“Odun Kafalı” deyimini, “öfke” unsurundan temizlersek, aslında bu, “mühendis kafalı” veya “hukukçu kafalı” anlamına gelen bir kavramdır. Yâni meseleleri Calculus (hesap matematiği) formülleriyle ve Hukuk (kânun) klişeleriyle çözmeye çalışan insan demektir. Böyle insanların, kaotik dönüşüm hallerinde, daha doğrusu kaos'un, henüz -tâkip edilebilecek- inisiyatörlerin ortaya çıkmadığı ve dolayısile de hiçbir çözüm yolunun görünmediği ilk zamanlarında, faydadan çok zararları dokunur toplumlara... Çünki bunlar, herşeyden önce -meditasyon hâlinde-“kaos”ta yaşamayı ve sembolik (matematiksel veya bilimsel) mantıkla “kaos”u idrâk etmeyi bilmezler; bilemezler. Ve onun için de, bildikleri veya belledikleri formül ve klişelerin, hangi “kaos”lardan, nasıl neşet ettiğini anlayamadıklarından, bu formül ve klişelere cevap vermeyen (uymayan) gelişmeleri, metafizik (ve mistik) mülâhazalarla, veya “komplo teorileri”yle îzâha kalkarlar. Ve dolayısile de, sözkonusu kaotik durumlarda hemen panikleyerek, kafalarındaki formülleri veya klişeleri âcilen “hayata geçirme” telâşıyla, ya “çalçene” olup, yaptıkları mugâlâtalarla kavram kargaşası ve zihin bulanıklığı yaratırlar, ya da suskunluğa gömülmekle birlikte, bir takım -gizli- mihrakların güdümünde câsusluğa ve hatta teröristliğe sürüklenirler; aynen, “itaat kültü”nün tarihî mahkûmları olan, ve sıkıştıkça muhayyel bir “Tanrı” mitos'undan (ve/veya O'nun azizlerinden) medet uman dindarlar gibi... Ki zâten, “notasyonel formül” ve “retorik klişe”lerle düşünen mühendis ve hukukçuların çoğu da, -gizli veya açık- dindardırlar; formüler bilgilerinin sökmediği veya yetmediği hallerde, bir “Tanrı” mit'ine mecbur kaldıkları için... Bir devletin içinde, “derin devlet” diye “melânet şebekeleri” oluşuyorsa, bu tür “odun kafalı”ların, yüksek mevkîlere gelebilmeleri yüzündendir... İşte bundan dolayıdır ki, bir toplumun, -birlik ve bütünlüğünün korunarak- gelişmesi için, inisiyasyon imtihanlarından geçirilerek seçilmiş (ayıklanmış), inisiyatör karakterli insanlara ihtiyâcı vardır; ama özellikle de, münendis, hukukçu ve bilumum bürokratlardan müteşekkil “odun kafalı”lar hiyerarşisinin bozulduğu kaotik durumlarda rehber edinilmek üzere... Yoksa, “kaos, inisiyatörünü yaratır” diye düşünmek de mümkündür; ama, ne var ki, silâhlı çatışma veya savaş'a kadar varan bir kaos yaşandıktan sonra, ne eski toplum, ne de eski memleket söz konusu olabilir... Tam anlamıyla bir “kaos”un, her türlü tanımlamadan münezzeh olduğunu/olacağını düşünsek de, “kaos'tan çıkış” veya “kozmik başlangıç” diyebileceğimiz bir maddî (nesnel) ortamı biz, “mikrokozmos fiziği”nden biliyoruz. Ve böyle bir ortamın matematiksel reprezentasyonunu da, -kabaca- “sonsuz parametreye sâhip denklemler” olarak tasarlayabiliyoruz... Biraz mürekkep yalamış veya okula gitmiş herkes bilir ki, iki bilinmeyenli (parametreli) bir problemin çözümü için iki tane, üç bilinmeyenli bir meselenin halli için üç tane -lineer- denklem kurmak veya bulmak lâzımdır... Bu kuralı genellersek, “n bilinmeyenli bir meselenin çözümü için, n tane denklem kurmak veya bulmak gerekir” diyebiliriz. Buradaki “n” sayısı ne kadar büyük olursa olsun, denklemler doğru kurulduğu taktirde, problemi makineler (bilgisayarlar) rahatça çözer. Ama buradaki “n” sayısı “sonsuz”a gittiği taktirde, yani ortaya, “sonsuz parametreli (bilinmeyenli) sonsuz denklem” tablosu çıktığında, bunu hiçbir bilgisayar programı, ve hatta hiçbir “mühendis kafası” çözemez. Çünki bu tablo, bir kaotik olayın, yâni bir “yaratılış” olayının matematiksel sunumudur; ve de her seferinde, denklemlerin -katsayılarla ilgili- spesifik yapısına göre farklılıklar gösteren, tek ve emsalsiz bir çözüm verir... Kaotik “yaratılış” olaylarının matematiksel ifâdesi olan bir “sonsuz parametreli (ihtimalli) sonsuz denklem” sistemine bakarken insan, bunun dışında hiçbir etken veya varlık -ve hatta Tanrı adında bir mit bile- düşünemez; şâyet bu tabloyu bir an bütünüyle havsalasına sığdırabiliyorsa... Çünki bir defa, o tabloyu değiştirebilecek hiçbir parametre veya etken bırakılmamıştır dışarıda... Sonra da, bu denklemler sistemini havsalasına sığdırabilmek için, hiçbir dış tesir ve çağrışıma kapılmaksızın, tam bir “meditasyon” hâlinde -sâdece “sıralama” melekesini çalıştırmak sûretiyle- düşünmeye mecburdur. Yâni bir bakıma, “yaratılış” problemini anlamaya ve çözmeye kalkışan bir insan, aynı zamanda “yaratıcı” konumuna gelmiş olmaktadır. Başka bir şekilde ifâde edersek, böyle, çok parametreli (bilinmeyenli) bir problemle uğraşan insan tanrılaşmakta, veya Tanrı, böyle bir insanda tecellî etmektedir; çözümü yakaladığı konsantrasyon ânında... Zira, kaosa veya kaos problemine bakış, -her türlü ümit ve beklentiler de dâhil olmak üzere- “sıfır önyargı”lı olmayı gerektirmektedir; ki bu da tam anlamıyla “yaratıcı”lık demektir. Böyle bir insanın, ve özellikle de “mikrokozmos” veya “kuantum” fiziğiyle uğraşan bir teorisyenin, Teist (Tanrı'cı) olmasına, yâni Tanrı diye -ihtiram gösterilerinde bulunulacak (tapınılacak)- bir “mitos” kabul etmesine, dolayısile de dindar olmasına imkân yoktur. Çünki böyle insanlar, Tanrı'yı içlerinde hissetmişler, veya başka bir deyişle, -an'lık zaman aralıklarında da olsa- yardım istenecek hiçbir merci'ye ihtiyaç duymayacak kadar diriliğe ulaşıp, Tanrısal denilebilecek keskinlikte bir ferâset ve basîret gösterebilmişlerdir. Bunlar arasında dindar gibi görünenler, ya ödüllü -teknolojik- çalışmalara yönlendirilmiş iki yüzlü çıkarcılardır, ya da “din”e, sâdece folklorik bir etkinlik olduğu için sempatiyle bakan kişilerdir... Son tahlilde demek ki, bir “kaos problemi” bile, topluluklar içinden “inisiyatör” çıkarmak için yeterli bir “kriteryum” teşkil edebilmektedir. Ve bu şekilde seçilmiş (ayıklanmış) inisiyatör karakterli gerçek liderlerin de, dindar olabilmeleri mümkün değildir bugün... Çünki peygamberler zamanında, bilince çıkarılabilen ve uğraşılan meseleler, sonlu, basit ve formüler problemlerdi. Ve onun için de, bu problemleri değiştiren veya indirgeyen daha şümûllü -veya kaotik- olay ve meseleler, Tanrı denilen muhayyel bir zâtın irâdesiyle izah edilmeye