İstanbul, 13.03.2006
Sayın…………………
Mufassal bir mektup yazıp buluşmaya dâvet ettiğim sekiz kişi arasından -saygıdeğer birey insan Fikret OTYAM’ın meşru mâzeret beyânını bir yana bırakırsak- yedisinin ne sesi ne sedâsı çıktı…
Böyle bir müşterek tavır, bir eşgüdüm neticesi olarak mı gerçekleşti bilmiyorum. Ve koordinatörünü merak da etmiyorum. Olsa olsa beni kötülemeye devam ederek, eskiden beri -teşhis ve telkinlerinde- hatâ yapmadığını ve mesleğinde (ispiyonaj) daima başarılı olduğunu kanıtlamaya çalışıp işini, itibârını kaybetmemeye çabalayan Devlet asalaklarından biri, veya onun adamıdır diye düşünüyorum…
Ama çok iyi biliyorum ki aydınların veya entellerin en kötü ve bulaşıcı hastalığı “küçümseme” denilen önyargı veya alışkanlıktır. Ki bu tavır aynı zamanda, söz konusu olan meseleleri çözümsüz bir “muamma” mesâbesinde karmaşık görerek (veya abartarak) sorumsuzluğa kaçmak -veya mesleki çalışmalarına olduğundan fazla önem atfetmek-anlamına da gelir.
Hiç kimse birikim, donanım ve alışkanlıklarının esiri olarak birileri tarafından kullanıldığını (veya görevlendirildiğini) kabul etmeyeceğine göre şimdi sizlere tamamen özgür hatta saf ve mâsum (kurnazlığa tenezzül etmeyen) insanlar olduğunuz varsayımına binaen soruyorum: Kendinizi mi?!.. Beni mi?!.. Yoksa hem kendinizi hem de beni mi küçümsüyorsunuz?!.. Ve de ortaya çözümsüz bir “muamma” mı getirdiğimi düşünüyorsunuz?!..
Halbuki ben, gözümüzle gördüğümüz ve yaşadığımız Küresel Kültür Krizi’ni bir problematik hâline getirerek Küresel Kültür Devrimi’nin direksiyonuna geçmeyi teklif etmiştim sizlere… Bu problematik Batılılar için bir “muamma” anlamına gelebilirdi. Çünki onlar din ile bilimin kategorik ayrımına dayanan “düalizm” bazında eğitilmişlerdi; ama bizim gibi “tevhid” prensibiyle yetişmişler için bu iş tarihi bir görevdi.
Yâni söz konusu muammayı (problematiği), problemler dizisi hâline getirerek çözmek Batılı düşünürlerin, çatlak kafalı (düalist) bilimcilerin harcı değildi. Bu konuda onların yapabileceği “Uygarlıklar Çatışması” , “Dinlerarası Diyalog”, “Ilımlı İslâm”, “Büyük Ortadoğu Projesi” vs. gibi spekülâtif kurgularla oyunbazlık yaparak halkları ajite etmekten ve ortalığı karıştırmaktan başka bir şey olamazdı.
Ama biz “tevhid” ilkesine sahip tek-ve son-dinin mensupları olarak tarihte daima bilimi din ile iç içe mütâlaa etmiştik. Dolayısıyla bizim kafamızda bugün de bu alışkanlığın izleri vardır. Yâni biz geçmişte, bilimsel buluşları İslamî dogmalarla (nasslarla) izah-veya tevil-etmeye çalıştığımız gibi aynı zamanda sözkonusu dogmaların bilimsel (ve/veya mantıkî) izahlarını da yapmaya uğraşmış ve hâlâ da uğraşmakta olan insanlardık…
O halde demek ki-din ağırlıklı-bugünkü kültürel bunalımda bizim büyük bir sorumluluğumuz vardır.
Ancak “tevhid” ilkesinden vazgeçtiğimiz takdirde bu sorumluluktan kurtulabiliriz; ama o zaman da İslâmîyet, sâdece dogmalardan müteşekkil bir din olarak Hristiyanlığa hatta Museviliğe dönüşür veya rücu eder; ki gericilerin de ister istemez yaptıkları budur aslında …
Yâni “tevhid”cilik (monizm), dogmatizmle çelişen bir prensipal tutumdur. Tevhid çabalarından vazgeçmiş bir İslâmi akımın giderek Hristiyanlığın bir kilisesine veya bir keşiş tarikatına dönüşmesi kaçınılmazdır. Nitekim bu dönüşüm açıkça yapılmasa bile, islâmi halkların geleceklerinin ve hatta kaderlerinin Hristiyan yönetimlere bağlanması şeklinde gizlice ve tedricen gerçekleştirilmektedir aslında… Tevhid’in ya cihat ve fetihlerle ya da insanların giderek artacak olan gönüllü katılımlarıyla (mühtedî’likle) gerçekleşeceği iddiası ise artık tamamen ham bir hayaldir…
Bizim tarihimiz, adına ehl-i tarik de denilen “Tevhidciler”ile adına şeriatçiler veya Sünniler de denilen “Nasscılar”arasındaki mücadele tarihidir aslında…
Bizdeki saltanat-tarikat çekişmesi aslında nass’lara olan inanç ile “tevhid” prensibi mûcibince düşünme eyleminin çelişkisinden kaynaklanan nass’cı-tevhidci mücadelesinden başka bir şey değildi. Ve uzunca bir süre ilerlemeyi, büyümeyi sağlayan “diyalektik çelişki” karakterini muhafaza etmişti. Çünki o sıralarda -aynı sülâleden de olsa-sultanlar da tarikatın denetiminde liyâkate göre seçiliyorlardı.
