İnsanlığın Şizofrenik Çıkmazı: KAPİTALİZM

Bütün insanlar arasında ancak, tek bir “orijinal ve objektif ayrım(fark)” sözkonusudur; ki insanlığın, stratejik bir ilerleme rotası çizilecekse (plânlanacaksa), bu ayrımın mutlaka bilinmesi ve göz önüne alınması gerekir. Zira, Yer yüzeyindeki siyasi sınırları belirleyen ırk, dil, din gibi ayrımların hepsi, Tarihî Devirler’deki patronaj rejimleri gereğince ortaya çıkmış, ve de “tanrı-kral”lar, “feodal”ler, “kapitalist”ler gibi adlar alan patronların sömürüsüne ve savaşmalarına yol açmış/açan, yapay (tarihî) bölünmelerdir… Aslında insanlar, “sayma(ritm)/sıralama melekeleri muhtel (bozuk) olanlarla, olmayanlar” diye ikiye ayrılır; ki bunun psikiyatrik tercümesi de, “şizofrenik olanlarla, olmayanlar” diye yapılabilir. Çünki Tarih Öncesi’nin, tabuların geçerli olduğu “insanlaşma modülü”nde, ritmik âyinlere ve tabusal yasaklara uyum gösteremeyip içgüdüsel temâyüller içine girenler ânında öldürülürlerken, Tarım Devrimi’nden sonra aynı tip insanlar, beslenme ve çiftleşme –hazları- karşılığında, rutin (alışılmış) işlerde çalıştırılmakla, “şartlı refleksler kazandırılarak terbiye edilmiş bir tür ehlî hayvan”lar hâline getirilmişlerdir. Buna mukabil, “melekeleri sağlam (yaratıcı)” insanlar da, beslenme ve çiftleşme etkinliklerini, doğanın yüklemiş olduğu –zihnî etkinliği bölen- bir nevî angarya gibi görüp, bunları toplumsal “seremoni”ler dışında “def-i hâcet” şeklinde geçiştirme yolları arayan münferit bireyler olarak, toplumlarda “tecrit” edilmişlerdir. Çünki “patronaj” rejimlerinde, kesik kesik (refleksif) davranışlar göstererek, ve illiyetsiz (alâkasız) çağrışımlar yaparak, muhataplarının düzgün değişen davranışlarını ve nedensellik mantığına dayalı illiyetli çağrışımlarını bozan, dolayısile de “katma değer” yaratmayan rekâbete dayalı “alış-veriş (mübâdele)” ilişkilerinde, inisiyatif sahibi olan bir tür “parazit insan”, yani “şizofrenik tip” yayılmaya ve örnek olmaya başlamıştır. Zira bu “tip”ler, “ehlî hayvan”lar gibi toplumlara eklemlenmek yerine, -insan kılıklı papağanlar şeklinde- konuşma becerisi kazanarak insanların arasına karışmışlardır. Böylece de, normal insanların “empati kurma” eğilimlerini istismar ederek, onları –âdeta- düğümleyip teslim almışlardır; “fikrî anlaşma” yaklaşımlarını süratle “çıkar alışverişi”ne dönüştürmek ve bu şekilde muhâtaplarını, kendi kendileriyle pazarlık yapar hâle getirmek sûretiyle… Çünki şizofrenik insanların konuşmaları, sâdece dikkat çekmeye (kendini göstermeye) mâtuf aktiviteler olup, esas amaçları –tıpkı ehlî hayvanlar gibi- içgüdüsel arzularının gerçekleşmesini beklemekten ibarettir; otokritik yapıp empati kurarak düşünebilecek kadar meleke gücüne sâhip olmadıklarından… Sadece melekeleri güçlü olanların yapabildiği “objektif düşünce”, içgüdüsel saikleri engellediğinden, bu insanların alışveriş pazarlıklarına sürüklenmesi, şizofrenik muhâtaplarının arzulu beklenti ve israrları yüzünden mutlaka aleyhlerine sonuçlanmakta, ve böylece de toplumlarda bir “menfî seleksiyon”a yol açmaktadır. Kaldı ki, Kapitalizm’in korumasındaki “skolastik antropoloji” de, insanların deneme/yanılma pratikleriyle akıllandığı yolundaki fetvâsıyla, her türlü kurnazlığı mubah (aklî) göstererek “diyalektik antropoloji”ye geçit vermemektedir. Sözkonusu şizofreniklerin aynı zamanda, dışarıyla etkileşim hâlinde olmadan yaşanacak bir tefekkür (fikir üretimi) hayatından mahrûm bulunmalarından ötürü, muhayyeleleri de, çene çalınıp dertleşilecek –metafizik- varlıklar (ruh, melek, tanrı vs.) ile doludur; ki dolayısile de, hipnotik güdümlemelere müsait insanlardır bunlar… Bunların yüzündendir ki, toplumların popüler sanat ve kültür “üst-yapı”sı, ergenlerin flört ilişkilerinden mütevellit “dalgalı duygu ve düşünceler”i aksettiren, mütereddit (kararsız) söylemler ve mecâzî îmâlar seviyesinde kilitlenip kalmıştır. Böylece de, -meleke rezonansından duyulması gereken- sevgi duygusunun zayıflığı yüzünden, sevgi denilince hormonal “seks hazzı”nı anlayan şizofrenikler arasında, “eşcinsel”lik ile “ensest ilişki” furyası alıp başını gitmiştir; içinden çıkılmaz “meşrûiyet” tartışmalarıyla birlikte… Çünki bu gibi sapmalara karşı, akıllı insanlar dahî, Skolastik Antropoloji’de mantıkî bir itiraz sebebi bulamadıklarından, tedirginlik içinde müsâmahakâr tavırlara mecbur kalmaktadırlar; güçlü empati duyguları yüzünden muhâtaplarına hak vermeye çalışarak… Beslenme ve üreme ile ilgili tabuların bilince çıkarılamaması (örtbas edilmesi), aynı zamanda insanların gittikçe artan bir şekilde obez ve seksopat olmalarına da yol açarak, “insan” türünde büyük bir dejenerasyon yaratmıştır. Kaldı ki, uyuşturucu