Kapitalizm İdeolojisiyle Mücadele Vakfı Gerekçesi:

Kapitalizm (Patronaj) ideolojisinin –nihâi hedefi belirsiz- güdümünden kurtulabilmek için, her şeyden önce Antropoloji biliminin sürekli olarak geliştirilmesi gerekir; ki diğer bilim dalları da, ona göre faaliyet yönlerini tâyin edip, ideolojik (politik) doktrinlerin âleti hâline gelmesinler…Çünki ideoloji, “güçle ve/veya zorla kabul ettirilmiş yaygın doktrin” anlamına geldiğinden, insanlığı, bir aşamasında mutlaka yanıltacaktır; subjektif görüşlerin mahsûlü olarak… Ama bilimlerin serbestçe gelişmeleri hâlinde ise, ideolojilere mahal ve imkân kalmayacaktır. Zaten Antropoloji biliminin gelişmesi demek, aynı zamanda “insanın kendini bilmesi” veya bilinçlenmesi demek olacağından dolayı, insan aklı gittikçe, kendininkine daha çok benzeyen “yapay akıl”lar da üretecektir; ki böylece de, yapay akılların oluşturacağı “takoz” sâyesinde, geriye gitmesi (kayması) mümkün olmayan, tempolu bir ilerleme sürecine girilebilecektir. Oysa bugün, Kapitalizm ideolojisiyle bloke edilip dogmatik bir öğreti hâline getirilmiş olan Skolastik Antropoloji öğretisi, insan tanımını, yiyecek (tahıl) depoları ile bunların dokunulmaz (kutsal) sâhiplerinin (hânedan mensûbu Tanrı-Kral’ların) bulunduğu, ve insanların da, iş yapma karşılığında –bazı ahlâkî (indî veya subjektif) kurallar uyarınca- bireysel beslenme ve meşrû çiftleşme (evlenme) hakkını elde etmiş olduğu, Tarım Toplumu çerçevesinde yapmış ve dondurmuştur. Plânlı çalışma ve yaşamanın başladığı bu döneme takılıp kalmak yüzündendir ki, konuşmak, şarkı söylemek gibi temel insanî etkinlikler bile, -sanki Doğa’da örnekleri (modelleri) varmış gibi- tasarlanarak icat edilen beceriler olarak açıklanmakta, ve dolayısile de, o mûcitleri finanse eden patronların varlığı (var olması gereği) ihsâs edilmektedir. Çünki aynı Antropoloji, Tarım Toplumu öncesindeki insan topluluklarını, belirleyici bir ortak yanı (parametresi) bulunmayan, çeşitli geçiş formları olarak ele almakta, ve bu yüzden, “tabu” yasaklarının kaynaklandığı nesnel nedeni (zorunluluğu) açıklayamadığı gibi, Amazon (sırf kadın) topluluklarının ortaya çıkma sebebini de izah edememektedir; nihâyî insan formunun (akıllı insanın), Tarım Toplumu’nda -tepeden inme- oluştuğu gibi bir kanaati empoze edercesine… Oysa Tarım Toplumu’nda teşekkül eden –işbölümüne dayalı- üretim düzeninin, genellikle insanları, rutin işlerde çalıştırılıp, peryodik olarak beslemek ve çiftleştirmek (evlendirmek) sûretiyle ödüllendirilen, “şartlı refleks”ler kazandırılmış “ehlî hayvan”lara dönüştürdüğü gâyet iyi bilinmektedir. Buradan da, “insanlaşma olayı”nın aslında, Tarih Öncesi’nde gerçekleşmiş ve tamamlanmış olduğu anlaşılmaktadır; ki nitekim, devletlerin oluşumunda, Tarım Toplumu (veya Tarihî Devirler) öncesindeki bu olaya ait bâriz izler de vardır. En belirgin iz de, hânedanlar öncesindeki kralların, “kutsal ateş”in (ve sonra da Güneş’in) bekçileri veya râhipleri arasından “inisiyasyon” sınavlarıyla seçilmeleridir; ki bu sınavların, “zamanlama” yetisinin