Ama kopuk (kanûnî) Sultan Süleyman ile başlayan süreçte hânedan giderek, gelenekleri klişeleşmiş bir kast hâline gelince, resmî İslâm da bir nass’lar manzûmesi şeklinde dogmatikleştirildi.
Yani Osmanlı tamamen, Doğu tipi bir saltanat veya Batı tipi bir monarşi hâlinde katılaşınca ve aynı sırada bilim de Batı’nın öncülüğünde “pozitivizm” anlamını kazanınca saltanat-tarikat çelişmesi bir kör döğüşü, nass-tevhid çelişkisi de antagonizma (çözümsüz çelişki) hâline geldi.
Bunun neticesi olarak gelinen “İstanbul-1826” vakasında da-dogmatik-Hıristiyanlığın Osmanlıya verdiği büyük destekle tevhid’in (Türk-Tarikat Sistematiği’nin) yolu kesildi; ve tevhidciler (ehli tarik) tasfiye edildi. Ki bu noktadan sonra da İslâmiyet -resmen- Hristiyan’lık gibi dogmatik bir din hâline dönüştürüldü…
Yâni demek ki “İstanbul-1826” olayı aslında, Türkiye ve insanlığın yakın zamanlardaki en büyük felâketi sayılmalıdır.
Çünki şimdiye kadar hiçbir düşünür, sosyal jenosit anlamındaki bu meşum olaydan-sanki dilleri tutulmuş gibi-ciddi bir şekilde söz edememiş ve üstelik ondan sonra Dünya’da meydana gelen -anakronik- olayları (başarısız sosyolojik deneyleri, mükerrer savaşları) teorik bir bütünlük içinde açıklayabilen de çıkmamıştır.
Çünki Osmanlı İmparatorluğu 19.yüzyılın başlarına kadar bir özgürlükler bahçesi ve kültürler mozayiği olarak herkesin gıpta ettiği hatta hasetle baktığı evrensel bir -ve tek- örnekti. Dolayısıyla örnek -şeytanî bir tertiple- ortadan kaldırılınca (veya tahrip edilince) herkes şaşkına dönmüştü.
Bu örneklik durumunu, Seyfîyûn (yeniçeriler), Şurbîyûn (lonca ve gedikler) ve Kavlîyûn (dergâhlar) kollarına sahip Türk Tarikat Sistematiği yâni dînin tevhidci kanadı sağlıyordu. Çünki onlar ibadet ritüellerini nass olarak kabul etmiyor ve -fetiş ve sembollerden sarfınazar- geleneksel ve kültürel ibadet çeşitliliğine hoşgörü ve saygı gösteriyorlardı. Ve de bu çeşitlerin bir gün bir şekilde uzlaşarak tek Tanrı’ya giden doğru yolu inşa edeceğine veya gerçekleştireceğine inanıyorlardı.
Nitekim Hz. Peygamber Kuran’da Tanrı emri olarak belli bir ibadet ritüeli tarif etmemişti. Arapların “farz” dediği ibadet biçimleri aslında Hz. Muhammed’in tercih ettiği bir sünnet yani gelenekti. Araplar bunu, mantıkî bir çıkarımla, daha doğrusu sembolik mantığın transitif özelliğine dayanarak bir nass gibi kabul etmişlerdi. Halbuki bu mantık özelliğinin “genel geçer”liği yoktu; hatta bunu genel geçer kabul etmek çok sakıncalıydı…
Aslında Hz Muhammet’in seçtiği ibadet (namaz) biçimi “akıllanmış insan”ın icat etmiş olduğu en eski ve yaygın yâni evrensel bir ta’zim (ululama) biçimiydi. Ki bütün gök cisimleri (Güneş, Ay, Yıldızlar) kültlerinde, hatta Yahudi peygamberlerinin davranışlarında yere kapanmak (secde), en derin ululama ve tapınma anlamını taşıyordu. Onun için bu davranış insanlığın en evrensel ibadet sünneti (geleneği) olduğu iddiasıyla rahatça Tanrı emri olarak Kuran’a kaydedilebilirdi. Kaldı ki Kuran zaten sâdece akıllı insana hitap eden bir kitaptı.
Hz. Muhammet’in fiilen uyguladığı “namaz” ibâdetinin Tanrı emri olduğunu iddia etmemesi “dâhice bir sezgi”ye delâlet ettiği gibi aynı zamanda onun samimiyetinin ve mâsûmiyetinin de delilidir. Çünki “vahiy” durumunda kendisine mâlûm olan söz kalıpları, ritmik (şiirsel) bir özellik taşıdığı için, bu sözlere refâkat eden bir bedensel güdümü (ritm melekesini) de içinde hissediyor, dolayısiyle de bunların dışarıdan empoze edildiği (vahyedildiği) zehâbına kapılıyordu.
Bu zehap, o zamanki ve o toplumlardaki bilgi anlayışına göre hiç de yanlış değildi. Çünki o anlayışa göre bilgi sâdece söze bağlı bir mevhumdu; ve sözün (konuşmanın) çıkışından beri bütün bilgiler ancak şiirsel ifadeler olarak (ritmik kalıplar veya vezinler içinde) insanların hâfızasına kaydedilmiş ve -ritmik bir rezonans hâlinde- nakledilmişti. Dolayısiyle de kolayca hıfzedilebilecek şekilde (şiirsel olarak) ifadelendirilen “tahattur”, tanrısal bir bildirim sayılabilirdi. Kaldı ki sözsel ve özellikle de şiirsel çağrışımlar insana hayâlet de gördürebilirdi.
