TÜRKLERİN GERÇEK TARİHİNE KATKI

ALİ ERGİN GÜRAN’IN TÜRK TARİKAT SİSTEMATİĞİNE BAĞLI (SERBEST) KONSTANTİNİYYE FATİHLERİNİN SOYUNDAN GELİPDE SONRADAN BEKDAŞÎ DİYE DE ANILAN -VE ANADOLU BEKDAŞÎLİĞİ İLE KARIŞTIRILAN- ISTANBUL EFENDİLERİ VE HANIMEFENDİLERİNE HİTABEN YAPTIĞI ÇAĞRI VE AÇIKLAMALAR.

TÜM EVLÂDIMA TARİHİ İFŞAAT VE İZÂHAT - I

Çoğunuzla hiç yüzyüze gelmedik ama bu satırları hepinize hitâben bir tavsiye ve hatta bir vasiyet olarak yazmak istiyorum. Çünki bir defa Türkiye’de ortalama ömür olan 66 yılı devirmiş bulunuyorum. Sonra da etrafımda -kendi çocuklarım dahil- merâmımı anlatabileceğim aklı başında hiçbir akraba çocuğu bulunmuyor.

Halbuki atalarımız yazdıkları vakfiye şartlarında mütevelli olacak insanların bir kuşaktaki en liyâkatli kişi olmasını istemişler. Onun için ben de, bu yazdıklarımı anlayabilecek derecede aklî melekeleri güçlü, ferâset ve basiret sahibi olanlar arasından seçeceğim halefimi… Ve “evrâk-ı müsbite”yi ona devredeceğim. Aynı şahsiyet tabiî ki mahkemede de liyâkatini tescil ettirerek mütevelliliği hakedecektir.

Ama bundan evvel size, daha doğrusu, yazdığım bu açık mektup(lar) ile herkese, bir tarihi sırrı veya sırr olmuş (veya örtbas edilmiş) bir tarihi gerçeği açıklamak mecbûriyetindeyim.

Çünki ancak bu suretle hem -anlı, şanlı bir soydan geldiğimiz halde- şurda burda muhâcir gibi yaşamak durumuna düşmemizin temel sebeplerini anlayacaksınız hem de herkes, koskoca bir Dünya İmparatorluğu (Osm. İmp.) kurmuş olan Önasya Türkleri’nin nasıl bir “sosyal jenosit”e kurban gittiklerini öğrenecek. Ve böylece siz de bu ailevî ve toplumsal olayların içiçe cereyan ettiğini öğrenerek atalarımıza lâyık bilinçli bir birey (Ferdî) olacak hatta bir “inisiyatör” hâline gelip onlar gibi Türklüğe ve insanlığa öncülük yapabileceksiniz…

Aslında Türkler, insanımsıların (bir tür primatların) ritmik âyinlerle birlik duygusu (veya rûhu) kazandıkları ve bu suretle de beslenme ve üreme içgüdülerini frenlemeyi (ve/veya kontrol etmeyi) öğrenerek bu hususta Tabu’lar ihdas ettikleri Panteizm (Uluruhçuluk) dediğimiz insanlaşma zonunda fazla kalmış ve tarih sahnesine geç çıkmış halklardır. Ki onun için de dillerinde fazla (sekiz tane) sesli harf vardır. Yâni hiçbir amaca hizmet etmeyen ve sadece ağız akustiğinin değiştirilmesi ile elde edilen sesler fazladır Türkçe’de …

Ritmik âyinlerde zamanlamayı ve adımlamayı öğrenip zaman ve mekân ölçüsüne kavuşarak topluca ava çıkacak kadar akıllanmadan önce, genellikle erkek kurtların yavrularına getirdikleri ve inlerinin önüne boca ederek gittikleri, besin değeri yüksek ve hazmı kolay kusmukları ile beslenmişler, dolayısıyla de kurt’u totem (yani besleyen, koruyan kutsal hayvan) bellemişlerdir. Ki nitekim Türklerin bugüne kadar gelmiş olan komün yemeği Keşkek de, hem görünüş hem de muhteva olarak aynen kurt kusmuğuna benzemektedir…