çalışılıyordu; çâresizlikten... Meselâ, deprem gibi katastrofik olaylar, “Tanrı'nın öfkesi” olarak yorumlanıyordu... Halbuki bugün, bütün kozmik (kozmos'a ait) olayların, “kaos” başlangıcına kadar giden nedensellik zincirlerini bulabildiğimize ve bilebildiğimize göre, “Tanrı” mitos'unu artık, “kaos”un arkasına kadar iteklemiş bulunuyoruz, mantîken... Ama bilinçlenmede, bu bilgi düzeyinde de kalmıyoruz, “kaos”un, “sonsuz değişkenler veya bilinmeyenler” anlamındaki matematiksel gösterilişleriyle uğraşır veya düşünürken, içgüdüsel reflekslerinden tamâmen arınmış bir insan olarak -çok kısa bir an da olsa- Tanrıyla özdeşleştiğini hissediyor bâzılarımız; peygamberlerin “vahiy” dedikleri olayda ve/veya hâlde hissettikleri gibi... Demek ki artık bütün mesele, “kaos” problemleriyle uğraşabilme kapasitesine (meleke gücüne) sâhip -peygamber gibi- insanların seçilimini yapmakla birlikte, bütün kozmos'ların derûnundaki kaotik (Tanrısal) yaratıcılığı öğrenmeye çalışmak noktasında düğümlenmektedir. İnsanlık, böyle bir doğru yola girdiğinde, ne insâniyet dışında bir “Tanrı” mit'ine, ne bu “Tanrı”ya yaranmak için yapılan tapınmalara, ne de peygamberlerin öğreti ve ardıllarına ihtiyaç duyacaktır. Ve bu şekilde, dinlerden kurtularak kadîm “itaat kültü”ne son vermekle birlikte, “Kapitalizm”i de, dolayısile vahim düzeylere gelmiş bulunan “biyolojik insan popülâsyonu”nu da kontrol altına alacaktır...
Din'in bugünkü Türkiye'de, kaotik -veya antagonist- kısır çelişkilere yol açmış olması, belki de bütün Dünya için hayırlı olacak, ve de tarihî devirleri kapatacak bir “negasyon”la sonuçlanacaktır. Yeter ki, bizi bu noktaya getiren tarihî süreci dikkatlice izlemiş ve/veya önemli ölçüde etkilenip etkileyerek içinde yaşamış birileri ortaya çıkarak -tarihî ve sosyolojik- genel tablonun “eskiz”ini gözler önüne sersin... Atatürk şüphesiz ki, “inisiyatör” karakterli bir liderdi; ve dolayısile de O, karşısındaki orduları ve politikaları, bir “kaos problemi” veya “sonsuz parametreli sonsuz denklem” gibi görüyor ve okuyordu. Çünki, zamanlar üstü bir idrak sâhibi olduğu, tavır ve söylemlerinden açıkça anlaşılmaktadır... Onun içindir ki Atatürk'ün, “mit”çilik anlamında bir “tanrı” inanışına, ve Teizm (Allahcılık) anlamında bir “tapınç dindarlığı”na sâhip olduğunu, yâni İslâmî “biat geleneği”nin, hatta kadîm “itaat kültü”nün tesirinde kaldığını düşünmek abesle iştigâldir. Kaldı ki, birçok kere ölümle burun buruna geldiği halde, kafasında tasarlamış olduğu -zamanlar üstü- “sonsuz parametreli denklemler sistemi”ne yönelik konsantrasyonu dolayısile, Tanrı'yı içinde hissederek, hiçbir endişeye kapılmadığı ve sığınacak bir hâmi aramadığı da bir gerçektir... Ama ne var ki, kendisinden sonra bu ülkenin başına geçmiş veya geçirilmiş olan İsmet İnönü, -Kürt kökeninden kaynaklanan tabiatı îtibâriyle- kadîm “itaat kültü”nün İslâmî versiyonu olan “biat geleneği” ile meşbû olarak yetişmiş, dolayısile de “didaktik öğreti” ile “formel bilgi”leri, eğitim anlayışının ve politikasının temel unsurları hâline getirmiş, bir “odun kafalılar pîri” idi... Öyle ki, meselâ onun şekillendirmiş olduğu siyâsî parti (CHP) bugün, dincilerle kısır (antagonist) bir çelişkinin, ve lâfzî bir didişmenin içine sürüklendiği halde, bunu idrâk edip de, -“itaat kültü”nün tesirinden kurtulmak sûretiyle- kendini yenileyememekte ve dincilerin seviyesini aşamamaktadır. Çünki “peygamber” hamâseti ve dînî dogmalar, hangi seviyeden ve de ne kadar uzağı (!) gösteriyorsa, Atatürk hamâseti ve, -prensip adıyla anılan- “Atatürkçülük” dogmaları da, aynı seviyeden aynı vizyonu (!) kazandırıyor insanlara... Kaldı ki ben, İsmet İnönü'nün, geleneksel ve genetik takıntısı veya kompleksinden dolayı, bilim adamı olmaya teşvik ve/veya sevk ettiği küçük oğlunu da birebir tanıdım. Ve dolayısile de, bu “İnönizm” denilebilecek “itaat” veya “biat” kültünün, ülkemize yerleştirdiği, -inisiyatörleri likide eden- “menfî seleksiyon” sistematiğini yaşayarak öğrendim. Çünki Erdal İnönü'nün nasıl “bilim adamı(!)” olduğunu, ve akademik ünvan ve mevkîye kavuştuktan sonra da, nasıl “biat kültürü” usûllerine göre adam(!) seçip yetiştirdiğini yakînen gördüm... Erdal İnönü ile, 1963'ün sonbaharında Ortadoğu Teknik Üniversitesi kampüsünde -aynı barakanın çatısı altında- buluştuğumuzda, kendisi Amerika'dan yeni dönmüş, ve “Associate” Profesör gibi, Türkiye'de karşılığı bulunmayan bir ünvanla Fizik Bölümü'nün başına “Şef” yapılmıştı. Ben de, Ege Üniversitesi'nde M.İkeda'nın asistanıyken, hem İkeda'nın ve hem de Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanı, değerli matematikçi Cengiz Uluçay'ın isteğiyle ODTÜ'ye gelerek, Matematik Bölümü'nde çalışmaya başlamıştım. Çünki Cengiz Uluçay, o sıralarda, Dünya çapında yankılanan bir çalışma (Bieberbach Conjekture hakkında...) yapmıştı; ki onun Ege Üniversitesi neşriyâtından çıkan Türkçe versiyonunun editörlüğünü de -konferans kayıtlarından yararlanmak sûretiyle- ben yapmıştım... Ve onun için de kendisi, bu başarısının verdiği heyecanla ODTÜ'yü, -yalnız Ortadoğu'nun değil- Dünya'nın sayılı bilim merkezlerinden biri hâline getirmek istiyordu. Ve bu projeye başlangıç olarak da, herşeyden önce Cahit Arf ve Masatoşi (Gündüz) İkeda'yla ODTÜ'de bir araya gelmek istiyordu; zira bu üç kişinin çalışma alanları, matematiğin bütün dallarını kapsamaktaydı. Ama onlardan sonra, Amerika'dan değerli fizikçimiz Feza Gürsey'in de dâvet edileceği, ve dolayısile Erdal İnönü'nün “papucunun dama atılacağı” da gâyet âşikârdı. Çünki -İsmet İnönü gibi- muktedir babaların hevesi ve gücü sâyesinde “bilim adamı” olunamazdı; ve olunmamalıydı... Yoksa, insanların -hele ki bilim kurumlarında- dalavere, hırsızlık veya intihâl ile yükseldiği, ve de iltimasla yükseltildiği ülkeler, mutlaka geri kalırlar ve sömürge durumuna düşerlerdi; diğerleri kronik olarak ilerleyen bağımsız ülkeler hâline gelirlerken... Kaldı ki aslında, “üniversite” gibi bilim kurumlarında, -aynı zamanda- insanların seçilimi için en sağlam “liyâkat” kriterlerinin de araştırılması ve geliştirilmesi gerekirdi; ve bunun aksine olarak, üniversitelerin bozulması hâlinde ise, toplumu “çöküş”ten kimse kurtaramazdı...
