MEKTUP 1

İstanbul, 03.02.2006

Sayın …………….

Her şeyden önce şunu belirtmeliyim ki, böyle bir mektubu, bana ve/veya fikirlerime karşı-muayyen derecelerde-ihsas etmiş olduğunuz teveccühünüzden cesaret alarak kaleme almış bulunuyorum…

Amacım sizlerle metodolojide anlayış birliğine vararak-yani meseleleri anlama yolunda-anlaşmaktır. Onun içindir ki tarihi, kültürel, sosyolojik ve hatta sanatsal alanları kapsayan geniş bir açıdan bakarak özenle hazırladığım yoğun bir özet sunuyorum sizlere… Lütfen, çok rica ederim sâlim bir kafayla ve dikkatli bir şekilde okuyunuz yazdıklarımı…

Biliyorum ki sizler vatansever ve hümanist insanlarsınız. Ve de biliyoruz ki bu topraklar üzerinde cihanşümûl bir uygarlık dinamizmi mevcut olmadıkça bütünlüğünü koruyamamıştır ve koruyamaz… Böyle bir dinamizme kaynak olunca da Dünya’nın merkezi ve insâniyetin çekirdeği hâline gelmiştir/gelir.

Son Nizam-ı Âlem dinamizmi ve/veya denemesi, ortaya çıkardığı Osmanlı Devleti vâsıtasıyla yüzyıllar boyu sürmüş fakat en sonunda; Batı’da Fransız İhtilali ile krallar devrilir ve burjuvazi yükselirken bizde esnaf ve zenaatkârların (gedik ve loncaların) öncülüğünde oluşan ve Nizam-ı Âlem kurma iddiasının devamı için “Şeriat,,’in güncelleştirilmesini isteyen halk ayaklanmaları, Batı burjuvazisinin Osmanlı’ya sağladığı finansal destekle kanlı bir şekilde bastırılmış ve böylece de Osmanlı Devleti, Batılıların kolonyal bir yönetimi hâline indirgenmiştir. Dolayısiyle de 1826’dan itibaren bu topraklar üzerindeki “tarihî kronik” tamamen durmuş, yâni iç dinamikler sükût etmiştir.

Sonra da yaklaşık yüz yıl boyunca, zaman ötesi (anakronik) kaotik bir kargaşa yaşanmıştır. Çünki bu süre zarfında Osmanlı Hânedânı, Nizâm-ı Âlem kurma iddiasıyla yola çıkıldığını-Batılılara yaranmaya ve onlara benzemeye çalışarak-unutturabileceği ham hayaline kapılmış, buna karşı Batılılar da, iddiası boşa çıkmış mağlûp düşmanı (bizleri), sosyo-ekonomik manevralarla kibarca yok etme taktiğine yönelmişlerdir.

Dolayısiyle bu dönemde hiçbir reel gelişme olmamış ve onun için de insanlar birbirlerini yiyerek kimliklerini hatta kişiliklerini yitirmişlerdir.

Ama en sonunda “kaos” olaylarının yaratıcı karakteri dolayısıyla ortaya bir dâhi Mustafa Kemal çıkmış ve “iç dinamik’in şekillenmesi” demek olan “Türk-Tarikat sistematiği,,’nin kalıntıları ve alışkanlıkları üzerinden bir diriliş (ve/veya bağımsızlık) gerçekleştirmiştir.

Ancak nevar ki o da askeri başarılardan sonra geçmişteki-yaklaşık-yüzyıllık “anakronizm,,’in söylemlerine (mugâlâtalarına) mecbur ve mahkûm olmuştur. Çünki bizdeki o yüzyıllık kargaşa sırasında “burjuva ihtilali”, literatüründeki amaçlarını çok aşmış ve “emperyalizm” aşamasına tırmanmıştı. Onun için de artık güncelliğini kaybetmiş ve klâsikleşmiş olan bu literatürden alınan klişelerle toplumu forme etmeye kalkmak-önünde sonunda-Batı burjuvazisine yem olmak anlamına geliyordu…

M. Kemal, Ruslardan gördüğü ilgi ve aldığı maddi desteğe rağmen, Bolşevik liderliğin gerçekleştirdiği “Sovyet” sisteminden de alınabilecek bir ders çıkaramamıştır. Çünki “Sovyet İhtilali” denilen olayın bizatihi kendisi, aslında bir “galat-ı rûyet” olan “komünal toplum” ütopisi (Komünizm) üzerine kurgulanmış ve Bolşeviklerin zorbalığı ile gerçekleştirilmiş erken bir “küreselleşme” denemesinden başka birşey değildi. Ve de netice itibariyle görüldü ki, o da anakronik bir zorlamaydı ve bu günkü realitede yeri yoktu.

Yâni son tahlilde denilebilir ki Atatürk bize, insanlık bilincinin “Russell Paradox,,’u keşfedip hazmedecek, “Kuantum Teorisi”ni yaratıp kullanabilecek ve sonuç itibariyle de kendinin hayvanlardan farkını net bir şekilde kavrayabilecek seviyeye gelmesi için gereken zamanı-tamamen yok olmadan-geçirmemizi sağlayacak bir yurt bırakmıştır.

Bu şekilde de güçlü bir dinamizme sahip olduğumuz kronik tarihimizi hatırlayıp en son bilgilerle açıklayabilme ve dolayısıyla de kendimize gelerek insanlığın ilerleme yolunda, lâyık olduğumuz sıradan yolumuza devam etme olanağı sağlamıştır.