sınanması, yani “ritm melekesi”nin test edilmesi şeklinde yapıldığı da artık anlaşılmıştır. Hem zaten “ateşin kullanımı” becerisinin, aslında “ritm melekesi”yle edinilmiş bir haslet olduğu, -ritm melekesine sahip olmamalarından ötürü- hayvanların hiçbir zaman bunu başaramamalarından da bellidir. Ancak burada, belirlenemeyen yegâne husus, bir primat türünde önce gelenekselleşip, sonra da meleke kesbeden (gayri ihtiyârî olarak da gösterilen davranışlar hâline gelen) ritmik hareketlerin, neden ve nasıl başladığıdır; ki bunu da ancak, her orijinal başlangıç gibi, bir “kaos” durumuyla açıklamak mümkündür. Zaten yapılan gen haritaları da, insanlığın Afrika’daki tek bir noktadan neşet ettiğini göstermektedir. Ama bu arada, Kaos’tan çıkmak üzere yapmak zorunda kalınan ritmik hareketlerin, -refleksif olmadığından- hayvanların saldırılarını önlediği, ve bilâhire toplu avlanmalarda senkronizasyonu sağladığı (yani faydalı olduğu) gözlemlendikten sonra gelenekselleştiği düşünülmelidir; mistikleşerek günümüze kadar gelmiş, avlanma öncesi yapılan “av büyüsü” âyinleri de göz önüne alınırsa…Topluca yapılan ritmik hareketler ancak, yüzbinlerce yıl sürdüğü anlaşılan tabulu anaerkil topluluklarda “meleke” kesbedebilmiş, ve böylece de insan yavruları, ritmik sallamalarla (ninnilerle) –kendini güvende hissederek- rahatça uyur, ve dolayısile “meleke transferi” kabul eder hâle gelmiştir; hiçbir hayvan yavrusunun kendini güvende hissetmediği ve uyuyamadığı şartlarda… Buradan da, son tahlilde anlaşılmaktadır ki, konuşma (heceleme), şarkı söyleme (katlı tonlarda sesler çıkarma) gibi temel insanî beceriler bile, aslında ritmik tepinmelerden mütevellit ses deformasyonlarıdır. Yoksa, biyolojik ihtiyaçların karşılanmasına ve biyolojik bedenin korunmasına mâtuf olarak çıkarılması gereken sesler, -tüm hayvan seslerinden de anlaşıldığı gibi- gâyet kısıtlıdır. Tabu denilen yasaklar ise, aynı hareketlerin zoruyla ortaya çıkan bireysel beslenme ve çiftleşme tutukluğundan (çekinikliğinden) kaynaklanmış, ve giderek korkutucu/korkulan kurallar hâline gelmiştir. Bu durumda anlaşılıyor ki, Tarım Toplumu’nda –işgücü ihtiyacına binaen- tabuların yıkılarak, insanlara kişisel beslenme ve meşrû çiftleşme (evlenme) hakkının tanınmasıyla girilen Tarihî Devirler, “ritm melekesi” kazanımıyla insanlaşmanın gerçekleştiği Tarih Öncesi’nin negasyonu veya “anti-tez”i demek olmaktadır; Diyalektik Antropoloji mantığı ve terminolojisiyle… Bu “anti-tez” aynı zamanda, hayvanlıktan çıkış aktivitesinin (ritm melekesinin) yarattığı akılla, -bir “patronaj ideolojisi”ne kapılarak- “hayvanî yaşam” düzenlemesi yapmak, yani aklı, oluşumuna zıt yönde çalıştırmak gibi bir “ters/yüz” oluşu ifade etmektedir. Tarihî Devirler’deki insanların çoğunlukla şizofrenik olmalarının temel nedeni de budur aslında; yani beslenme ve üremeyle ilgili tabuların inkâr edilerek, sonuçlarıyla (türevleriyle) birlikte unutulmasıdır. Bu yüzdendir ki insanların çoğu, hayatı, en az “İş hayatı” ve “seksle karışık özel