MUSTAFA GÜLBAY’A CEVÂBÎ MEKTUP

     Bilim konusunda bilimsel metodlarla çaba gösterip kafa yoran insanlar arasında “polemik”  ve hatta “eleştiri” sözkonusu  olmamalıdır. Çünki bu insanların buluş  ve görüşleri, deneysel veya işlemsel(operasyonel)  ispatlarla  ya doğrulanır  ya da yalanlanabilir; ama belki bazen, ispat ortamlarının hazırlanması için uzun bir süre beklemek gerekebilir…Yâni hiçbir zaman taraftar toplamaya ve kavgaya gerek kalmaz. Dolayısile de bilim, politikanın bir aracı hâline gelmez/getirilmez, bilimciler de politikacı hâline dönüşmez.

     Ancak nevar ki bilimi –beceriye dayanan meslekler gibi-  branşlara ayıran ve dolayısile de bunların sözsel îzâhına ve öğretisine girişen Grekler’in  mârifetiyle, bir de “bilim felsefesi” ortaya çıkmış veya çıkarılmıştır. Çünki Grek Uygarlığı, “denizcilik” uğraşı ile “inisiye”  olan yâni dalgaların, rüzgârların aritmik impulslarıyla  baş etmek sûretiyle hayatta kalarak ayıklanan(seçilime uğrayan)  melekeleri güçlü insanların (Robinson’ların)  hiç yoktan tesis ettikleri bir uygarlık idi…Onun için de onlar, temas ettikleri Mısırlılar, Fenikeliler gibi halklardan kaptıkları kulaktan dolma(sözsel)  bilgilerle yollarını bulmak zorundaydılar.

     Halbuki bilim, ortaya çıktığı  -kadîm Hint ve Mısır uygarlıkları gibi-  anavatanlarında sözsel bir bilgi değil, sâdece  inisiye(seçilmiş, liyâkatli)  insanların paylaştıkları ve de  genellikle  özel davranış biçimleri ve sembollerle ifâde ettikleri bir nevî  sırlar manzûmesi idi. Çünki bilim –sanat ile iç içe olmak üzere- orijin itibariyle “söz”den  çok önceleri ortaya çıkmış bir bilinçlenme, bilgilenme ve yaratma disipliniydi. Ki meselâ geometrinin, bir tenâsüb(uygunluk) ve bedâhat(apaçıklık) sanatı olarak sâbit ölçü araçlarının îcâdından çok önceleri de vârolduğunu(olması gerektiğini)  anlamak için  kâhin olmaya gerek yoktur. Kaldı ki, ritmik davranışlarla “zaman” mevhûmuna sâhip olunduğu ve “adım”larla  ilk uzunluk(mekân)  ölçüsünün yaratıldığı da bedîhî gerçeklerdir…

     Bugün artık açıkça anlayabiliyoruz ki, bilim denilen eylemli disiplinin aslî unsurları “ölçü”ler, “sâbite”ler ve  aksiyom, prensip, lemma gibi adlarla da anılan temel varsayımlar veya “belit”lerdir. Ama bu belitleri ve sâbiteleri ancak, melekeleri güçlü, ferâseti keskin insanlar tesbit edebilir; ve yeni ölçü âletleriyle birimlerini de  yine aynı “inisiye-seçkin” insanlar icat edebilir.

     Kadîm Mısır’da açıkça gördüğümüz gibi, ilk uygarlıklardaki yöneticiler aynı zamanda râhip ve bilimci idiler…Hatta Mısır’da  genellikle baş râhipler kral oluyorlardı ilk dönemlerde… Ancak “para”nın  îcâdından ve para ekonomisine (kapitalizme)  geçişten sonra, insanlığın yaratmış olduğu “artı-değer” , kralların(devletin) tekelinden çıkıp diğer bâzı insanlar(sermâyedarlar)  tarafından da sâhiplenilince, bilimsel buluş ve görüşler de, alınıp satılan birer metâ  hâline dönüştü. Daha doğrusu  bilimin, insanların konforuna yarar sağlayan yönleri, talep ve teşvik edilir hâle geldi.