salgını da aslında, şizofrenik insanlar zemininde büyük bir “bulaşı” ivmesi kazanmıştır. Yoksa, düşüncede nedensellik bağlantılarını (mantığını) koparan narkotik maddeler, normal (aklı başında) insanların hiç de hoşuna gitmemektedir; sâdece coşku veren ve mübâlâga yaratan alkollü içeceklerin aksine… Demek ki sırf bu sebepten dahî olsa, sâdece “genel eleksiyon (oylama)” seçimleriyle, insanî gelişme rotası tutturulamayacağı, gâyet açıktır; büyük çoğunluğun şizofrenik olması, ve doayısile de içgüdüsel (beslenme ve üremeyle ilgili) tatmin vaadleriyle kolayca tavlanabilmelerinden ötürü… Yani son tahlilde, “şizofreni” illetiyle mücadele edilmedikçe, Kapitalizm ideolojisini aşmanın ve Tarih Sonrası’na geçmenin mümkün olamayacağı, açıkça anlaşılmaktadır… Melekeleri muhtel (bozuk) olduğu için, algıladıklarını sayma/sıralama işlemlerinden geçirip, seçmeler yaparak kombinasyonlar tertip etmek gibi kararlılaşma hallerine varamayan sözkonusu “şizofrenik” insanlar, tarih boyunca, bir nevi “hayvanımsı mantık” da geliştirmişlerdir. Bunlar önce, başlıca öğrenme usûlü olarak hayvanların “deneme/yanılma” metodunu aynen almışlar, ama bunu –matematikçilerce hiç makbûl sayılmayan- “İndüksiyon (Tüme Varım) Metodu” şeklinde de geliştirmişlerdir. İndüksiyon Metodu’nun, düşüncede her zaman doğru neticeler vermediğini anlayınca da, bunun mütemmim cüzü olarak Dedüksiyon (Tümden Gelim) Metodu’nu icat ederek sonuçta, içinden çıkamadıkları her meselenin hallini “tanrı” mitoslarından bekleme şeklindeki bir kurnazlığa kapı aralamışlardır. Zira aynı sıralarda, Tarım Devrimi’nden mütevellid büyük bir “artı-değer” birikimi ortaya çıkmış, ve dolayısile de buna –kutsal (dokunulmaz)- bir sahip (patron) bulma gereği doğmuştur. Böylece de, her meselede son kararı verecek bir merci (patronaj), ister istemez ortaya çıkmıştır; ki Tanrı-Kral’larla başlayan bu merciye, başlangıçtan itibaren -“metafizik mit”lerle (Tanrılarla) irtibatlandırılmak sûretiyle- “hikmetinden sual olunmaz” anlamında bir sorumsuzluk da yüklenmiştir. Böylece de, bir ayağı “metafizik”te bulunan bu “Patronaj Düzeni” mantığı, Tarihî Devirler boyunca “tanrı-kral”ından kölesine, feodalinden servajına, kapitalistinden işçisine kadar, ilâhî (değişmez) bir düşünce alışkanlığı olarak benimsenmiş ve benimsetilmiştir. Üstelik ilerleyen zamanlarda, “âlim”lerce de içselleştirilerek formüle edilmiştir; ki hâlâ, onu formüle ederek kayda geçiren filozofun ismine atfen, Aristo Mantığı diye anılmaktadır. Oysa aslında bu mantık, şizofreni hastalarını normal kabul eden, ve “geri etkime”yle de şizofrenik tiplerce tahkim edilen, ama uygulamada, bir “patron” kararı ve irâdesiyle şekillenen bir ideolojidir; ki son aşamada da, Kapitalizm adıyla hüküm sürmektedir. Yani son tahlilde Kapitalizm, Diyalektik Antropoloji bilimine esastan ters olan, ve dolayısile de insanî gelişmeyi dejenere eden bir ideoloji, veya tam anlamıyla –Şeytanî- bir düzenbazlıktır. Bu ideoloji mûcibince kitlelere tanınan “serbest üreme” özgürlüğü yüzünden, şizofrenik insan sayısı öylesine artmıştır ki, artık bugün –hemen hemen- bütün devletlerin başına da, bunlar geçmeye başlamışlardır; halkları, aralarındaki tarihî (kültürel) ayrımları körükleye körükleye savaştırmak üzere… Böylece de büyüme ekonomisi ve “üreme özgürlüğü”, Tarihî Devirler’de oluşan dilsel, kültürel, dinsel vs. kategorilere hapsolmuş insanların, “mensûbiyet hissi” gereğince birbirlerini –savaşarak- öldürme gereksinimini, daha doğrusu “peyder pey intihar” ihtiyacını ortaya çıkarmıştır; üretimin sınırlılığı ve rekâbet mecbûriyeti yüzünden… . Ama aynı zamanda gelişen tele-komünikasyon araçları da insanlara, aralarındaki kültürel ve dilsel farklılıkları aşmaları gereğini dayatmaktadır; ki bu yüzden de, yabancılığını koruyarak samimileşen, ve dolayısile “câsusvârî” ilişkiler geliştiren “çatlak kişilik”ler olağanüstü artmaktadır. Yani son tahlilde, “toplumsal şizofreni” diyebileceğimiz bu hastalıklı durum, Tarım Devrimi’yle başlayan Tarihî Devirler’e insanlığın, yıkılan tabulardan mütevellit, inkâr (negasyon veya anti-tez) kırılmasıyla girildiğinin ispâtı olmaktadır. Ama buna rağmen, Kapitalizm ideolojisinin –Skolastik Antropoloji’ye müstenit politikalarla- uyguladığı baskıdan dolayı hâlâ resmen kabullenilmeyen bu kırılma/çatlama sebebiyledir ki, insanlar, hem “tarih öncesi”ne objektif gözle bakamamakta, hem de bu yüzden, ne olduğunu bile anlamadan, gittikçe ağırlaşan psikolojik ve sosyolojik faturalar ödemektedirler. Onun için artık, “insan rûhu” denilen fenomenin, metafizik bir olay değil, Tarih Öncesi’ndeki –zamanlar üstü- tabulu “insanlaşma modülü”nün ta kendisi olduğu iyi anlaşılmalıdır.

