Din’in, câhil dangalaklarla menfaatperest düzenbazlar arasında konsensüs (denge, düzen) sağlayan bir “düşünce-davranış” sistemi hâline geldiği artık açıkça anlaşılmaktadır… Çok defa muhtelif şekillerde ifade ettiğimiz gibi “Tanrı” kavramı bugünkü insan düşüncesine ancak, “kaos” durumlarında “yaratıcı neden” olarak, veya “paradoks” hallerinde “aksiyomatik hüküm” olarak dâhil olabilmektedir. Onun için, bu haller dışında bir Tanrı müdahalesi düşünmeyi, -özellikle kentlerdeki bireyler için- artık mental bir hastalık olarak kabul etmek gerekir. Ve de, geleneklerle sürmekte olan böyle kabullere müsamaha gösterilmemelidir. Çünki aksi halde, en akıllı ve bilgili insanlar bile ister istemez, toplumun “menfaatperest düzenbazlar” kategorisinde yerlerini almak durumuna sürüklenmektedirler…
Her şeyden önce şu husus iyice anlaşılmalı ve anlatılmalı ki, her türlü olayları ya biz(insanlar) yaratırız, ya da genel –kozmik- devinim içinde olacak olanlar, belirli bir kânûniyet uyarınca meydana gelirler. Buradaki –sözkonusu- kânunlar, ancak daha şümûllü kânunlar tarafından indirgenebilir ve belirli şartlarda geçersiz kılınabilirler; ki bu şartları da çoğu zaman insan yaratır. Yoksa bu kânunlar, kaosların yaratıcısı(nedeni) kabul edilen Tanrı tarafından bile çiğnenemezler. Çünki, bütün kânunların sebebi ve tastikçisi sayılan bir kavram(Tanrı), nasıl olur da aynı zamanda o kânunları olumsuzlayabilir?.. Böyle bir tasavvur akla aykırıdır… Dolayısile böyle bir ihtimâli varsayan akılsız bir insanın da Tanrı’ya ihtiyacı yoktur. Ve onun için de bugünkü din, bir tımarhâne disiplini olmaktan öte bir anlamı haiz değildir. Ve bu kadar deli de, böyle bir disiplin(din) uyarınca ancak bu kadar verimli(!) olur ve “artı-değer” üretir; yâni üretemez…
O halde demek ki dinin en câzip unsuru olan –Tanrı adındaki zâta yönelik- “dua” bile akıl kârı değildir; ancak çocukca bir oyun veya deli oyalaması gibi bir şeydir. Aslında “dua”nın faydası veya sağaltıcı etkisi, “irâde beyânı” veya “istenç gösterisi” olmasındadır. Ve de dua esas itibarile, bir durumu yaratmak üzere niyetlenmek, gayrete gelmek anlamını taşımaktadır; ki kökeni de, “panteist zon”daki ritmik âyinler olsa gerektir… Yoksa, Tanrı adındaki -meçhul- bir zâttan kıyak yapmasını istemek, bu günkü aklı başında, ergin bir insanın göstereceği bir davranış olamaz herhalde…Çünki böyle bir tasavvurun kökeni, Yâkup peygamberin karşılaşıp güreşe tutuştuğu, Musa peygamberin dağda görüştüğü Rab’larına uzanmakta, yâni aslında bir “galat-ı rûyet”in rivâyetine dayanmaktadır. Onun için insanların aralarında “dertleşme”leri bile her türlü dinî duadan çok daha faydalıdır…
Bana Mustafa Gülbay’ın göndermiş olduğu “Suyun Bilinmeyen Gücü” adlı kitap, bu genel doğruları tekrardan dile getirmeme vesile oldu… Kitabın yazarı Masaru Emoto, bütün işini gücünü bir yana bırakmış ve Şâmanların “Bengisu(hayat suyu)” dedikleri, dindarların da “okunmuş su” diye söz ettikleri iksirin, gerçekten de yararlı olabileceğini, ama bu olayda aracılık yapan –kişileştirilmiş- bir Tanrı’nın rolünün söz konusu olamayacağını ortaya çıkarmış. Yâni her yeri kuşatmış esîrî bir varlık olan “Ulu ruh” ile birlikte suya –faydalı- güç kazandıran şâman anlayışını bir yana bırakırsak, Allah’a hitâben yapılan talep dualarının suya hiç de –ekstra- etki etmediğini göstermiş bu Japon araştırmacı.. Ve ayrıca –insandan insana sağlık dilemek anlamındaki- üfürükçülüğün de faydalarının olabileceğini ama burada da Allah’ın aracı yapılmak istenmesinin sâdece, Tanrı’ya daha yakın olduğu ve O’nun dilinden(kutsal kitaplardan) daha iyi anladığı zehâbını yaymak isteyenlerin işine yaradığını, çünkü bu şekilde kendilerine statü ve menfaat sağladıklarını ortaya çıkarmış…
