Doğu Roma İmparatorluğu’nun önemli bir hükümranlık bölgesi olan Önasya’da asimile olmayan ve hatta giderek bütün dünyaya örnek dinler üstü (laik) bir sivil toplum geliştiren ilk Türk yerleşimlerini, 11. yüzyılın başlarından itibaren Kuzey Doğu Anadolu’nun iç kesimlerinde görüyoruz.
Sonradan Dânişmendiye diye ünlenen bu yerleşimler giderek Batı’da Kocaeli yöresine, Güney’de de Ankara, Kırşehir ve Nevşehir’e kadar uzanmıştı. Ki Anadolu’daki Türk kültürü ve/veya varlığı deyince akla hemen kendi dilini konuşan bu yerleşimler geliyordu. Yoksa, halkı göçebe olup hayvancılıkla geçinen beylikler veya İran’lıların kolonizatörü konumundaki Konya Selçukluları akla gelmiyordu; ve gelemezdi de…
Doğu Roma bunları kolonize ve asimile edemediği, mahalli silahlı kuvvetleri ile de sindiremediği için 1071 yılında büyük bir imparatorluk ordusu ile harekete geçmiş ve buralarda tenkil ve tedip harekâtına girişmişti. Ki işte Emir-ül Müminîn sıfatıyla Abbasi halifesine hizmetle mükellef olan Alparslan’ın Malazgirt’de perişan ederek dağıttığı ordu bu orduydu…
Ancak Dânişmentliler soradan, -1095’de başlayan- Haçlı Seferleri’nin yolu üzerinde vur-kaç savaşları vererek hem onları engellemeye hem de kendilerine yer açmaya çalışan Türkmenlere yaptıkları “muhârip” ve “lojistik” anlamındaki ikmalleri ile de, “diyet”lerini fazlasıyla ödemişlerdi.
Nevar ki kendilerinin -Bağdat kölemenleri- Selçukluların soyundan geldiğini iddia eden bu Türkmenler daha sonra Konya’da kurdukları saltanatla İran kültürünün kolonizatörlüğüne soyunarak Türk Sivil Toplumu üzerinde ağır baskı oluşturdular. Öyle ki savaşlarda sıkıştıklarında zaman zaman, Haçlıların ağır zırhlı Şovalye birliklerinden destek bile aldılar. Çünki onlar “grekoromen” uygarlığına karşı ancak pers dili ve uygarlığına dayanarak ayakta kalabileceklerine inanan, hânedan özentisi “kurnaz bir kabile”den başka bir şey değillerdi.
Anadolu Selçuklularının rezâleti bununla da sınırlı kalmadı. 1243’deki “Kösedağ Savaş”ında Moğollara karşı hezîmete uğradıktan sonra dahi onlarla anlaşarak “peşkeş” adı altında ağır vergi veren bir sultanlık şeklinde -Konya’da- yaşamaya devam ettiler. Ki böylece de Moğolların, Anadolu komutanlığını (veya kışlasını) Danişmendiye’nin ortasında kurmasını ve doğrudan Türk Sivil Toplumunu hedef almasını sağladılar.
Bu sefer de Türk Sivil Toplumu yarım yüzyıldan fazla bir süre Moğollarla savaştı; ve belki de Dünya’da ilk defa gerilla savaşı verdi; Moğollara karşı… Ve bu savaş içinde de Batı’daki küçük uç beyliğini, “asabiyyet”i yüksek yâni etik (veya örfî) disiplini güçlü Osmanlı Beyliğini, kendisine baş tâcı etti.
İşte Osmanlıların Batı’ya doğru futühâta kalkışmaları bu arkaplân sayesinde gerçekleşti. Tarikat Sistematiğinin “seyfîyûn” kolunu takliden daimî bir silahlı güç kurup, aşiret ordularında emsâli bulunmayan bu birliğe yeniçeri adını verdiler.Ve panteist (Şâmanist) âyinlerden gelip dergâh zikrlerinde olgunlaşan gürültülü bir motivasyon müziğini de, daimi bando (mehter) vasıtasıyle savaş alanlarına taşıdılar. Ki böylece yaklaşık Yüzyıl (14. yüzyıl) boyunca Türk-Osmanlı Devleti bir Nizâm-ı Âlem örneği olarak genişledi.
1402’deki Timur yenilgisinden (Ankara Savaşından) sonra dahi bu birlik ve dirlik bozulmadı… Hatta 1453’de Kostantiniyye’nin alınmasıyla tekrar yükselişe geçip -Tarikat’ça Veli addedilen- Yavuz lâkaplı Sultan I. Selim zamanında zirve yaptı.
Çünki Fatih Sultan Mehmet Devlet Merkezini (Kostantiniyye’yi) ele geçirmekle “Hristiyan Ortodoks”luğun din ve ibadet anlayışının halklar üzerindeki baskısını kaldırmıştı ama, “İslamî Ortodoksi”nin iki büyük merkezi, kendi din ve ibâdet anlayışlarını Anadolu halkları arasında yaymaya devam ediyorlardı. Ki bunlardan biri Hasan-Hüseyin (veya 12 imam) soydaşlığı ile mollalardan oluşan bir Ruhban Sınıfı’nın “hüküm-fermâ”olduğu Acemî Ortodoksi, diğeri de halifelerin hüküm-fermâ oldukları Arabî Ortodoksi idi… Bu güç merkezleri hem Tanrı’nın esas merâmının ne olduğunu (Kuran yorumlarını) dikte ediyor hem de ibâdet ritüellerini forme ve empoze ediyorlardı. Ve böylece de -giderek- sadece zorbalığa dayanan Tanrısal bir merci (devlet) hâline geliyorlardı.
Çünki bir devlet, Tanrısal (Âdil) bir merci olabilmesi için her şeyden önce pozitif bir seleksiyon sistematiği kurup insanların en liyâkatlilerini yükselterek gereken mevkilere getirir hâle gelmesi gerekmekteydi. Halbuki Acemî ve Arabî devletlerde hükmedenlerin halefleri soya göre belirleniyordu.