Halbuki, 19.Yüzyıl sonlarına doğru bazı akıllı insanlar, Matematiksel Mantık’ın şekillendiği Set Teori’de (Kümeler Teorisi’nde), ister istemez kabullendiğimiz temel varsayım(lar)ın bulunduğunu sezmişlerdir. Ancak ne var ki, adlarına prensip veya aksiyom da denilse bu varsayımlar, o zamana kadar bilinen tüm aksiyom veya prensiplerin ifade ettiği gibi bir “olgu”yu değil, bir “olay”ı ifade etmekteydiler; örneğin İyi Sıralanma Prensibi veya Seçme Aksiyomu gibi… Oysa en soyut düşünce alanı olan Set Teori’nin alanı, sâdece –soyut- sembollerden müteşekkil donmuş (eylemsiz) bir “elemanlar topluluğu” ortaya koyuyordu. Nitekim çok geçmeden, 1901 yılında –meslekten- matematikçi olmayan bir düşünür Bertrand Russell, bir çocuk saflığıyla “Set (Küme)”ler alanına baktığında, gâyet basit bir “paradoks” görerek, bunu, “bilimsel düşünce” âlemine, “kral çıplak” dercesine îlân etti. İşte o zaman anlaşıldı ki, İyi Sıralanma Prensibi veya Seçme Aksiyomu gibi –birbirleriyle eşdeğer- “varsayım” fenomenleri kabul edilmedikçe “düşünce” faaliyeti sürdürülemez. Bu da demekti ki, soyut sembollerden müteşekkil bütün “donmuş (eylemsiz) elemanlar” anlamındaki Set(Küme)’ler, insanın sayma/sıralama melekeleriyle yaratmış olduğu “Sayılar Kümesi”ne birebir tekâbül etmek zorundadır. Onun için de, insandan bağımsız bir dış âlem düşünmek mümkün değildir; ve dolayısile de, Tarih Öncesi insanında düşünceyi yaratan ve tabuları gerekli kılan bir özgün davranış biçimi olmalıdır. İşte bu davranış biçiminin, “ritm melekesi” olduğunun anlaşılmasından sonradır ki insanlık, Tarih Öncesi’ni bilince çıkarıp şizofreniden kurtularak Tarihî Devirler’i aşma yolunu görebilmiştir. Aristo Mantığı’nın, -Mutlak Eşitlik Prensibi’nden kaynaklanan- hatasını (paradoksunu) ortaya çıkaran sözkonusu keşif, aynı zamanda, Aristoteles’ten yaklaşık iki asır önce yaşamış Pisagor’un, meşhur “KÂİNAT, SAYILARDAN İBÂRETTİR” vecîzesini de anlamlandırmakta ve doğrulamaktaydı; Evren’deki her –mutasavver- noktanın, bir sayısal mütekâbilinin bulunduğu gerçeğini ortaya koymuş olmakla… Demek ki sayılar, ordinal (sıra) ve kardinal (çokluk) özellikleriyle zaman ve mekân belirleyen simgeler olduğu için, mutasavver Evren boşluğunun noktalarından müteşekkil küme de, soyut noktalardan müteşekkil elemanların, somut fiziksel varlıklar ve sayılar hâline dönüştüğü bir “transformer(dönüştürücü) alan” olmaktadır; ki bu transformasyonu idrâk eden de, gerçekleştiren de “insan”dan başkası değildir. Bu durum şöyle açıklanabilir: Big-Bang noktasından çıkış yapan Fizikî Kozmos, mutasavver “Total Matematiksel Küme”yi fiilen sıralamakta; Fizikî Kozmos’un sentezi konumundaki insan da, -sayma/sıralama melekeleriyle- matematiksel kümeyi tekrar tekrar sıralayıp yeni yeni kararlılaşmalara ve oluşumlara yol açarak, Evensel devinimi yönlendirmektedir. Demek ki, Dünya’da zuhûr eden Canlılar Âlemi, Fizikî Âlem’in “Eylemsizlik Prensibi” ve “Termodinamiğin II. Prensibi” gibi temel kanunlarını iptal eden bir “anti-tez” aşamayı, İnsanlık Âlemi de, canlılığın “beslenme” ve “üreme” prensiplerine (içgüdülerine) tabularla direnerek akıllanmış (sayma/sıralama melekeleri kazanmış), ve giderek de aklını cansız maddeye intikal ettirmeye başlamış bir “sentez” aşamayı ifâde etmektedir. Dolayısile de, Evrensel Devinim’in diyalektik kanunu böyle şekillenmişken, bu kanuna uygun olmayan tüm arayış ve girişimler akla mugâyir ideolojik saplantılardır; ve de insanlığa ihânettir. O halde Aristo Mantığı uyarınca, insanın dışında bir yaratıcı (Allah) varsayan Kapitalist ideoloji, “turfa müneccim”lere Uzay’da başka şuurlu varlıklar aratmakla, insanlığın dikkatini esas meselelerinden uzaklaştırmaktadır. Bu şekilde de aynı zamanda, tüketim ekonomisini “tam gaz” çalıştırmaya devam ederek, nüfus fazlasını yakın plânetlere ihrâç (!) etmeyi plânlamaktadır; savaşları da –daha sofistike silahlarla- Uzay’a yaymak üzere… Oysa, Fizikî Kozmos(Tez) / Canlılar Âlemi (Antitez) / şuurlu tek varlık olmaya odaklanmış İnsanlık Âlemi(Sentez) şeklindeki Evrensel Diyalektik Siklus bir tanedir; ki zaten Evren’de iki başlılığı da, “Allah-İnsan” dualitesini içselleştirmiş şizofrenlerden başkası düşünemez.,, Yani, Kapitalizm denilen son aşamasında anlaşılmıştır ki, tabuların yıkılmasıyla “insanlaşma modülü”nden koparak “şizofrenik”leşen insanların kurduğu “patronaj ideolojisi”, Evren’in devinim diyalektiğine de aykırı olmakla, insanlığı intihâra sürükleyen bir “şeytanî doktrin”dir aslında…

Biz Doğru Yoldan Ne Zaman Çıktık, ve Nasıl Döneceğiz?!...