Ama namaz veya salât denilen ibâdet biçimi ritmik olmadığından, Hz. Peygamber böyle bir bedensel güdüm hissetmemiş ve onun için de ulu bir varlığa karşı yapılabilecek en yüksek ta’zim biçimi anlamındaki “namaz” ibâdetini -bile- Tanrı’ya atfetmemişti.
Bugünkü “post-rasyonalizm” veya “aklîlik sonrası” diyebileceğimiz devirde artık anlıyabiliyoruz ki insanlığın “aklîlik öncesi” veya “panteist zon” diyebileceğimiz zaman ötesi bir katmanı daha vardır. Ve de burada insanlar “ritmik davranma” şeklinde ister istemez (bir ızdırar hâli olarak) -bir nevi- ibadette bulunur veya Tanrı’yı tesbih ederler. Yâni bir bakıma Tanrı, insan için şart koştuğu ibâdet biçimini herkese sözsüz (dolaysız) olarak vahyetmiş ve/veya fiilen kabul ettirmiştir. Zaten artık biliyoruz ki “düşünce” olayı sembolik (matematiksel) mantık olarak “söz”den önce de vardı; ve “söz”den sonra da varolacaktır. Tanrı, bir başlangıç noktası veya bir “ilk neden” ise, yarattığı mahlûkâtın tekâmül ederek kendine geri dönmesinin -zaman boyutundaki- yolunu veya programını da peşinen (tartışmaya mahal bırakmayacak şekilde) döşemiş olmalıdır herhalde… Yoksa hem sözlü mesaj gönderip hem de yönlü ibadet (rükû ve secde) yapılmasına gözyumarak insanların merâkını celbettikten sonra, “beni ve yerimi tasavvur etmeye kalkmayın!” diyen bir Tanrı, olsa olsa insanları şaşırtmaktan hoşlanan mûzip bir “kişilik” çağrıştırır.
Biz bu bilince, aklın esas faaliyetinin “sayma-sıralama” işlemi olduğunu anlayıp suni beyinler (bilgisayarlar) yapmakla birlikte, insanın da ateşin kullanımı -ve “söz”- öncesinde yaptığı ritmik âyinlerle aynı işlemi gerçekleştirerek akıllandığını idrak etmek sûretiyle ulaşmışız.
Onun için artık insanlık, “aklın bilincine varmış birey”ler yaratarak, dinlerin “öbür dünya” dediği kozmik (uzayla ilgili) sahaya geçmek üzere, hem çenesi düşük akıllı (ve kurnaz) insanın mugâlâtalarından hem de onun dîninden (dinlerinden) kurtulmak zorundadır.
Aslında dinler arası çelişki sâdece kıyâmete (mahvolmaya) gidişin düzenlenmesiyle ilgilidir. Ama din ile bilim (veya gerçekler) arasındaki antagonist (ölümcül) çelişki insanın “akıllı ve konuşan varlık” olarak zuhûr ettiği dogmasından kaynaklanmaktadır.
Yâni bizim -silsile tâkip eden- Ortadoğu dinleri ve onların kitapları, insanın “sözden anlayan, beslenme ve çiftleşme etkinliklerini de aklıyla kontrol edebilen varlık” olduğu iddiasını gütmektedir; ve bu iddiaya bağlı olarak, mahşer ve/veya kıyamet gibi bir topluca mahviyet (yok olma) noktasını veya “kader”ini de öngörmektedir. Onun için de, bu kötü kaderin (veya antagonist çelişkinin) baş müsebbibi olarak, Şeytan adındaki ekstra bir mit’e gerek duymaktadır. Ve sonra da maddi olmayan bir âlemde -hesapların görülüp nefislerin islâh edileceği- ebedî hayat vaadi ile insanlara teselli reçetesi sunmaktadır.
Halbuki bu çelişkinin bilimsel izahı, aklın ve konuşma becerisinin, beslenme ve çiftleşme etkinliklerine set çeken (tabu koyan) ritmik davranma izdırârından neşet ettiği, dolayısıyla sebebi (tabuları) sonuçla (akılla) kontrol etmeye çalışmanın antagonizma (çözümsüz çelişki) yarattığı şeklindedir.
Onun için de bilim bize, antagonist yapısından dolayı dogmatik bir din anlayışının -son tahlilde- kabûlünün akıl kârı olmadığını, böyle bir kabûlün insanlığı, sayıları çok arttığı zaman -içgüdüsel olarak- topluca intihar eden hayvan türlerinin seviyesine indireceğini söylemektedir aslında… Zaten Doğu’nun mistik doktrinleri ve meditasyon teknikleri de bize, aklın sonradan kazanılmış bir fonksiyon olduğunu, “bütün”ü kavramak ve subjektif takıntılardan kaçınmak için insanların bundan (akıldan) kurtulma -ve yeniden kavuşma- yollarını öğrenmeleri gerektiğini de bildirmektedir.
Dolayısiyle buradan da, beslenme ve çiftleşmenin çok kolaylaştığı, obezliğin ve fuhuşun olağanüstü arttığı günümüzde dinlerden ve/veya dînî mugâlâtalardan bir an önce kurtulmak gerektiği anlaşılmaktadır.
