BİR  ALEVÎNİN İLETİLERİNE CEVAP

     Bugün Türkiye’de, -genel olarak-  alevî de denilen, ama aslında “Kızılbaş” adıyla mâruf olmuş heterodoks boylar ve köylerden bakiye olan bir toplum kesimi var… Bunlar  Velî Sultan(Yavuz)  Selim Han’dan itibâren  re’sen  Türk-Tarikat Sistematiği’nin koruması altına alınmış halklar… Ve onun için de bunların, eski “Danişmendiye” vilâyetleri civârında  mukîm olanları  -Yavuz’un  telkincisi Balım Sultan’ın de büyük etkisiyle olsa gerek-  kendilerini “Bekdâşi”  olarak da adlandırıyorlar… Aslında bunlar, şâman geleneğiyle gelip İran’dan geçerken  Şia’nın muhtelif versiyonlarından etkilenmiş ve dolayısile de zaman zaman İran’ın etkisiyle Anadolu’da huzursuzluk çıkarmış ama yerleşince de, yerleşik Rum ve Ermeni halklarını da  cezbedecek şekilde âdetler ve dinsel ritüeller  geliştirmiş Türkmen boyları… Esas alevîler ise Suriye mahreçli olup  Antakya, Adana, Mersin yörelerine de yayılmış  bulunan ve anadili Arapça olan bir halk…Bizim “Sünnî” kafalı  uyanık(!)  devletlûlerin, bunları  tek bir kefeye sokup tek bir “kilise” olarak birleştirme hevesleri tam anlamıyla bir “ham hayal”… Halbuki, özellikle Türkmen  asıllı  alevîler, Atatürk devrimlerinden sonra doğan fikir ve vicdan özgürlüğü ortamında, toplumumuzun içinde tam anlamıyla eriyerek dağılmaya ve yayılmaya başlamışlardı. Ve de dinin giderek lüzumsuzlaşması sürecinde,  bir nevi katalizörlük(hızlandırıcılık)  görevi  görmekteydiler… Ama -bilhassa- son zamanlarda “Biatlı Kürt-İslâm Zihniyeti”nin  iktidarı ele geçirmesinden dolayı bunlar da kendi içlerine geri çekilip –mümkün olan âzamî büyüklükte-  bir “azınlık birliği” oluşturma çabası içine girdiler. Yâni trajik bir “antagonizma”ya kapılarak veya “çözümsüz çelişki”ye  sürüklenerek, “Ortodoks İslâm”a  karşı, “Heterodoks” kökenleri  hilâfına  “Ortodoks Alevî”liğe  soyunmaya başladılar. Ki bu arada bizim uyanık(!)  Milli İğtişâş Teşkilâtı  da  onların bu gidişâtını, doğal ve/veya doğru bir toplumsal  dönüşümmüş gibi –kötü niyetlilere karşı(!)-  korumaya almakla, resmen bölücülük yapmaya başladı. Ki ayrıca alevîler  içinden de, ilerde toparlanacak olan büyük cemaatten nemâlanmak üzere  pek çok “menfaatperest düzenbaz” lider adayı çıktı…Şimdilerde, bu  lider adayları ile Milli İğtişâş Teşkilatı(MİT)  arasında, herkese yutturulabilecek bir Alevî Tarihi  ve  bir  Alevî Doktrini veya “İlmihal”i  ile zevâhiri kurtaracak Atatürkçü(!)  bir politik çizgi husûsunda tartışmalar ve pazarlıklar yapılmakta… Ve de menfur emeller uğruna, “Nizâm-ı Âlem”  projemizin son tatbikatcısı olan –ve de yaptıkları işler ve amaçlarıyla Avrupa’yı  “gerçekten”  titretmiş bulunan- velî  mertebesindeki Yavuz Sultan Selim Han, bir ilkel “kan dâvası objesi” hâlinde tanıtılarak karalanmaya çalışılmakta…

     İşte “toplum mühendisliği”  adına  fesat çıkaran bu mahlûklardır ki, ezberlerini bozuyor ve herkese yutturmak üzere kompoze etmeye çalıştıkları “absürt” alevî tarihi  ile ortalama alevî “ilm-i hâl”ine uymuyor diye, bizim “Türk-Tarikat Sistematiği”  kavramına itiraz ediyorlarmış. Ve böylece de, alevî aydınlarını, tek çıkış yolu olan İnsan(Emek) Bilimi’nden soğutmaya çalışıyorlarmış… Çünki onların niyeti, tıpkı Nakşibendî’ler, Rufai’ler, Hâlvetî’ler, Melâmî’ler vs.  gibi, bir de alabildiğine karanlık ve mistik(gizemli)  bir tarihe sâhip Alevî’ler adında birleşik bir “tarikat cemaati” oluşturmak…Yâni  onlar öyle zannediyorlar ki, veya öyle bir zehâb  yaymak istiyorlar ki, Türkiye’de hiçbir zaman gerçek bir tarikat sistematiği yaşanmadı… Yâni her zaman Türkiye’de –sâdece-  tarikat adı altında toparlanan ve güdülen cemaatler sözkonusuydu…