Kapitalist imparatorluklar güçlenince, Osmanlı Hânedânı da “demek ki Dünya’nın düzeni buymuş” diye törelerinden çıkıp Bekdaşiyân’a ihânetle, “evkaf nizâmı”ndan “şirketler nizâmı”na geçerek Emperyalizm’e satılmıştır; ki ondan sonra da bu ülkenin, ne özgün bir müessesesi kalmıştır, ne de, Halaskârgazi (Atatürk) parantezi hâriç –tam anlamıyla- müstakil bir ordusu… Onun içindir ki Osmanlı, bir yandan kapitalist nizâm mûcibince sosyo-politik düzenlemeler yaparken, diğer yandan da Arabın dinî taassubundan medet ummuştur; kapitalist sömürü altında dahî –tevekkülle- halkların birlik ve bütünlüğünü koruyabilmek için… Yani bugün, yakamızı bir türlü bırakmayan mülevves dincilik akımı, o zamanların yâdigârıdır aslında… Oysa İmparatorluk,-kademli, şerbetli vs. adlarıyla- akıllı insan seçilimini esas alan, dinler ve ideolojiler üstü Bekdaşiyân akidesine göre kurulmuş, ve o sûretle cihanşümûl (istilâ olmayan) fetihler yapabilmişti… Yâni aslında, 1826’dan itibâren bizim yaşadığımız olay, tarihî bir yanılsama ve savrulmadır. Çünki bugün, Kapitalizm’in tarihî (geçici) bir ideoloji olduğu anlaşılınca, bu gerçek açıkça görülmüş, ve dolayısile de 1826’dan sonraki düzeni, yarı kolonyal Mahmutoğulları Devleti diye ayırmak gereği ortaya çıkmıştır. Yani artık Osmanlı İmparatorluğu’nun, küçüklüğünden beri ölüm korkusuyla yetiştirilmiş paranoyak/şizofren bir zavallı imparatorun (II.Mahmut’un), dahilî ve haricî “nizâm-ı âlem düşmanları”yla, şahsî mülk ve servet paylaşımı üzerine işbirliği yaparak kendi –fatihân- ordusunu ortadan kaldırması şeklinde sona erdiğini kabul etmek, ve de müteakiben yapılan yazılı ve arkeolojik tarih tahrifâtını ortaya çıkarmak zorundayız. Aslında son Osmanoğulları, İslâmiyet’i ezelî ve ebedî sosyal düzen, Kapitalizm’i de uyulması gereken nihâyi Dünya nizâmı gibi gördüklerinden, ve İmparatorluğu gerçekleştiren –insan seçilimine dayalı- iç dinamikleri de, atalarının emri ile ortaya çıkmış oluşumlar şeklinde anladıkları için, yaptıkları bütün “Tahrîfât” düzenbazlıklarına ve algı operasyonlarına rağmen, nihâyette kendileri tarihen ve ilmen “yok hükmünde” kalmışlardır. Zira en sonunda, dinî öğretilerin de, Kapitalizm ideolojisinin de tarihî (geçici) zihniyet kategorileri oldukları anlaşılmakla birlikte, aynı zamanda “insan seçilimi”ne dayalı Bekdaşiyân umdelerinin, emirle ilgâsı mümkün olmayan, ideolojiler üstü evrensel düşünce/davranış disiplini olduğu da ortaya çıkmıştır. Buradaki en dikkate (ve hayrete) şâyan nokta, Kapitalizm’in de, tarihî –ve geçici- bir ideoloji olduğunun, Mahmutoğulları ile kapitalist şürekâsı tarafından yağmalanan muazzam Bekdaşî vakıflarının yegâne vârisi ve mütevellisi konumundaki, benim gibi biri tarafından ispatlanmış olmasıdır. Ama aynı derecede dikkate şâyan diğer husus ise, ülkemize 1826’dan itibâren çöreklenmiş olan “hainler ve casuslar şebekesi”nin, bugün de, vatanseverlik ve dindarlık kisvesi ve şamatasıyla tek tek adam “mim”leyip, her birine tecrit ve ambargo uygulayabilmesidir. Yoksa, benim kadar –Havass anlamında- asil olan, ve de saklı bilgilere ve özgün fikirlere sahip bulunan birinin konuşturulmadığı (sözlerinin duyurulmadığı) bağımsız bir ülke düşünülemez… Yani özetle denilebilir ki, “Bekdaşî” zihniyeti, dinin zâhirde (tatbikatta) antagonizmaya saplandığının görülmesiyle örgütlenmesini fesh ederek fiilen laik nizâmı önermiş, ama bunun(dinin) –Kapitalizm’le birlikte- tarihî (geçici) bir kategori olduğu ispatlandıktan sonra da, “bilim adamı” sûretinde yeniden ortaya çıkmıştır artık… Böylece, aynı zamanda da anlaşılmıştır ki, o “derin Bekdaşi sırrı” aslında, mistik bir zırva ve/veya gözdağı değil, bilimsel metodoloji, doğruluk ve dürüstlükle varılabilecek bir “gerçeklik” öngörüsüymüş. Ama bunu Mahmutoğulları, ve özellikle de II.Abdülhamit genellikle, “anlaşılmaz ve üzerinde düşünülmeye değmez işler” anlamında kullanmışlardır; kendi yaptıkları düzenbazlıkları ve algı operasyonlarını Bekdaşilerin üstüne yıkarak, üzerlerinde düşünülmesini engellemek üzere… Onun için şimdi ben burada, Mahmutoğulları’nın dalavere, düzenbazlık ve algı operasyonlarıyla “Bekdaşîlerin dahli olan çözümsüz sır”lar hâline getirdiklerini sandıkları, çok önemli tarihî gerçekleri açıklamakla kendimi mükellef addediyorum. Zira inanıyorum ki, sâdece bu gerçeklerin üzerinden