Bu noktada ilk köpeklerin, Orta Asya steplerinde türemiş insanlar (Türkler) tarafından üretilmiş olduğunu söylemek hiç de yanlış olmayacaktır…

Buna göre demek ki Türklerin kafasında (mentalitesinde) mitolojik anlamda bir Tanrı’ya yer yoktur. Yâni mitleştirilmiş veya kişileştirilmiş bir Tanrı kavramı, Türk zihniyetine tamamen yabancıdır.

Mitoloji, ateşin kullanımı öncesindeki panteist hallerini unutmuş olan ve meditatif disiplinleri gözardı eden pragmatik birey insanın yaratmış olduğu bir düşünce sistematiğidir.

Muhtemelen Mezopotamya’daki “Yıldız Kültü”nden geliştirilmiş ve hem Doğu’da İran’a hem de Batı’da önce Greklere sonra da Roma’ya ihâle edilmiştir.

Mitolojinin kavramları (veya Tanrıları) muayyen vasıf ve işlevleri olan kişisel ve/veya mutlak (izafi olmayan) kavramlardır. Dolayısiyle böyle bir düşünce sistematiğiyle insanlara hükmeden bir kral da mutlakiyetçi ve giderek despot olmaya mecburdur.

Onun içindir ki Mezopotamya’nın gaddar Tanrı-Krallarıyla mücadele etmek üzere pek çok peygamber çıkmıştır o yörelerde…

Ancak nevar ki silsile takip eden ve bir öncekini tashih ve/veya tamamlamak iddiasında bulunan bu peygamberlerin çabaları dahi gaddar Tanrı-Kral’ların düzenine gerçek bir negasyon (anti-tez) oluşturamamış ve insanlığı günümüze kadar oyalamıştır.

Yâni bugünkü Batı Uygarlığında dahi hâla popülaritesini muhafaza eden Ortadoğu mahrecli dinler bile aslında Mitolojik zihniyeti aşamamıştır.

Çünki bir defa peygamber denilen bu din kurucuları, -en azından- Tanrı ile sözlü iletişim kurduklarını iddia etmekte ve sonra da -ulu bir kişiliği- tâzim anlamında -yönlü- ibâdet biçimleri uygulamaktadırlar.

Böylece her iki halde de Tanrı kavramını kişileştirmiş olmaktadırlar.

Halbuki diğer taraftan Hint kültürüne baktığımızda görüyoruz ki oralarda bir Mitoloji’den sözetmek mümkün değil… Tanrılar çok işlevli ve çok yüzlü… Biribirlerine karşı tavırları da değişken… Hatta biribirlerinin yerlerini almaları bile mümkün olabiliyor… Yâni izafiyet kuramı geçerli bu dinsel sembolizmde…

Kadîm Mısır’da da dini sembolizm böyle… Ve zaten hiyeroglif denilen yazılarda da aslında objeler davranışlarıyla birlikte anlatılmakta… Yani hiyeroglif denilen bu semboller aslında panteist insanın, objeleri hareketleriyle birlikte ifadelendirmesini aksettiriyor. Mesela Amerikan kızılderililerinin meşhur “Oturan Boğa” veya “Koşan Ceylan” sözcükleri gibi…

Eski Hint hiyerogliflerinin hâlâ okunamamasındaki veya deşifre edilememesindeki zorluk da buradan kaynaklanıyor herhalde… Çünki her sembol kendi başına -müstakil- bir fikri ifade edebiliyor…