1963-64 ders yılında, Erdal İnönü'nün babası (İsmet Paşa) son ikbâl dönemini -başbakan olarak- yaşıyordu; ama kendisi hâlâ, doğru dürüst (Uluslar arası “Bilim Dünyası”nca kabul gören) bir “akademik kariyer”e sâhib olamamıştı... O sıralarda, Dünya'daki fizikçilerin en önemli ilgi alanı Kuantum Teorisi idi... Sonradan öğrendiğime göre, bir “kuantum” teorisyeninin, “bilim adamı” pâyesine lâyık görülebilmesi için de, -en azından- kendine has bir “denklemler sistemi” teşkil etmesi ve bunu çözmesi gerekiyormuş; ki bu denklemlerin katsayılar tablosuna da “S-Matrix” adını veriyorlarmış... İşte bu yüzden, Erdal İnönü de ne yapmış yapmış, “sonsuz parametreli sonsuz denklem”den müteşekkil böyle bir sistemi (tabloyu) kurmuş...Ancak ne var ki, deneysel verilerini (denklemlerin katsayılarını), Amerika'dayken kendisinin yaptığı laboratuar çalışmalarından mı elde ettiği, yoksa -bir şekilde- başka birinden mi aldığı belli olmayan böyle bir denklemler sistemini kursa da, sistemin çözümünü yapamamış; veya -vülgarize ifâdeyle- denklemlerin köklerini, yani parametrelerin (veya ihtimâliyetlerin) sayısal değerlerini bir türlü bulamamış... Bunun üzerine “kafasındaki tilkiler”i çalıştırarak, bu yegâne (unique) çözümü başkalarına yaptırmakla beraber, -aynı zamanda- nasıl tamâmen kendisine mâledebileceğini düşünüp, şöyle bir -dâhiyâne(!)- tertip tasarlamış: Tertibin ilk adımında, yanında çalışmakta olan Macaristan'lı fizikçi Dr.İmre'ye demiş ki, “sen bu sistemin köklerini (yâni aslında, S-Matrix'in determinantını) bul, o zaman bu çalışma (ve S-Matrix) ikimizin olsun”... Bunun üzerine Dr.İmre de, yemeyip, içmeyip aylarca kafa patlatmış bu, “sonsuz parametreli sonsuz denklem” sisteminin çözümü için... Ve en sonunda da, -fazla “kariyerizm” hırsı kabul etmeyen- bir bilim adamı ahlâkı mûcibince bu problemi, Üniversite'deki bütün fizikçi ve matematikçilerin görüşüne (veya bilgisine) sunarak, onlardan yardım istemiş... Ki bu arada -birilerinin tavsiyesi üzerine- beni de seminerine dâvet ederek problemi anlattı... Ben bunu o an, Dr.İmre'nin kendisine ait bir çalışma zannıyla hafife aldım, ve de alaycı bir şekilde “çözümünü sana yarın getiririm” dedim. Ama seminerde bulunan “allâme(!)”den, bâzı “zât-ı muhterem”in rahatsız olarak müstehzî tavırlara girmesi üzerine de, Dr.İmre'nin şahsında herkese meydan okuma tavrı takınarak, kendisini -geniş katılımlı ve masraflı- bir “kutlama şöleni” ödülüne binâen bahse girmeye dâvet ettim. Ki o da, seve seve kabul etti bu teklifimi... Ertesi gün, söz verdiğim gibi “çözüm”ü getirince de, Erdal Bey ile Dr.İmre derhal halvet olup bunu inceleyerek hakkımı teslim (veya haklılığımı kabul) ettiler. Ve de müteakip günlerden bir gün meşhur Milka Pastanesi'nde, bize komşu barakadaki Psikoloji Bölümü'nün Başkanı değerli hoca, Prof.Dr. Mübeccel Kıray hanımefendinin asistan kızlarının da -dâvetlim ve şâhidim olarak- hazır bulunduğu, içkili (viskili) bir “çay partisi” şeklinde, bahis konusu olan ödülümü aldım... Ancak bu olaydan kısa bir süre sonra, Üniversite öyle bir karıştı ki, ben böyle bir fitne görmedim hayatımda... Sâdece, Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanı olan Cengiz Hoca'nın, “yahu, hiç olmazsa dînî bayramlarımızda asmayalım Üniversite'mize, şu Amerikan bayraklarını” demiş olduğunu, ve bütün tartışmanın, bu sözün veya teklifin etrafında bir kartopu veya çığ gibi büyüdüğünü, ve de sağcı (Türkçü) diye bilinen Cengiz Bey'in karşısındaki grupta, solcu diye tanınan Erdal Bey'in de yer aldığını hatırlıyorum; bütün şaşkınlığımla birlikte... Sonuçta bir gün, Cengiz Uluçay'ın tartışmalardan bıkarak, “lânet olsun!” der gibi bir tavırla âniden istifa ettiği duyuldu. Ki ben bundan,bizim bölümdeki asistanların topluca istifa dilekçeleri verdikten sonra, beni de istifâya dâvet etmeleri üzerine haberdâr oldum; ama, meseleyi tam anlamadan fevrî bir harekette bulunmayı uygun görmediğim için de kendilerine katılmadım... Nitekim bu “ucuz protesto”cuların, birkaç gün sonra, Cengiz Bey'in Dekanlık makâmına vekâleten oturmuş bulunan Erdal İnönü'ye tebrik ziyâretine gittiklerini, Erdal Bey'in de onları iknâ(!) ederek istifa dilekçelerini geri aldırttığını, ve üstelik kontratlarını da yenilettirdiğini hayretler içinde izledim... Ben o durumda, çalışmalarıma pürüzsüz bir şekilde devam edeceğimi düşünürken, Erdal Bey'in özel sekreterinden üstüste, kendisine “kutlama ziyâreti” yapmam husûsunda telkinler ve hatta ısrarlar (veya baskılar) gelmeye başladı. Ben de bunun üzerine sekretere, bir yıl içinde önemli (orijinal) çalışmalar yaptığımı, bu arada bir doktora dersinden de A dereceyle geçtiğimi, ve ayrıca “part-time” çalışarak bol maaş alan bir takım (Turgut Özal gibi..) torpilli öğretim görevlilerinin yapmaları gereken işleri de -angarya olarak- yüklendiğimi belirterek, “şâyet kendisi beni, kontratımı yenilettirecek kadar değerli görüyorsa, çağırsın makâmına, gideyim; ve bu arada da tebriklerimi sunayım” mealinde cevaplar verdim... Yâni o atmosferde, değerli hocam Cengiz Uluçay'ın makâmına -O'nun mağdûriyetine binâen- oturmuş bulunan birini ben niye peşînen tebrik edeyim diye düşündüm... Ama sonradan anladım ki, benim de -önemli çapta- katkıda bulunduğum çalışmayla, Dünya normlarına uygun bir bilim adamlığı pâyesini ve profesörlük titrini hak etmiş (!) bulunan Erdal İnönü, aslında, ağzımı sıkı tutacağımın bir -nevî- teminâtı olmak üzere, benim “biat seremonisi” usûlüne uymamı istiyormuş meğerse... Son tahlilde, bir “zarar-yarar” bilançosu çıkarırsak, Cengiz Uluçay'ın, ODTÜ'yü Dünya çapında bir bilim merkezi hâline getirme projesinin suya düştüğü (düşürüldüğü), çok iyi anlaştığım ve hatta âbim gibi gördüğüm “adviser” hocam M.