gidilmekle dahî, tarihimizi tashih etmek mümkündür. Çünki bu olaylar, Mahmutoğulları Sultanlığı ile, Fatih Sultan Mehmet’ten Hass dirliği almış Bekdaşiyân Havassî’lerin çatıştığı ve ayrıştığı tarihî kırılma hatlarını ifade etmektedir: Müşir Osman Paşa 1840’larda, Erzurum Müşîri nâmıyla, Şark vilâyetlerinden ve Kürdistan’dan sorumlu bir mareşal iken, Kürtler arasında baş gösteren huzursuzluk nedeniye, Şark Islahâtı adında bir proje geliştiriyor; ve sonunda da bunu Sultan Abdülmecit’e arzediyor. Bölgenin hükümrânı olan Müşir Paşa’nın, ayrıca, hem Dânişmendiye kökenli olması, hem de Kürtlerle ilk anlaşmayı yapan Yavuz Sultan Selim’in imamı, Mevlâna Bekdaş Efendi’nin soyundan gelmesi hasebiyle, meseleye en vâkıf ve ehliyetli bir kişi olduğu gâyet açık iken, “proje”, korkunç ve organize bir tertiple ortadan kaldırılıyor. Müşir Paşa’nın torununun kızından bizzat dinlediğim –unutulmaz- ayrıntılara göre, Abdülmecit’in onayını ve “bir büyük sandık dolusu altın” tahsîsâtını aldıktan sonra, İstanbul’daki ikâmetgâhı olan Sulu Saray (Kuzguncuk Palas) nâmındaki yalısına gelen Paşa, sefere çıkacağı günün öncesindeki akşam –vedâ- yemeğinde, yiyip içtiklerinden zehirlenerek âniden vefat ediyor. Müteakiben de Yalı Saray, hiçbir zaman –resmen- ortaya çıkarılamayan/çıkarılmayan bir organize güç tarafından basılarak, “hâk ile yeksân” olacak şekilde kundaklanıyor. Olay sırasında, Saray sâkinlerinin üzerinde öyle –katliâm gibi- bir terör estiriliyor ki, bâdireden sağ kurtulanların, müteakip kuşaklardaki çocukları bile bu konuda hiçbir şey söyleyemez hâle geliyorlar; ki bunlar arasında –ağabeyleri tarafından sıkı sıkıya tenbihlenmiş olan- benim Babaannem de var… Bu “suskun”lar o kadar kararlı ve ketumdular ki, bana konuşan –Osman Paşa’nın torun çocuğu- yüksek tahsilli (lise matematik hocası) hanıma bile “deli” lâkabı takmışlardı... O zamanların İstanbul’unda, bir Müşir Paşa’ya kendi konağında böyle ince âyarlı bir tertibi ve saldırıyı yapabilecek organize güç olarak sâdece İngilizler sözkonusu ama, onların da, Sultan’la –en azından- zımnî bir mutâbakata varmadan böyle bir operasyona kalkışamayacakları açık… Nitekim bu şekilde, Şark Mareşali Osman Paşa ile birlikte onun Islahat projesi de ortadan kaldırılınca, devreye hemen, İngilizlerin, Sultan’a imparatorluğu diriltme hayalleri pompalayan “Ruslara savaş (cihat) açma” plânı sokuluyor; ki çok geçmeden de, “Kırım’a çıkartma” şeklinde uygulamaya konuluyor. Ondan sonra da, paranoyak/şizofren II.Mahmut’un oğlu Abdülmecit, İngilizlerin dolduruşu ve Kırım harbinde üretilen “hamâset edebiyatı” etkisiyle öyle bir “megaloman/düzenbaz” hâline geliyor ki, savaş masraflarına rağmen –ayrıca borçlanmak pahasına- Boğaz’da yalı saraylar yaptırmaya başlıyor. Hiçbir özgün yanı bulunmayan, ve tamamen Batılı emperyalist ülkelerdekilerden kopyalanarak yaptırılan bu saraylar, kundaklanarak yok edilen Kuzguncuk Palas’ın karşısındaki kıyı şeritine, -hatta bir dere yatağı doldurularak (Dolmabahçe)- yapılıyor; ki, Bekdaşîlerin o muhteşem Yalı Saray’ını görmeye alışmış gözler, hüsrâna uğramadan Sultanîlerin saraylarını görüp, Padişah’larının kudretinden (!) emin olsunlar diye… Nevar ki, Sulu Saray’ın enkazı ve temelleri üzerine yapılmış bizim yalıların tam karşısına gelen Çırağan Sarayı yandığında/yakıldığında, bunu biçok insan, “Bekdaşîlerin âhı çıktı” diye yorumluyor… Bu Çırağan Sarayı’nın yanmış iskeletini,1970’lere kadar her gün –camdan baktığımızda mecbûren- ibretle ve hüzünle izledik/izledim. En sonunda Çırağan Sarayı restore edilerek otel hâline getirildi de, hakkındaki spekülâsyonların önü kesildi; şimdilik…

Abdülmecit’ten sonra tahta geçen kardeşi Abdülaziz, “akl-ı selîm” sâhibi bir kişi olmalıydı ki, hem dış politikada tüm güçlü devletlere karşı “eşit mesafede durma”ya gayret göstermiş, hem de içerde Bekdaşiyân’a “iade-i itibâr” etmişti. Bu arada maktûl Müşir Osman Paşa’nın yeğeni olan Babaannem’in babası mimar Esat Efendi’yi de, sermühendis yaparak Kudüs’teki Mescid-i Aksa’nın restorasyonuyla görevlendirmişti. Ama selefi Abdülmecit, İngiliz himâyesinde cihatçılığın, hamâset edebiyatının ve gösterişçiliğin prim yaptığı öyle bir ülke bırakmıştı ki, Abdülaziz’in, otokritik sahibi ve ülkesinin hâkimi bir mareşal olmaya çalışması, ikbâl sahipleri arasında, “liyâkat seçilimi”ne gidileceği korkusuyla büyük bir reaksiyon uyandırmış, ve de kendisinin katline sebep olmuştu. Üstelik Sultan Aziz’e karşı tertiplenen cinayet o kadar alçakça (kabul edilebilir bir algı oluşturmak için) kurgulanmıştı ki, “padişahın kanı akıtılmaz” kuralına herkesin uyması gerektiği (uyacağı) inancına binaen şaşırtma/kandırma yapmak üzere Sultan’ın bilekleri kesilmiş, ve böylece de “intihar süsü” verilmişti…