Ayrıca o, içinde bulunduğu fikir ve kavram kargaşasına rağmen, pratik içinde fiilen inisiyatif alarak, ömrünün son 19 yılında, kronik bir yaşamın nasıl olması gerektiğini ve gerçek (anakronik olmayan) bir tarihin nasıl yazılacağını açıkça bize göstermiştir.

Bugünkü bilgilerimizin ışığında geriye baktığımızda açıkça görüyoruz ki biri “1826-1919” diğeri de 1938’den bu günlere kadar uzanan bir aralıkta olmak üzere, iki büyük ve benzer kaos ortamından geçmişiz ve geçmekteyiz. Öyle ki bu ortamlarda Türk Sivil Toplumu sosyolojik olarak “Kürt,,’ün kastî kültürünün ve “Arap,,’ın sünnetlerinin taassubu (gericiliği) ile “Batıcı”ların züppeliği (taklitçiliği) tarafından istilaya uğramış (veya uğratılmış), ekonomik olarak da Batı’ya borçlandırılarak siyasi boyunduruk altına sokulmuştur.

Ama buna rağmen bizim, kronik tarihimizi yazan “iç dinamik” ten yâni gerçek tarihimizdeki Türk-Tarikat Sistematiği’ni oluşturan ruhtan kesin bir kopukluğumuz da söz konusu değildir.

Çünki bir defa hem o tarihi yazan insanlarla organik (kültürel ve genetik) bir bağa sahibiz, hem de onların fikri mütekâmili durumundayız. Yâni demek ki II. Mahmut sadece Türk-Tarikât Sistematiği’nin müesseselerini imha etmiş aslında… Ama onun ruhunu öldürememiş, daha doğrusu kültürel ve fikri gelişimini durduramamıştır. Onun için de “İstanbul-1826” olayını, Batı Sermayesi ile Osmanlı Hanedânı’nın kurmuş olduğu tuzağa düşmek şeklindeki bir “yol kazâsı” olarak yorumlamak mümkündür. Gâzi Mustafa Kemâl’in inisiyatörlüğündeki çabaları ise, yeniden yola koyulma provası olarak görmek yerinde olur. Yoksa son tahlilde, yozlaşmış “Osmanlı”nın uydurduğu bir kurnazlık olan ve bugün de hâlâ sürdürülmeye çalışılan “Arap-Kürt gericiliğine yaslanarak Batı ile oynaşma” şeklindeki politikalara başkaldırışın sembolü durumundaki Gâzi-Eren Mustafa Kemal’i, çevresindeki gizli mandacı (takiyyeci) Osmanlı paşaları (ve zâbitleri) ile bir tutmuş oluruz…

Yâni bir bakıma şöyle de düşünmek mümkündür: Şâyet Osmanlı Hânedanı 1826’da, Batı’nın desteğiyle Türk-Tarikat Sistematiği’nin yolunu kesmiş ve vasıtalarını (müesseselerini) tahrip etmiş olmasaydı veya başka bir deyişle, “Tarikat”ın Seyfiyûn kolu (yeniçeriler) III. Selim’i-Şeyhülislâm fetvâsıyla-îdam ederken, yeğeni II. Mahmut’u da hallederek Osmanlı Hanedânı’nı ortadan kaldırmış olsaydı Türk-Tarikât Sistematiği tedricî bir şekilde gelişip müesseselerini de yenilemek sûretiyle bugünkü bizim görüşlerimize gelebilirdi.

Çünki bir defa Anadolu’da XI. yüzyılın başlarından itibâren oluşmaya başlayan ve yaklaşık sekizyüz yıl etkinliğini sürdüren Türk-Tarikât Sistematiği’nde “Şeytan” kavramına yani yanılmanın, ve yanıltılmanın mâzeretine (dolayısiyle anakronizm’e) yer yoktu. Yâni onlar “Şeytan” kavramının sadece “Avâm”ın günlük hayâtı için geçerli bir izah şekli olduğuna inanırlardı.

Panteist (Şâmanist) ve/veya Uluruhçu kökenden gelindiği için kötülükleri (kötü ruhları) kovma veya savma işi, zor kullanma yetkisine de sahip olan inisiyatörün (şâmanın) asli göreviydi. Dolayısiyle başa gelen kötülükler, yoldan kalmalar veya sapmalar hep ondan bilinir ve icabında değiştirilir hatta “panik,,’e yol açması durumunda öldürülürdü. Ki nitekim bizdeki padişah idamları da bu örfî düstura binaen infaz edilmiştir…

Gerçektende doğru bir inisiyasyon programı ve seçilimi uygulandıktan ve seçilerek (seleksiyon) öne çıkmış (lider olmuş) en liyâkatli kişilere (ve/veya Devlete) zor kullanma yetkisi de verildikten sonra Tanrısal rotanın sapmasına imkân yoktu; dolayısiyle de “havâs” arasında, daha doğrusu “ehli tarik” arasında hem “kişileştirilmiş Tanrı” kavramına hem de “Şeytan” kavramına gerek yoktu. Yani toplum ve birey-insanlar açısından sâdece Tanrısal yol (Ulûhiyet yolu) ve onun rehberleri (inisiyatörler) sözkonusuydu. Ki onlar için zaten (yolda olduklarından dolayı) günlük ibâdet de ihtiyârî idi…

Onun içindir ki bizim “ehli tarik”, “Herşey Allahtandır!” düsturuna, hiçbir ikirciklilik taşımadan, ve teslimiyetçi bir kaderciliğe de mahkûm olmadan inanmışlar dolayısıyla hak yolunda prensipal anlaşmazlıklara düşmemiş skolâstik tartışmalara boğulup yoldan kalmamışlardır.