     Bilimin, insanların konforuna hizmet eden bir uğraş olarak anlaşılıp metâ hâline getirilmesile birlikte, çok değerli olan derin(âlemlerin fethi ve insanlığın tekâmülü ile ilgili) bilgiler de , anlaşılmaz şifreler hâline gelip  unutuldu; ve üstelik de bu şifrelerin sahtekâr üstatları(büyücüler) ortaya çıktı. Halbuki bu sırlar, “insan değeri”ni bile doğru ölçen ve dolayısile  kâmil(inisiye)  insanların seçilimini gerçekleştirerek ortaya, tüm insanlığa yön veren Büyük Piramit (Keops veya Khufu)  gibi anıtsal eserler koymalarını  sağlayan “ölçüm kriterleri”ni de  kapsıyordu. Ama “para” icat olduktan sonra, insanlığın ortak “artı-değer”i bölüşülüp harâmîler de servet ve sermâye sâhibi olunca, hem “artı-değer”in büyük kısmı konfor için kullanılmaya, hem de insanların değeri para ile ölçülmeye başladı. Ve aynı süreç içinde  de insanlık, erişmiş olduğu konforu kötüye kullanarak, aklının sebeb-i hikmeti olan tabuları yok sayma yâni bindiği dalı kesme durumuna düştü…Onun için bir yerde bilimin lâfzî  taktîmi, felsefesi ve tartışması  yapılıyorsa, orada bilim kulaktan dolma bilgilerle yapılıyor ve metâ olarak talep ediliyor yâni güdülüyor demektir. Çünki bağımsız bir bilim adamının –hapse atılıp tecrite alınmadıkça- her an ve her konuda yapacağı somut işler ve atacağı adımlar vardır diye düşünürüm…

     Aslında bugün bilimin, -bilim adamlarının “inisiyasyon” seçilimleriyle birlikte- sessiz ve sözsüz olarak yapıldığı ve râhip gibi bilimcilerin, daimî olarak “yaratıcı tekâmül” gerçekleştirdikleri, kadîm uygarlıklardaki şeklini düşünmeliyiz. Yoksa, pazara düşmüş bir bilim anlayışıyla bizim işimiz olamaz; ve olmamalı da…Çünki bu tür bilim anlayışı, kapitalist mihraklar tarafından tâyin ve teşvik edilen, ve aynı zamanda kafası çalışan gençleri avlayıp ehlîleştirmeye de yarayan  bir nevî  ökse veya olta yemi  gibidir. Onun için de,  hiç  bir ülkeye temâyüz  etme  ve insanlığa yenileşme veya dirilme imkânı sağlamaz…Bundan dolayıdır ki, Oktay Sinanoğlu’nun hem sık sık bilimden söz etmesini ve hem de memleketi –geçmişe(ve Atatürk’e) özlem edebiyâtı ile- kurtarmaya kalkmasını  yadırgıyorum; ve bunu bir “zihniyet kayması” kavramı ile izâha çalışıyorum…Çünki, böyle bir “kayma”  olmasa, Oktay Sinanoğlu değerindeki bir bilim adamının Türkiye’yi yeniden Dünya’nın merkezi hâline getirebileceğine inanıyorum.