Kaldı ki ne Kuran’da belirli bir ibadet şekli tarif edilmişti, ne de Hz. Muhammet’in hilâfet önerdiği veya soy asâleti güttüğü görülmüştü… Yâni Hz. Muhammet’in Sâbii (gök cisimleri kültü) geleneklerinden derlediği “namaz” ibâdetini Arabî ve Acemî iktidarların dikte ettikleri gibi yapma zorunluluğu sözkonusu olamazdı.
İşte bu mûlâhazalarla harekete geçen Yavuz Sultan Selim 1514-17 yılları arasında çıktığı zorlu seferlerde yaptığı “Çaldıran”, “Mercidâbık” ve “Ridâniye” savaşlarıyla Acemî ve Arabî Ortodoksilerin gölgelerini de Anadolu üzerinden kaldırdı.
Böylece de bir insaniyet laboratuarı halindeki Önasya’da, halkların (avâmın) istediği gibi ibadet ettiği, ehli tarik olan havas (elit tabaka) için ise ibâdet mecbûriyetinin söz konusu olmadığı -Dünya’ya örnek- heteredoks bir toplum ortaya çıktı.
I.Selim -Yavuz lâkâbına rağmen- ihtiraslı (veya ihtiraslarına yenilen) bir insan değil aynen ismi gibi doğru dürüst bir adamdı. Öyle ki meselâ Çaldıran zaferinden sonra İran’ın o zamanki başkenti Tebriz’e girmesine rağmen ülke üzerinde tahakküm (kapitülâsyon) kurmayı düşünmemiş hatta -amansız düşmanı- Şah İsmail’in eşinin de esirler arasında bulunduğunu öğrendiğinde ona dahi uçkur çözmeyerek kendisini bir veziriyle evlendirmiştir…
İşte Önasya’yı cihanşümûl bir ülke hâline getiren ve Devlet hazinesini de emsalsiz seviyede doldurarak insani yolda yapılmış hertürlü akılcı projeye finânsman imkânı sağlamış bulunan bu büyük insan, bizim seceremizin-kayıtlı- ilk ismi olan büyük dedemiz Mevlâna Bekdaş Efendi’nin tarikat yoldaşı idi… Onun için de yegâne oğlu ve şehzâdesi olan Süleyman’ın eğitimini kendisine tevdi etmişti.
Bu “Nizâm-ı Âlem” yolcularının hayat düsturu, ilerleme yolunda ilim öğrenmek ve bu ilimle de Dini açıklamaktı. Yâni Türk-Tarikat Sistematiği’nin âlimleri daha doğrusu inisiyatörleri, bütün fikirlerin -mantıkî- bütünlüğünü sağlamaya çalışan gerçek Tevhid’cilerdi. Bu Tarikat ehli, avam tabaka için gerekli olan şeriat kurallarını daima, ortaya çıkan gerçekler ışığında hazırladıkları ictihatlarla yenilerlerdi. Dolayısiyle de hiçbir mezhebin klişelerine mahkûm olmaz hatta nass’ların tartışılmasına bile müsaade ederlerdi.
Bunlar Ortadoğu’nun mitolojik din ve Tanrı anlayışını fikren aşmış ve fiilen de aşmaya çalışan insanlardı…
Bilindiği gibi mit, “kendinden menkul”veya “mutlak” anlamdaki kavramları ifade etmektedir. Ki bu, “biribirinden soyutlanmış olarak varolan mevcûdât” anlamındaki bir evren görüşünü aksettirmektedir. Ve onun için de “politeizm”in kaynağını oluşturmuştur.
Ancak nevar ki Ortadoğu’nun, silsile takip eden ve hepsi de bir önceki dini tashih ettiği savıyla ortaya çıkan monoteist -iddialı- dinleri de esas itibariyle mitolojik idi… Dolayısiyle de politeizme (yâni şirk’e) açık kapılar bırakıyordu.
Meselâ herşeyden önce, insanları muhatap alıp onlardan isteklerde bulunan, onlara nasihat edip zaman zaman da onları tehdit eden bir “Tanrı” kavramı, mitolojik bir “kişi”lik sergiliyordu açıkça… Ama buna rağmen kendisine yapılmasını istediği ibâdetin açık bir tanımını da yapmıyor veya yapamıyordu.
Aslında bu tanımı yapamayanlar peygamberlerdi. Çünki onlar gördükleri bütün geleneksel ibâdet biçimlerinden hiçbirinin evrensel yâni bütün zamanlarda ve bütün insanlara şâmil bir uygulama olduğuna veya olabileceğine inanamamışlardı. Ve işin ironik (traji-komik) yanı da, bütün ilkel (panteist) insan topluluklarında -herhalde- görmüş oldukları ritmik tepinme şeklindeki âyinlerin Tanrı’ya yakışır bir ibadet biçimi olamayacağına karar vermeleriydi. Çünki bulundukları -îzafi-uygar cemiyette, sıradan insanların dans edip şarkı söylemeleri hafiflik hatta delilik tezahürü olarak görülürdü. Halbuki onlar akıllı (ağırbaşlı ve olgun) insanlardı ve kendilerinin Tanrı tarafından akıllı olarak imâl edildiklerine inanıyorlardı; dolayısıyla de akıllanma sürecindeki insanları kategorik olarak (deli veya vahşi diye) reddediyorlardı.
İşte bizim, Uluruhçu (panteist, şâmanist) gelenekten gelen ve kadîm Hint kültüründeki Tanrısal Yol (Rita) kavramına da âşinâ olan dedelerimiz, Ortadoğu’nun monoteist dinlerindeki bu zaafiyetin farkındaydılar; ve onun için de islâmiyetin -diğer dinlerde bulunmayan- Tevhid ilkesine “vahdet-i mevcûdâtı tasdik ve tatbik etmek” anlamıyla sıkı sıkıya sarılmışlardı.