İkeda'nın, ODTÜ'ye gelişinin -icbar'la- engellendiği ve/veya ertelendiği, ve de, bütün başarılı çalışmalarıma rağmen istifâya mecbur edildiğim 1964 yılı, benim için tam bir “sukût-u hayâl” yılı olurken, hiçbir olumlu çaba göstermediği halde, Dünya çapında geçerli bir profesörlük tezine kavuşmakla birlikte, aynı zamanda Dekanlık mevkiini de – başkalarından önce vekâleten- kapatıveren Erdal İnönü için 1964, ikbal kapılarının açıldığı bir yıl oldu... Böyle bir “menfî seleksiyon” oluşumunun arkasında, şeytânî bir plânlama ve mekanizma görmemek veya düşünmemek için, aşırı saf olmak gerekir herhalde... Nitekim askerlik görevimi yapmakta olduğum 1965 yılında, izinli olarak Ankara'daki ailemi ziyârete gittiğimde, ODTÜ'ye de uğrayıp Dr.İmre ile görüştüğümde öğrendim ki Erdal Bey, beraber yapmış olduğumuz o mâlûm çalışmadan İmre'nin de ismini çıkarıp, orijinal (unique) S-Matrix'i tamamen kendisine mâlederek, yurt dışında verdiği konferanslarla bu başarısını (!) bütün Dünya'ya îlân etmiş; “kâşif bilim adamı” edâsıyla... Tabii, esas katkı sâhibi ben olduğum için Dr.İmre de, kendi nâmına, -intihaldir filân diye- bir itirazda ve hak iddiasında bulunamamış. Çünki zâten, ben de ortada yokmuşum... Yâni, “odun kafalıların dâhisi” diyebileceğim Erdal İnönü, yapılan orijinal çalışmayı tamamen kendisine mâletmek, ve “intihâl” suçunun delillerini yok etmek üzere, bizleri devre dışı bırakmak için, şu mesel uyarınca bir tertip düşünmüş sanki... “... Anahtar nerde? Göle düştü... Göl nerde? İnek içti... İnek nerde? Dağa kaçtı... Dağ nerde? Yandı bitti kül oldu”... Ama sonuç itibârile, her ne kadar benim, bilim çevrelerindeki ilişkilerimi tâkip ettiyse de, akademik kurum ve çalışmalardan tamamen ayrılmamdan memnun olduysa da en sonunda, 1996'da yayınladığım İnsan(Emek) Bilimi adlı kitabımda, bu “intihal” olayını yazdım; ve değerli hocalarıma da taktim ettim. Buna rağmen kendisinden bir “tekzip” sâdır olmadı; ama bu arada, İkeda'yı sinsice blokaja almak ve aldırmak sûretiyle, benim kendisinden -İEB husûsunda- destek almama engel olmayı da başardı...
Erdal İnönü'nün, bulunduğu ve sorumluluk aldığı her yer ve mevki etrafında oluşan kargaşa ve/veya anaforlar hatırlandığında, ve de bütün o olumsuz olayların içinden “pîr-ü pak” çıktığı düşünüldüğünde, kendisinin gerçekten de bir dâhi, ama “entrika” çevirme ve “menfî seleksiyon” yaratma anlamında bir “kurnazlık dâhisi” olduğu kolayca anlaşılır. Bu sebeptendir ki, itaat (ve biat) kültüründen geldikleri, ve de bilime uygun kafa taşımadıklarından iki kat itaatkâr (veya mürâice itaatkâr) davrandıkları için, gericileri bilim kurumlarına dolduranların başında da Erdal İnönü gelmektedir. Ki daha sonraları, bilim adamı (!) pâyesi kazandırdığı bu yobazların bir çoğunu, politika sahnesine çeken de kendisidir. Ve ondan sonra, “gericilik tırmanıyor” diye yaygara koparanlara -gâyet içtenlikle (!)- hak veren de...Böyle bir insanın, “devlet adamı” pâyesini de aldıktan sonra, “devlet sırrı” kavramının sağladığı kamuflâja istinâden tezgâhlayabileceği -muhtemel- tertipleri, düşünmek bile istemiyorum... Çünki onun kafası, bilimci değil, daha çok politikacı ve/veya istihbâratçı kafasıydı. Yâni sıkışık (veya kaotik) durumlarda, durumun îzâhı anlamındaki çok parametreli (ihtimalli) denklemleri kursa bile bunu çözemiyen, ve dolayısile -her “mühendis kafa”lı (veya “hukukçu kafa”lı) gibi- dayanacak, sistem dışı istinat noktaları veya güç odakları arayan (arayacak olan) bir kafaydı... Bütün politik cereyanların üstünde bulunan bir devlet adamlığı pozisyonuna özenenler, pek çok parametreli denklemler sistemini kavrayıp çözebilecek kapasiteye sâhip değillerse, -genellikle “derin devlet” denilen- bir “gizli zorbalık teşkilâtı” veya “melânet şebekesi” oluşturmaya mecburdurlar; ve bunu kamufle etmek üzere, herkese karşı sempatik ve demokrat görünmeye de... Ondan dolayıdır ki, bir devletin ve/veya insanlığın idâmesi (ve ölümsüzlüğü) için, herşeyden önce insanlar arasında doğru seçilim yapılabilmesi, veya başka bir deyişle bir “müsbet seleksiyon” sistematiğinin tesisi elzemdir. Yoksa, kitlelere şirin görünmesini bilen birinin (meselâ bir imamın), oy çokluğuyla liderlik konumuna gelerek -“fareli köyün kavalcısı” misâli- toplumları ve hatta tüm insanlığı “kıyâmet”e sürüklemesi büyük bir ihtimâldir. Çünki “kıyâmet”i sonsuza kadar ertelemek -ve Şeytan'ı yenmek- için, toplumsal “artı-değer”i, kronik bir şekilde “yaratıcılık”larla değerlendirmek lâzımdır; zira herkesin mâlûmudur ki, Okyanuslar ötesi ülkelerdeki yağmalardan, bol bol altın ve gümüşün geldiği zamanlarda, sanayî mûcitliği yapamasaydı, Avrupa'nın “kıyâmet”i daha o zamanlarda gelmiş olacaktı; zenginlik içinde...