Halbuki Araplar (ve Kürtler), halklara dogmaları dayatan gaddar saltanatların asalakları olan ulemâ vasıtasıyla, Mûtezile, Cebriyye, Hariciyye vs. gibi ekollere (öğretilere) bölünüp “Şeytan”ın rolü hakkında kısır tartışmalara girerek “skolastisizm” batağına saplanmışlardır. Ve böylece de Şeytan’ın oyuncağı haline gelmişlerdir. Çünkü onlar gaddar ve haris Tanrı-Kral’ların “ata erkil verâset hukuku” nu zımnen bir nass gibi kabul etmekle aynı zamanda “politeizm”in “panteon,,’undaki kötülük tanrısını da “Şeytan” adıyla devraldıklarını anlayamamışlardı. Bu yanılsamada, Yahudilerin ataerkil bir silsile tâkip eden ve hatta babadan oğula geçen peygamberlik anlayışı da başlıca etken olmuştur. Ve böylece de imtiyazların babadan oğla devredildiği her aşamada şeytan devreye girmek için fırsat bulmuştur. Çünki “liyâkat” çoğu zaman babadan oğula intikal etmemiştir.

Ve böylece söz konusu skolâstik klişelerin ve “dinsel saltanat” şablonlarının sirâyet ettiği Arap-Kürt Tarikatları da giderek şeyhliklerin babadan oğula veya itaatkâr bir akrabaya veya çömeze devredildiği menfaat şebekeleri hâline dönüşmüştür.

Halbuki Türk-Tarikat Sistematiği, müesses olduğu sürece, ortaya çıkan yeni gerçekler muvacehesinde “Şeriat”ı daima güncelleştirmiş ve hatta farz sayılan ibadetleri bile sorgulayıp askıya alabilmiştir. Yeniçerilere atfedilen “Şeriat isteriz” âvâzeleri ile, Osmanlı Sultanlarının tümünün de uyduğu “yol üzerindeyken Hac’ca gidilmez” düsturu, bunun en bâriz kanıtlarıdır.

Tevhid dinini amaçlayarak veya dînî tevhidi gerçekleştirmek üzere yola çıkmış ve diğer dinlerden de etkilenmiş olan Türk-Tarikât Sistematiği’nin yol üzerinde ibadet engeli kabul etmediğini, engel çıkaran Sultanları bile yolun üzerinden kaldırdığını (hallettiğini) göz önüne alacak olursak icâbında dinin nass’larını da aşarak yumuşak bir şekilde (tedricen) bilime de geçilebileceğini düşünmemek için bir sebep yoktur.

Nitekim gâvur padişah II. Mahmut tarafından dergâh ve zâviyeleri (legal müesseseleri) ortadan kaldırıldığı halde gezici dervişler ve/veya deli-veli’ ler şeklinde varlığını yer altı faaliyeti olarak sürdüren Türk-Tarikât Sistematiği, daima ilerici fikirleri desteklemiş ve en sonunda da bütün gücünü “Gazi Eren”lerden saydığı Mustafa Kemal üzerinde yoğunlaştırmıştır.

Daha sonraları Atatürk’ün Tarikât müesseselerini yasaklama kararından da hiç etkilenmemiş, hatta bu kararını desteklemiştir. Çünki bu yasaklar aslında 1826’dan sonra “Osmanlı”nın himayesinde palazlanan, aşiret benzeri Arap-Kürt Tarikâtlarının menfaat hiyerarşisini hedef almış ve onların sömürü düzenini bozmuştur. Ama nevar ki bu “Tarikât”lar bugün yine dirilmiş ve hatta takiyye ile iktidarı ele geçirmiştir.Bu başarılarındaki en büyük etken de, devrimlerin koruyucusu olması gereken Atatürkçü’lerin, içlerindeki din ve Tanrı kavramlarını sâdece bir îman konusu olarak değil de, “Arap sünnetleri” şeklinde anlamaları ve saklamaları, dolayısiyle de -laiklik kisvesi altında- en derin takiyeyi yapmaları olmuştur.

Halbuki Türk-Tarikât Sistematiği’nin, insanlara peşinen hiyerarşi empoze eden bir yapısı veya anlayışı olmadığı için dergâh, tekke, zâviye gibi müesses organlara da ihtiyacı yoktu. Çünki onların (yoldaşların) hiyerarşisi, insanların liyâkatli inisiye (insiyatör) kişileri gönüllü olarak seçip peşine takılmaları şeklinde gerçekleşiyordu. Ki nitekim Türk Tarikâtı böyle müesseseleri, olumlu ve verimli uzun bir faaliyet süreci sonunda oluşturmuştu. Onun için II.Mahmut tarafından 1826’da zâviye ve dergâhları berhava edilmiş olsa da “elhi tarik” doğru davranma ve düşünme yoluna girdiği takdirde bunları tekrardan ve yeni biçimlerde ihya edebilirdi/edebiliyordu.

Gerçekten de Türk-Tarikât Sistematiği’nin gezici dervişleri ve “deli-velî”leri, II. Dünya Savaşı sırasında bile toplumumuzun başlıca dayanışma unsuru (veya toplumun harcı) olarak görevlerini başarıyla yerine getirdiler.

Dini mugâlâtâların propagandasını yapmadan, Arapça lûgat paralayarak kendilerini empoze etmeden halk içinde-sudaki balık gibi- dolaşarak hem dertlerini dinlemek suretiyle onlara moral verdiler hem de zenginden-rıza ile-alıp fakire vermek şeklindeki bir sosyal yardımlaşmayı gerçekleştirdiler. Ve böylece de en azından, “fakir babası”diye ünlenen(ve öğünen) bir oportünist zümrenin ortaya çıkıp popülist politikalarla halkı istismar etmesine engel oldular.