Ancak nevar ki dinciler (yani gericiler) bu çelişkilerin eski zamanlara (dinlerin ilk zamanlarına) dönerek giderilebileceği iddiasıyla -ve hayaliyle- büyük bir direnç göstermektedirler.
Uzaya açılmanın yolunu bulduktan sonra hâlâ, sonunda yok olmayı (kıyâmeti) öngören bir hayat felsefesine (dine) inanmaya ve onun icaplarına göre yaşamaya devam etmek, hayvanların bile tenezzül edemeyeceği kadar düşük bir ahmaklık seviyesidir; ki bunun da müsebbibi “kapitalizm” denilen gayri insanî-ekonomik-düzendir. Yani aklın, -kurnazlık yapmak ve rekabet etmek amacıyla- kötüye kullanılıp hayvanî hazlara tutsak edilmesiyle birlikte insanlara, pişmanlık hallerini geçirip tesellî bulmaları için “din” adı altında bir daha zaman ve enerji harcatarak insanî ilerlemeyi engelleyen (ve zaman zaman durduran) bir düzen…
Dinlerden kurtulmak istemek hiçbir zaman Tanrı’yı inkâr anlamına gelmez. Çünki “Tanrı tektir” dogması veya “her şey Allahtandır” nass’ı, aynı zamanda bilimin de inkâr etmediği hatta bütün düşünce sistemlerinin dayandığı tek bir temel aksiyom veya bütün olayların neşet ettiği ilk sebep olarak onayladığı bir kabûldür. Kaldı ki Tek Tanrı inancı, aslında, uluruhçu (panteist) evreden geçerek akıllanmış ve birey olmuş bütün insanların ortak -sezgisel- kabûlüdür.
Dolayısiyle Ateizm (Tanrıtanımazlık) denilen uyduruk akım, “dağına küsmüş tavşan” misâli ilgisizlikten yakınan şımarık insanların (veya şımarıklık evresindeki insanların) çıkardığı bir modadır aslında…
Ayrıca dinlerin “Âhiret inancı” dogması da aslında insanlığın kadîm ve/veya evrensel bir kabûlüdür. Ki bunu da bugünkü fizik ve biyoloji bilgilerimizle izah etmek ve insanların uzay yaratığı olarak geçirecekleri -zaman dışına taşan- evreleri ifâde eden mantıkî bir perspektif şeklinde anlamak dolayısiyle atalarımızın derin sezgisine hak vermek mümkündür artık…
Son tahlilde demekki “İstanbul-1826” olayı, son dinin (islâmiyetin) tevhid kanadının kırıldığı, Mora, Mısır, Bulgaristan gibi ülkelerin emperyal birlikten koptuğu, birlik içinde kalan diğer din ve mezhep cemaatlerinin de başlarının çaresine bakmaya çalıştıkları dolayısiyle de dinler devrinin -teorik olarak- bittiği tarihi dönüm noktasıdır aslında…
Onun için, o zamanın tevhidcilerinin (Türk Tarikât Sistematiği Mensuplarının) torunları olarak bugün bizim yapabileceğimiz iş, dinin paradoksal dogmalarını teşrih ve teşhir ede ede dogmatik dini pratikte de düzenli bir şekilde-bütün Dünya’da–bitirmektir.
Ama nevarki bunun için en azından 1826 öncesinin İstanbul efendileri ve çelebileri seviyesinde ilerici aydınlara ihtiyaç vardır. Yâni sâdece Hz. Peygamber’e hürmeten uygun zamanlarda namaz kılan, Hac’ca ihtiyarlayınca (emekli olunca veya yoldan kalınca) ve de ihtiyari olarak giden, halkı daima hacılarla alay eden “karagöz” oyunu vasıtasıyla-dogmatizme karşı-uyaran ve en önemlisi de halka dalkavukluk (popülizm) yapmayan aydınlara…
Halbuki bugün laik ve Atatürkçü geçinen aydın taslaklarının çoğu, Arabın sünnet ve nass’larını içlerinde saklayan “takiyyeci yobaz” dan başka bir şey değillerdir. Üstelik bunlardan bazıları almış oldukları “müsbet ilim” eğitimi ile düalizme de alıştırılmış olduklarından, Batı düşüncesinin -gizli- acentası gibi davranmaktadırlar. Öyle ki bunlar -prensip olarak- bilimcilerle sâdece bilim, dincilerle de sâdece din konuşarak “icra-i sanat” eylemekte ve böylece bilimsellik kisvesi altında dinin -Batı’daki gibi- muhtâriyetini ve dokunulmazlığını savunmaktadırlar. Sonra da “çatlak kafa”larıyla “darbe”ler yapıp “laik-demokrasi”’yi düzelttiklerini/düzeltebileceklerini sanmaktadırlar.
Bunlar bir yandan, demokrasinin bir icâbı olarak halkın din ve ibadet anlayışına uyduklarını ifade ederek kendilerini mâzur göstermeye çalışmaktadırlar. Ama diğer yandan -azınlık da olsa-büyük bir Alevi- Bekdaşî kitlesinin ibadetlerini hem de panteist kökenli ritmik ibadetlerini görmezden gelmektedirler. Ve böylece de aslında resmî dine yâni “çoğunluk dogmatizmi”ne destek vererek teokratik despotizme dâvetiye çıkarmaktadırlar.