Bu kültürlerde ibâdet demek, meditasyon yapmak suretiyle yükselerek Tanrı’ya yaklaşmak veya Tanrılaşmaya doğru gelişmek demek. Çünki Tanrıların ve özellikle de Varuna’nın, Brahman’ın Dharmakaya veya -Çin’deki- Tao’nun sâbit hatta tarifli bir kişiliği yok. Onun için de bunlara yönelik tâzim (ululama) anlamında bir ibadet sözkonusu değil… Bunlar bütün gökyüzü (Varuna) veya her şeyi özünden kuşatan ve kavrayan derûni bir varlık (Brahman veya Tao) gibi bir “yüksek mertebe”yi ifade ediyor aslında… Yâni sadece yanına yaklaşıldıkça tedrici olarak daha iyi idrak edilmekle birlikte, bu anlayış gücüyle ters orantılı olarak ifâde zaafiyetine düşülecek olan “transandantal limit” varlıklar bunlar… Onun içindir ki Batılıların genel olarak “mistisizm” adını taktıkları Doğunun dinsel disiplinlerinde, aynı ibadet ritüelini uygulayan cemaatler değil, gelişmişlik mertebelerine göre öğreti alıp ona göre terbiye usulleri uygulayan “ulûhiyet yolcuları” sözkonusu… Veda bildirileri, Upanişat öğretileri ve Aranyaka disiplinleri bunlardan başlıcaları…

Ayrıca Tanrılar arasında büyük Tanrının fonksiyoner tezahürleri (uzantıları) anlamında hayvanlar da var; ki bunların da panteist dönemden kalma totemler olduğu apaçık…

Yâni Hindisan’da (ve Kâdim Mısır’da da) geçmişini unutmamış ve dinsel düşünce sembolizmini panteist gelenekleri üzerinde inşa etmiş köklü ve total (bütünsel) bir insanlık kültürü sözkonusu…

İşte Türkler panteist Dünya’dan (veya çekirdekten) çıktıklarında önce bu kültürle tanışıyorlar. Ki bir kısmı hemen Budist oluyor.

Ama Arap-Çin çekişmesinin tam ortasında kaldıklarında ise Çin’in resmî asimilasyoncu politikalarına karşı direnmek üzere islâmiyeti kabul ediyorlar.

Ancak Arap Devletlerinin kölemenleri (memlûkları) olup “askerî kast” hâlinde tecritte yaşayanlar haricinde hiç kimse (hiçbir boy), Arapların ibâdet ritüellerini (sünnetlerini) kabule yanaşmıyorlar.

Çünki bir defa Şâman panteizminde tâzim şeklinde bir yönlü ibâdet sözkonusu değil… Kaldı ki bu insanlar eğilmeyi sadece esaret tavrı olarak anlıyorlar. Çünki Uluruh onlardan böyle bir davranış beklememiş/beklemiyor. Müştereken yaptıkları ritmik âyinlerde Uluruh’u sadece içlerindeki hoşnutluk ve güven hissi olarak algılıyorlar.

Yani panteist âyinler aslında sağaltıcı, diriltici nitelikte bir grup terapisi (veya meditasyonu) anlamını taşıyor. Ve Şâman da bunun inisiyatörü konumunda bir kişi… Onun içindir ki kendilerine sonradan büyücü de denilmiş.

Üstelik şâmanlık yolunda “uçma” seviyesine kadar uzanan bir çok mertebeler sözkonusu… Ve ayrıca da boylara, halklara lider olacak insanlar için “erginlenme” ve/veya “inisiyasyon” imitihanları mevcut…

Demek ki Türkler gibi esaret yaşamamış, teslim olmamış insanların, kendi evinin (Kâbe’nin) önünde (veya yönünde) yere kapaklanarak burnunu yere sürtmek süretiyle ibadet edilmesini isteyen bir Tanrı kavramına alışabilmeleri kolay değil.