Ben ilk defa, canlıların temel yapı taşı olan suyun moleküllerinin denge, düzen ve güç sembolü sayılabilecek istisnâi bir yapıda olduğunu, dolayısile ileride sudan –pek çok konuda- daha fazla yararlanma yollarının keşfedileceğini, bundan 45 yıl önce büyük matematikçi, değerli insan Masatoşi(Gündüz) İkeda’dan duymuştum. Ve de büyücülerin su ile pek fazla iş gördüklerini hatırlayıp, bu ilişkiyi uzun yıllar boyu düşünmüştüm… İşte onun için, ismini ilk duyuşta çok ilgimi çekti Suyun Bilinmeyen Gücü adlı kitap… Bu kitaptan anlaşıldığına göre, Masaru Emoto adındaki Japon araştırmacı, su moleküllerinin devinim ve titreşimleri ile insanın duyguları arasında bir mutâbakat olduğunu keşfetmiş… İnsana mutluluk veren “sevinç”, “sevgi”, “hürmet”, “minnet” vs. gibi duyguların, su vâsıtasıyla diğer canlılara geçerek onlarda sağaltıcı veya diriltici bir etkide bulunduğunu –şâmanlar gibi- deneyerek anlamış, ama bu “geleneksel mârifet”i mistik izahlardan ve mugâlâtadan kurtaracak şekilde, su moleküllerinin donarken oluşturdukları kristal şekillerinin resimlerini de çekmiş. Ve o zaman da görmüş ki, mutluluk veren duygularla dolu olan bir insanın temas kurduğu su donarken, gâyet güzel(mütenâsip, geometrik) kristal şekilleri oluşturuyor…Kötü duygularla meşbû olan bir insanın temas kurduğu su ise donarken gâyet karmaşık ve amorf tablolar ortaya koyuyor…
Üstelik, pornografik ve/veya seksî uyarılar alan suda da güzel kristaller oluşmuyor. Yâni su, seks hazzının sevgi ve mutluluk hissi ile alâkalı olmadığını açıkça ortaya koymakla aynı zamanda, hastasına cinsel tasallutta bulunan sahtekâr üfürükçüleri deşifre etme kapasitesine de sâhip bulunduğunu gösteriyor. Ve aynı zamanda, şiddetli bir seks ilişkisine girişecek olan sevgililer arasındaki sevgi bağının gittikçe zayıflayacağının ispatını da yapmış oluyor böylece…
Masaru Emoto, mutluluk hissinin sudaki resmini elde ettikten sonra da, bu resimlerin netlik ve güzelliklerinin derecelendirilebilirliğinden hareketle, su moleküllerinin titreşim enerjisini ölçen, “HADO” adını verdiği bir ölçüm tekniği geliştiriyor… Ama – kendince haklı sebeplerden olsa gerek- bu tekniğin sırlarını veya inceliklerini(püf noktalarını) açıklamıyor. Ve ondan sonra da, bilimsel bir şekilde üfürükçülüğe ve “okunmuş su” imâlâtına başlayarak, bir çeşit “alternatif tıp” yaratıyor…”Hado” ölçümlerine dayanarak teşhis ve tedâvi yaptığı için Emoto’nun etkinlikleri bilime yaklaşıyor belki ama, insanlara huzur ve mutluluk verdiğini bildiğimiz “sayma-sıralama melekeleri” faaliyetinin suya nasıl intikal ettiğini açıklamadığı için de biraz eksik kalıyor…
Bilindiği gibi Japonların da kökeni –bizim gibi- “Şâmanizm”e dayanmaktadır; ve de görüldüğü gibi şâman geleneklerinden bilime geçmek gâyet kolay olmaktadır. Çünkü üçüncü bir etki merkezinin düşünülmediği bu gelenekten hareketle meselâ, vücudumuzun aşağı-yukarı yüzde sekseni su olduğu için duygularımızın, -vücudumuzun- bu temel yapıtaşında bir kaydının (veya yazılımının) bulunmasını gâyet tabii karşılıyoruz biz… Ayrıca insan vücudundaki su üzerinde bulunan kayıtların, su moleküllerinin titreşimleri vâsıtasıyla diğer sulu ortamlara bir “rezonans” olayı olarak intikâli de –bugünkü bilgilerimizle- hiç şaşırtıcı gelmiyor…
Ama, yaratıcı olarak kabul edilen, yâni bize her türlü mârifeti –fiilen- yaptırtabilecek bir konumda bulunan bir “Tanrı” kavramına ayrıca, bizim dileklerimizi(dilekçelerimizi) kabul edip değerlendirdikten sonra karar veren bir “farklı merci” anlamını yüklemek de düpedüz saçmalık olarak görünüyor bize…
Bu, Tanrı-Kral’lar devrinden kalma kötü bir alışkanlık olsa gerektir. Çünki biz (şâmanlar) biliriz ki, bir işi yapma(başarma) husûsunda içimizden gelen –hâlisâne- azim ve gayret güdüsünden başka bir şey değildir Tanrı hükmü veya emri…Bütün sebeplerin sebebi olarak varsayılabilecek “Tanrı” kavramı, bir “kişi” veya “merci” olarak şekillendirildiği taktirde, bir takım aracıların türemesi ve istismar şebekeleri oluşturması kaçınılmazdır. Onun içindir ki, insanlığın ilk büyük uygarlıklarının ve bunların kurucusu Tanrı-Kral’ların oluşturduğu “Ortadoğu” kültürüne ait olmaları hasebiyle birtakım “ikon”lara yönelik ibâdetler ihdâs etmiş olan bütün dinler, istismar vâsıtası olmaktan kurtulamamışlardır; ve kurtulamazlar. Ve “Kâbe” de aslında bir “ikon”dur… Dolayısile en iyisi, Ortadoğu mahreçli peygamberlerin, selefleri olan “Tanrı-Kral” zihniyetini aşamadıklarını bir an önce anlamak ve de bir an önce dinlerden kurtulmaktır…
Kozmik Kitaplar’dan, Sezer Soner’in çevirisiyle çıkmış bulunan “Suyun Bilinmeyen Gücü” adlı kitabı bana gönderen ve fikrimi soran Mustafa Gülbay’a teşekkür ederim…
Ali Ergin Güran- 11/10/07