Halbuki aynı sıralarda Arap, Kürt imamları köy köy dolaşıp, hem köylüden iane topluyor hem de onlara “hurâfe” ve “kin tohumları” saçıyorlardı. Çünki bu “sünnetçi” kafalar, idealize ettikleri bazı tarihî (dînî) şahsiyetler nâmına günün önderlerini, ve/veya mârifet gösteren insanlarını karalayarak hayat buluyorlardı. Yâni ilerleme potansiyelini sömüren kan emici, can emici yarasalar gibi bir mahlûkattı bunlar…

Ben bizim dervişlerin çalışmalarını küçük bir şâhit olarak gözlerimle gördüm ve yaşadım. Hatta Ankara’da 13 Nisan 1940’da doğduğum zaman göbek adımın bile bunlar tarafından “Derviş Ali” diye tesmiye edildiği söylendi bana… Ve ne gariptir ki, bizim insanlarımız ve spesifik problemlerimiz yüzünden, kişiliğim gerçekten de “Derviş Meşrep” şeklinde forme oldu… Ama bununla birlikte ben daima söz konusu teşkilâtlanmanın rasyonalini daha doğrusu gerçekliğini düşündüm; ve babamla yaptığımız tartışmalarda da, buradaki mistik tarafın tamamen bilgi ve ifade yetersizliğinden kaynaklandığını iddia ettim… Ki nitekim ilk gençlik yıllarımda, aslında bir seyfîyûn (yeniçeri) birliğinin bakiyesi olan Ankara’daki “Seğmen” geleneğinin ruhî ve maddi faydalarını da gözlerimle görmüş ve yaşamıştım…

Bir sır olarak gizli kapaklı tutulmuş olsa da bugün artık anlayabiliyoruz ki Türk-Tarikât Sistematiğin’deki “zâviye”lerde insanlara, bütün zamanlarda Hint “fakir”lerine, Hint, Çin, Hindiçînî ve Japonya’daki dinsel disiplinlerin ve/veya tarikâtların mensuplarına, Kadîm Mısır’da da rahiplere uygulandığı gibi bireysel meditasyon teknikleri uygulanmakta ve böylece onlar -çile çekmek ve/veya doldurmak sûretiyle- bir nevi inisiyasyon eğitiminden ve imtihanından geçirilerek ayıklanmakta idi… Yâni zaviyeler bir nevi birey-insan seçilim (seleksiyon) ve eğitim müessesesiydiler. Ki buradan edinilen bilgiler ile “adam olacak çocuk”ların anatomik özellikleri ayrıntılı bir şekilde anlaşılmış ve buna binaen de başarılı bir “devşirme”sistemi geliştirilmişti…

Tekkelerde (ve hatta camilerde) yapılan “zikr”, “semah” vs. adındaki âyinler de bir nevi grupsal meditasyon ve/veya grup terapisi anlamını taşıyordu.

Ama bu müesseselerde uygulanan disiplinleri akılla, düşünceyle kontrol etmekle mükellef olan bir üst merci de vardı ki o da “kavlîyûn” kolunun yâni efendilerin, pîrlerin (veya teorisyenlerin) dergâh’ları idi…

Bu dergâhlarda üretilen fikirlerin tümü “tasavvuf” adı altında toplanmakta ve “Şeytan”a hiçbir yer bırakılmayacak şekilde “Tevhid” ilkesine sıkı sıkıya bağlanmaktaydı. Ne yazık ki yazılı eser çok az olduğundan bunlar Arap Tarikâtlarının Tasavvuf adındaki mugâlâtalarıyla karıştırılmaktadır… Fakat kuşaktan kuşağa söylenerek günümüze kadar gelen Yunus Emre dizeleri bile “Türk Tasavvufu”nun farkını açıkça göstermektedir. Ki bu felsefe, Dünya’da bir misafir gibi yaşayıp hayatın eksiklerini gediklerini ve yanlışlarını görerek, insanlığa -rota tashihinde- hizmet eden çocuksu, mâsum bireylerin görüşlerine dayanmaktadır. Emperyalist felsefe ise, geleneksel hayatı (sünnetleri) bütün alışkanlıkları ve kurnazlıklarıyla kanıksayarak yaşayan ve Dünya’yı sâhiplenen “kavruk” ve haris insanların görüşleri üzerinde yükselmiştir…

Şayet “Şeytan” kavramını gerektiren dogmalar (nasslar) tamamen aşılabilseydi, zâviyelerde, tekkelerde uygulanan geleneksel davranış disiplinlerinin köküne (orijinine) inilebilir ve ateş öncesinin panteist davranış disiplini hatırlanabilir, dolayısiyle de insan olmanın farkına (ritm) ve bilincine varılarak “din” den “bilim”e geçilebilirdi.

Ama dinî nass’lar saltanatların, zorbaların koruması altındaydı ve onlara dokunulamıyordu. Çünki dokunulsa, meselâ sultanların şeytana uyup rezâlet yapma ve de işledikleri gûnâhların cezâlarını “Öbür Dünya”ya erteleme hakları (!) ellerinden alınacak ve toplum liderliğine doğru-dürüst (liyâkatli) insanların seçilmesi gereği olarak da tüm hânedanlar (saltanatlar) ortadan kalkacaktı.