Dolayisiyle mahalli topluluklarda kohezyonu (iç çekim ve dayanışmayı) sağlama anlamında gördükleri Arapların “sünnet” ibadetlerine de, Türkmenlerin “semah” âyinlerine de aynı hoşgörüyle yaklaşmışlardı. Ancak buralarda oluşan alışkanlıkların fikir plâtformunda “tevhid”e ters düşen bazı fikri sâbit’ler veya dogma’lar oluşturarak tüm insanlığa baskı yapmasına müsaade etmemişlerdi. Zaten onlar, Hz. Muhammet’in -Arap geleneklerinden derlediği- ibâdet sünnetinin, savaşla (cihat’la) tüm Dünya’ya kabul ettirilemeyeceğinin de bilincindeydiler herhalde… Çünki bir halkın iletişimde kullandıkları jest ve mimiklerin bile diğer bazı halklara antipatik geldiğini bilmemelerine imkân yoktur… Onun için de Tarikat ve Marifet mertebesinde bulunan inisiyatör vasfındaki “ehli tarik”i, şeriat hükmündeki ibâdetlerden -seremoni ve savaş durumları hâricinde- muaf tutmuşlardı. Dolayısiyle de Tarikat mertebesine yükselmiş bütün kişileri hangi dinden gelirlerse gelsinler yoldaş saymışlardı…
Ancak ne garip ve hazin bir tecelliydi ki Velî Sultan Selim’in yegâne oğlu ve veliahdı I. Süleyman biraz geri zekâlıydı.
Onun içindir ki onun zamanında 500 yıllık Anadolu Türk Sivil Toplumu ve zihniyeti büyük bir travma yaşadı. Dolayısiyle de Kanûnî(!) Süleyman devri, Türk tarihinde büyük bir kırılma noktası sayıldı.
I. Süleyman, hocası ve imamı olan ve de bütün tarikatça hatta yeniçerilerce ulu önder (inisiyatör) sayılan dedemiz Mevlâna Bekdaş Efendi’nin bütün ikazlarına rağmen, bazı falcı ve kâhinlerin dolduruşuna gelip, Rum dönmesi İbrahim (Paşa), ihtiraslı cariye Hürrem (Sultan) ve Çorumlu yobaz Ebusuut (Efendi) gibi kötü arkadaşlarının heveslerine kapılarak halifeliğe ve Emevî fütûhatçılığına özendi.
Yâni savaş şeklindeki cihad eylemleri ile her yeri istila edip Arap sünnetlerini (ibâdetlerini) herkese kabul ettirmekle Tevhidi -hem fiilen hem de fikren- gerçekleştirebileceğini zannetti. Ki bu uğurda, Tarikat Sistematiğinin Şurbîyûn kolunu veya ekonomik alt yapısını çökertecek derecedeki bir “ticarî kapitülâsyon” anlaşmasını yapmaktan da çekinmedi.
Böylece de babasının “kavl-i karar”ına ihanet edip, “Sünni Ortodoks” bir islâm anlayışıyla Dünya’ya nizam vermeye kalktı. Çünki o zamana kadar kesin karar mercii olarak bir “Şeyhülislâm”lık kurumu yoktu. Kendine bağlı böyle bir dinî (şer’i) hüküm (fetva) mercii ihdas edip başına da -yârândan- İstanbul Kadısı Ebusuut Efendi’yi getirince Tarikat’la olan bağlarını da koparmış oldu. Ki bundan dolayı da kendisi İstanbul’da genellikle “kopuk padişah” diye anıldı. Yoksa kendisini Kanunî diye ananlar, onun halk aleyhine yaptığı abuk subuk düzenlemelerden yararlanan “yâran ve bendegân” taifesinden başkası değildi. Nitekim Batılılarla, onların işbirlikçisi olan İstanbul’daki bâzı ekalliyetler de ona “muhteşem” lâkabını lâyık görmüşlerdi. Ondan zarar görmüş olsalardı, onu böyle iltifatkâr bir sözcükle anmazlardı herhalde… Ki o sıralarda Anadolu’daki halk galeyân hatta isyan hâlindeydi…
Kopuk Sultan Süleyman, ömrü boyunca yaptığı sefer ve savaşlarda sadece kendine ün sağladı; ama buna karşılık da Anadolu evlâtlarını serhat boylarında kırdırarak ve babasından kalan muhteşem hazineyi -sonuna kadar- harcayarak millete büyük bir bedel ödetti. Hatta bunun da ötesinde, Hristiyan’lık gibi dogmatik bir din anlayışını devlete hâkim kılmak sûretiyle bizleri, -sanki “St. Muhammet kilisesi” adında bir sekter dine mensupmuşuz gibi-Avrupa’daki müzmin din savaşlarının içine sokmuş oldu.
İşte bu noktadan sonra yaklaşık 2,5 asır boyunca Türkiye’de ve özellikle de İstanbul’da büyük bir polarizasyon, gerilim ve iç mücadele yaşandı: Bir tarafta, dogmatik (Nass’cı) din anlayışını benimsemiş olan ve bütün şer’i meseleleri dinin dogmalarına nazaran izah edip zorla çözmeye çalışan “saltanat”, diğer tarafta da Tevhid’ci din anlayışını sürdürüp bütün meselelerle birlikte dinin hükümlerini de mümkün mertebe bilimle fenle (deneyle) izaha uğraşan Türk-Tarikat Sistematiği…
Ama gelinen bu noktadan sonra Türk-Tarikatı’nın yapabileceği pek bir şey kalmamıştı. Çünkü hem ekonomik kapütilasyon tanımakla hem de resmen “finansal-askeri güç” politikasını benimsemekle (veya kendi kendini açmaza sokmakla) Kopuk Süleyman, bütün inisiyatifi Batılılara kaptırmıştı. Yani özetle hem bizim rekabet ve faizcilik nedir bilmeyen insanî üretim düzenimizin karşısına faizci bir kapitalist zihniyeti imtiyazlarla donatarak rakip olarak çıkarmış, hem de bu sömürgen zihniyetin ordularına -savaş alanlarında- meydan okumak tarzındaki bir politikayı devletin stratejisi hâline getirmişti. Bu durumda Tarikat’çıların uygulayabileceği tek strateji, Batı’nın ekonomik ve askeri taarruzlarına karşı düzenli bir ricat ile birlikte Sapkın Sultanları ve yüksek rütbedeki yâranlarını devirmek ve son aşamada da saltanatı indirmek (Lâv etmek) olabilirdi. Ki nitekim olaylar da bu doğrultuda gelişti; ama 1826’ya gelindiğinde, uzun süre inisiyatifsiz kalmak yüzünden gevşemiş ve yozlaşmış olan Tarikat Sistematiği ve onun silahlı kolu yeniçeriler büyük bir taktik hata neticesi -Batılılara satılmış olan hain- saltanata mağlûp oldular. Çünki tarikatın “inisiyasyon” seçilimi usulleri bozulmuş ve en değerli gençler savaş alanlarında can verirken, üçkağıtçılar da ekonominin yönetimini ele geçirip tarikatın Şurbiyûn kolunun “lonca” ve “gedik” müesseselerini mahvetmişlerdi. Yoksa o zamanki Batılı orduların muhâriplik anlamında özenilecek hiçbir üstün tarafı yoktu. Meselâ piyadeleri saflar hâlinde karşı karşıya gelip düello yapar gibi biribirlerine hedef teşkil etmek suretiyle ayakta atış yapıyorlar ve kahramanlık adına oyun oynar gibi “bir sizden bir bizden” hesabı biribirlerini avlıyorlardı. Yeniçeriler ortadan kaldırıldıktan çok sonra, onların siper ve “lağım” kazma usullerini benimsemek zorunda kaldı bu Batılı ordular…
15 Haziran 1826’da patlak veren olay aslında derin tarihi kökleri olan bir antagonizma’nın tezâhürüydü. Yâni Tevhidciler (Tarikat ehli) ile Nasscıların (Saltanatın) nihai hesaplaşması anlamındaydı.