1964 yılının sonbaharında askere gittim; ve Tuzla Piyade Okulu'nda eğitim görürken, izne çıktığım bir gün Sirkeci'de Cengiz Uluçay Hoca'ya rastladım. Kendisi bana, TÜBİTAK diye bir ilmî araştırma merkezi kurmak için çalıştıklarını ifâde ederek, “Ali gel, seni de oraya alalım” dedi; ve Ankara'ya döneceğini belirterek dar bir zaman aralığı içerisinde randevu verdi. Ancak ben, bazı “etkafa” subayların iz'ansızlığı yüzünden izin alamadım; “sanki ben çapkınlık yapmak için izin istiyormuşum da, onlar uygun bir günde, o izni nasıl olsa vereceklermiş de, benim bu hususta özel bir gün veya zaman aralığı dayatmam yakışıksızmış” gibilerinden ucuz bir mülâhazaya ve “ön yargı”ya istinâden... Neyse ki daha sonra, Erdal İnönü'nün oraya da mevzîlendiğini (!) duyduğumdan, bir daha ilgilenmedim TÜBİTAK'la... Ve de en sonunda, “gericiler dergâhı”na dönen (dönüştürülen) o bilim kurumu (!) hakkında, M.İkeda'nın bir sözüne binâen edindiğim izlenimle -tamamen- müsterih oldum. 1996 yılında, benim kitabımı taktim etmek üzere TÜBİTAK'a giden bir arkadaşa İkeda, -kendisini hiç tanımadığı halde- acı acı dert yanmış, “yahu buraya öyle asistanlar alıyorlar ki, ben mutlak değer diyorum, onlar mutfak değer diye anlıyorlar” gibi misallerle... Yâni “bayram haftası” deyimini, “mangal tahtası” olarak anlayan mütedeyyin gençlerle doldurulmuş, en güzîde -olması gereken- bilim kurumumuz bile... Askerlikten sonra, İkeda'nın evvelce tavsiye ettiği, ve Cengiz Bey'le de aynı minvâl üzere çalıştığımız gibi, “fonksiyonlar teorisi” ve “analiz” dallarında yoğunlaşmaya devam ederek, ilk titrimi bu konulardan edinmek istedim. Çünki, daha sonraki önemli çalışmalarımı, daha iyi bildiğim ve sevdiğim “cebir”sel konularda yapacaktım... Bu düşüncelerle giderek, İst. Üniversitesi'nde, Cahit Arf'ın doçenti olarak tanıdığım Orhan Ş. İçen ile anlaştım. Kendisi önceleri beni, -herhangi bir kadrodan- maaşlı öğretim görevlisi olarak istihdam etmek, ve de talebe çobanlığı yaptırmakla birlikte tomarlarca imtihan kâğıdı okutturmak istediyse de, sonunda benim, lisans üstü bir titr sâhibi olmayı hak ettiğimi teslim ederek, “bir yıl içinde, master gibi bir tez ve kariyer yapabilirsin” dedi... Bunun üzerine ben de, -ailemle aram açık olduğundan- beş parasız bulunduğumdan, bana, bir yıl boyunca başımı sokacak bir ev, ve de karnımı doyuracak aş temin edecek bir bayan “sponsor(!)” aradım... Bu şekilde, ister nikâhlı, ister nikâhsız olsun, birlikte yaşayacağım bu bayan sâyesinde, “zamparalık yapma” külfetinden ve zaman kaybından da kurtulacaktım; ki nitekim, böyle birini buldum da... Ama Orhan İçen, 1967'nin sonlarına doğru ayak sürümeye ve işi yokuşa sürmeye başladı. Ve de bana, “çok hızlı gidiyorsun, ben tâkip edemiyorum; bak, sen de bir gün evlenip çoluk çocuğa karışacaksın, ve bana hak vereceksin” gibilerinden nasihatlar vermeye bile tenezzül etti... Buna karşılık ben de ona, “Hoca!.. Çalışmalar ve seminerlerde lütfen inisiyatifi bana bırak, sen sonradan redakte et beni” dedim... Ama nedense, bu teklifimi kendine yediremedi; ve onun için de bir gün, hiç hazırlıklı olmadığı halde seminerime girerek, alelacele çiziktirdiği bâzı çözümlemelerle beni yalanlamaya kalkıştı; ve benden de ağır bir karşılık alacağını tahmin ettiğinden, ağzımı açmama bile fırsat vermeden, seminer katılımcıları arasında oylama yaptırdı: “hangi ispat daha bedîhî?”dir diyerekten... İşte o an, -kariyerinin prestijine halel gelecekmiş endişesiyle, olmadık atraksiyonlara kalkışan bu adam karşısında- içimde, büyük bir burukluk hissettim, acıma ve üzülme duygularıyla karışık... Ve de, “üreme”yi hayatının önceliği olarak gören, ve dolayısile “matematik”i de -para kazanmaya yarayan- meslekî veya becerisel bir uğraşmış gibi anlayan ve gençlere de bu anlayışı empoze eden bir insan, “bilim adamı” anlamında nasıl matematikçi olabilir, diye düşünmekle birlikte... Ve böyle matematikçiler yüzünden, onların öğrettiği matematikten de, “buz gibi” soğudum... Sonradan da, geriye doğru düşündüm ki, melekeleri gâyet sağlıklı olan pek çok çocuğu ve genci, böyle hocalar soğutuyor matematikten... Çünki lâfzen ifâde etmeseler de, böyle hocalar insana, “ben ne kadar zor öğrendim bu mârifeti(!), ve de ne kadar zor edindim bu ünvânı; onun için size de kolay kolay öğretmem ve kazandırmam; ve kolay öğrenenden de, gıcık ve -bir şekilde- intikam alırım” diye bağırıyorlar âdeta... Ve onun için de, kendileri gibi zor-belâ anlayan, ve kendilerinden, pek çok yardım dileyerek “medyûn-u şükran” kalan talebeleri seçip yetiştiriyor, ve dolayısile de intikâli hızlı, melekeleri sağlıklı gençleri, -bir nevî kıskançlık refleksiyle- elimine ediyorlar. Halbuki matematiğe veya herhangi bir bilim dalına ilgi duyan bir gencin, yaratıcı olduğu (olacağı) 26-27 yaşlarına kadar, -bilgi yükleme ve yol gösterme yardımları dışında- mutlaka serbest bırakılması, ve de ondan, gerek öğretmenlik, gerekse teknolojik sipârişlerin karşılanması anlamında hizmetler beklenmemesi gerekir. Ki böylece, bilim dallarının meslekleşmesi, ve bilimin, “öğreti” veya “teknoloji” metâı hâline indirgenmesi önlenebilsin; ve de gerçek bilim adamlarıyla “öğretmen”, “teknisyen” veya “laborant” tandanslılar ayırtedilebilsin... Aslında “formülâsyon ezberciliği” ve analojik çıkarımlarla kariyer edinmiş olan “bilim adamı” müsveddeleri, matematiği, hayattan kopuk bir “metafizik” veya “sanal” alan atraksiyonu veya tahayyülâtı olarak anlamakta, ama bununla birlikte, bu düşünce alanından edinilen bazı sonuçların pratikte işe yaramasını da zımnen, “Allahın inâyeti” olarak îzah(!) ve kabul etmektedirler. Ve böyle bir anlayışla da, “dindar”larla aynı zihniyeti paylaşmış