Onun içindir ki zorbalıkla korunan nass’lar yüzünden Dergâh’larda üretilen fikirler giderek koyu bir “mistisizm”e gömüldü. Öyle ki düşüncenin, davranış disiplininin bir neticesi olduğu gerçeği bile unutularak, dogmalara göre uydurulan davranış disiplinleri giderek zâviyelerde bir nevi işkenceye, tekkelerde de bir takım eğlence ve sefahat ritüeline (oturak âlemi veya mumsöndü) dönüştü.

Yâni netice itibariyle denilebilir ki Türk-Tarikât Sistematiği, Selçuklu, Osmanlı gibi beylikleri zamanın devlet anlayışına göre “saltanat” şeklinde “iktidar” yapmış ama sonunda da o iktidarlar mârifetiyle dejenere olup ortadan kaldırılmıştır…

Fakat bu gün kazanmış olduğumuz bilgi ve bilinç seviyesi itibariyle artık o eski zamanın dergâhlarını Birey-İnsan Dernekleri olarak, tekke ve zâviyelerini de Panteist Zon Kulüp’leri şeklinde ihya etmemiz mümkündür.

Ve de “düşünce disiplini” ile teorik çalışmaların yapıldığı, bilim dallarının yeniden yapılandırılıp tarihin yeniden yazıldığı bu dernekleri, “davranış disiplini” ile oyun oynanan kulüplerle geri etkimeli (feed-back) bir şekilde ilişkilendirmek mümkündür…

Dolayısiyle son tahlilde denilebilir ki Ahi Evran’lardan, Hacı Bekdaş’lardan, Yunus Emre’lerden, Hacı Bayram’lardan, Akşemsettin’lerden, Balım Sultan’lardan, Mevlâna Bekdaş’lardan gelen Türk-Tarikât Sistematiği bir ara bâtına (ve/veya yer altına) girdiyse de bizimle organik olarak irtibatlıdır; ve bize böyle bir görev yüklemektedir. Çünki biz hiçbir zaman Arap çocuklarının sünnetlerine biat etmedik. Batılıların “din ayrı bilim ayrı” diyen, daha doğrusu “suje”yi “obje”den tamamen ayrı gören düalist akılcılığına (veya çatlak kafalarına) da tenezzül etmedik/etmeyeceğiz.

Bizim kendimize has (orijinal) tarihi ve fikrî bütünlüğümüz ve bir “Nizam-ı Âlem” projemiz daima mevcuttu ve mevcuttur. Yâni ben bütün bu yazdıklarımı, küresel soygundan nemâlanan Batı Avrupa’lı ütopistler gibi keyfimden (konforumu meşrûlaştırmak üzere) uydurmuyorum… Bu proje çerçevesinde bugün ben, vakıfları müsâdere ve yağma edilmiş, tarihi, düzmece Osmanlı Tarihi vâsıtasıyla örtbast edilip unutturulmuş Türk Sivil Toplumu’nun-nesebi gâyet sahih (vakıf mütevellisi) –bir bireyi olarak hakkımı arıyorum aynı zamanda… Ve bu proje bugün bize, Doğu’nun Buda’lardan, Konfüçyus’lardan, Lao (Tao)’lardan gelen davranışsal aydınlanmacılığı (mistisizm) ile Batı’nın Aristo’lardan, Galile’lerden, Kant’lardan gelen düşünsel aydınlanmacılığını (Rasyonalizm) senteze ulaştırmak hedefini göstermektedir. Hem de bu iki parlak aydınlığın arasına sıkışmış olarak duran Ortadoğu dinlerinin mugâlâtalarını (karanlığını) da aydınlatmak suretiyle…

Çünki baş döndürücü bir hızla gelişen komünikasyon (ulaşım ve özellikle haberleşme ile oyun) araçları, insanları birbirlerine yakınlaştırırken aynı zamanda onları hızla bilinçlendirmek gerekmektedir. Aksi takdirde insanlar huy ve alışkanlık farklılıklarından dolayı ve de bu farklılıkların yarattığı başka başka muhayyel, metaforik kavramlar ve semboller vasıtasıyla gittikçe daha fazla sürtüşerek (çelişerek) kaotik veya anarşik ortamlar yaratacaklardır.

Farklılıklarının farkına veya bilincine varıp bunları tolere edebilmeleri için ise huyların, alışkanlıkların oluşmuş olduğu davranışsal iletişim ortamlarına yeniden dönüp/döndürülüp yeni disiplinlerde eğitilmeleri gerekir. Yoksa insanların nasıl konuşmaları ve anlaşmaları gerektiği hakkındaki teatral gösterilerle (şovlarla) bu farklılıklar giderilemez; sâdece örtbas edilmiş ve böylece de seyircisiz, şâhitsiz ortamlarda kriminolojiye açık, acı bir gerçeklik alanı yaratılmış olur. Kaldı ki yaşamın kuralını “rekâbet” ve “başarı”ya göre oluşturmuş bir zihniyetin, aynı zamanda ideal veya normal insan tiplemesi yapması onun, başarısızları yok sayan (ve yok eden) bir gladyatör görüşünü aksettirdiğinin de açık delilidir. Ve nitekim Amerikan film senaryolarında, “iyi insan” tiplemeleri daima, kötü insana karşı kazanılan -ve çok defa da onun ölümüyle sonuçlanan- bir başarı hikâyesi şeklinde yapılabilmektedir ancak…

Bütün bu görevler sırasında ortadaki iki büyük engeli de kaldırmamız gerekmektedir.