     Halbuki  1826’ya kadar, İstanbul’daki dergâhlar genellikle kurucusu  olan “mevlâna” veya “efendi”nin  adıyla anılır, ve irşatlarda da Mevlâna Celâleddin-i Rûmî’den, Hacı Bekdaş Velî’den, Yunus Emre’den  ve Arap olarak da –genellikle ve özellikle- Muhyiddin-i Arabî’den dem vurulur ama, kurucu bir zâtın adıyla başlayan “postnişin silsilesi” hiçbir zaman öne çıkarılmazdı; hatta böyle bir silsile bilinmezdi bile… 1826’dan sonradır ki, şeyhler silsilesi şeklinde bir “ruhban”ı  öne çıkarıp, bir kilise gibi cemaat  toparlayan tarikler ortaya çıktı; hatta bizzat “saltanat”  tarafından şuradan buradan ithal edildi… Ve bunların genellikle Türk halkına yabancı, uzak ve esrârengiz isimler olmalarına da özen gösterildi; ki mistik bir saygınlık ve/veya korkutuculuk da yüklensin diye…

     Mesela bugünkü Yenikapı civarına  Mevlânakapı  denilmesine sebep olan dergâhın kurucusu olan zât, bugün dahi –ismi unutturulduğu için-  “Yeniçeri Mevlânası” diye anılmaktadır…Ayrıca, en son zamanlara kadar gelebilmiş olan Türk tarikatının Eyüp’deki büyük dergâhı da  Âgâh Efendi Dergâhı  diye anılmaktaydı…Bu zât aslnda, İmâm-ı Sultan

Mevlâna Bekdaş soyundan geldiği halde, kendilerine “bekdâşi” demez ve dedirtmezlerdi… Ancak bir sıralar Anadolu’dan gelen “Kızılbaş”  kökenlilere  burası Bekdâşi Dergâhı diye tanıtılmış, ama hemen sonra da buraya bir alevî odaklanması olacağı endişesiyle bu büyük dergâh Nakşibendî’lere peşkeş çekilmiştir… Şimdi burada, restore edilmiş mescidi, kuyulu şadırvanı ve büyük avlusu ile muhteşem bir Nakşibendî Yuvası(Tekkesi)  icra-i sanat  eylemektedir… Gericiliği beslemek üzere yapılan böyle büyük bir sahtekârlığın içinde, Milli İğtişâş Teşkilatı’nın  elemanlarının bulunmadığı herhalde düşünülemez. Çünki onlar koruma sağlamasalar, ihbar etmeleri ve böyle bir transferi durdurmaları gerekirdi… Yâni demek ki Devlet, tarih câhili olduğu veya hâfıza kaybına uğradığı için –politikacılar mârifetiyle-  kendi ayaklarına kurşun sıkmak gibi bir duruma düşmüştür ve düşmektedir…

     2. Mahmut  “mel’ûn”uyla  başlayan, mezar taşlarını kırıp  yok etmek taktiği bugün de sürüyor olsa gerek ki ben, sözkonusu dergâhın hazîresinde  gömülü olduğunu bildiğim, babamın dedesinin mezar taşını  bulamadım…Babaannem Hayrünisa  Güran, 1969’un  Şubat ayında ölmeden biraz önce, -Mevlâna Bekdaş Vakfı’nın mütevellisi olması hasebiyle- babası Esad Efendi’nin gömülü  olduğu Âgah Efendi Dergâhı mezarlığına gömülmek istemiş, ama sonradan Bakanlar Kurulu  kararının beklenmesi gerekeceği düşüncesiyle bu arzusundan vazgeçip, Nakkaştepe  Mezarlığı’ndaki annesinin yanına gömülmesini vasiyet etmişti… Onun için ben de  aynı vakfın mütevellisi olunca, aynı dergâh mezarlığına gömülebilmem imkânı ortaya çıktığı için  gidip bir bakayım dedim, bizim metruk dergâh yerinde duruyor mu diye… İşte o zaman gördüm ki dergâh –nasıl olmuşsa olmuş- Nakşibendîlere geçmiş; ve mezarlık da tahrip edilmiş…