Paranoyak/şizofren II.Mahmut’un torunu ve megaloman/düzenbaz Abdülmecit’in oğlu olan II.Abdülhamit tahta geçtiğinde, “süper düzenbaz” olmaktan başka bir çaresi ve şansı yoktu; hele ki bir de, amcası Abdülaziz’in âkıbetini gördükten sonra… Zira babası ve dedesi, otokritk yapılabilecek bir tarihî zemin (altyapı ve içdinamik) bırakmamışlar, ve koskoca bir ülkeyi Emperyalizm’e –üst yapısal düzenlemelerle- eklemlemeye kalkmışlardı. Dolayısile Abdülhamit’in, -tahtında kalabilmesi için- “İmparatorluğun çöküş ve dağılışını bir takım algı operasyonlarıyla gözlerden gizlemek” dışında yapabileceği bir şey yoktu. Kaldı ki, daha tahtına yerleşme fırsatı bile bulamadan Ruslar, babasının başlatmış olduğu maçın (Kırım Savaşı’nın) rövanşını almak için hemen harekete geçmişlerdi. Hem Doğu’dan, hem de Batı’dan hücûma kalkan Ruslar, kısa zamanda Doğu illerimizin çoğunu işgal edip, Müşir Osman Paşa’nın Erzurum karargâhını dahî ele geçirivermişlerdi. Batı’da ise, -maçın ilk yarısındaki müttefikleri- İngilizlerden sâdece nasihat alan Sultanlık, ne yapacağını iyice şaşırmıştı. Bunun üzerine Abdülhamit nâm süper düzenbaz sultan, “bir taşla birkaç kuş vurmak” üzere dâhiyâne (!) bir plân yaparak, Plevne kalesinde büyük bir direniş gösterilmesine karar verdi; bulup buluşturduğu Osman Paşa adındaki İngiliz muhibbi ve mason bir zâtın komutasında… İşte, hiçbir meydan savaşı ve/veya hükümranlık bölgesi kazanmadan müşir (mareşal), üstelik mağlûp olarak esir düştüğü halde gazi de yapılan bu zât, herkesin hâlâ (galat-ı meşhur olarak) tâzimle andığı ünlü “Gazi (Müşir) Osman Paşa”dır. Bu “Gazi Osman Paşa Efsânesi”nin, Abdülhamit –saltanatı- açısından çok önemli iki işlevi olmuştur; ki bunlardan birincisi, ağır yenilginin acısını duymaması için halka bir “kahramanlık” uyuşturucusunun zerkedilmiş olmasıdır. Bu “uyuşturucu”nun etkisini olağanüstü arttıran da, İngiliz muhibliği ve masonlukla ilgi kuran –o zamanların “yetmez ama evet”çileri sayılabilecek- Jön Türkler, ve hatta İttihatçılar olmuştur; bu konudaki kahramanlık hikâyelerine destek verip piyesler yazarak… Plevne mağlûbu “Gazi(Müşir) Osman Paşa” isminin diğer önemli işlevi ise, babasının büyük ihaneti neticesinde ortadan kaldırılan “Şark Islahatı” projesi ile onun mimarı Erzurum Müşiri –maktul- Osman Paşa adının unutturulmasıdır… Plevne müdâfii Osman Paşa’nın birkaç aylık direnişi, büyük bir “hamâset edebiyâtı” yaratılmasına ve halkın teselli edilmesine yaradıysa da, sonunda Ruslar, Yeşilköy’e kadar gelip oraya büyük bir zafer anıtı diktiler; ki bu anıtı, İttihat ve Terakki Fırkası iktidarına kadar, kimse de yıkamadı… Aslında bu efsâne figürü “çakma müşir” Osman Paşa’nın, kendini ifade ettiği ne bir “hâtırât”ı, ne de bir “mülâkât”ı sözkonusudur. Kaldı ki ben, onunla esir düşmüş ve Rusya’da birlikte esâret yaşamış yâverinin oğlunu da, –annem tarafından- akrabamız olduğu için, yakından tanımış biriyim. Emniyet teşkilâtında, Türkçü ve Atatürkçü diye bilinen Şerafettin Öngör adındaki bu saygın polis âmiri, babasının kılıçlarını, bastonunu vs., evinin duvarlarına asmış bulunsa da, “Gazi Osman Paşa” hakkında merakımı giderecek ve heyecanımı paylaşacak hiçbir şey söylememiştir; beni çok şaşırtan bir şekilde ketum (suskun) davranarak… Hatta onun oğulları Orhan (asker) ve Turan (polis) ağabeylerim dahî –çok samimi olduğumuz halde- dedelerinin yâverliğini yaptığı ve birlikte esâret yaşadığı meşhur “Plevne Kahramanı” hakkında tek kelime etmemişlerdir; kafamda, sonradan çözeceğim soruların oluşmasına yol açarak… Sözkonusu düzenbaz Sultan II.Abdülhamit’in, görüntü yaratmak veya görüntüyü değiştirmek husûsunda –bazen yakıp yıkma pahasına- yaptığı/yaptırdığı tertiplerden sarfınazar, bir de öylesine açık “tescilli yalan”ı vardır ki, akıllara ziyandır; “sultana güvenmek gerekir” varsayımıyla, aklın çalışma (düşünme) metodlarını çeliştirmesi anlamında… Yani