Yâni önce, “Osmanlı Hânedânı”nın tamamen yozlaşıp Batılılara teslim olduğu âhır zamanında yazdırmış olduğu “Hânedan Otobiyografisi” anlamındaki, yalan dolan ve sahtekârlıklarla dolu resmi “Osmanlı Tarihi,,’ni düzeltmemiz, sonra da “Ortodoks St. Muhammed Kilisesi” şeklini almış olan “Diyânet İşleri Başkanlığı” müessesinden kurtulmamız lâzımdır. Çünki bir defa resmî Osmanlı Tarihi, sonradan görme soysuz seçkinlerin (ve/veya zenginlerin) gösterişli hayatlarına “arkaplân” oluşturmaktan, birtakım berduşların “sonradan düşmüş asılzâde” psikolojisiyle avunmalarını sağlamaktan ve de Avrupa’lıların husûmetini gerekçelendirmekten başka bir işe yaramamaktadır. Halbuki 600 yıllık bir imparatorluk tarihinde, insanların ufkunu açan, onlara yol gösteren bir şeylerin olması gerekir. Onun için tarihimizi sosyo-politik açıdan ele alarak irdeleyen fikrî çalışmalara hemen başlamalıyız.

Diğer yandan, gerekleri bilimsel olarak açıkça anlaşılıp yerine ikâme edilinceye kadar dinî ihtiyaçlar için de, Kültür Bakanlığı bünyesinde açılacak bir daire, yâni “ibâdet”, “âyin” ve “ölü gömme” ritüelleri ile dogmatik söylemleri (vaazları) geleneksel hallerini değiştirmeden ve şümûllendirmeden muhafaza (konservasyon) ve murâkabe (kontrol) edecek bir daire yeterlidir artık… Dolayısiyle bu konuyu “antropolojik teoloji” açısından ele alarak irdeleyen çalışmalara da hemen başlamamız gerekmektedir…

Bu değişiklikler -son tahlilde- tabiîki kanûnî düzenleme gerektiren, siyasi iktidar tasarruflarındandır.

Ama Osmanoğulları’nı ve hatta Selçukî’leri zamanın “Saltanat” şeklindeki iktidarına taşıyan “dergâh”ların, izdişümleri anlamında olan Birey-İnsan Dernekleri vasıtasıyla bugün de uygun bir siyasi partiyi iktidara (hükümete) getirmek mümkündür. Ancak tabi ki, düşünce disiplini oluşturacak olan Birey-İnsan Dernekleri’ni de, skolastisizme saplanmaması için bir davranış disiplininin (yâni bir iç dinamik’in ) üzerine oturtmak sûretiyle…

Burada iç dinamik diyince artık kitlesel kalkışma filân anlaşılmamalıdır. Kitlesel kalkışmaya dayanarak iktidara gelen bir kadronun, düşünceyle, merkezî plânlamayla yeni bir düzen kurabileceği fikri, tarihi deneylerle çürümüş/çürütülmüştür artık… Ve de fikrî disiplinin, bir davranış disipliniyle sürekli bir “feed-back” etkileşimi halinde oluşturulması gereği anlaşılmıştır artık… Yâni gelişmiş haberalma araçları ve teşkilatları ile kitlelerin-iç güdüsel ve/veya hamâsi-eğilimlerinin ânında öğrenilip eylemlerinin yoldan çıkarılabildiği, kişilerin beyinlerinin kolayca yıkanabildiği günümüz koşullarında, ajitasyonla “dinamik” yaratmak da mümkün değildir artık…

Onun için, insanlığın ilk oluşumundaki “insanlaşma” dinamiğini yakalayıp ortaya çıkarmak lâzımdır. Yâni atalarımızın dinî dogmalar yüzünden yapamadıkları (düşünemedikleri) sondajları yaparak, toplumun çekirdeğine (Panteist Zon’a) girip oradaki enerjiyi açığa çıkarmamız, veya tabir caizse “nükleer sosyoloji” yapmamız gerekmektedir.

Demek ki Panteist Zon Kulüpleri dediğimiz gençlik kuruluşları aslında bir nevi “nükleer sosyoloji laboratuarı” ve/veya “Birey-İnsan Üreteci” görevi yapacaklar ve yeniden “iç dinamik” üreteceklerdir.

Bu iş için uygulanacak metod gâyet basittir:

Günümüzün modalarından olan veya statü belirleyen figürler ve fetişler (markalar) taşımayan giysiler içindeki gençler gayet sâde döşenmiş (veya doğal) bir mekânda toplanırlar. Katılımcılar, herhangi bir sosyal sınıf veya zümrenin temsilcisi, bir politik ideoloji veya doktrinin taraftarı ve de herhangi bir din, mezhep veya tarikatın mensûbu gibi görünemez ve konuşamazlar. Ayrıca muayyen (fiks) bir etno-kültürel görüntü de sergileyemezler

Kulüp üyeleri -mekânlarında bulunan basit araç,gereç veya enstrümanlar vasıtasıyla da olsa -birbirleriyle akort (uyumlu) veya rezonans (eş-titreşim) hâle girmek suretiyle iyi ilişkiler geliştirmek (dolayısıyla de yaratıcı olmak) durumundadırlar.

Aksi halde üyeler arasında herhangi bir uzlaşmazlık, hoşnutsuzluk ve/veya sürtüşme çıktığında devreye otomatik bir şekilde-Şâman veya Kam konumundaki kişi tarafından emirle-panteist âyin ritüeli ve totem sembolü sokulacaktır.

Bu şekilde de insanlar arasındaki-sonradan kazanılmış-huy (mizaç) ve alışkanlık farkları törpülenmeye ve kaldırılmaya çalışılacaktır.