1826’dan önce çoğunluğa hâkim olan -ve icâbında padişahları bile idâma götüren- ilerici bir zihniyetin bugün âdeta yok olmasını ancak, insanların örf ve âdetleriyle birlikte soyunu sopunu unutacak kadar büyük bir travma geçirmiş olmalarıyla izah etmek mümkündür. Ve bunda biraz da, “Kan-Kabile Türkçülüğü” modasının rolü olsa gerektir… Çünki 1826 tarihinden önceki seyfîyûn (yeniçeriler), şurbîyûn (esnaf ve zenaatkârlar), kavlîyûn (efendi ve çelebiler) kollarıyla Türk-Tarikat Sistematiği’nin yâni Türk Sivil Toplumu’nun sahip olduğu popülâsyon ve etkinlik, Hânedân’ın yâran ve bendegânının oluşturduğu popülâsyon ve etkinlikten kat be kat üstündü… Ne hazin bir tecellidir ki bugünkü hâkim zihniyet, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün bütün çabalarına rağmen -sadece makyaj yenilemiş olarak- tekrardan, son padişahların teslimiyetçi zihniyeti ile özdeşleşmiş ve onların rotasına oturmuştur…
Onun için gelin silkinin (veya titreyin) de artık şu meseleyi (problematiği) tevhidçi atalarımızın 1826’da bıraktığı yerden ele alıp, aradaki büyük anakronizmi de aşarak, insanlığı dogmatik din anlayışından “bilimsel ulûhiyet rotası” anlayışına atlatacak Küresel Kültür Devrimi’ni başlatalım… Ve bunun için de herşeyden önce gençlerimizin, insanlığın orijinal oyunlarını doğaçlama olarak oynamalarına olanak sağlayacak Panteist Zon Kulübü’nü kuralım… Çünki bütün yenilikler mutlaka bir doğaçlama “oyun”a endeksli olarak doğar/doğmuş ve gelişir/gelişmiştir…
Gözde büyütülecek bir durum yok… Biz -tarihen ve ilmen sorumlu Türk’ler olarak- insanlığın kültür devrimini (ve entegrasyonunu) başlatmaya mecburuz.
Çünki davranış disiplini ile geri etkimeli (feed back) bir şekilde bağlantılı olmayan bir bilim anlayışının -önünde sonunda- dinin yönlü (hatta fetişli) ibadet ritüelleri tarafından -yaratılan- bir düşmana (şeytana) karşı güdümlenmesi, Batılıların düalist zihniyetinin (veya çatlak kafalarının) kaderidir.
Diğer yandan Allah’a yapılan ibadetin, yabancı güçlü mercilerce (Hristiyan ve Yahudi) hoşgörüyle karşılanıp saygı gösterilmesini hatta himâye edilmesini dilemek de apaçık (somut) bir “şirk”tir.
Demek ki “tevhid” ilkesinden vazgeçmeyen ve dogmatik (nasscı) -ve de konformist- yobaz olmayı kendilerine yediremeyenler için iki yol vardır: ya müşriklerle savaşıp şehid olarak- muhayyel bir cennet uğruna- ölmek, ya da son dinin bilime açılan kapısından (tevhid prensibi) çıkmak suretiyle, bütün dinleri bitirip, “dinler sonrası” veya “tarih sonrası” anlamındaki “Öbür Dünya”ya geçmek…
Şayet dâvetime sâdece protokoler açıdan kendinize yakıştıramadığınız için icâbet etmediyseniz ziyanı yok; bundan sonra faks ve e-mail vasıtasıyla da fikrî temas sağlayabiliriz. Hatta herhangi bir yerde sohbet toplantıları da düzenleyebiliriz… Yeter ki ciddi ciddi düşünüp davranmayı göze alabilin… Yoksa “Ne mutlu Türküm diyene!” gibi sloganların üstüne yan gelip yatmakla biryere varılamaz. Bunun adı “konformizm” dir; ve ciddi aydınlar için utanç verici bir durumdur. Bu sloganın içini doldurmaya Atatürk’ün ömrü kifâyet etmemiştir. Herkes bilir ki Atatürk kısacık ömründe Türklüğü tarif etmek için büyük çaba göstermiş ama bir senteze varamamıştır.
Kaldı ki tarihi kökene sahip bilinçli Türkler de, etrafını sarmış olan ittihatçı bakiyelerini aşıp kendisine ulaşamamışlardır.
Orta Asya’da “türe”miş olan Türklük de, Anadolu’daki Tarikât Sistematiği’nin üretmiş olduğu Türklük de aslında insanlık anlamını taşıyordu. Ve bütün insanlığı birleştirme amacını güdüyordu. Ama Batı’daki ırkçılık akıma kapılınıp -İslâmi perspektif gibi- bunun da anlamı daraltılınca, ortaya eşit haklar talep eden birçok millet müsveddesi çıktı tabii ki…
Onun için bugün Türklüğü yine insâniyet meselesi olarak ortaya koyduğumuzda, Kürtlük-Mürtlük gibi “politik konu”ların gündemde öne çıkması/çıkarılması imkânsızlaşacaktır.
Ondan sonradır ki “Ne mutlu Türküm diyene” sözü -tekrardan- çekici bir slogan hâline gelebilecektir…
Görülüyor ki aydınların, analiz ve temyiz kabiliyetini bozan ve onları alınıp satılan bir metâ mesâbesine indirgeyen “kültürel konformizm”, “meslekî kariyerizm”, “politik oportünizm” diyebileceğimiz ölümcül hastalıkları da sözkonusudur.