Çünki bunun tartışma kabul etmez delili ortadaydı: Halkın “gâvur padişah” adını taktığı II. Mahmut tarihte ilk defa hilâfetin cihat sancağını açarak yeniçerilerin ve Türk-Tarikat Teşkilâtlanmasının dolayısiyle de heterodoks Türk Sivil Toplumu’nun üzerine çullanmış ve onları biatsızlıkla suçlayarak katliam yapmıştı.
Halbuki Anadolu’daki Türk varlığı baştan beri biatsız bir “müminîn” topluluğuydu. Ve Osmanlı hânedânı da buna dahildi. Onun içindir ki Osmanlılar da Tarikat düsturuna uyarak hiçbir zaman Hac’ca gitmeyi düşünmemiş ve padişahlar kendilerini -sâdece- Allah’ın halifesi gibi görmüşlerdir.
Yâni aslında dönek olan Sultan II. Mahmut’tu… Kendisi hilâfet sancağı açıp “Önasya Türklüğü”nün üzerine yürürken hem Batılıların desteğiyle dini, dogmatik bir hristiyan kilisesi hâline indirgemiş hem de şeriatı nassların ve Arap sünnetlerinin klişelerine mahkûm ederek mürteci durumuna düşmüştür… Demek ki Tevhid’cilikten vazgeçip nasslara ve sünnetlere sıkısıkıya sarılmak demek olan gericilik veya mürtecilik, aynı zamanda Hristiyanlığa dönüş anlamına da gelmektedir. Çünki islâmiyetin diğer dinlerden bâriz farkı (ve üstünlüğü) onun bilime açılan kapısı yâni Tevhid ilkesidir…
İstanbul’da Tevhidcilerin yenilmesi, coğrafî Tevhid’de de büyük kopmalara sebep oldu. Ki bu meyanda Yunanistan, Bulgaristan, Cezayir ve Mısır gibi ülkeler kendi bağımsız kiliselerini ve din anlayışlarını geliştirerek emperyal (daha doğrusu global) birlikten ayrıldılar.
II. Mahmut’dan itibaren bütün Osmanlı Padişahları, görülmedik ölçüde ekonomik ve hatta askerî kapitülasyonlar kabul ederek Batılıların bir “koloni vâlisi” durumuna düştüler.
İçeride âsâyişi, biatlı ve koyu sünnî bir kastlar topluluğu olan Kürtlere, dış politikayı ve ekonomiyi de ekalliyetlere hâvale ettikten sonra kendileri yârân ve bendegân çocuklarından başlayarak Batılı muhibbi nesiller yetiştirmeye koyuldular. Ki böylece de Batılıların “negatif seleksiyon” anlamında bir devşirme sistemi oluşturmalarına yol açtılar.
İşte mentalite olarak Batıya hayran ve mahkûm olup ibâdet şekilleri ve mitolojik dînin dogma farklılıklarından dolayı Batı’ya husûmet besleyen çatlak kafalı nesiller böyle yetişti bizde…
1826’daki evrensel kırılma noktasının esas (teorik) sebebi şuydu:
Anadolu’daki Heterodoks din anlayışının ibâdetler üstü gezici dervişleriyle Tarikat’ın “efendi” ve “Mevlâna”ları her insanı Allah’ın halifesi olarak görürlerdi. Onun için de, her insanın bir şekilde ve bir derecede Tanrı ile irtibat kurabileceğine (ancak çoğunun bunu idrak ve ifade edemiyeceğine), dolayısiyle “edep-bâliğ” olan herkesin Tanrı’ya ibadet şeklini kendisinin belirleyebileceğine inanırlardı. Çünki onlar, hiçbir peygamberin Tanrı emri olarak belirli bir ibâdet biçimi tebliğ etmediğini, ibâdetlerin yerel tapınma geleneklerinden derlendiğini (veya uydurulduğunu) iyi bilirlerdi. Ki bu suretle de “vahiy” kavramını metafiziğe itip peygamberlere mistik bir ayrımcılık (veya insanlardan katogorik farlılık) tanımazlardı. Sadece peygamberleri Allah’a en yakın insanlar, inisiyatörler olarak tanır ve onun rehberliğinden -mümkün mertebe- yararlanırlardı.
