MAHCUP ELEŞTİRİLERE CEVAP

Hiç kimse bana –mırıl mırıl üslûbuyla da olsa- “Atatürkçü”lük, “Ulusalcı”lık, “Ergenekoncu”luk filân diye adlandırılan zihniyetleri anlatmaya ve/veya kabul ettirmeye kalkmamalıdır. Çünki bu zihniyettekiler artık, açık bir şekilde “provokatörlük”le iştigâl etmeye başlamışlardır. Onun için de, bunlarla –herhangi bir şekilde- taktik işbirliğine girmek bile câiz değildir… Artık açıkça anlaşılmaktadır ki bu “lâikçi” zihniyetin, yâni “laikliği şiar edinmiş cemaat” zihniyetinin, “biat dinciliği”ni veya “hilâfet dinciliği”ni aşmak ve/veya ona bir “anti-tez” yaratmak gibi bir “negasyonerlik”le alâkası yoktur; ve onun için de, yapacakları her eylemin, -son tahlilde- “provokasyon” anlamını kazanması kaçınılmazdır. Yâni aslında, “inisiyatör” üretmeyen/üretemeyen bütün “cemaat”lerin yapacağı/yapabileceği de budur… Kaldı ki bunların din anlayışı, 1826 öncesinin, “sünnet”leri ihtiyârî sayan, ve bu arada -yoldan kalma, cehtten çekilme anlamına geleceği için- genç yaşlarda ve/veya “muvazzaf” iken, Hacc’a gitmeyi bile zûl addeden “tevhidci” dindarlığının da, ve hatta Atatürk’ün, ezanı Türkçe’leştiren Luteryen (reformist) din anlayışının da çok dışında olan psikopatalojik bir anlayıştır. Çünki, Türk-Tarikat Sistematiği’nin önderleri de, Atatürk de, esas itibâriyle “inisiyatör” kişilerdi; ve onun için de Tanrı’yı, içlerinde hissettikleri “yaratıcılık cevheri” şeklinde, ibâdetleri de, insânî ilerleme yolu (Tanrısal Yol) olarak anlayan bir zihniyete sâhiptiler. Yâni Allah’ı, oturaklı (tutucu) bir muhteşem kişilik, ibâdetleri de, O’na yaranmak için yapılan hürmet ve bağlılık gösterileri gibi anlayan biatçı, hilâfetçi ve/veya tutucu dindarlarla aynı zihniyeti paylaşmıyorlardı. Halbuki bugünkü, “lâikçi” denilen zümreler, Atatürk’ün gölgesinde yaşayıp, O’nun dürtüklemeleri ile “ilerleme” yolunda sürüklenirlerken, dînî ibâdetleri ihmal etmeye alışmış –yâni tembelleşmiş- gizli biatçıların çocuklarıdırlar aslında… Ki bunlara “ıskatçı” denir… Yâni bunlar, ibâdetlerini tam olarak yapan (veya yapmaya çalışan) biatçı dindarları, “laisizm” şiarı altında “amel”den düşürmeye çalışan veya onlara çelme takan, dolayısile de örneksiz (rakipsiz) kalarak “Öbür Dünya”yı ucuza kapatmaya (kazanmaya) çalışan, bir nevi “ tembel hasetçi” insanlardır… Yoksa, insanlara doğru-dürüst bir ilerleme yolu gösterebilecek olsalar (mesela Panteist Zon Kulübü’nden başlasalar), tutucuların ve gericilerin dinî anlayışlarını ve aktivitelerini kısıtlamaya çabalamak gibi bir uğraşa hiç de gerek duymayacak veya tenezzül etmeyeceklerdir; hatta tam tersi olarak gericiler ve/veya dinciler, onların aktivitelerine engel olmaya, fikirlerine sansür koymaya kalkacaklardır. Dolayısile de, ancak o zaman “laik düzen” taleplerinde samîmi oldukları ortaya çıkacaktır… Kaldı ki, Türk-Tarikat Sistematiği’nin geniş “ibâdet” anlayışından yararlanarak, günümüze kadar yaşama şansı elde etmiş olan –ve genel olarak “alevî” denilen- heterodoks cemaatlere bile destek verseler, yine samimiyetlerinden şüphe duyulmayacaktır. Ama ortaya somut bir “din reformu” projesi bile koymadan – yükselen “dindarlık” versiyonlarından- sızlanmak, “iktidar uğruna her türlü provokasyonu yapmaya hazırım” anlamında mesajlar yaymaktan başka bir anlama gelmemektedir. Ki böyle bir mesajın, halkın “vicdânî kanaat”inden destek alabilmesi imkânsızdır. Ve nitekim, bu zihniyetteki siyâsî partiler halktan, hiçbir zaman –iktidar olmak için- yeteri kadar oy alamamaktadırlar… Zâten, özgün bir târihî zemîne ve bağımsız sosyo-ekonomik programlara dayanmadan politikaya soyunmak, dış mihraklardan görev talep etmekten başka bir anlama gelemez… Ama, bir ülkenin yönetimindeki, bu gibi “acenta” kadroları yenilemekle de bir gelişme elde edilemez; bilâkis kavram kargaşasına ve teslîmiyetçiliğe yol açılmış olur… Onun için hiçbir zümre, kendi sakat (mahcup mürteci veya mürted) din anlayışını, Atatürk’ün arkasına saklanarak halka yutturmaya kalkmamalıdır… Böyle bir tavır, aynı zamanda Atatürk’e ihânet olmaktadır; “ahde vefâ” değil…

Bu gün karşı karşıya gelmiş olduğumuz “açmaz” durumu veya problem, -son tahlilde- “Seyfîyûn” rûhunun dirilmesiyle, “örfî hukuk”a binâen 1826’nın –cihanşümûl- rövanşının alınması şeklinde aşılabilecek veya çözülebilecektir herhalde… Ki bu sûretle, 1826’dan sonra aklımıza musallat olan/edilen “Biatlı Kürt” zihniyetinden de tamamen temizlenmiş olacağız. Ve üstelik, bu Kürt zihniyetinin, Atatürk’ün -dînî- reform teşebbüsüne (Türkçe ezana) gösterdiği reaksiyon üzerinde neşvünemâ bulmuş olan Kürt Milliyetçiliği’ne karşı, -onların zihnini de yeniden forme edecek şekilde- mantıkî bir tavır (duruş) da geliştirebileceğiz… Tarihteki cihanşümûl misyonumuzla illiyet bağlantısı kurulmadan ortaya atılacak fikir ve politikalarla, bu topraklar üzerindeki bekâmızı sağlamak mümkün değildir. Ama buna rağmen, soyumun beş yüzyıllık kayıtlı tarihine bağlı olarak, 43 yılda geliştirdiğim evrensel insâniyet teorisi (İEB), Atatürkçü, Ulusalcı vs. gibi adlarla anılan bu “laikçi” cemaatler yüzündendir ki örtbas edilmiş ve yok sayılmıştır. Böyle bir tavır herhalde, basit bir “hasetçilik” olarak îzah edilemez…

Ali Ergin Güran- 30/03/08