Onun içindir ki bir ülkedeki aydınların sağlığını kontrol etmek ve onların kayıpları hâlinde yerlerini doldurmak üzere “adam” üreten “Panteist Zon Kulübü” ne ihtiyaç mübremdir…
Son olarak giriştiğimiz işin önemini ve vazgeçilmezliğini basit bir şekilde şöyle anlatmak istiyorum:
Batı’da “Rönesans” tan beri ortaya konmuş olan insâniyetle ilgili bütün fikirleri, aslında sâdece iki akım adı altında toplamak mümkündür: Ütopizm ve Kritisizm… Bizim aydınlarımızın -bilinçsizce- içinde debelendikleri iki ana akım (veya akıntı) budur işte…
Bunlardan birincisi, benzerlere sunulan “görüşlerde anlaşma” önerileri, diğeri ise “karşıtları azdırma ve toparlama” bildirileri anlamındadır. Ve de “benzemeyenler” veya “karşıt olanlar” diye bir “modül”ü inkâr ettiklerinden dolayı pek çeşitlidirler. Yâni diğer bazı insanların kaderleriyle oynama hakkını kendilerinde gördüklerinden dolayı “sırtlarında yumurta küfesi yoktur”.
Onun için de böyle fikirlere katılma, katılmama veya karşı olma, benimseme gibi bir tavır belirleme mecbûriyeti söz konusu değildir. Çünki daima bir alternatif fikir bulunabilir; ve herkes de daha iyi bir fikir beklentisi içinde -“fikir özgürlüğü” çatısı altında- rahatça vakit geçirebilir. Zaten söz konusu olan bütün bu fikirlerin hayata geçirilmesi için de muayyen bir güç birikimine ihtiyaç vardır.
Ama benim sizleri birer şahsiyet olarak yani Sn. Vural SAVAŞ, Sn. Mustafa ALABORA, Sn. Nejat ESLEN, Sn. Fikret OTYAM, Sn. Metin AKPINAR, Sn. Toktamış ATEŞ, Sn. Onur ÖYMEN ve Sn. Tuncay ÖZKAN olarak muhâtap almak suretiyle sözkonusu ettiğim olay ise bir “inisiyatif” meselesidir. Yâni insanlığın, -hayvanlar âleminden farklılaşmaya başladığı- ilk çıkışıyla veya oluşumuyla ilgili (bağlantılı) evrensel bir olay ve/veya problematiktir. Ki bu inisiyatif de, tek kutuplu emperyalizmin uygulamaya başladığı “güç inisiyatifi”nin “anti-tez”i durumundadır.
Onun için sizlere anlatmaya çalıştığım fikirlerin alternatifi yoktur. Çünki “güç inisiyatifi”nin alternatifi yoktur; ve alternatif çıkmasına imkân da bırakmamaktadır.
Aslında “finansal-askeri güç” inisiyatifi, Ütopist yazar ve düşünürlerle geri etkimeli (feeb-back) kapalı sistem oluşturmaktadır. Yâni onlar, hem somut çıkarları çerçevesinde Ütopistlere mâkul ve mantıklı görünen senaryolar ısmarlamakta, hem de Ütopist’lerin hayâli senaryolarından beğendiklerini -satın alarak- realize etmeye çalışmaktadırlar. Ki düşünürleri büyük bir maddi câzibe merkezi olarak kendine çeken böyle bir sistem aynı zamanda, hem “eleştiri” yöntemini lüzumsuzlaştırmakta hem de “zırıltı” çıkaran eleştirmenleri marjinal kılmaktadır. Yâni direksiyonu (yönü) kontrol edilemeyen ama kapitalistlerin kâr hırsından dolayı da genellikle sömürüye ve gericiliğe yönelen bir inisiyatiftir bu…
İşte bundan dolayıdır ki Mezopotamya’nın Zorba Tanrı -Kral’larından gelen böyle bir düzenin anti-tezi de ancak Ateş öncesine kadar uzanan “Panteist Zon”da bulunabilmektedir.
“İnsanlaşma inisiyatifi” diyebileceğimiz bu anti-tez, aslında sürekli bir düşünce-davranış etkileşiminin (feed-back etkileşimi) entegrasyonundan veya sonsuz toplanımdan başka bir şey değildir; tıpkı ilk insanlaşma noktasında (orijininde) olduğu gibi… Ve onun için de alternatifi yoktur. Bu konuda -belki- sadece, daha açık veya anlaşılır ifâde şekillerinin geliştirilmesinden söz edilebilir.
Ama insanlığa kalitetif sıçrama yaptıracak bir “yığılma noktasına” (veya limit noktası) doğru giden böyle bir inisiyatif söz konusu olduğunda, “bîgâne kalmak” tavrının da “insâniyet” çerçevesinde izâhı yoktur. Kaldı ki bu çerçevenin sınırlarını keskin bir şekilde çizmek de mümkündür artık…
Çünkü insanın, düşünen ve konuşan yaratık olarak -hayvanlar âleminden- temâyüz etmesi, “ritm melekesi” dediğimiz müzmin ve sâri alışkanlığı sâyesinde gerçekleşmiştir. Ve de bu alışkanlığı yüzünden -fiilen- engellenen üreme ve beslenme içgüdüleri, “Tabu” sembolizmi vasıtasıyla şuurlandırılıp birtakım usûllerin ihdâsıyla kontrola alınmıştır.
Kitlesel işbölümü düzenini kurarak ilk uygarlıkları gerçekleştiren ilk Tanrı-Kral’lar, aslında ana eksenini beslenme ve üreme (evlenme) usullerinin teşkil ettiği- günümüze kadar gelen- içtimai nizâmın müessisleri ve de sosyal varlık olarak bilip tanıdığımız bugünkü insanın yaratıcılarıdır. Yâni onların sahip olduğu Tanrı’lık konumunun, peygamberlerin kazanmış olduğu Tanrı’nın elçisi payesinden daha haklı nedenleri vardır.