hayat” şeklindeki iki ayrı kategoride ve de ayrı kişiliklerle yaşamaktadırlar. Çünki tabuların türevlerini korumak için yerine konulan -lâfzî ve indî- ahlâkî kurallar, “irade-içgüdü” diyalektik çelişkisinin dengeli bir şekilde yönetilebilmesi için gereken meleke sağlığını muhafaza edememiş, ve seksî eğilimlerin prim yapmasına olanak vererek meleke gücünün (iradenin) aşınmasına sebep olmuştur. Ama buna rağmen bugün hâlâ, üniversitelerde okutulan Skolastik Antropoloji dalı, insanların, lineer (doğrusal) bir gelişmeyle (deneme/yanılma pratiklerinin birikimiyle) hayvanlar arasından tesâdüfen temâyüz ederek (akıllanarak) Tarım Toplumu’nu kurdukları anlamındaki önyargıyı korumakta, dolayısile de insanın, hayvandan nesnel kategorik farkını örtbas etmektedir. Diğer yandan, insanın –Allah tarafından- “akıllı hayvan” olarak kategorik farklı yaratıldığını öne süren dinler de, nesnel “akıl” tanımını yapamadığı için, hayvanlarla olan nesnel farkı ortaya koyamamaktadır. Böylece de, kapitalistlerle dindarlar, zımnî bir anlaşmayla, patronların –kendilerinden başka- bütün insanları hayvan gibi kullanmalarına hak (veya cevaz) vermiş olmaktadırlar. Dolayısile de patron olmak, -tüm “insanlık” kriterlerinden bağımsız bir şekilde- insanlar için “hayatın başlıca (en câzip) gâyesi” hâline getirilmekle, onların, akıllı/akılsız fark etmeksizin bir “kördöğüşü”nün içine çekilerek, melekelerini mahvedip şizofrenikleşmelerine yol açmaktadır. Çünki bu “kördöğüşü”, son tahlilde insanları, lezzet ve şehvet hazlarına müptelâ olarak, “obez”leşmeye ve “seksopat”laşmaya sürüklenecek kadar tüketim bağımlısı yapmaktadır. Diğer yandan, dinî doktrinler ile Skolastik Antropoloji öğretisi müştereken, insanlığın Tarım Toplumu’nda ortaya çıktığı varsayımına binaen, insanları (çalışanları) besleyen ve üreten sâhip(ler) veya patron(lar) bulunduğunu ve ebediyen bulunacağını da, prensip ittihâz etmiş olmaktadırlar. Böylece de çalışarak hayatını kazanmaya mecbur kalmış olanlara, “iş” emeğini, lezzet (beslenme) ve şehvet (üreme) hazlarıyla ödüllendiren patronların –Fizikötesi’nde kurgulanan- en yücesine (Allah’a), şükran borcu olarak tapınmalarını “farz” kılmışlardır; aritmik ritüeller şeklinde… Dolayısile de bilmeden, -melekeleri muhtel olduğu için- müzikten pek hoşlanmayan şizofrenik insanlara, ihtiram (biat gösterisi) anlamındaki “a-ritmik tapınmalar”ı yaptıkları taktirde –bazı ahlâkî (indî) kuralları çiğneseler bile, Allah’tan af dileyerek- istedikleri kadar lezzet ve şehvet hazları peşinde koşabileceklerine cevaz vermekte, ve onları daha da hasta etmektedirler; şizofrenikler için, en müessir ve pratik tedâvî yöntemi, müzik ve dans olduğu halde… Yani insanı (aklı) yaratan parametrenin “ritm melekesi” olduğunun açıklanmaması bile, dindar insanların kitleler hâlinde –hem tüketim müptelâsı, hem de şizofreni hastası yapılmak sûretiyle- istismâra uğratılmasına, ve böylece ortaya çıkan “dinî otokrasi”lerle de ülkelerin, küresel kapitalizmin “otomatik sömürü” alanı hâline gelmesine sebep olmaktadır.