Bu yadırgama, sadece bir gurur (veya nefis) meselesi de değil… Çünki panteist zonun saf ve mâsum insanına, tarih sahnesine çıkış aşamasında dayatılan Tanrı kavramı, mitolojik bir kişilik aslında… Yâni kendini bilmez (geçmişini unutmuş veya geçmişinden kopmuş) bir birey insanın -meselâ bir Robinson’un- hem kendi megalomanisini tatmin etmek, hem de ilkel insanları korkutup sindirmek için uydurduğu ve dayattığı bir kişilik…

Aslında ataerkil veraset hukûkuna geçmiş ve hânedanlar tesis etmiş düzenlerin, kendini Tanrı veya Tanrı’nın bir yakını sanan despot krallarının tahayyül ettiği bir “Tanrı” kavramı bu…

Ortadoğu peygamberlerinin bütün derdi, bu despot kralların (ve firavunların) Tanrı veya Tanrının yakını olamayacağını, aslında Tanrı’nın iyi insanları muhatap alıp onlara yardım edeceğini ispat etmek olmuş… Ama “iyi insan”ı tarif edemediklerinden veya daha da vahimi, -putperestlikten ve gök cisimleri tapıncından gelen- mahalli geleneksel ibâdet (Tâzim) ritüelleriyle Tanrı’ya yalakalık yapmakla iyi insan olunabileceğini (Tanrı’nın bunu istediğini) vaaz ettiklerinden dolayı, düşüncelerinin iyi dilekleri ile, ortaya çıkan realite arasındaki çelişki gittikçe bir antagonizmaya (çözümsüz çelişkiye) dönüşmüştür. Dolayısiyle de Tanrı-Kral’ların despotik yönetimleri, dindar krallar, sultanlar ve yönetimler tarafından -kitaba uydurularak- tekrar tekrar ihya edilmiştir; ve edilmektedir… Öyle ki bugün artık dini söylemler, insanları paralize ve hipnotize etmek için profesyonelce kullanılan bir “beyin yıkama” yöntemi ve vasıtası hâline indirgenmiş bulunmaktadır…

Bu temel zaafiyetinden dolayı Ortadoğu’nun semavî dinlerinin içinde, Kadim Mısır’dan ve Hindistan’dan kaynaklanan bir üstün birey insan seçme yetiştirme (inisiyasyon) programı daima var olmuş ve Tarikat adıyla dallanarak yayılmıştır.

Onbirinci yüzyılın başlarında kalabalıklar halinde gelerek yoğun bir şekilde kuzey-doğu Anadolu’nun iç kesimlerindeki yaylalara ve deprem faylarının açmış olduğu münbit ovalara doluşan Türkler, bu Tarikat sistematiğinin -sahtekarlığa prim vermeyen- en güzel örneklerinden birini oluşturuyorlar.

Burası Arapların zaptedemediği ve “Dârülharp” yâni harp alanı veya kapısı adını verdiği Rum (Bizans) topraklarıydı. Ve onun için de burada sadece -Hristiyanlığa dönmeden- yaşamak bile cihat yapmak anlamına geliyor ve bu insanlardan rutin ibadet (hatta Cuma namazı kılmalarıı dahi) beklenmiyordu.

Arapların kılıç zoruyla teslim alarak İslâmlaştıramadığı ve onun için de “mûminîn” dediği bu insanlar, Kaotik bir özgürlük ortamından Nizam-ı Âlem kurmaya kalkan bir dinamizm ve disiplin yarattılar.

Bizanslıların hristiyanlaştırıp asimile edemediği, Arapların da müslimîn yapamadığı bu Türkler, herşeyden önce panteist geleneklerinden oyun gibi, dans gibi -ritmik- ibâdet ritüelleri icat ederek yerli Rum ve Ermenileri cezbettiler. Ve böylece de müşterek bir folklorik zemin oluşmasını sağladılar. Ki ondan sonra da bu zemin üzerine “Türk-Tarikât Sistematiği”ni inşa ettiler.