Çünki peygamberlerin, ilk uygarlık kurucusu ve “sosyal-varlık” yaratıcısı Tanrı-Kral’ların yozlaşmış ardıllarının reaksiyonerleri ve eleştirmenleri olmaktan öte bir misyonları yoktur. Dolayısıyla peygamberlerin Tanrı diye idealize etmeye çalıştıkları şahsiyet de ilk “Tanrı-Kral” karekteristiğinden başka birşey değildir.
Aslında Tanrı-Kral’lık düzeni, ritmik davranışların sadece ibâdet ve çalışma faaliyetlerinin âsli unsuru olmaktan çıkarılıp, eğlenceye dolayısiyle de sekse ve oburluğa âlet edilmesiyle bozulmuştur. Meselâ erotik (şehevî) danslar ve cinsel arzu ifade eden sözlerle icra edilen müzik, insanları irade-içgüdü çekişmesinin orta yerlerinde uzun süreler kararsız vaziyette tutmak sûretiyle onları aptala çevirmiştir. Çünki ritm insanları diriltip iradî olmaya zorlarken, şehevî hareket, obje ve sözler de onların cinsel birleşme reflekslerine hareket emri vermektedir… (yani sürücülükte hem “fren”e hem de “gaz”a basmak gibi bir olay)
Ve böylece de insan muhayyelesine kötülük tanrıları ve şeytan kavramları girmiştir..
Ki ondan sonra da bu kötülük tanrıları veya şeytanlar ile (veya bunların zaptettiği insanlarla) savaşmak gereğinden dolayı, evvelce sadece avlanma etkinliklerinde kullanılan ritm, bu sefer insanları -topluca- öldürmek şeklinde bir kötülüğe daha âlet edilerek “askerlik” müessesesi kurulmuştur…
İşte peygamberler, Tabu’sal düzenden gelen bu incelikleri bilmediklerinden dolayıdır ki, dirilik anlarında içlerine doğan (mâlûm olan) görüşleri, “olsa olsa böyledir” mantığıyla Tanrı’nın emri olarak lânse ederlerken aslında ilk Tanrı-Karl’ların görüşlerini ve düzenlerini ihya etmeye çalışmaktan başka bir şey yapmamışlardır.
Ama bunun için de o Tanrı (Kral) nâmına -insanlara- gözdağı verip o “ulu şahsiyet”i ta’zim anlamında ibadet ritüelleri geliştirmekten başka bir şey ellerinden gelmemiştir.
Ve onun için de insanlık hâla -tüketim ekonomisinin daha da körüklediği-“irade- içgüdü” çekişmesinin sersemletici etkisi altında ve askerî disiplinin (veya tehdidinin) kontrolunda yaşamaya devam etmektedir. Ki bu da, rüştünü ispat etmediğinin ve hâlâ yozlaşmış “Tanrı-Kral Düzeni”nde yaşandığının delili olmaktadır.
Bugünkü düzenin, antik politeist krallıklardan farkı şudur ki, herhangi bir şekilde bir yerlerden “Sermaye” kepçeleyen herkes bugün kolayca heykelini “panteon”a diktirebilmektedir…
Demek ki son tahlilde, insanlıktan veya hayvanlığa dönüşten yana olmak gibi gâyet keskin bir ayrım tebellür etmiştir artık… Ve bu keskin çizginin insanî tarafında kalmak için de pek fazla bilgi sahibi olmak gerekmemektedir. Halka hitap etme imkânına sahip olan insanların verecekleri basit -ama önemli- mesajlar bile yeterlidir bunun için…
Meselâ insanları birlikte dirilterek coşturan “sevgi” olayı ve duygusunun, insanların karşıtlığını çarpıştıran “şehvet (seks)” olayı ve duygusuyla çeliştiği, dolayısıyla, “ensest” kapsamındaki ilişkilerin, insanlığa yapılan en büyük kötülük olduğu gerçeğinin dile getirilmesi, verilmesi gereken mesajların en önemlisidir belki… Çünki insanların (ve özellikle de gençlerin) sadece “sevgi seks” çelişkisini idrak edememekten kaynaklanan “üzüntü” ve “şiddet”e harcadıkları enerji ve zamanı geri kazanmak bile bir ülkeyi âbâd etmeye yeter…
Ama icra edilen müzik (şarkı) ve danslardaki ritm bozukluklarının -ve icrâcılarının- yakalanıp bir kötü örnek olarak teşhir edilmesi de en az bunun kadar önemlidir halkın rûhi sağlığı bakımından… Çünki massif varlıklardaki çözülme ve deformasyon, ufak gibi görünen “şart” değişiklikleri vasıtasıyla uzun süreler içinde tedricen oluşur. Nasıl ki bir iki derecelik -mevsimsel- ortalama sıcaklık değişmeleri, dağlar gibi buzulların kütlelerini ve de koca kıtaların iklimlerini değiştiriyorsa…
Demek ki Türkiye’de (hatta Dünya’da) bu temel meselelere değinmeden -veya endekslemeden-fikir serdetmek, dar bir grup veya zümre çıkarı uğruna yapılan “kariyerizm” ve “oportünizm”den başka bir şey değildir. Dünya’daki meşhur veya moda olmuş fikirlerden (ve kavramlardan) alıntılar yapmak da hiç birşeyi değiştirmez. Ancak bu işlerin, emperyalizmin dümen suyunda yapıldığını gösterir.