Diğer yandan dinî doktrinlerin ve Kapitalizmin müşterek kabûlü olan, “patronların elzemliği” varsayımının, yaygın kanaat hâline gelmesinden dolayıdır ki , “yapay işçi (robot)” üretilebildiği ve üstelik, hesap (calculus) seviyesinde matematik bilen “yapay akıl (bilgisayar)”ların bile yapılabildiği günümüzde, -işçilere, bürokratlara ve hatta teknokratlara ihtiyaç kalmadığı halde- Kapitalizm ideolojisi hâlâ, “kantitatif büyüme” ekonomisini dayatıp nüfus artışını körükleyebilmektedir. Çünki –kopyalanan kadarıyla da olsa- aklın nesnel tanımı bilindiği halde, bu bilgi, Skolastik Antropoloji öğretisi uyarınca gizli tutulabilmektedir; akıllı insanlar, şizofrenik çoğunluk arasından ayırt edilemeyip, “oy çokluğu” ile seçilen kapitalist politikacıların kararlarına mahkûm bırakıldıkları için… Ondan sonra da artmakta olan nüfûsu yaymak gereksinimi yüzünden Evren’i, “3 boyutlu uzay vechesi”nden fethetmeye kalkmaktadır; bu zihniyet… Yani Kapitalizm ideolojisi, kapitalistlerin “var olma” şartını, insanlığın “bilinçlenerek varlığı yüceltme” şartının karşısına, aşılmaz bir bariyer gibi dikmiş bulunmaktadır. Öyle ki akıl, Termodinamiğin II. Prensibi uyarınca, mevcûdâtı dağılmakta (dolayısile ölüme gitmekte) olan Makrokozmos’ta mâcera aramanın yerine, bu prensibe uymadan –burnumuzun dibinde ve daima- gerçekleşen bir “fotosentez” olayının sırrını çözmemizi emrederken, “kapitalist ideoloji (ve zihniyet)”, insanlığın çoğalıp Uzay’a yayılarak, birbirini –sofistike silahlarla- kitlesel olarak öldürmesini, doğru ve alternatifsiz bir gelişme yolu gibi gösterebilmektedir; tüm bilim dallarını da, “ideolojik güdüm” altına alarak… Demek ki, Kapitalizm düzeni ortadan kaldırılmadıkça, ve devlet(ler)in “kuruluş” oryantasyonu yapılmadıkça insanlığa felâh yoktur. Ondan sonradır ki insanlık, Tarih Öncesi’ndeki oluşumunu derinliğine anlayarak kendinin bilincine vardıkça, Evren’in de Mikrokozmos Fiziği ile derinliğine keşfedilerek kontrola alınması gerektiğini anlayabilecektir; aynı zamanda, uygun bir “doğum kontrolu” ile “şizofrenik insan” popülasyonundan da kurtularak… Yoksa biyolojik bedenimizle –bağımlı olduğumuz- Dünya’nın dışına çıkarak 3 boyutlu Uzay’ı fethetmek gibi bir düşünce gâyet absürt bir kurgudur; ki hiçbir normal insan da bunun tatbikâtına girişip, bir sürü eklenti aparat ve cihazlarla Uzay’da dolaşmayı (yaşamayı) arzu etmez. Zira aklı başında normal bir insan, sayma(ritm) ve sıralama melekelerinin ürünü olan aklın, sayma/sıralama işlemleri yapan cansız yapılara (bedenlere) kopyalanabileceğini, dolayısile de, bunlar vasıtasıyla 3 boyutlu Uzay’da gereken yerlere gidilebileceğini bilir. Kaldı ki, Uzay’da yaşamanın insanlara, –ortama uymak üzere- bambaşka duygu ve düşünceler yükleyeceği, ve dolayısile onları, yeni kimliklerini savunmak gâilesiyle savaşçı topluluklar hâline getireceği de âşikârdır. Yoksa, bugünkü Uzay araştırmalarında kullanılmak üzere, astronot veya kozmonot adlarıyla seçilen sağlıklı kişilerden –ileriye mâtuf- genellemeler yapmak çok yanlıştır. Çünki onlar, iyi bir şey yaptıklarına inandırılmış (Kapitalizm ideolojisiyle beyinleri yıkanmış), ve dolayısile de mistik kurgulara dayalı bir “adanmışlık hissi”ne kapılmış insanlardır; ilk çağlardaki bazı kültürlerde, aynı hislerle kurban olmak (kendini kestirmek) için bile kuyruğa girmiş insanların rivâyetlerini de hatırlarsak…