Tarikât teşkilâtlanması yatay olarak üç kola ayrılıyordu: Kavliyûn (Sözsel disiplin okulu) Şurbîyûn (Sanatsal disiplin okulu) ve de Seyfîyûn (Askerî disiplin okulu) olmak üzere…

Bu teşkilâtlanma dikey olarak da kabaca dört mertebe öngörüyordu! Şeriat (Avam tabakaya öğretilen din), Tarikat (Daima olumlu işler yapan bireyin din anlayışı), Mârifet (kitlelere istikâmet verip keşiflerde bulunabilen kişilerin içtihâdi din yorumculuğu) ve de Hakikat (Peygamberlik mertebesi)

Bu teşkilatlanmaya göre, Tarikat mertebesine gelmiş biri, faal olduğu sürece yâni insani yolda cehd (gayret) gösterdiği, cihad yaptığı sürece ibâdet şartlarından muaf tutuluyordu. Ki bu karar, Arapların yorumuna göre dahi kitaba (Kuran ve Hadislere) uygundu…

Dolayısiyle de hangi dini cemaate mensup olursa olsun Tarikat mertebesine gelen herkes insaniyet yolunda yoldaş sayılıyorlardı.

Zaten onlar ibadet ritüellerinin yere ve zamana göre değiştiğini anlamışlar ve hatta din kitaplarında Tanrı emri olarak tarif edilmiş ibâdet şekillerinin bulunmadığını da öğrenmişlerdi. Onun için avâmın ibadet (şeriat) farklılıklarına hoşgörüyle bakmışlar dolayısiyle de Araplara göre anti-sünni (sonradan Alevi, Bekdâşi vs.), Bizansın Ortodoks kilisesine göre de heteredoks dervişler olarak nitelendirilmişlerdi…

Böyle bir özgürlükçü teşkilatlanma da tabii ki Rum ve Ermeni seçkinlerini derinden etkilemiş ve onların da geniş katılımını sağlamıştı. Özellikle Ermeni elitleri, güçlü Ortodoks ve Katolik kiliselerinin asimilasyon baskısından kurtulabilmek için Türk-Tarikat Sistematiği’ni bir sığınak gibi görmüşler ve bu Tarikata mensûbiyet ünvanlarını -günümüze kadar- Soy adı olarak kullanmışlardır. Meselâ Ekmekciyan, Zilciyan vs. gibi soyadları, Şurbîyyûn ekolünün bir dalına mensûbiyeti yâni Şurbiyân (Şerbetli) olduklarını göstermektedir.

Ve bilinmektedir ki şerbetli ünvanı, mesleğinde hiç hata yapmayacak kadar ustalaşmış insanlara verilen liyâkat pâyesidir aslında…

Sonradan Dânişmendiye diye anılan bu Türk yerleşim bölgesi aslında bir Dünya düzeninin nüvesi veya bir sivil toplum örneği karakterindeydi.

Onun için kısa zamanda Bizans tarafından hayâti tehdit olarak algılandı ve üzerine en büyük İmparatorluk orduları gönderildi…

Yâni 1071 tarihinde Emir ül Müminîn Alparslan’ın yardımına geldiği Türkler bunlardı aslında… Ve Malazgirt Zaferi’nin en önemli başarısı da bunların direnişinin taçlandırılması ve varlıklarının ispatı anlamını taşımasıydı…

12. Yüzyıldaki Haçlı Seferleri sırasında I. Kılıçarslan’a hem onbinlerce atlı savaşçı vererek hem de lojistik destek sağlayarak en büyük yardımı Danişmendiye yapmış ve Önasya’daki Türk varlığının teminâtı olmuştur.

Ama daha sonra Anadolu Selçukluları’nın Saltanat kurduktan sonra ortaya çıkan kölemen ruhu ve entrikacı siyaset anlayışı dolayısiyle, müteakiben onlarla da mücadeleye girişmişler, ve 1243’de başlayan Moğol İstilası sırasında işgalcilere karşı verdikleri bir nevi gerilla savaşı kapsamında işbirlikçi Selçuklu Sultanlığına da son vermişlerdir…