Dolayısiyle, hem benim fikirlerime ilgi gösterip hem de bildiğini okumak mümkün değildir. Kaldı ki böyle bir tutum gerçek niyetleri de ele verir çok defa…
Yâni önce aydınlar, düşünce hayatlarındaki aylaklığa ve sorumsuzluğa (disiplinsizliğe) son vermeli… Ondan sonra halka (ve cihâna) nizam vermeye kalkmalılar… Ben sizleri kırmak, darıltmak istemem tabii… Çünki tecritten kurtulmak isterim. Ama doğruları da söylemeden edemem… Çünki doğru fikirler tecritte (hapiste) kaldıktan sonra, çevresi genişleyen artık ben olamam.
Onun için yazdıklarımda bir antagonist çelişki veya paradoks yakalamadıkça ve ifadelerimin de -sloganlaşarak- bireysel veya kitlesel tahrik anlamını kazandığını görmedikçe benimle “empati” ve iletişim kurmak, sizin objektifliğinizin sağlam bir ölçütü (kriteri ) olabilir.
Bu kritik tarihi noktada, hasta hâlinde bile bir “hayırhah tavır koyma” gereğini ve heyecanını içinde duymuş olan 80’lik delikanlı Fikret OTYAM’ı herkese örnek gösterir ve kendisine -yabancı bir gezegende hemcinsine rastlamış “Dünyalı” coşkusuyla- en derin saygılarımı sunarım…
Atatürk’ün inisiyatörlüğünde ülkemizi ve devletimizi canlandıran ilk -idealist- Cumhuriyet gençlerinin çocuklarından biri olarak ben, devraldığım düşünceleri, prensiplerini ve ritmini bozmadan (yâni hiç zaman ve zemin kaybetmeden) tefekkür ederek “muasır medeniyet” fikriyâtının önüne geçirmiş olduğuma inanmaktayım.
Şimdi bu fikriyâtı hayata geçirmek üzere yapacağımız iş, Atatürk’ün gençliğe bıraktığı -anlam ve yöntem tartışmalarına boğulmuş olan- sözsel vasiyetinin îcâbını fiilen yerine getirerek, bütün düşünce faaliyetlerimizi gençliğin yaratıcı dinamiğinin üzerine oturtmak veya bağlamak olmalıdır. Bu iş için ne sermayeye ne de kitlesel desteğe ihtiyacımız vardır… Yeter ki hoşlaşma ve sevişme ihtiyacını karıştırmadan işbirliği ve işbölümü yapabilecek üç-beş “adam (birey-insan)” çıksın ortaya…
Daha da açıkçası, askeri müdahale ile sonuçlanan (27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül) üç fesat-kargaşa döneminde de ağır cezalar yüklenmekle birlikte, müteakiben çıkarılan ve değiştirilen kânunlarla her seferinde aklanmış, hem yurt içinden hem de “Hür Dünya (!)” da aynı sebeplerden hapis yatmış, üstelik 66 yıllık ömründe hiç kimseyle de şahsî “dâvâ”sı olmamış bir insanın, -yâni hayat serüveni itibariyle bile haber değerine sahip olduğu halde konuşturulmayan birinin- sesine kulak verecek anlayışlı ve cesur bireyler çıksın ortaya… Ve de anlasınlar ki, “soğuk savaş” döneminin büyük çekişmesi sırasında ülkemizin yaptığı yalpalamalar içinde ağır sadmelere mâruz kaldığı halde sendelemeden, oraya buraya yaslanmadan durup düşünebilmiş bir insanın, gidişâtı izah etmek ve çâre üretmek üzere bir önceliği olmalıdır herhalde…
Yoksa o devirleri, fikrî (idarî, hukûkî) üst-yapı düzenlemelerini düşünmek ve uygulamak mevkilerinde geçirmiş olanların, bugünkü Dünya’daki “finansal-militer güç” inisiyatifi karşısında ülkemizin muhtâriyetini koruyabilmesi pek mümkün değildir. Ne kadar tesirli sözlerle ve kahramanca yaparlarsa yapsınlar bu formasyondaki insanların koyabileceği tavır ancak, kudurmuş bir boğa hızla üzerimize gelirken öne geçerek boğaya hitâben “İnsan Hakları Bildirgesi” okumaya benzer. Çünki “finansal-militer güç” inisiyatifinin -peşinen- içine sığabileceği hiçbir hukuk yoktur. O ancak yarattığı fiilî durumların hukûkunu dayatmak mecburiyetindedir.
Onun için benim önerilerime “Şimdi zamanı mı? Çok işimiz var!” filân demeyin ve gömüldüğünüz düşüncelerden bir an için kafanızı kaldırıp ısrârımı anlamaya çalışın lütfen!.. Ve bu arada bizden sonra bu meselelerle başaçıkabilecek bir neslin daha gelmeyeceğini çünkü gençlik bazında iki defa “inisiyatör soykırımı” yapıldığını da hatırlayın lütfen!.. Ve çoğumuzun bir ayağının “çukur”a girmek üzere olduğunu da unutmayın!.. 13.03.2006
Ali Ergin GÜRAN
İletişim:
e-mail :bilimedavet@hotmail.com
Telefon (Ali TÜMER) :0 212 347 40 61 (pbx)
Fax :0 212 347 40 62
Gsm :0 532 254 19 09