Bu durum muvâcehesinde Vakfın amacı, hem Antropoloji bilimini esâretten (dogmatizmden) kurtarmak, hem akıllı insanların –devletlere ağırlıklarını koymak üzere- buluşmalarını sağlamak, hem de eski “inisiyasyon” usûl ve sınavlarını güncelleyerek “ölçü”lü hâle getirmek olmalıdır/olacaktır herhalde… Haberciler bu duyurumuzu, insanlık nâmına her yere yaymalıdırlar ki, sipariş üzerine çalışmaya alıştırılmış tüm “üniversite” bilimcileri (akademisyenler) de uyanıp kendilerine gelerek, her şeyden önce insanlığı düşünmeye başlasınlar. Sonra da, Aristo’nun Akademya’sından kopyalanarak “çömez(çırak) yetiştirme” misyonuyla kurulmuş olan üniversitelerin artık, Pisagor’un –aynı zamanda “inisiyasyon” seçilimleriyle yaratıcı bireyler de ayıklayan- Tarikat’ı hâline dönüştürülmesi gerektiğini anlasınlar.

Bu Vakfın kuruluşu, haber ajanslarında ve her türlü yayın organlarında çalışan, ve de beyinleri Kapitalizm ideolojisiyle yıkanmamış olan özgür habercilerin pratisyenliğini yapacağı, “Tarih Sonrası’na Geçiş Devrimi”nin başlaması demektir; tabuları yıkarak Tarihî Devirler’e geçişi gerçekleştiren “anti-tez” devrilmesini senteze ulaştıracak, ve dolayısile Tarih Sonrası’na kapı açacak –son- devrilme (kıvrılma) anlamında… Aslında bu Devrim, 1901 yılında, Aristo Mantığı’ndaki paradoksun (Russell Paradoks) keşfi, ve Well-Ordering Principle gibi varsayımların, aklî düşüncenin (Matematiksel Mantığın) zorunlu kabulleri olduğunun anlaşılmasıyla fikren gerçekleşmiş, ama bunun Antropoloji ile bağlantısının kurulması –insan ömrüne göre- biraz uzun sürmüştür. Ama antik devirlerin başından beri geçerli olmuş bir mantığın (Aristo Mantığı’nın) içindeki paradoks (Russell Paradoks) ortaya çıkarıldıktan hemen sonra, anlaşılmıştı ki, tarih boyunca üretilmiş dinî veya felsefî bütün sistematik (mantıkî) düşünceler veya doktrinler temelden hatâlıdır. Dolayısile bunlar, müesses “patronaj” rejimlerinin gücüyle (teşvik ve yatırımlarıyla) empoze edilmiş/edilen ve kabul görmüş/gören ideolojilerdir aslında…

GENELGE: Bir inisiyatör ne yapar/eder, Türkiye’nin bağımsızlığı ve insanlığın kurtuluşu için bağış yapacak –özel veya tüzel- kişileri bulur, ve bu vakfı kurar. Ondan sonra da, yukarıdaki “Gerekçe”yi muhtelif dillere çevirerek/çevirterek, Dünya’daki önemli haber ajanslarına ve yayın organlarına gönderir. Zira “patron kafası”nı aşmış inisiyatör bilir ki, -bilinç olarak- insanlık, Tarih Sonrası’na barış içinde düzenli geçiş yapabilmek için, bunu beklemektedir.

Ali Ergin Güran : 03 / 10 / 2022