Çünki panteist (ritmik) âyin ritüelleri, katılımcılar arasındaki “birlik duygusu” nu canlandıracak yâni-bir bakıma-çağrılmış olan klân ruhu (veya uluruh) üyeler arasındaki kardeşliği yeniden sağlayacaktır.

Süregiden bu “panteist âyin” veya “ruh çağırma” seansları sonucunda kulüp üyeleri o hâle geleceklerdir ki, kendilerine liderinizi (veya şâmânı) seçin dendiğinde artık onlar, hoşlanmadıklarını, nefret ettiklerini yâni rakiplerini (veya hasımlarını) elimine etmek, dolayısiyle de kendilerine veya huydaşlarına yol açmak sûretiyle değil, bir kan kardeşlerine veya bir can yoldaşlarına destek olmak ve onu yüceltmek üzere tercih belirteceklerdir. Çünki bu ritmik âyinler sayesinde katılımcılar, bir nevi “grup terapisi” sürecinden geçmiş olarak, hiç kimseyle didişmeden topluluk içindeki konumlarını belirleyip gerçek kişiliklerini tanıyacaklardır. Ve dolayısiyle de herkes toplumsal statünün, rekâbete dayalı bir eliminasyon usulüyle değil, “inisiyatif alma” sıralamasına göre belirlenmesi gerektiğini anlayacaktır.

Böylece de grubun “inisiyatör” anlamındaki gerçek lideri ortaya çıkmış, ve dehâ sahibi “Birey-İnsan” adayları seçilmiş ve/veya ayıklanmış olacaktır.

Ayıklanmış olan bu adaylar ise hem otomatik olarak Birey-İnsan Derneği’nin üyesi olacaklar hem de giderek toplumun insiyatörleri hâline geleceklerdir.

Çünki bunlar hem bizim gibi bir görüşe ve düşünceye sâhip olacaklar hem de bizim “konformizm”e kayarak teoriyi skolastik öğreti haline getirmemizi önleyeceklerdir. Ve üstelik devre arkadaşlarından, gâyet senkronize çalışabilen uyumlu bir ekip de çıkarabileceklerdir…

Burada işin püf noktasını, kullanılacak olan orijinal Totem Kazığı (merteği) ve fetişleri ile, uygulanacak olan otantik panteist âyin ritüelleri teşkil etmektedir.

Onun için bu bilgilerin kullanımı ve yayımının imtiyaz hakkı (copyright) alınmadan herkesle paylaşılması, herhalde akıl kârı değildir. Ve kimlerin “copyright” hakkını alacağını da aramızda kararlaştırmamız gerekir…

Son olarak derim ki, bu topraklar üzerindeki yaklaşık bin yıllık Türk varlığının (dinamiğinin ve/veya özerk sivil toplumunun) rûhî ve fikrî bütünlüğünü ve evrenselliğini sizlere ihsas edebilmiş ve gösterebilmişsem ne mutlu bana… Çünki bu durumda, hem mecâzî hem de hakiki anlamda “Dünyalar bizim olacak”tır… Yani “Küresel Kültür Devrimi”ni başlatmış ve böylece de sözün icat edilmediği kadîm zamanlardan gelen davranış disiplinlerinin kendilerine kazandırdığı anlayışı ve/veya idrâk’i ifadelendiremeyen Doğu’nun mistik aydınları ile, kendiliğinden bir inisiyasyon seçilimi gerçekleştiren “denizcilik” mesleğinin ortaya çıkardığı “adam”lığı ve onun “düşünce” disiplinini gerekçelendiremeyen Batı’nın rasyonalist aydınlarını buluşturmuş olacağız… Yoksa aksi takdirde, emperyalist tekellerin hâkim olduğu medya vasıtasıyla beyinlerine “retorik şablonlar” nakşedilen insanlar, kendini (varoluşunu) bilmez tutkulu, kaprisli yaratıklar hâline geleceklerdir; ki gelmektedirler de…

Ayrıca ilâve ederim ki, bu noktada kimse şeytanın avukatlığına soyunup da, “emperyalistler senin bildiğini bilmezler mi?” gibi bir soruyla başlayan mâzeretler de üretmesin lütfen… Çünki emperyalistlerle aramızda, zıtlaşmak veya kutuplaşmak gibi bir karşıtlık söz konusu değildir. Bir defa biz prensip olarak karşıtlarımızı “şeytan” gibi görmeyiz; yola sokulması gereken sapkınlar olarak görürüz. Kaldı ki Sovyetler Birliği’nin âkibetini gördükten sonra-hele ki “Milli Kurtuluş”çuluk adına-böyle bir tavra girmek ve de meselâ “AB’ye karşı olmak” gibi bir misyona soyunmak, provokatörlükten başka bir şey olamaz herhalde… Onlarla aramızdaki karşıtlık, bir yumurtanın (Dünya’nın) içindeki embriyonik yapıyı (beslenme ve üreme konformizmi güden bir insanlığı), yumurta çürüyünceye kadar muhafaza etmeye çalışan rezistans güçleri ile, onu civcive dönüştürerek uçmasını (insanlığın uzaya açılmasını) sağlayacak şartları hazırlayan dinamik güçlerin diyalektik (negasyon anlamındaki) karşıtlığı gibidir.