aslında, Hasköy’deki Kiremitçi Ahmet Çelebi camiinin giriş takı üzerinde hâlâ yazılı bulunan, Abdülhamit’e ait, “soyu yok olmuş ve vâridâtı bitmiş bulunan Kiremitçi Ahmet Çelebi Vakfı’ndan devralarak kendi vakfıma geçirdim” mealindeki ifadeler, külliyen yalandır; çevresinin toprak dolguyla yükseltilerek, Cami’nin yere gömük hâle getirilmesi (görünüşünün bozulması) düzenlemesini -veya düzenbazlığını- hiç sözkonusu etmesek bile… Zira gerçek odur ki, Kiremitçi Ahmet Çelebi Vakfı’nın orijinal seneti, -kolonyal- Mahmutoğulları Devleti’nden saklanmış, ve ancak Cumhuriyetten sonra Vakıflar İdaresi’ne ibrâz ile, mütevellilik silsilesinin bize (Babaannem’e) ulaştığı hükmü resmen (mahkeme kararıyla) tescil ettirilmiştir. Bu sûretle de Vakfın gelirinin, bir aileyi rahat geçindirecek derecede mütevellilik maaşı tâyin edecek kadar yüksek olduğu, çünki kuruluşunun, Fatih’in verdiği Hass dirliği üzerine bir “sanayi kompleksi (külliyesi)” inşa edilmek sûretiyle gerçekleştirilmiş bulunduğu, ortaya çıkarılmıştır. Yani ortada, camisinin masrafını karşılayamayacak kadar yoksul bir vakıf sözkonusu değildir; Abdülhamit’in, orijinal vakfiyenin bulunamayacağı ihtimaline binaen ileri sürdüğü iddiasının aksine… Ama buna rağmen Cami’yi geri almak mümkün olmamıştır; o zamanlarda Anayasa Mahkemesi veya Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gibi yüksek yargı kurumları bulunmadığı için… Bugün artık gâyet açıktır ki, sözkonusu yüksek yargı kurumlarına –gerekli delillerin ibrâzıyla- başvurulduğunda, mahkemeler Kiremitçi Ahmet Çelebi Camii’ni kendi vakfına iade edecek, ve böylece de Bekdaşî düşmanı süper düzenbaz II.Abdülhamit’in sahtekârlığı tescillenmiş olacaktır. Yani son tahlilde anlaşılıyor ki, II.Abdülhamit ile birlikte Mahmutoğulları Devleti de bitmiş ve/veya çökmüştür. Herne kadar, dış borçlanmalarla ömrü uzatılmaya çalışılmış olsa da, en sonunda Duyûn-ı Umûmiye idaresinin kurulmasıyla, iflâs ve/veya teslim bayrağını çekmiştir. Ondan sonra, Cumhuriyet’e kadar geçen büyük kargaşa ve parçalanma sürecini ancak, “uzatmalar” veya “can çekişmeler” diye nitelendirmek gerekir; çapsız kişilerin önemsiz rollerinden sarfınazar…

En sonunda, Halaskârgazi Mareşal Mustafa Kemal Atatürk, Sovyet İhtilâli’nin rüzgârını arkasına alarak, “anti-emperyalist” bir tavır ve inisiyatif gösterebilmişti ama, peşinden sürüklediği “kalburüstü” zevâtın alayı, beyni “Abdülhamit zihniyeti” ile yıkanmış insanlardan teşekkül ediyordu. Abdülhamit Zihniyetli’ler genellikle, şahsî ikbal (servet ve mevki) peşinde koşar, sonra da zevâhiri kurtarmak (algı yaratmak) için türlü kisvelere bürünür, ve olmadık düzenbazlıklar yaparlardı. Zira bunlar, “otokritik” yetisinden yoksun olan ve kişilik bütünlüğü bulunmayan şizofrenik insanlardı; ki yalana dolana başvurmadan, düzenbazlık yapmadan duramazlardı. Dolayısile de bunların yönetim tarzı son tahlilde, “dinî kisve ve mugalâtayla meşrû gösterilmeye çalışılan diktatörlük”ten başkası olamazdı. Çünki devamlı yalan söyleyen (söylemek zorunda olan) bir yönetim, olur olmaz (hukuk dışı) cezai müeyyidelerle disiplin sağlamayı kabul ettirdiğinde (meşrûlaştırdığında), aydınlar arasında bile “alışılmış (kanıksanmış) çâresizlik” psikozu yaygınlaşır, ve insanlar, kendilerini sâdece kısır (kişisel) tartışmalarla/didişmelerle ispâta çalışan, iktidâra mûtî, “tâbî”ler hâline gelirlerdi. Ama aynı zamanda, mantıksızlığın ve dolayısile ahlâksızlığın bir “başarı nişânesi (erdem)” gibi görülmeye başlanmasıyla birlikte de, toplumlarda –istikrarlı bir şekilde- çürüme ve dağılma süreci işlemeye başlardı; “el ile gelen düğün, bayramdır” misâli bir anlayışla… Onun için, bugünkü “dinî kisveli diktatörlük” denemesini ve büyük ahlâkî çöküntüyü, “Abdülhamit zihniyeti”nin hortlaması olarak değerlendirmek gerekir; hele ki, bu “çöküş”teki elebaşıların, Abdülhamit’i, kendilerine –“dâva”larına- bayrak ettiklerini de göz önüne alırsak… Aslında, Atatürk’ten sonra bu noktaya gelişimizin (dönüşümüzün) sebeplerini, O’nun çevresinde aramak gerekir. Zira –sağlığında- Atatürk’ün direktiflerine en uygun çalışmış, ve âdeta O’nun “kamber”i gibi hareket etmiş olan İsmet İnönü dahî, “Abdülhamit zihniyeti”nden kurtulmuş biri değildi. Hatta kendisi, Abdülhamit’in “Anglo-Amerikan sevdası” ile “Rus fobisi” duygularını da aynen