Ayrıca onlar, her varlığın kendine has (kendini karakterize eden) davranış biçimiyle birlikte anılması şeklindeki panteist anlayışa ve geleneğe de sahiptirler. Meselâ “koşan ceylan” veya “kükreyen aslan” gibi…
Yâni bugünkü fizikçilerin de -kuantum teorisiyle- anladığı gibi evrende “vahdet”i sağlayan da ve insanlığın başlangıcındaki “Uluruh” kavramını dolayısiyle de insanlararası birliği (rezonansı) doğuran da “hareket” veya “ritm” idi… Onun için onlar, Tanrı kavramını da insandan kategorik olarak farklı görmezler ve mitolojik (veya kişilikli) Tanrı anlayışını reddederlerdi.
Onlar “Tanrı”lık konumunu, şuurlanmanın “transandantal limit” noktası gibi anlarlardı.
Halbuki saltanatların Tanrı anlayışı, halktan izole olmuş, hikmeti kendinden menkul iktidar anlayışlarına emsal teşkil etmesi için tasarlanmış mitolojik bir kavramdı. Onun için de Tarikat ehli veya tevhidciler ile mutlakîyet anlamındaki iktidarlar veya nasscılar arasındaki çelişki çözümsüz yâni antagonistti.
Dolayısiyle de Tarikat ehli’nin iktidar olması veya onların anlayışına göre devletin yapılanması demek, insanların insanî liyâkata göre seçilerek sıralanması anlamında bir sistematiğin tesisi demekti. Ki bu da evrensel anlamda bir insanlık düzeninin bir “Nizâm-ı Âlem”in yâni bir “Küresel Cemiyet”in kurulması demekti.
Ne var ki mevcut devlet yapıları mitolojik (kişilikli) Tanrı ve dogmatik din anlayışlarına bağlı olarak savundukları -sekter- ibâdet şekilleriyle hem birbirleriyle didişiyorlar hem de tevhidci bir din ve bilim anlayışına (yani gerçek monoteizme) hep birlikte karşı çıkıyorlardı. Ve böylece de aslında katmerli “politeist” bir anlayışı zımnen paylaşmış ve yaymış oluyorlardı.
İşte Nizâm-ı Âlem yolcusu olan tevhidci (ehli tarik) atalarımızı 15 Haziran 1826’da böyle bir politeist -zımnî- ittifak boğdu aslında…
Halbuki onlar gerçek monoteist yâni tevhidci insanlardı; ve evrenin birliğine inanıyor, fikirlerin (dolayısiyle insanlığın) birliğine giden yolu (metodolojiyi) arıyorlardı.
Panteist kökenleri itibariyle insanı dans eden hayvan veya “ritmik hayvan” anlamında bir fenomen olarak görüyor ve dolayısiyle -Ortadoğu dinlerinin terminolojisine göre- “ritm”in, Tanrı’nın tüm insanlara birebir vahyedip emrettiği bir ibâdet biçimi olduğunu çıkarabiliyorlardı. Ki nitekim icat ettikleri “semah” ve “zikr” âyinleri ile “tesbih çekme” ibâdetleri de tamamen ritmik bir temele dayanıyordu. Üstelik düşman karşısında korkuyu yenmek ve kararlılığı pekiştirmek için savaş alanlarında da şiddetli ritmik sesler çıkaran bando (Mehter) kullanıyorlardı.
Ayrıca onların (hiç olmazsa bazı âlimlerinin) Hindistan’daki dini sembolizmin büyük Tanrısı Şiva’nın, çok işlevli ve çok kollu (yâni kastlar üstü) bir kişilik çizmekle beraber, “kozmik danscı” sıfatıyla aslında bir fenomen olduğunu; ve yine aynı sembolizmdeki dans tanrıçası Rita’nın aynı zamanda göktanrı Varuna’ya giden yol (veya süreç) anlamına geldiğini bilmemeleri de pek mümkün değildi.
Dolayısiyle onlar arasından biri çıkıp da Allah bütün insanlara ritmik davranmak (dans etmek ve şarkı söylemek) şeklinde ibâdet etmeyi emretmektedir, ve de bu iradesini herkese “vahiy” ve “emri vâki (ısdırar hâli)” olarak iletmektedir; ama herkes bu iradeyi bâriz bir şekilde ifade ve temsil edememektedir dese ve ayrıca da bu ibâdeti gereği kadar yapmayanlar Allah tarafından cezalandırılır diye ilâve etse idi, bütün Ortadoğu peygamberlerinin üstüne veya fevkine çıkmış olurdu. Belki de böyle bir tebliğci çıkmıştır; “enel hak!” diyen “Hallacı Mansur” gibi…
Ancak böyle bir tebliğin o zamanlar kabul görme şansı (ihtimali) yoktu. Çünki o zamanlar Ortadoğu ve Batı’da hareketsizliğe, “ağırbaşlı”lığa yani “mutlak”lığa öykünülüyordu. Mitolojik din, ağırbaşlı, oturaklı “Tanrı” miti ve tâzim (ululama) şeklindeki ibâdetler bu anlayışın eseriydi. Ki bu anlayış da kasti -kitlesel- işbölümü düzeninin icâbı olarak insanları, muayyen beceriler ve alışkanlıklar (şartlı refleksler) kazandırılmak suretiyle ehlî hayvanlar gibi gütme amacını taşıyordu.
Dolayisiyle de bu anlayışa göre insanlar, -gereği gibi ve kadar- dans etmediği ve şarkı söylemediği için delirmez, delirdiği ve/veya ilkel (terbiyesiz) olduğu için şarkı söylemek ve dans etmek ızdırârına düşerlerdi.
Ama artık bugün biz biliyoruz ki “ritm” insanların spesifik davranış (hareket) biçimidir. İnsanları hayvanlardan kategorik olarak ayırıp onları akıllı yaratık hâline getiren ve aralarında -hiçbir fauna yaratığında görülmeyen şekilde- bir nevî rezonans hâli olarak sıkı bir irtibat sağlayan davranış biçimi “ritm” dir.
Panteizm’in “Uluruh” kavramının sebebi olan bu davranış biçimi, her insanın -derece derece de olsa- içinde hissettiği bir ıstırâr hâlidir.