     Ama bununla birlikte, kullandığı sözcükleri ben mi anlamıyorum veya, acaba kendisile “akort” çalışabilecek adam mı bulamıyor diye de düşünmeden edemiyorum… Çünki meselâ, göndermiş olduğun “Matematik sınırlı, değil mi?”  başlıklı makâlesinin sonunda da, “Yeni belitler bulunmakta kılavuzumuz ne?” diye sormakla birlikte, buna “sezgi” diye cevap veriyor. Ve de bunun, öğrendikçe, çalıştıkça, birikimimizi arttırdıkça gelişecek bir haslet veya kabiliyet olduğunu ifâde ediyor…

     Benim bildiğim ve anladığım “sezgi” sözcüğü, “varolan bir gerçekliği kavrama yeteneği” anlamına gelen bir kavram olabilir ancak…Ki bu  da, insanın dışında ve insandan bağımsız olarak varolan (veya yaratılmış olan)  bir gerçekliğin kabûlü demektir…Halbuki büyük hoca Cahit Arf, “matematik, insandaki bedâhat ve tenâsüb duygularıyla doğrudan ilişkilidir” derdi. Yâni bu duyguları gelişmiş veya keskin olmayan bir insanın, ne kadar çalışsa da, öğrense de, “teorisyen” anlamında matematikçi olamayacağını vurgulardı. Dolayısile de  Cahit Hoca, insandan bağımsız olarak –Tanrı tarafından- yaratılmış veya kendiliğinden varolmuş bir dış gerçeklik kabul etmezdi… Onun için  her şeyden önce O.Sinanoğlu’na, kendisinin “gönül” ve “sezgi” gibi sözcüklerden tam olarak ne anladığını  sormak gerek…

     Bana göre, “bedâhat” de, “tenâsüb” de, aynen “güzellik” veya “estetik” gibi “insânî görüş”ün  mahsûlleri  olan kavramlardır; yani bir varlığın,-her çeşit göz tarafından aynı görülen-  görünüşü anlamında değillerdir… Onun için de her “belit”, kendisiyle ilgili nesne ve olayları teşkil eden unsurların ölçülerek sayılara tekâbül ettirilmesi sûretiyle elde edilen

-simgesel veya sayısal- formüllerle ifâde edilir. Ama bu formüller doğada mevcut değildir… Ve de insanların “ritm melekesi” olmasa, ne “ölçü” kavramı  ne de sayılar var olabilir…Çünki insanın karakteristik davranışı olan “ritm melekesi”, en bedîhî  “belit”tir…Öyle ki, bir hayvânî  inatı kırmak üzere –bir insanın harcanması pahasına- deneyle kanıtlanması bile abestir…

     “İnsanların çalışıp çabalamak sûretiyle sezgilerini geliştirerek –zâten- varolan gerçeklikleri keşfedebileceği…” varsayımı, insanlığın ortak “artı-değer”inin herkes tarafından kullanılabileceği, gerekli çabayı gösteren herkesin buna lâyık olduğu, yâni “kapitalizm” denilen düzenin(düzensizliğin)  insâniyetle çelişmeyen bir rejim olduğu kanısını dayatmaktadır aslında…

     Her nesnenin ve olayın ölçüsünü bulabilen insan, nedendir ki kendi değerinin –objektif- ölçüsünü aramaz; veya unutur?.. Ve üstelik de değerini,kendi başına hiçbir –mutlak- değere sâhip olmayan, sâdece bir “mübâdele aracı” olarak ihtiyaç duyulan “para” ile ölçmeye kalkarak kendini de bir metâ hâline sokar?...

     Demek ki esas ve öncelikli meselemiz bilimi geliştirmek de olsa, memleketi kalkındırmak da olsa, bir “düşünce-davranış” sistematiği içinde  -objektif olarak- insan seçilimini sağlamak, birincil derecede önemli görev olmalıdır. Ama böyle bir düzeneği tesis edecek bilimcilerin de, adam seçmede kesin ve keskin kriterlere sâhip olmaları, yâni bir bakıma “şâman” veya “kam” olmaları, veya başka bir deyişle, itiraf edemeyecekleri kişisel sırlara (psiko-patalojiye) sâhip olmayan, “bütün kişilik”li insanlar olmaları gerekir. Çünki kendisi hakkında kararlılığa sâhip olmayan birinin başkaları hakkında kararlı olabilmesi, objektif hükümlere varabilmesi, veya objektif hükümlerin çıkarılabileceği kriteryumları vazedebilmesi beklenemez  herhalde…

