilgiler de , anlaşılmaz şifreler hâline
gelip unutuldu; ve üstelik de bu şifrelerin sahtekâr üstatları(büyücüler)
ortaya çıktı. Halbuki bu sırlar, “insan değeri”ni bile doğru ölçen ve
dolayısile kâmil(inisiye) insanların seçilimini gerçekleştirerek
ortaya, tüm insanlığa yön veren Büyük Piramit (Keops veya Khufu) gibi
anıtsal eserler koymalarını sağlayan “ölçüm kriterleri”ni de
kapsıyordu. Ama “para” icat olduktan sonra, insanlığın ortak “artı-değer”i
bölüşülüp harâmîler de servet ve sermâye sâhibi olunca, hem “artı-değer”in
büyük kısmı konfor için kullanılmaya, hem de insanların değeri para ile ölçülmeye
başladı. Ve aynı süreç içinde de insanlık, erişmiş olduğu konforu kötüye
kullanarak, aklının sebeb-i hikmeti olan tabuları yok sayma yâni bindiği dalı
kesme durumuna düştü…Onun için bir yerde bilimin lâfzî taktîmi, felsefesi
ve tartışması yapılıyorsa, orada bilim kulaktan dolma bilgilerle
yapılıyor ve metâ olarak talep ediliyor yâni güdülüyor demektir. Çünki bağımsız
bir bilim adamının –hapse atılıp tecrite alınmadıkça- her an ve her konuda
yapacağı somut işler ve atacağı adımlar vardır diye düşünürüm…
Aslında bugün bilimin, -bilim adamlarının “inisiyasyon” seçilimleriyle
birlikte- sessiz ve sözsüz olarak yapıldığı ve râhip gibi bilimcilerin, daimî
olarak “yaratıcı tekâmül” gerçekleştirdikleri, kadîm uygarlıklardaki şeklini
düşünmeliyiz. Yoksa, pazara düşmüş bir bilim anlayışıyla bizim işimiz olamaz;
ve olmamalı da…Çünki bu tür bilim anlayışı, kapitalist mihraklar tarafından
tâyin ve teşvik edilen, ve aynı zamanda kafası çalışan gençleri avlayıp
ehlîleştirmeye de yarayan bir nevî ökse veya olta yemi gibidir.
Onun için de, hiç bir ülkeye temâyüz etme ve insanlığa
yenileşme veya dirilme imkânı sağlamaz…Bundan dolayıdır ki, Oktay Sinanoğlu’nun
hem sık sık bilimden söz etmesini ve hem de memleketi –geçmişe(ve Atatürk’e)
özlem edebiyâtı ile- kurtarmaya kalkmasını yadırgıyorum; ve bunu bir
“zihniyet kayması” kavramı ile izâha çalışıyorum…Çünki, böyle bir “kayma”
olmasa, Oktay Sinanoğlu değerindeki bir bilim adamının Türkiye’yi yeniden
Dünya’nın merkezi hâline getirebileceğine inanıyorum.
Ama bununla birlikte, kullandığı sözcükleri ben mi anlamıyorum veya, acaba
kendisile “akort” çalışabilecek adam mı bulamıyor diye de düşünmeden
edemiyorum… Çünki meselâ, göndermiş olduğun “Matematik sınırlı, değil
mi?” başlıklı makâlesinin sonunda da, “Yeni belitler bulunmakta
kılavuzumuz ne?” diye sormakla birlikte, buna “sezgi” diye cevap veriyor. Ve de
bunun, öğrendikçe, çalıştıkça, birikimimizi arttırdıkça gelişecek bir haslet
veya kabiliyet olduğunu ifâde ediyor…
Benim bildiğim ve anladığım “sezgi” sözcüğü, “varolan bir gerçekliği kavrama
yeteneği” anlamına gelen bir kavram olabilir ancak…Ki bu da, insanın
dışında ve insandan bağımsız olarak varolan (veya yaratılmış olan) bir
gerçekliğin kabûlü demektir…Halbuki büyük hoca Cahit Arf, “matematik, insandaki
bedâhat ve tenâsüb duygularıyla doğrudan ilişkilidir” derdi. Yâni bu duyguları
gelişmiş veya keskin olmayan bir insanın, ne kadar çalışsa da, öğrense de,
“teorisyen” anlamında matematikçi olamayacağını vurgulardı. Dolayısile de
Cahit Hoca, insandan bağımsız olarak –Tanrı tarafından- yaratılmış veya
kendiliğinden varolmuş bir dış gerçeklik kabul etmezdi… Onun için her
şeyden önce O.Sinanoğlu’na, kendisinin “gönül” ve “sezgi” gibi sözcüklerden tam
olarak ne anladığını sormak gerek…
Bana göre, “bedâhat” de, “tenâsüb” de, aynen “güzellik” veya “estetik” gibi
“insânî görüş”ün mahsûlleri olan kavramlardır; yani bir
varlığın,-her çeşit göz tarafından aynı görülen- görünüşü anlamında
değillerdir… Onun için de her “belit”, kendisiyle ilgili nesne ve olayları
teşkil eden unsurların ölçülerek sayılara tekâbül ettirilmesi sûretiyle elde
edilen
-simgesel
veya sayısal- formüllerle ifâde edilir. Ama bu formüller doğada mevcut
değildir… Ve de insanların “ritm melekesi” olmasa, ne “ölçü” kavramı ne
de sayılar var olabilir…Çünki insanın karakteristik davranışı olan “ritm
melekesi”, en bedîhî “belit”tir…Öyle ki, bir hayvânî inatı kırmak
üzere –bir insanın harcanması pahasına- deneyle kanıtlanması bile abestir…
“İnsanların çalışıp çabalamak sûretiyle sezgilerini geliştirerek –zâten-
varolan gerçeklikleri keşfedebileceği…” varsayımı, insanlığın ortak
“artı-değer”inin herkes tarafından kullanılabileceği, gerekli çabayı gösteren
herkesin buna lâyık olduğu, yâni “kapitalizm” denilen
düzenin(düzensizliğin) insâniyetle çelişmeyen bir rejim olduğu kanısını
dayatmaktadır aslında…
Her nesnenin ve olayın ölçüsünü bulabilen insan, nedendir ki kendi değerinin
–objektif- ölçüsünü aramaz; veya unutur?.. Ve üstelik de değerini,kendi başına
hiçbir –mutlak- değere sâhip olmayan, sâdece bir “mübâdele aracı” olarak
ihtiyaç duyulan “para” ile ölçmeye kalkarak kendini de bir metâ hâline
sokar?...