Dolayısiyle “nedensellik” mantığının bize dayattığı “ilk neden” olarak da alsak, nihâyî şuurlanma limiti olarak da düşünsek, “varsayım” olarak kabul edilen “Tek Tanrı”nın herkese vahyettiği ve herkese emrettiği ibâdetin -şeklî farklılıklardan sarfınazar- özü “ritm” dir diyebiliriz artık… Ve böylece de başımıza (insanlığın başına) belâ olmaya başlayan Ortadoğu dinlerinin ve özellikle de onların ibâdet şekillerinin evrensellik iddiasından kurtulabiliriz artık… Kurtulmalıyız da… Çünki aksi takdirde bu dinlerin “Kıyamet” adıyla müjdeledikleri(!) “katastrofik son”a mahkûm olacağız… Ama bunun için de bir düzen değişikliği ve/veya bir zihniyet devrimi yapmamız gerekmektedir. Çünki bu gizli politeist (şirkçi) düzenden nemâlananlar, iktidarlarını ve alışkanlıklarını bırakmaktansa ölümü göze alıp “kıyamet”i tercihe şâyân bulurlar. Onun için de peygamberleri olmadık (mistik) biçimlerde idealize edip o kişiliklerin arkasına gizlenirler.
Halbuki aklı başında hiç kimsenin peygamberlerin samimiyetinden ve mâsûmiyetinden şüphesi olamaz. Ancak onların, zulme yönelmiş Tanrı-Kral’ları eleştirirken Tanrı-Kral düzenlerine (ve zihniyetine) gerçek bir anti-tez oluşturamadıkları da tarihi ve bilimsel bir gerçektir. Onun içindir ki insanlık bu gün tekrar “Kapital”i Tanrı yapmış “kapitalist-Kral”larla mücadele etmek zorunda kalmaktadır…
İşte biz uygar Türkler, “İstanbul-1826” olayında böyle bir cihanşümûl reaksiyonun hışmına uğradık. Onbinlerce insan öldüğü halde herhangi bir iç dinamik veya gelişme yaratmayan bu olay, aslında küresel çapta tarihî bir “karşı-devrim” dir. Ve ben bu gün bu gerileme/geriletme olayının -insanlık adına- rövanşını almak için uğraşıyorum. Çünki bu olayı tâkip eden yaklaşık yüz yıllık bir zaman içinde bizim atalarımız da büyük zulüm gördü; sürüldüler, hapsedildiler, malları ve vakıfları müsadere edildi.
O zamanın satılmış padişahları vakıflarımızın senetlerini ve evrâkını da ele geçirip yok etmek ve böylece de kökümüzü unutturmak kimliğimizi yok etmek istediler.
İşte bugün benim uhdemde bulunan orijinal vakıf senetleri ve evrâkı böyle bir tasalluttan kaçırılarak muhafaza edilmiş belgelerdir, ve İstanbul’un en eski ve en büyük tapuları mahiyetindedir…
1919’da Mustafa Kemal’in çıkıp da inisiyatif almasına kadar geçen zamanı Türkiye, iç dinamikleri mahvolmuş, insanları şaşkına dönmüş bir ülke olarak tamamen anakronik bir şekilde -sürüklenerek- yaşadı.
Batıdaki dinamikleri, Karl Marks ile F. Engels bir teorik plânda birleştirmek ve geliştirmek istediler ama Doğu fikriyatından habersiz ve mitolojik zihniyet sahibi dolayısiyle de düalist akılcı olduklarından bunu başaramadılar. Onların teorisi, Lenin’in kurnazlığına âlet olup yakın zamana kadar insanlığı oyalamaya yaradı sâdece… Lenin, uydurduğu “proleterya diktatörlüğü” kavramıyla hem proleterlerin hem de düşünen beyinlerin üzerinde garip bir “tûfeylî diktatörlüğü” kurup insanlığı yaklaşık 70 yıl oyaladı ve bekletti “kuşmu çıkacak civciv mi çıkacak?” diye…
Çünki onlar “emek” kavramını sâdece “iş” anlamında düşünüyorlar ve insanların kendilerini (insanlığı) yarattıkları “kozmik emek” tarafını nazarı itibara almıyorlar veya alamıyorlardı. Ve buna bağlı olarak aslında insanların “Tabu”larından kaynaklanın tüketim frenleri yüzünden hâsıl olan “artı-değer” kavramını da “insanların -nedense- tükettiklerinden fazla ürettikleri” kuralına bağlıyorlardı. Halbuki anlayamadıkları ve insanların -ilk üretim aracı olan- elleri ve akılları da dahil olmak üzere yarattıkları bütün artı-değer’in kaynağını teşkil eden bu “neden” tabularla ilgiliydi…
Ve bu arada dinlerin de bir istismar aracı olarak -kapitalistler tarafından- kullanıldığını seziyorlardı ama bu aracı lânetlemekten, ve kötülemekten başka bir şey yapamıyorlardı. Çünki Avrupa mentalitesinde ve eğitiminde din ayrı bilim ayrı idi… Ve bunları bir arada düşünüp izah etmeye çalışmak mantık dışı idi…
Türk-Tarikat Sistematiği’nin efendileri ve çelebileri yaklaşık yüzyıllık bir süreyi genellikle işsiz ve parasız bir şekilde kahvehanelerin ve meyhânelerin müdâvimleri olarak geçirdiler. Çünki dergâhları kapatılmıştı ve de satılmış padişahlar, sadece el etek öpenlerle sürgüne (uzaklara) gidenlere iş veriyor, vakıflarının nemâlarını da istedikleri zaman, istedikleri kadar ödüyorlardı. Ritm melekesi sağlam olan insanlar, bir çalışma düzeni (temposu) bulunmayan dönemleri -isyan etmezlerse- tabii ki ancak sarhoş olarak geçirebilirlerdi…
İstanbul efendilerine o zamanlarda büyük dedemiz İmam-ı Sultan Mevlâna Bekdaş Efendi’ye atfen “Bekdâşi” deniyor ve bu arada “efendi” sıfatı da saltanatın yârân ve bendegân taifesi tarafından düşük statüdeki insanlara (odacılara, kapuculara vs) yakıştırılarak yıpratılmaya çalışılıyordu. Ama buna rağmen çağrılara “efendim(!)” diye cevap verme âdâbını halkımıza hiçbir zaman unutturamadı bu işgüzar yalakalar…
O anakronik yüzyıl, saltanatçılarla Bekdaşî’lerin hiciv savaşlarıyla geçti. Ve arkasında da büyük bir hiciv literatürü ile birlikte -ben de dahil olmak üzere- birçok insanda bir “nekre” karakterini kalıtım olarak bıraktı…
Mustafa Kemal Paşa’nın inisiyatif aldığı coğrafi bölge, dikkat edilirse görülür ki Selçuki saltanatı ile savaşıp Osmanlı’ya inisiyatif kazandıran bölgenin aynısıdır. Yâni Türk-Tarikat Sistematiği’nin mayalandırıp yoğurmuş olduğu Türk Sivil Toplumu bölgesidir.