     Onun için, bir ülkeyi öne çıkarmaya ve/veya Dünya’ya nizam vermeye kalkan bilimcilerin öncelikli hedefi, adam yetiştirmek değil –her türlü ideolojik kirlenmeden ârî  olarak- adam seçmek olmalıdır. Dolayısile de herhangi bir bilgi ve beceri öğretisinden önce, her çeşit bilgi, beceri (ve huy)  türünden bağımsız olan bir “inisiyasyon”  seçiliminin objektif kriterlerini herkese açık bir çalışmayla geliştirebilmelidir diye düşünmekteyim. Ki bu da son tahlilde, bir

“oyun-eylence”  ortamında izole edilmiş bir grup gencin aralarından, gönülden sevip bağlanacakları birini (Kam’larını)  seçmelerini sağlayacak bir düzeneğin tesisi demektir… Ondan sonradır ki, melekeleri muhtel (bozuk)  olan insanları doğurup yetiştiren kadınlar meselesi de gündeme gelecek, ve gerçekçi bir “doğum plânlaması”  yapılabilecektir…

     Biz Anadolu Türkleri’ne, târihin ve coğrafyanın yüklemiş olduğu esas görev, Doğu-Batı Kültür Sentezi’ni  gerçekleştirmektir. Ki ben yaptığım derin târihî  analizlerle bunu göstermeye çalışıyorum…

     Bu târihî  misyon, Türk-İslâm Sentezi  gibi  içi  boş sloganlarla ve sosyo-ekonomik politika canbazlıklarıyla başarılabilecek kolay bir görev değildir… “Türk” ile “İslâm”  hiçbir zaman biribirinin “anti-tez”i olmadı ki, buradan bir sentez çıkabilsin…

     Ama “para”nın icâdıyla ve felsefeyle(sözlü düşünceyle)  başlayan Batı Uygarlığı’nın, tüm “artı-değer”in  devlet(hükümdar)  tasarrufunda bulunduğu ve düşüncelerin(veya bilimin)   hem bâzı özel davranış biçimleriyle  hem de bir takım simgelerle ifâde edildiği –dolayısile Batılı’ların “Mistik” adını verdiği-  “Hint” ve “Mısır”  gibi kadîm uygarlıkların  “anti-tez”i olduğu âşikârdır…Ve bizim, yaklaşık bin yıllık târih içinde kaç defa bir taraftan diğer tarafa savrulduğumuz da açıkça görülebilmektedir. Ki bunlardan  birinin, keskin bir  zıddiyet hâlinde Yavuz Sultan Selim  ile  oğlu Kânûnî  arasında yaşandığını, ve son büyük –Batı’ya doğru- yalpanın da 1826’da, Türk-Tarikat Sistematiği’nin imhâsı pahasına gerçekleştiğini ben devamlı olarak vurgulamaktayım…

     “Komünizm”  adıyla ortaya çıkan ideoloji veya “eylemli felsefe”, bu Doğu-Batı Sentezi’ni gerçekleştirerek küresel bir insâniyet uygarlığı kurmayı  amaçlıyordu aslında… Ama Doğu’nun derinliğine akıl erdiremediklerinden sathî  kaldılar ve dolayısile de irca edildiler; kapitalistler tarafından…Ve de büyük bir düş kırıklığına sebep oldular…Onun için, doğru yolu gösterdiğimiz taktirde, hüsrâna uğramış ve çıkar yol arayan pek çok Batılı aydın da bizi destekleyecek ve dayatılan “paket programlar”dan bunalmış, tüketim çılgınlığından bezmiş pek çok Batılı genç de orijinal(yaratıcı)  oyunlarımıza katılacaktır diye düşünmekteyim…

Selâm ve sevgilerimle…

Ali Ergin Güran- 16/03/07