olmaktadırlar. Dolayısile dindarlar da, -Tanrı mitos'una geniş bir ikâmet alanı bırakan- bu tür (teknolojik) matematikçiliğe pek heves etmektedirler... Namazında niyazında olan bir lise matematik hocasının, milattan önceki yüzyıllarda Grek sitelerinde halledilmiş bir problemin genellenmesi şeklinde yapmış olduğu bir çalışmayla, nasıl “bilim doktoru” edildiğini hiç unutamam... Bu günkü -Dünya'nın- yazılı “matematik literatürü”nde, böyle bir çalışma yer almadığı için, bunun orijinal çalışma sayılması gerektiği gibi bir “hîle-i şer'iyye” ile... Böyle insanlar yüzündendir ki sonuçta, -kötü şöhreti dolayısile- sırf meslek olarak tercih edilip, akademik kariyer (ve statü) amacıyla yapılan “matematik” bana, iğrenç bir uğraş gibi görünmeye başladı... Çünki, “sonsuzluk”la ilgili problemleri çözerken insanın, içine girdiği -hiçbir önyargı ve karşıtlık hissi içermeyen- Tanrısal “hâlet-i rûhiye” ile, herhangi bir çıkar düşüncesi veya endişesi korkunç bir tezat (kontrast) teşkil etmekteydi. Ve dolayısile de, günlük hesaplar peşinde koşan bir insanın, gerçek bir bilim adamı veya matematikçi olmasına imkân yoktu... Bu yüzden, daha sonraları, matematiğin insanla olan ilişkisinin, dolayısile “akıl”ın ne olduğunu anlamak, başlıca amacım hâline geldi; ki zâten, o olaydan iki yıl kadar önce, “insanla hayvan arasında kesin, maddî (kategorik) bir fark olması gerektiği” şeklindeki hayâtî hipotezimi de formüle etmiştim... Yâni aslında, son seminerimde, Orhan İçen'in yaptırdığı oylama sırasında, içimde hissettiğim, “acıma ve üzülme duygularıyla karışık burukluk”la birlikte, “bilim adamı” geçinenlerin de artık “objektif”imin içine -denek anlamında- girmesi gerektiğini düşünmeye başlamıştım. Ve daha sonra da hayatımı, -herkesin davranışlarının düşüncelerimi, düşüncelerimin de davranışlarımı etkilediğinin bilincinde olarak- bir antropoloji laboratuarında çalışıyormuşum gibi yaşadım. Ki dolayısile de, geleneksel “insan” modelini taklîden yaşayıp, geçimini bir meslekten (veya kastî beceriden) sağlayan insanlar gibi bir “biyografi”m, hiçbir zaman sözkonusu olmadı, olamadı. Ve o yüzden de, hayatımdan hep, bir laboratuar çalışmasındaki bilgilenme ve bilinçlenme aşamalarını aksettiren raporlar gibi bahsettim; yeri geldiğinde... Halbuki ben, 1984-87 yıllarında yaşadığım “hapishâne deneyi”nde, insanla hayvan arasındaki kesin, maddi (veya kaotik) farkın, “ritm melekesi” olduğunu keşfetmiş, ve sonra da bu keşfimi, çeşitli vesileler ve ifâdelerle îzâha çalışmıştım. Şâyet, 25 yaşındayken tesbit etmiş bulunduğum -hayatî- hipotezimin, “ritm melekesi” anlamıyla somutlaşarak, en azından “postülat” değeri kazanmış olduğunu anlayabilen -kariyer ve/veya statü sâhibi- tek bir adam çıkmış olsaydı, ben de hem eski -başarılı- çalışmalarımı anlatmak zorunda kalmaz, hem de bunu dengelemek için, “vurdumduymaz”lara karşı alaycı tavır takınarak, başkalarını yerip kendini öven biri gibi görünme -ve reaksiyonları karşılama- riskine katlanmazdım. Kaldı ki bugün, “ritm melekesi”nin, “aksiyom” mesâbesinde -yâni vazgeçilmez veya temel- bir “prensip” olduğu da, insan üzerinde ritm söndürücü deneyler yapılmasının hayâtî risk taşıdığının (yâni işkence anlamına geldiğinin) kabûlüyle anlaşılmıştır artık... Ama ne yazık ki, tarih boyunca tabii bilimlerdeki temel (fundamental) problemlerin çözümüne dair teorik çalışmalar, matematik dalında, bir “paradoks”a işâret etmedikçe, fizik ve kimya'da da, deneylerle ispat edilmedikçe, mevcut bilim otoritelerince kaale alınmamış, ve dolayısile de “çözüm” lâyihâları, tozlu kütüphâne raflarında -meraklısını- bekleyip durmuştur. Çünki, kariyer ve statü sâhibi “otorite”ler, bilim adamı da olsalar, -en azından- tutucu ve konformist'tirler... Bu durum, “fizîkî kaos”a ait problemler için de aynen geçerliydi; ve Einstein bile, 20. yüzyılın başlarında, teorik çıkarımlarının kabul görmesi için epeyi beklemişti... Ancak, “kaostan çıkış” problematiği, “sonsuz parametreli sonsuz denklem” sistemi şeklinde problemleştirilip çözülünce -genel veya objektif olarak- anlaşıldı ki, kozmos'un oluşum problemi, bir numerotör'e bağlı olarak çözülebiliyor. Yâni, “sonsuz parametreli sonsuz denklem” sisteminin kökleri (veya bilinmeyenleri), bir “fonksiyon” formül, bunu değiştiren başka bir formül, ve onu da değiştiren bir “indis formülü” yâni bir “numeratör” şeklinde elde edilebiliyor; ki bunların tümüne birden de, “rekürsiyon formülü” deniyor... Bu da demektir ki, bütün sistemin çözümü, bir “sayma” işlemiyle üretilebiliyor; yâni bir kozmos'un doğumu (oluşumu) “sayma” fiili ile -yâni “zaman”la- başlıyor... İşte bu bilgi ve bilinç aşamasından sonradır ki insanlık, fizikî kozmosu, fizikî kaostan -deneysel olarak tekrar tekrar- yeniden yaratma imkânına kavuşmuştur; ki bugün, İsviçre'deki büyük laboratuarda yapılan da budur... Ve böylece, MÖ. 7. yüzyılda, Pisagor'un söylemiş olduğu rivâyet edilen, ve de bütün bilim adamlarının kafasını kurcalaya gelen, “kâinat, sayılardan ibârettir” anlamındaki özdeyişi de doğrulanmaktadır... Aynı şekilde “insâniyet âlemi”nin veya “insanlık kozmosu”nun, “tabu”ların ortaya çıkmadığı, “zaman” mevhûmunun bile henüz tebellür etmediği, dolayısile şartlı reflekslerle yaşayan insanımsılarda, -toplumsallığı sağlayan- “vicdan” duygusu ile “plânlama” öngörüsünün sözkonusu olmadığı kaotik başlangıcını da, fizîkî “kaostan çıkış” problemi gibi bir “sonsuz parametreli sonsuz sayıda denklem” sistemi şeklinde sunup, numerotör olan “ritm melekesi” ile fiilen realize etmek mümkündür prensip olarak... Bu da demektir ki, “insânî kaos”tan çıkış jeneriği, “ritm melekesi”dir. Dolayısile de anlaşılır ki, topluma bir ritmik davranış