     Değerli araştırmacı, konuşmacı ve yazar  Sunay Akın, o  tatlı  üslûbuyla hep anlatır, “Osmanlılar zamanında halk, resmî  kanallardan ilettikleri isteklerine bir cevap alamayınca hemen ayaklanır(nümâyiş yapar)  ve isteklerini yaptırırdı” diye… Ve de mesela “Üsküdar’daki  Mihrimah Sultan Camii’ne, ramazanlarda mahya görmek isteğine binaen ikinci minareyi halk, nümâyişle yaptırdı… Eyüp Sultan Camii’nin  minarelerini de yine aynı gerekçeyle ve aynı usulle  halk yükseltti” diye anlatır… Ve bu şekilde de, o eski zamanlarda bizde, gelişmiş bir “halk demokrasisi” olduğunu vurgular… Ama nedense, böyle bir halk yaptırımının ancak 1826’dan öncesi  için sözkonusu olduğuna hiç dikkat çekmez; sanki “Osmanlı Hânedânı”nın bir lütfuymuş  gibi anlaşılmasına açık kapı bırakarak… Fakat buna rağmen anlayan anlar ki, 1826’dan  önce İstanbul’da örgütlü bir “sivil toplum”  vardır.  İnzibat’lık görevini, Türk Tarikatı’nın Seyfîyûn kolundan gelme  Yeniçeriler  yapmaktadırlar. Ve onun içindir ki, Yeniçeriler büyük meselelerde halkla birleşip Saltanat’a karşı geldikleri halde, hiçbir hususta Saltanat’la  bir olup halka(kitlelere)  karşı  gelmemektedirler. Çünki Tarikat’ın  Şurbîyûn  kolunu teşkil eden esnaf ve zenaatkârlar  gibi onlar da  aynı dergâhlara gidip –Kavlîyûn kolundan olan-  aynı  mevlânaların veya efendilerin huzûrunda ve onların telkinleri doğrultusunda  “kavl-i karar” etmektedirler…

     1826’da  halk inisiyatifi –Batılıların desteğiyle- şiddetle  bastırıldığı içindir ki, daha sonraları sorunlar birike birike  Batılı  mukallidi ordunun içine  kadar –ve de Batı düşüncesinin filtresinden geçerek- yansıdı ve Napolyonvâri  bir “askeri darbeler” geleneği veya modası oluşturdu… Halbuki  1808’den itibaren,  3. Selim’in  îdâmıyla birlikte, monarşiden kurtulmak ve hatta cumhuriyete geçmek için gâyet güzel bir yol açılmıştı. Ama tabii ki tarihî  şartların olgunlaşması, o şartlara uygun bir aşamayı(gelişmeyi)  tutturmak için yeterli değildi; durumu kavrayacak ve inisiyatif alacak bir liderin de ortaya çıkması gerekirdi. Ki maalesef böyle bir lider, yaklaşık yüz yıl sonra –Mustafa Kemal olarak- ortaya çıktı. Ancak ne var ki, o zamana kadar da, son –hain ve zâlim- pâdişahlar, halkı iğdiş etmiş ve topluma çaldıkları “Kürt-İslâm Sentezi” mayasıyla, yâni Kürt cami imamları, Kürt tarikat şeyhleri, Kürt bekçi ve zaptiyeleri vâsıtasıyla insanları mûnis köleler hâline getirmişlerdi. Kaldı ki bu “pasifikasyon”  harekâtında, 3.Selim’den beri mîrî  arazilerin mahalli zorbalara dağıtılması politikasının mahsûlü olarak ortaya çıkan ve Alemdar Mustafa Paşa’nın habis anısını  bayrak edinen Rumeli’li  ve  Ege’li  “Âyan”  çocuklarının da rolü büyük olmuştu.  Atatürk, etrafını saran bu, “Kürt-İslam Zihniyeti”yle  meşbû –gizli- yobazlar ile Batı hayrânı derebeyi(âyan)  çocuklarını  temizleyemeden vefat  etti; ve bize de –daha güçlü bir rezistans olarak- bunların liberal ekonomilerle yemlenerek Batı’ya bağlanmış ahvâdını bıraktı…

     Onun için bence alevi kökenli bütün aydınlar, akıllarını  başlarına devşirmeli ve Türk-Tarikat Sistematiği’nden çıkan ve Türk-Tarikat Sistematiği’ni –tarihî  enkâzın altından- ortaya çıkaran  İnsan(Emek) Bilimi’ne  dört elle sarılmalıdırlar… Yoksa –karanlık(mistik) geçmişlere rücu ederek- kendilerine de, Türkiye’ye  de, insanlığa da yazık edeceklerdir…

 

 

Ali Ergin Güran- 18/10/07