Ve de Gazi Mustafa Kemal’in bir “Gazi Eren” veya bir “Alp Eren” olarak başardığı esas iş, yüzyıllık bir gecikmeyle de olsa Osmanlı Saltanatına son vermek olmuştur.
Atatürk’ün tasarladığı “Cumhuriyet” devletini pekiştirmek işinde ona, ikircikli davranmadan en hâlisâne ve güçlü desteği verenler de, saltanatçıların Bekdaşî diye alay ettiği İstanbul efendilerinin çocukları olmuştur. Ki bunlar arasında babam (Orhan Güran) ile onun dayı oğullarının emeği olağanüstü boyutlardadır.
Ancak nevar ki Atatürk’ün etrafı “kölemen” zihniyetli “saltanatçı” veya “mandacı”larla çevriliydi; ve de onların bütün amacı, çocuklarına mal mülk bırakmak veya ikbal kapısı açmaktan başka bir şey değildi. Onlar için “devlet” insanlara fayda sağlayan, onları besleyip çoğaltan bir araç veya hikmeti kendinden menkul bir baba idi… Dolayısiyle eğer “devlet baba” kendini korumazsa icabında onu yiyip bitirmek de mubah idi…. Yâni bu sorumsuz adamlar, devlet kurmanın ve yaşatmanın ne olduğunu daha doğrusu “devlet”in ne demek olduğunu bilmiyorlardı. Onlar “devlet”i bir Tanrı-Kral yönetimi gibi anlayan sorumsuz “mûtedeyyin” kimselerdi. Çünki Türk-Tarikat Sistematiği’nin müsbet seleksiyon rejimine ve/veya geleneğine yabancı kast ve kabile terbiyesiyle yetişmiş (Kürt, Çerkes vs.) insanlardı. Ve de son Osmanlıların yârânı ve bendegânı olan ailelerden, dinî cemaatlerden geliyorlardı… Babamın ve onun dayı oğullarının “milyonlar kazandırıyoruz” diye öğünüp şevkle güçlendirdikleri Atatürk Cumhuriyeti’ni soydukları gibi, bizim aile vakıflarını da -kitaba uydurarak- talan ettiler bu mahlûklar…
Atatürk kısacık ömründe, içinde bulunduğu iç ve dış şartlar muvacehesinde Batı’daki paylaşım ve tüketim düzenlemesi anlamındaki Hukuk Devleti’ni örnek almak zorunda kaldı. Halbuki sömürgeleri ve oturmuş bir üretim düzeni olmayan bir ülkede “eğitim”i öne alması ve müsbet seleksiyon anlamını da içeren yeni sistemler geliştirmesi ve bu arada mutlaka bir din reformu yapması gerekirdi. Ki nitekim ömrünün sonuna doğru, sonradan Köy Enstitüleri adını alan sistemler de tasarlamıştı… Ama bu eğitim düzenlemelerine ömrü vefa etmedi…
Dolayısiyle de kürt-mürt adlarıyla anılan kastlar, kabileler ve tarikat ismindeki cemaatler, yeni nesillerinden hukukçu ve iktisatçı yetiştirip Devletin yönetim ve yargı mevkilerine sokarak, bireysel sorumluluk ve ceza öngören Roma Hukuku mûcibince (gâyet yasal olarak) ülkeyi soydular. Yani kollektif çıkar gözeten etno-kültürel topluluklar “demokrasi isteriz!” diye diye devleti ahtapot gibi sardıktan sonra, bazı mensupları ceza görse dahi grupsal sömürülerine fiilen devam ettiler. Halbuki eski Romalılar bile yönetim ve yargı mevkilerine getirecekleri insanlarda, “ezber bilgi”nin ötesinde bir seçkinlik (meselâ feodal asâlet) arıyorlardı. Ama bizde, 1826’dan sonraki -yaklaşık- yüzyıl boyunca liyâkat, padişahların veya yârânının gözüne girmek sûretiyle yâni iltimasla belirlenmiş ve insanlar buna alışmıştı…
“Ne mutlu Türküm!” diye diye memleketi ve/veya Devleti soyan söz konusu topluluklar, Devlet zayıflayıp kendileri de semirince pek tabii ki başka -kültürel- kimlik arayışına girdiler. Şimdi artık gençler arasında -meselâ- Kürtlük daha fazla pirim yapıyor; çünki Devlet’in ordusuna karşı savaşan gençler çıkarabiliyor Güneydoğu’nun kastları, kabileleri…
Çünki hepsi de padişâhın kulları olan “Osmanlı”lar için sâdece dinî-kültürel cemaat kimliği sözkonusuydu. Bunlara “Türk” adını takmakla ve onları, Devlet’e aynı mesafedeki vatandaşlar saymakla hiçbirşey değişmedi. Atatürk’ün keskin “feraset” duygusu ile -bulabildiklerinden, görebildiklerinden- seçip yükselttiği değerli insanlar dışında onun ölümünden sonra da insanlar yalakalıkla, iltimasla yükselmeye devam ettiler. Çünki halk dalkavukluğu (popülizm) ile iktidara gelenler, pek tabii ki kendi dalkavuklarını, hısım, akraba ve huydaşlarını yükseltmeyi tercih ettiler.