disiplini yayılır ve/veya toplum ritmik rezonans hâline getirilirse, bu müşterek davranış tarzının insan(lık) bilincine geri yansımasıyla, toplumun yeni bir fikir birliğinde buluşması ve birleşmesi mümkündür... İşte Karl Marx'ın, muğlâk bir şekilde ileri sürdüğü, “toplumsal fikirlerin ve özellikle de Tarihî Materyalizm denilen kronik ilerleme (gelişme) teorisinin realize edilebilmesi için, eylemsel (davranışsal) impulslara gerek olduğu” anlamındaki tezinin istînat noktası budur. Ve de Lenin bunu, gâyet yanlış olarak, bir taktisyenin sübjektif tercihine göre -ve de pragmatik bir başarı amacıyla- uygulayabileceği bir “zor” olarak anlamıştır... Yâni son tahlilde onlar, felsefe ile bilimin farkını anlayamadıklarından, veya -zihinsel- kavramlar küme'si ile, davranışlar küme'sinin arakesit elemanı olan “ritm melekesi”ni teşhis edip, “düşünce-davranış” etkileşimi sistematiğini (sibernetiğini) bilince çıkaramayınca düşünceleri, “eylemli felsefe” de denilebilen “ideoloji” seviyesini aşamamıştır. Ve dolayısile de, “düşüncelerinin dilekleri”ne mahkûm olmuşlardır... Ama bugün, kapitalizmin dâhilerinin yaptıkları bütün kurgu ve tertipler de aslında, subjektif irâdelerin tasarrufundaki “zor”a dayalı ideolojik taktiklerdir. Ondan dolayı, bütün bu -stratejik adı da verilen- gerici taktikleri boşa çıkararak ilerlemek için, yeni açılımı bir “kaostan çıkış” problemi olarak vaz etmek ve de hedef olabilecek bir kütle ve/veya güç göstermeden uygulamak zorundayız. Ki zâten, bir kaos ortamının kendi dinamiklerini yaratarak kozmos'u doğurabilmesi için de, ona -her bakımdan- minimum düzeyde bir etki yapmak, gerek olduğu kadar yeterli de bir şarttır. Kapitalizm'in, ve bu köhne ideolojinin tâmircilerinin, bütün hesap ve tuzaklarını aşabilmek için, meseleyi “kaostan çıkış” veya “kozmosun doğuşu” problemi olarak vaz ederken de, çözüm için çalıştıracağımız numeratörün sâdece, “ritmik bir zaman birimine göre âyarlanmış saat” olması da yeterlidir... Böyle bir “zaman ölçer” âletinin, kapitalist mentalitede bir değeri olmasa da, -peşînen- bir düşman olarak algılanmayacağı da açıktır. Ama bununla birlikte, “insanların zaman duygusunu ve ruh sağlığını diri tutan” böyle bir âletle, ufak sermâyeli müteşebbislerin ilgileneceği de muhakkaktır. Çünki insanlar, böyle bir âleti denedikten sonra, -âdeta- tiryâkisi olacaklardır; hem zamanı tahmin gücünü arttırdığı, hem de aralarında “ritmik rezonans” ve dolayısile “duygu birliği” yarattığı için...
Ey millet!... Benim “hayat laboratuarı”mdan naklettiğim bilgilere istinâden artık anlamalısınız ki, ülkemiz (ve devletimiz), büyük veya güçlü devletlerin gizli örgütleri tarafından forme edilip güdülen, ve hatta daha da vahim olarak, tesis ettikleri “menfî seleksiyon” mekanizmaları ile çürütülen bir ülkedir. Onun için de, burada yapılacak, gerçek bir yenileşme veya ilerleme hamlesinin mutlaka evrensel bir içeriğe sâhip olması, tüm Dünya'yı ilgilendirmesi, ve de bütün ülkelerin bilim adamlarının ve entellektüellerinin ilgisini çekmesi şarttır. Ki biz de zâten -teorik- hazırlığımızı ona göre yaptık... Zira, Dünya'nın tam orta yerinde bulunan ülkemiz, tarihî devirleri kapatacak olan “yeni çağ”a, inisiyatör olarak (veya başı çekerek) giremezse, veya ışınları tüm Dünya'ya bir demet gibi yayılan bir ışık kaynağı hâline gelemezse, global değişim anaforunun göbeğinde kalarak, tarihin ilk zamanlarında olduğu gibi “site devletleri” hâline geri dönecektir... Bugün artık hiç kimse, müesses devlet (!) organlarından bir “medet” ummasın; ve de hiçbir “devletlû”dan yardım veya işâret beklemesin. Zirâ TC. Devleti, “global kapitalizm”in -fikirleri ve insanlığı öğüten- değirmenine su taşımaya yarayan bir kova hâline indirgenmiştir, ne yazık ki... Çünki bir defa, “balık baştan kokar” misâli bilim kurumlarının içi -boşaltılıp- “profesör” ünvânı taşıyan mütedeyyin öğretmen, laborant ve teknisyenlerle doldurulmuştur. Ve dolayısile fikir hayatımız da, hukukçu, iktisatçı, sosyolog ve gazetecilerin -skolâstik- mugâlâtalarına mahkûm edilmiştir; medyatik plâtformlarda... Bu duruma, fizikçi (!) Erdal İnönü, ve matematikçi (!) Orhan İçen gibi -Atatürkçü kisveli- kapasitesiz akademisyenler yol açmışlardır; 1960'lardan îtibâren... Onun için de Atatürkçülük, bilim kurumlarında bir zemîne sâhip olmayan ütopik bir lâfazanlık hâline indirgenirken, gericilik (dincilik), bilim kurumlarından da -fetvâlarla- desteklenen resmî bir ideoloji (veya ahtapot) şeklinde gelişmiştir; ve gelişmektedir. Bu durumda Atatürkçülüğü, “silâhlı zorbalık”la bile ihyâ etmek mümkün değildir artık... Nitekim, cuntacılık veya darbecilikle suçlanarak -keklik veya bıldırcın gibi- toparlanan, ve/veya bir şekilde likide edilen subaylar, bu durumun en bâriz tezâhürüdür. Bu gidişle, Silâhlı Kuvvetler'imizin de dindarlaşarak Peygamber'in veya -daha doğrusu- Allah denilen muhayyel “zât-ı muhterem”in “Seyfullah” kuvvetleri hâline dönüşerek sorumsuzlaşması kaçınılmazdır. Çünki bugün, en bilimsel fikirler bile “ört-bas” edilerek yok sayılmak istenmektedir... Her ne kadar MİT bünyesinde, “dostlar alışverişte görsün” kabîlinden bir “bilim bürosu” kurulmuş olsa da, oradaki memurlar da son tahlilde, “yasak savma” usûlüne binâen bilim kurumlarına (!) danışmaktadırlar. Ama ne yazık ki oralarda, meselâ “S-Matrix” sâhibi tek bir fizikçinin bile bulunduğunu sanmıyorum. Bizim fizikçilerimizin genellikle, “öğretmen” veya “laborant” anlamında kariyer yaparak -Prof. gibi- akademik ünvanlar aldıklarını iyi biliyorum çünki... Halbuki Teorik Fizik alanında “bilim adamı” olmak demek, yaptığı çalışmanın matematiğini de, kendisi üreten (veya yaratan) adam olmak demektir...