Türk Tarikat Sistematiğ’nin Osmanlı’dan önceki önderlerinden Seyfîyûn Pîri Hacı Bekdaş Velî, Şurbîyûn Piri Ahi Evran, Kavliyûn Piri Mevlâna Celâleddin Rûmi en meşhurlarındandır. Ve bu dönemde Şurbîyûn kolunun yâni esnaf ve zenaatkârların meydana getirdiği, mesleki disiplin ve rütbeleri düzenleyen derneğe de Ahîlik (Kardeşlik) denmektedir. Ki sonradan Osmanlı’da bunun yerini zenaatkârlar için Lonca’lar esnaflar için de Gedik’ler almıştır…

13. yüzyılın sonuna gelindiğinde Türk-Tarikat Sistematiği’nin nüfuz sahası bütün Kuzey Anadolu fay (deprem) hattı boyunca yayılmış hatta biraz güneye Ankara ve Kırşehir yörelerine kadar sarkmıştı.

Bu Türk Sivil Toplum coğrafyasının batı ucunda henüz politik entrikalara bulaşacak kadar büyüyememiş dolayısiyle de “Asabiyyet”i yâni örfî (etik) disiplini yüksek olan Osmanlı Beyliği bulunuyordu. Aklî ve bedenî (ritmik) melekeleri güçlü adamlardan anlıyorlar ve erginlenme seçilimi yapıyorlardı. Dolayısiyle de Tarikat’ın inisiyasyon (zâviye: çilekârlık)imtihanlarını yadırgamıyorlardı.

İşte Osmanlı bu sağlam coğrafî ve sosyal arkaplân’a dayanarak Batı’da fütûhata başladı. Ve bu özerk Şehir toplumlarına da hiç dokunmadı; öyle ki Yıldırım Bayezit zamanında bile Ankara’yı Kadı Burhanettin Ahmet diye bir zât yönetiyor ve emrindeki onbinlerce seyfîyûn “seğmen”ine güvenerek dış politika hakkında I. Bayezit’e akıl öğretiyordu… (Ama ne yazık ki Yıldırım Bayezit bu akıllara rağbet etmeyip burnunun dikine giderek Ankara’da Timur’a karşı perişan oldu)

Hatta tam tersi olarak Osmanlı, Türk-Tarikat Sistematiğinden çok şey öğrendi ve onun teşkilat ve prensiplerini benimsedi. Meselâ profesyonel silahlı güç bulundurma geleneğini bunlardan öğrendi ve onun için de ismine yeniçeri dedi. Sonra da adam olacak çocukları seçip ehli tarik yanında eğiterek devşirmeyi öğrendiler.

Onun içindir ki yeniçeriler hiçbir zaman Batıdaki anlamda bir hassa ordusu olmadı. Bir sivil toplumun inzibat gücü olma karakterini daima muhafaza edip Tarikat’in kavlîyûn kolunun büyüklerine de -padişahlar kadar- bağlı kaldılar. Onlardan Padişah kulları diye bahsedilmesi, bir “protokoler söylem”den başka bir şey değildi asılında… Nitekim halk ayaklanmalarında çoğu zaman halkın yanında yeralmış ve bazen de padişahın zorla indirilmesini hatta idamını gerçekleştirmişlerdir. Çünki onlar orijin itibariyle sivil toplum muhafızı veya inzibatıydılar…

Osmanlı hânedanının Türk-Tarikat Sistematiğine bağlı olduğu yükseliş döneminde İslâmiyet, “ehli tarik”in anladığı biçimde yâni hristiyanlıktan kesin bir farkla “Tevhid”cilik olarak anlaşılıyordu. Böylece de şeriat kuralları, günün realitesine ve akla uygun olarak çıkarılan ictihatlarla her zaman yenilenebiliyordu. Yâni bir bakıma dinî dogmalar, bilimin süzgecinden geçirilerek yeniden yorumlanabiliyordu. Dolayısıyle de bu yükseliş döneminde insanlar ve halklar gönüllü olarak kazanılabiliyordu.

Ancak temelde Batı zihniyeti ile olan büyük bir çelişki vardı: Ki meselâ bizimkiler faizi ve rekâbeti çok ayıp ve günah olarak görüyorlardı. Yâni borçlandırarak ezmek, pazarını kaparak kapatarak rekâbet etmek gibi taktiklerden habersizdiler.