Bürokratik yükselişlerini tamamlayan bu güruhların ikinci hamlesi, Devlet’in ve vakıfların mallarını, mülklerini yağmalamak şeklinde oldu. Ki bunlardan bazıları (meselâ DP. ileri gelenleri), Osmanlı’nın son zamanlarda verdiği “âyân” imtiyazları ile mülklenmişlerdi zaten…
Ondan sonra da üstüne oturmuş oldukları taşınmaz varlıkları karşılık göstererek yabancılarla ortaklık kurup memleketi, gâvur icatlarının pazarı ve de fason imalât alanı hâline getirdiler.
İşte bu gün gençlere örnek gösterilen “başarılı” insanlar bu insanlardır. Ki “başarı”ları memleketin çöküşü ve dağılması pahasına gerçekleşen bir başarıdır. Ve ben bu çöküş sürecine uygun veya uyumlu davranmadığım için başarısız görülüyorum birçok çevrelerce… Kaldı ki bürokratik mevki ve yetki sahibi olduğu halde babam da çok başarısız görülürdü, maaşı haricinde alış-veriş’lere girmediği için… Çünki biz “birey” olarak yetiştirilmiştik, onun için kollektif çıkar gözeterek yaşamaya alışmış grupların mensuplarını da birey olarak görüp yanılıyor ve yeniliyorduk. Birey insanlar ancak güçlü devletler altında yaşayıp güçlenebilirler ve de güçlü devletler teşkil edebilirlerdi; yani bu ilişkide de bir “feed back” etkileşimi söz konusuydu dolayısiyle de her şeyden önce hem “birey”i hem de “devlet”i etno-kültürel menfaat şebekelerinden korumak ve/veya kurtarmak gerekiyordu. Çünki “vefâ” dedikleri karmaşık (kompleks) duygusal borçlanmalarla biribirine bağlanmış insancıklardan müteşekkil olan bu topluluklar, hem aklın ve mantığın hem de buna dayanması gereken hukûkun kemirgenleri idiler…
Birinci kuşak “ne mutlu Türküm” diyenler artık kendilerini ya Avrupa’lı sanıyorlar ya da Avrupalılarca daha ilginç (elverişli) addedilen başka bir etno-kültürel kökene bağlıyorlar.
Hâlâ “ne mutlu Türküm” diyenler ve Atatürkçü geçinenler ise son tahlilde hasetçilik yapmaktan ve Atatürk’ü şahsi emelleri için bir put gibi kullanmaktan başka bir -müsbet- işe hizmet etmiyorlar.
Bu gün artık insanların seçilim (seleksiyon) kriteri para olmuş, parasal birikim olmuş… Yâni seçkin insanların Türklüğü mürklüğü kalmamış artık… Dolayısiyle Türklüğe mürklüğe özenen de kalmamış.
Onun için Türklüğe ve Atatürk’e -tarihî ve ilmi bir kavram veya fenomen olarak- sahip çıkmak isteyenler bu kavramları ona buna gözdağı vermek için değil -tekrardan- câzip hâle getirmek için uğraşmalıdırlar.
Önasya Türklüğünün tabiî ki özenilecek ve gıpta edilecek çok yanı vardır. Çünki o, sâdece pasif bir kültürü ve onun mensubu olan eşdeğer yaratıkları değil, insanların seçilim kriteryumunu da içinde bulunduran potansiyel -ve müstakil- bir devleti ifade etmektedir aynı zamanda…
Benim burada açıklamaya çalıştığım husus, bizdeki -feodal asâletle alâkası olmayan- objektif seçilim kriterlerini haiz Türklüğün Tarihî tarifidir aslında…
Bu açıklamalarım, sadece bir kültürün tarihini ve bu kültürün mahsulü olarak bir Türk tarifi vermemekte, aynı zamanda evrensel çapta birey- insan türetme tarihi ve tarifini de gözler önüne sermektedir.
Onun için TÜRK OLMAK ADAM OLMAK (VE/VEYA YOLA GİRMEK) DEMEKTİR aslında…
Son olarak şu noktayı önemli vurgulamak isterim ki, Küçükasya coğrafyasına, üzerinde genellikle Türkçe konuşulduğu için Türkiya, Turkay vs. denilmiştir. Daha sonraları bu dili konuşan insanlara da Türk adı yakıştırılmıştır.
Yâni buralarda her şeyden önce Türkçeyi yaşatan özgün bir sosyo-ekonomik oluşum veya dinamik sözkonusudur.
Yoksa -Ortaasya’dan- Ortadoğu’ya inmiş savaşçı kabilelerin genel adı Türkmen’dir. Çünki bu adı onlara çok eskiden beri İranlılar yakıştırmışlardır… Ve onlar hânedan olmuşlardır ama hiçbir zaman halk olamamış veya yaratamamışlardır. Hatta saltanat sâhibi olduklarında dahi kendi dilleriyle hükmedememişlerdir.
Onun için Malazgirt Savaşı veya Kurtuluş Savaşı ile kazanıldığı varsayılan bir Türklüğe kimse bel bağlamamalıdır. Ve de Türklüğün bir muzaffer ordu tarafından kurulmuş bir -çadır- devletin, hükümranlık bölgesindeki vatandaşlara verdiği (veya vurduğu) bir marka olduğu veya olabileceği zehâbına kapılmamalıdır.
Çünki “Savaş” gibi bir siyâsetle edinilmiş hükümranlık hakkı, yine bir siyasî manevrayla kolayca elden gidebilir; ve gitmektedir de…
Demek ki bir toplumun, onu halkeden bir iç dinamiği varsa, kendisine has bir dili ve adı olabilir. Ve Önasya Türklüğünü vâreden dinamik de aslında, Türk-Tarikat Sistematiği ve onun müsbet seleksiyon (inisiyasyon) usûlleri ekseninde gerçekleşmiştir.
Osmanlı, devlet dilini Türkçe olarak devam ettirdi ise, Türk-Tarikat Sistematiği’nin güdümünde devlet kurduğu içindir… Yoksa aile faziletinden dolayı değil…
Soysuz ve görgüsüz -ve de sonradan görme- insanların özlemlerini (daha doğrusu özentilerini) kullanmak suretiyle, saltanatları, hânedanları öne çıkararak tarihi çarpıtmak o kadar kolay ki…