paylaşmaktaydı. Ondan dolayıdır ki, Atatürk’ün ölümünden hemen sonra –yine bir Dünya Harbi şartlarında- O’nun, “kuruluş prensibi”miz olarak vaz ettiği “Ruslarla iyi geçinilmelidir” ilkesini çiğneyerek bizi, Ruslara karşı kurulan “Anglo-Amerikan paktı NATO”nun kucağına atıvermişti. Kaldı ki, İnönü’nün laiklik ve demokrasi anlayışı da aslında, Abdülhamit Zihniyeti’nin “zevâhiri kurtarmak (algı yaratmak)” prensibi uyarınca, sâdece gösteri ve gösteriş için yapılan şeklî düzenlemeleri ifade ediyordu. Yoksa İnönü’ye göre Kuran, -muskalanıp duvara asılacak kadar dokunulmaz- bir “ezelî ve ebedî Allah öğretisi”ydi, ve insanlar da, birilerine (mevki ve servet sâhiplerine) itaat etmek sûretiyle toplumsallaşabilirlerdi. Nitekim kendisi de hayatında, kafasına göre “adam” seçmiş, ve biat etmeyecek gibi görünenleri, etrafında (Devlet’te) yaşatmamıştı; ki bu arada Atatürk’ün tâyin ettiği, ve çok kritik hatta “hafî” görevlerde bulunan, Babamın –üç değerli- dayı oğullarını da görevlerinden alıp Devlet’ten uzaklaştırmıştı. Ne hikmetse (nasıl bir “soya çekim”se), yirmi yıl kadar sonra oğlu Erdal da, kendisine biat etmedim (hocam Cengiz Uluçay’ın yerine vekâleten dekan olunca re’sen tebrike gitmedim) diye beni ODTÜ’de yaşatmamıştı; hem de profesörlük tezini benim sâyemde (benim çalışmamla) ikmâl ettiği halde… Yani netice itibariyle denilebilir ki, bu “makûle”nin, genel olarak şahsiyetli insanlara, ve özellikle de Bekdaşilere tahammülü yoktu. O kadar ki, mesela –uzaktan- akrabamız olan eşi Mevhibe Hanım’ı bile bizimle, hatta çocukluk arkadaşlarıyla görüştürmemişti; küçükken şahit olduğum kadarıyla…Bekdaşi mizâcına karşı bu kadar –olumsuz anlamda- hassas olan birinin, Atatürk gibi Bekdaşiyân kültüründe yetişmiş bir insanı yadırgamaması mümkün değildir. Onun için, Atatürk’ün –inisiyatif almakta zorlandığı (sürükleme veya angaje etme gücünün zayıfladığı)- hastalık zamanlarında ortaya çıkan “Atatürk-İnönü anlaşmazlığı”nın, aslında “mizaç ve zihniyet uyuşmazlığı”dan kaynaklandığını anlamak için kâhin olmaya gerek yoktur. Çünki bir insanın, en zor zamanında, “meleke rezonansı” içinde bulunduğu, dolayısile de “nesnel (matematiksel) mantık” disiplininde mutâbık olduğu biriyle ihtilâfa düşmesi mümkün değildir… İsmet İnönü, kayırmacı huyu ve intibâcı zihniyetiyle Ülkede, -Atatürk’ten sonra- öyle bir “menfî seleksiyon” yaratmıştır ki, bu şekilde gericilere, Devlet himâyesinde yaşama ve yükselme fırsatı tanıyarak, “Abdülhamit zihniyeti”nin “uyku hâli”nde sürmesine –âdeta- yataklık etmiştir. İşte bugün yaşadıklarımız, dış etkenlerle uykudan uyanan/uyandırılan (veya hortlayan) Abdülhamit Zihniyeti’nin kötülüklerinden başka bir şey değildir; ki bu hortlak artık –vampir misali kalbine tahta kazık çakılarak- ebediyen gömülmelidir.

Yukarıda özetlediğim durumdan da anlaşılabileceği gibi, hem bendeki bütün Havassî Bekdaşiyân vakıflarının -1530’lardan beri gelen sürece ait- senet ve evrâkını devralarak tarihimizin tashîhi ile uğraşacak, hem de tüm Dünya’ya, Kapitalizm’in zararlarını anlatacak bir kuruluşu gerçekleştirmenin, subjektif ve objektif şartları olgunlaşmış, ve bizi “hamle yapma” sınırına getirmiştir artık… Çünki bir defa, kiraların âniden olağanüstü artması beni, yarım asırdır 300 kiloluk çelik kasada muhâfaza etmekte olduğum belgeleri satmak (ve böylece tarihimizin ebediyen yalana/yanlışa gömülmesine râzı olmak) ile, kiramı ödeyemiyerek koskoca bir çelik kasayla ufacık bir eve veya odaya sığınma komikliğine düşmek (ve sorumsuz insanların merak odağı hâline gelmek) gibi bir ikilemin karşısında bırakmıştır. Hani bu traji/komik durumumun, bir “magazin haberi” olacağını, yapılabileceğini bilsem, hiç gam yemeyeceğim ama, benim tanınmamam için, bunun bile yaptırılmayacağını düşünüyorum. Onun için, taze inisiyatörlerin devreye girmeleri ve “bayrak yarışı”nı sürdürmeleri şarttır artık… Kaldı ki, kapitalizmi kökünden inkâr (negasyon) edecek böyle bir kuruluşun, hem Diyalektik Antropoloji’nin tekemmül etmiş olması, hem de kapitalistlerin yeni bir “Dünya Savaşı” sürecini başlatmış bulunmaları sebebiyle, insanlığın selâmeti için “gerek ve yeter şart” hâline geldiği de gâyet açıktır zaten… Bu husustaki benim önerim, kuruluşun, KAPİTALİZM İDEOLOJİSİYLE MÜCADELE VAKFI şeklinde ve adında olmasıdır.

Ali Ergin Güran : 25 / 08 / 2022