Sonra da meselâ hristiyanların en akıllı, zeki çocuklarını seçip yetiştiriyor sonra da onları kendilerine ve tüm halklara baş (veya baştâcı ) yapıyorlardı.

Yâni farklı milletlerin gerizekâlı çocuklarını toplayıp, eğitimle kendilerine bağımlılık aşılayarak tekrardan o milletlerin başına oturtmak gibi halkları kültürleri “menfî seleksiyon”la çürütüp asimile etmek şeklindeki emperyal incelikleri(!) hiç öğrenememişlerdi.

Demekki, yükseliş döneminde Osmanlı Devleti hiç de sömürgen bir imparatorluğa benzemiyordu. Tam tersine küresel bir Dünya devleti yâni tam bir Nizâm-ı Âlem örneği idi. İnsanları mesleki ehliyetine ve insanî liyâkatine göre seçip eğiterek yükseltiyor; hatta çok defa padişahlar bile Hânedan’ın, Türk-Tarikat Sistematiği’nin inisiyasyon usullerine göre belirlenmiş bireyleri arasından seçiliyordu. Ve bu şekilde de birey insanlara aynı zamanda, diğer insanlara acımaları ve onları himâye etmeleri görevi yüklenmiş oluyordu.

Halbuki o sıralarda Doğu’da Sünni Araplarda ataerkil verâset hukuku İran’da da şiî mezhebinin imâmîyet soyculuğu (peygamber soyundan gelmiş olma) sanki insanî bir liyâkat kriteriymişcesine güdülüyordu. Ve üstelik bu durumu iyileştirmesi beklenen Arap ve Kürt Tarikatları da, ya soysal (babadan oğula) ya da huysal (şeyhten çömeze veya bendegâna) bir silsile tâkip ediyor ve dolayısiyle “menfi seleksiyon”a yolaçarak yozlaşıyordu…

Batı’da ise, Doğu Akdeniz’deki antik Grek sitelerinden başlayıp Avrupa’nın Atlantik kıyısı halklarına kadar uzanan bir şekilde Denizciliğin doğal seleksiyon (veya inisiyasyon) programı uygulanıyor ve insanlar bir nevi eliminasyon usûlüne göre ayıklanıyordu. Çünki denizcilikte, bedenî (ritm) ve aklî (sıralama) melekeleri sağlam olmayan insanlar boğularak eleniyor ve böylece sadece birey insanlar kazanmaya ve güçlenmeye devam edebiliyorlardı. Çünki tekne kullanmak at ve araba kullanmak gibi şartlı refleks geliştirmek anlamındaki alışkanlıklarla becerilemiyordu. Rüzgârın ve dalgaların aritmik, aperiyodik ve öngörülemez impulslarını sayma, sıralama melekeleriyle beklemek ve karşılamak gerekiyordu.

Onun için de Avrupa halklarında acımasız bir rekâbet ve eliminasyon usûlü gâyet haklı bir insanlık kriteri olarak görülüyor ve buna uymayan insancıkların ölümü ve köleleştirilmesi de gâyet doğal karşılanıyordu.

İşte bu günkü Dünya’daki emperyal rekâbet ve eliminasyon düzeni böyle bir zihniyetin ürünüdür. Sadece zamanla araçlar değişmiş ve Roma’lıların gladiyatör rekâbetlerindeki kılıçları yerine Yahudi’lerin Kalde-Bâbil uygarlığındaki “kastlar pazarı”ndan getirdikleri “sermâye” kullanılmaya başlanmıştır.

Ama bu sermâye denilen araç, hareketi kolay kolay tâkip edilip refleks geliştirilemeyecek kadar kalleş bir silâhtır. Öyle ki, bu silâhı kullanmakta ustalaşmak, ancak bütün insani duygu, düşünce ve gayretlerden vazgeçmekle mümkün olabilmektedir.