Bugün artık, kendilerini dindar sayan bir kesim Devlet'i ele geçirmiş, ve kendilerinden olmayanlara ya sapkın ya da ateist olarak bakmaya, daha doğrusu aşağılamaya başlamıştır... Ama aklı başında her birey'in, Allah adındaki “dayı”sına duyduğu -psikopatalojik- “güven” hissiyle sorumsuzlaşıp, bir o kadar da küstahlaşan, dolayısile de bu Dünya'da sırtını dayayacak bir hâmî bulamadığında, Öbür Dünya'da vaad edilmiş olan “cennet” mekânına bir an önce kavuşmak için, Allah'ın sevmediklerini (!) öldürmek üzere terörizme bile baş vurabilen -dejenere- insan tipinden (dincilerden), ve onların “beşûş” çehrelerinden tiksinti duyduğu da bir gerçektir. Hele ki bunlar, bizdeki gibi, yeni şehirli, zengin veya îtibarlı biri olmuş, dolayısile de “Allahın sevgili kulu” olduğuna bir kat daha inanmış görgüsüzlerse... Atatürk'ün, Allah adındaki muhayyel bir “zât-ı muhterem” nâmına adamlık taslayan ve kafa tutmaya kalkanlara, tahammül ve müsâmaha göstermemesini iyi anlamak lâzımdır. Zirâ O, çok iyi biliyordu ki, “saltanat dinciliği” güden bu insanlar, gün gelir, O tapındıkları muhayyel zât'ın arkasına geçmiş bâzı düşman güçler (devletler) nâmına da (veya menfâatine de) hareket edebilirlerdi... Ve onun için de, böyle adamların “din” anlayışını da, “tanrı” anlayışını da paylaşmazdı; bugünkü Atatürkçü(!)'lerin aksine... Nitekim O yine haklı çıkmıştır; yobazlarla aynı “tanrı” anlayışını paylaşıp demokratik olarak (!) “Atatürk farkı” koymaya çalışanların, bugün “emperyalist işbirlikçileri”nin demokratik (!) suç ortağı durumuna düşmeleriyle... Halbuki Türk-Tarikat Sistematiği'nin perspektifinden bakan, Atatürk gibi -inisiyatör veya yaratıcı- şahsiyetler bilirler ki, bir kişi insanlığın kurtuluşu ve gelişimi yolunda mârifetler gösterebiliyorsa, zâten onun gösterdiği cehtin içinde Tanrı'nın tecelliyâtı mündemiçtir. Ki böyle bir “Tanrı” anlayışı insanlardan, -onları, boş beklentiler ve sorumsuzluk anlamında güven duygusu içine sokacak- tapınma hareketleri ve yaranma duaları gibi “ücret”ler de talep etmez... Savaş durumları hâricindeki ibâdetler ise ancak, insanların gerektiği zaman ve yeterince yapacağı terapi'ler olarak bir anlam ifâde eder, ki davranışsal olanlarının ana “tema”sını da “ritm” teşkil eder... Eski devirlerin cephe savaşları için düzenlenmiş, “kitlesel senkronize tapınma” şeklindeki ibâdetlerin ise -hamâsî motivasyon ve/veya “gaz vermek” anlamını da içerdiğinden- bugün, faydadan çok zararı vardır...
Beni tanıyan herkes artık, bu yazıdan bir anlam çıkarmalı, ve/veya -hiç olmazsa- “ritmik zaman birimine göre ayarlanmış saat” îmâlâtı için harekete geçmelidir. Ve bunun için de, en azından -kimin inisiyatifinde olursa olsun- bir araya gelerek, yüz yüze görüş alışverişinde bulunmalıdırlar. Ki böylece, ilerici hatta devrimci geçinenlerin “arâzî” olduğu, tırsıdığı veya kapan'a yakalandığı bir dönemde, ciddi (bilimsel) bir “anti-kapitalist” ilericiliğin hiçbir zaman çâresizliğe ve illegaliteye mahkûm edilemeyeceği, çünki aslında Kapitalizm'in kendisinin -gerçek insâniyet kânunlarına nazaran- tam bir kânunsuzluk zemîni veya bataklığı üzerinde yükseldiği açıkça anlatılabilsin; ve de anlaşılsın... Dolayısile Türkiye'nin, bir takım ajanların ve “şartlı reflekslerle yaşayan mahlûklar”ın yönetimine mahkûm bir ülke olup olmadığı da ortaya çıksın... Ve sonuç müspet göründüğünde de, “Bekdâşî Kodu”nun fiilî uygulamalarla tahkîken (veya ispatlanarak) deşifre edilmekte olduğunun, yâni bir dirilişin gerçekleştirilmekte olduğunun idrâkı ve bilinci ile, daha geniş kapsamlı (şümûllü) bir logo'ya ve format'a geçilsin; Anadolu'nun tarihî otantik “Heterodoksi” sistematiği'ni, tek bir sistem çerçevesine (kalıbına) sokup, modernize ederek Ortodoks'laştırma (Sünni'leştirme) provokasyonunu da önlemek üzere... Bu yola gelmeyen “odun kafalı”lar da, “cehennem kütüğü” olsun!. İnşallah!...
Ali Ergin Güran: 10/02/10