Meselâ bilindiği gibi emperyalistler, katliam işine yarayacak bir bomba (atom bombası) imal etmek fikri akıllarına gelmedikçe, sırf enerji üretimi için nükleer fizik çalışmalarına gereken önemi vermemişlerdi; ve veremezlerdi de… Ama sonradan onlara rağmen (fosil enerjiye dayalı stratejik politikalarına ve çıkarlarına rağmen) temiz enerji üreten nükleer enerji reaktörleri insanlığın hizmetine girdi.

Onun için bugün de “İnsan Kaynakları” adı altında yaptıkları sosyo-psikolojik ve antropolojik çalışmalar ile son tahlilde “canlı bomba”ların ortaya çıkmasına hizmet etmiş oluyorlar. Ama aynı bilgilerin, doğru kullanıldığında “Birey-İnsan Üreteci” kurmaya da yarayacağını düşünemiyorlar; ve düşünemezler de… Çünki emperyalistlerle aramızda, tıpkı hayvanla insan arasındaki fark gibi, kategorik daha doğrusu kaotik bir zihniyet farkı vardır. Onun için de bir negasyoner inisiyatif, gerici güçlerin (vahşi hayvanların) hedefi hâline gelmeden birikimini, donanımını kazanmak durumundadır. Ki nitekim bizim önerdiğimiz “Panteist Zon Kulübü” için de emperyalizmin resmî (açık) sözcülerinin bile “anti-demokratik!” veya “ideolojik!” vs. gibi itirazları sözkonusu olamaz.

Dolayısiyle etno-kültürel atraksiyonları (veya isyanları) bahâne ederek bu işi gürültüye getirmeye çalışanlar, “Atatürkçü” geçinseler dahi, son tahlilde şahsi menfaatlerini emperyalistlerin -gizli- emelleriyle tevhid etmiş olan hain ve bedhahlardır… Etno-kültürel hengâmeye takılıp kalmak bize yakışmaz. Zaten etno-kültürel atraksiyon ve mugâlâtaların içinden, politikayla da, ilmî kisveli felsefî, ideolojik yaklaşımlarla ve –sonunda “zor” kullanmayı gerektirecek- skolâstik tartışmalarla da çıkılmaz… Düşünce ve davranışın geri etkimeli ilişkisiyle inisiyatif almak ve bir an önce yola koyulmak gerekir… Adam olanlar arkamızdan gelecek ve kervan yolda düzülecektir…

İşte bütün bu mülâhazalarla sizi, otuz yıllık dostum, sevgili kardeşim Ali TÜMER ile birlikte, kendisinin Barbaros Bulvarı No:44 Barbaros Apt. K:2 D:9 Balmumcu-Beşiktaş/İST. adresindeki bürosunda -anlaşılamayan veya tereddüt edilen noktaları aydınlatmak üzere-buluşmaya dâvet ediyoruz.

Gelin, hep beraber başbaşa ve elele vererek, ülkemizde cirit atan CIA (ve hatta FBI) şebekelerinin “tecrit” ve güdümünden kurtulalım. Ve de ecdâdımızın-başlangıcını-çizdiği insâniyet rotasına yeniden girelim.

Bu kurtuluşumuzu ve yeniden kazandığımız bağımsızlığımızı (inisiyatörlüğümüzü) da, yaptığımız işlerin (meselâ Panteist Zon Kulüplerinin ) kısa zamanda Doğu ve Batı ülkelerinde türeyecek uzantılarını ve taklitlerini görmek suretiyle ispatlayalım.

Ve böylece de TC. Devleti’ni ilk defa “zımnî mutâbakat ihtimallerine dayandırılan ve aklıevvel bürokratlar ile politikacıların oyuncağı haline gelen âfâkî plânlamalar”yerine, bütün politikaları hizâya sokacak kesinlikte bilimsel bir “strateji”ye kavuşturalım…

19-28 Şubat tarihleri arasındaki hangi günlerin “akşamüstü” saatlerinde serbest (veya meşgûl) olduğunuzu bize bildirirseniz, dâvetlilerin hepsine uygun gelen bir günü tesbitle, dâvet tarihini kesinleştireceğiz…

“Evreka! Evreka!” anlamındaki ünlemelerime rağmen büyük çoğunluğunda “ilmî tecessüs” heyecanı bile uyandıramadığım 100-150 meşhur “okur-yazar” arasından, hayâtiyet ve muhtâriyet belirtisi gösteren aşağıdaki şahsiyetler dâvetlimizdir:

Sn. Vural SAVAŞ, Sn. Mustafa ALABORA, Sn. Nejat ESLEN, Sn. Fikret OTYAM, Sn. Metin AKPINAR, Sn. Toktamış ATEŞ, Sn. Onur ÖYMEN ve de Sn. Tuncay ÖZKAN.

Umarım ki muhataplarım, İstanbul merkezli “Türk Sivil Toplum Târihi”nin yaklaşık 500 yıllık emânetlerini (ve sorumluluğunu) hasbel kader yüklenmekle birlikte, 66 yıla varan ömrünün büyük bir kısmını da bu “saklı târih”i deşifre edip anlamakla geçirdikten sonra, böyle bir mektubu kaleme almak gibi bir limit (kritik) noktaya ulaşmış birinin dâvetine icâbet ederler…

Ali TÜMER Ali Ergin GÜRAN

NOT : Gerekenlere gidiş dönüş uçak bileti, arkadaşım

Ali TÜMER tarafından tekeffül edilmektedir. Onun

için tercih edilen firma ve uçuş saatlerinin bildirilmesini

rica ederiz.

İletişim:

e-mail :bilimedavet@hotmail.com

Telefon (Ali TÜMER) :0 212 347 40 61 (pbx)

Fax :0 212 347 40 62

Gsm :0 532 254 19 09