Demek ki esas ve öncelikli meselemiz bilimi geliştirmek de olsa, memleketi
kalkındırmak da olsa, bir “düşünce-davranış” sistematiği içinde -objektif
olarak- insan seçilimini sağlamak, birincil derecede önemli görev olmalıdır.
Ama böyle bir düzeneği tesis edecek bilimcilerin de, adam seçmede kesin ve
keskin kriterlere sâhip olmaları, yâni bir bakıma “şâman” veya “kam” olmaları,
veya başka bir deyişle, itiraf edemeyecekleri kişisel sırlara
(psiko-patalojiye) sâhip olmayan, “bütün kişilik”li insanlar olmaları gerekir.
Çünki kendisi hakkında kararlılığa sâhip olmayan birinin başkaları hakkında
kararlı olabilmesi, objektif hükümlere varabilmesi, veya objektif hükümlerin
çıkarılabileceği kriteryumları vazedebilmesi beklenemez herhalde…
Onun için, bir ülkeyi öne çıkarmaya ve/veya Dünya’ya nizam vermeye kalkan
bilimcilerin öncelikli hedefi, adam yetiştirmek değil –her türlü ideolojik kirlenmeden
ârî olarak- adam seçmek olmalıdır. Dolayısile de herhangi bir bilgi ve
beceri öğretisinden önce, her çeşit bilgi, beceri (ve huy) türünden
bağımsız olan bir “inisiyasyon” seçiliminin objektif kriterlerini herkese
açık bir çalışmayla geliştirebilmelidir diye düşünmekteyim. Ki bu da son
tahlilde, bir
“oyun-eylence”
ortamında izole edilmiş bir grup gencin aralarından, gönülden sevip
bağlanacakları birini (Kam’larını) seçmelerini sağlayacak bir düzeneğin
tesisi demektir… Ondan sonradır ki, melekeleri muhtel (bozuk) olan
insanları doğurup yetiştiren kadınlar meselesi de gündeme gelecek, ve gerçekçi
bir “doğum plânlaması” yapılabilecektir…
Biz Anadolu Türkleri’ne, târihin ve coğrafyanın yüklemiş olduğu esas görev,
Doğu-Batı Kültür Sentezi’ni gerçekleştirmektir. Ki ben yaptığım derin
târihî analizlerle bunu göstermeye çalışıyorum…
Bu târihî misyon, Türk-İslâm Sentezi gibi içi boş
sloganlarla ve sosyo-ekonomik politika canbazlıklarıyla başarılabilecek kolay
bir görev değildir… “Türk” ile “İslâm” hiçbir zaman biribirinin
“anti-tez”i olmadı ki, buradan bir sentez çıkabilsin…
Ama “para”nın icâdıyla ve felsefeyle(sözlü düşünceyle) başlayan Batı
Uygarlığı’nın, tüm “artı-değer”in devlet(hükümdar) tasarrufunda
bulunduğu ve düşüncelerin(veya bilimin) hem bâzı özel davranış
biçimleriyle hem de bir takım simgelerle ifâde edildiği –dolayısile
Batılı’ların “Mistik” adını verdiği- “Hint” ve “Mısır” gibi kadîm
uygarlıkların “anti-tez”i olduğu âşikârdır…Ve bizim, yaklaşık bin yıllık târih
içinde kaç defa bir taraftan diğer tarafa savrulduğumuz da açıkça
görülebilmektedir. Ki bunlardan birinin, keskin bir zıddiyet
hâlinde Yavuz Sultan Selim ile oğlu Kânûnî arasında
yaşandığını, ve son büyük –Batı’ya doğru- yalpanın da 1826’da, Türk-Tarikat
Sistematiği’nin imhâsı pahasına gerçekleştiğini ben devamlı olarak
vurgulamaktayım…
“Komünizm” adıyla ortaya çıkan ideoloji veya “eylemli felsefe”, bu
Doğu-Batı Sentezi’ni gerçekleştirerek küresel bir insâniyet uygarlığı
kurmayı amaçlıyordu aslında… Ama Doğu’nun derinliğine akıl
erdiremediklerinden sathî kaldılar ve dolayısile de irca edildiler;
kapitalistler tarafından…Ve de büyük bir düş kırıklığına sebep oldular…Onun
için, doğru yolu gösterdiğimiz taktirde, hüsrâna uğramış ve çıkar yol arayan
pek çok Batılı aydın da bizi destekleyecek ve dayatılan “paket programlar”dan
bunalmış, tüketim çılgınlığından bezmiş pek çok Batılı genç de
orijinal(yaratıcı) oyunlarımıza katılacaktır diye düşünmekteyim…
Selâm ve sevgilerimle…
Ali Ergin Güran- 16/03/07