Yâni özetle diyebiliriz ki başlangıçtan beri üreme özgürlüğünü -geleneksel ve dinî kurallar çerçevesinde- doğal bir hak olarak gören insanlık Doğu’da birey insan seçme yetiştirme (inisiyasyon) usülleriyle sosyal düzeni sağladığı süreçlerde, nûfusu arttıkça istilâ hareketlerine girişmiş Batı’da ise denizciliğin eliminasyon usûlüyle rafine “birey toplumları” kurup Doğu halklarının düzenini menfî seleksiyon sistematiği ile alt-üst ederek onları köle deposu halînde kullanmıştır; Ve hâlâ da kullanmaktadır. Ama bu sırada sömürdüğünü tüketmek ve hazmetmek için de insanlıktan çıkarak (seksopatolojik ve obez olarak) insanî ilerlemenin önünü tıkamaktadır.

O halde uzaya açılma aşamasına geldiğimiz bu günkü tarihi noktada yapılacak iş evrensel insanî kriterleri tespit edip bütün halkların içinden bu kriterlere göre birey seçilimini ve eğitimini sağlamak dolayısiyle de istenmeyen doğumları kesinlikle engellemektir.

Her ne kadar din kitapları Tanrı direktifi olarak üremeyi (çoğalmayı) tavsiye ediyorsa da insanların eko-sistem’in doğal bir parçası olmadığı yâni insanlığın bir fauna kontenjanına tâbi ve mahkûm olmadığı bugün açıkça görülmektedir artık… Dolayısiyle buradan da, hem doğum kontrol olayının aklın icabı ve bedeli olduğu, hem de dinin hükmünün artık yürürlükten kalktığı (kalkması gerektiği), sadece ölü gömme ve ibadet ritüelleriyle mahalli folklorik etkinlikler olarak devam edebileceği gerçeği açıkça anlaşılmaktadır.

Bunun aksini iddia edenler insanlığın yükselmesini provoke ederek Tanrı’ya, daha doğrusu “Tanrısal yola” en büyük ihaneti etmiş olacaklardır/olmaktadırlar. Yoksa, dinlerdeki kıyâmet noktasını ve öbür Dünya kavramını, tarihi devirleri kapatıp -barışçı binyılların yaşanacağı- tarih ötesine geçme diye yorumlamak da mümkündür.

Kitlelerce benimsenmiş ve kanıksanmış (hatta felsefî ve teorik düzeylere yükseltilmiş) fikirler bazen realiteden öylesine koparlar ki, halkların oylarıyla işbaşına gelmiş politikacılar bile -onları- açıkça yönetemez hâle gelir ve istihbarat örgütlerinin gizli kapaklı tertiplerinin yalancısı durumuna düşerler. Çünki idealize edilmiş bir “kurnaz akıl”ın uydurduğu bu fikirler, beslenme ve çiftleşme gibi hayvanî etkinliklerden alınan biyolojik hazları -sanki bir insanî kazanımmış gibi- övünç ve sevinç vesilesi yapmaya çalışan hasetçi bir zihniyetin ürünüdürler. Dolayısiyle de, insanların biribirleriyle gönüllü olarak paylaştıkları sevinç duygusu ile biribirlerini kullanarak vardıkları -genellikle pazarlığa tâbi- şehvet hazzını (ve hırsını) karıştıran paradoksal fikirlerdir; yâni “fitne” dir aslında…

İşte onun içindir ki bir noktadan sonra “eğitim”in bütün usûl ve fikirleriyle süratle değişmesi/değiştirilmesi yâni bir Kültür Devrimi şart hâle gelir. Çünki aksi takdirde sinsi bir sabotaj ve terör savaşı bütün Dünya’yı sarar ve insanları şaşkına (ve/veya çılgına) çevirir. Ki Dünya bugün bu noktadadır: Milyarlarca insan, kitlesel bir hipnoz tesirinde, dinlerin müjdelediği(!) “kıyâmet”e doğru koşmaktadırlar.