Kapitalizm İdeolojisiyle Mücadele Vakfı Gerekçesi 2:

1901 yılında, “mutlak eşitlik(özdeşlik)”ler ve “sıra dışı varlık”lar kabul eden Aristo Mantığı’nın paradoksu, Bertrand Russell tarafından ortaya çıkarılınca anlaşıldı ki, tarih boyunca aynı mantıkla ifade edilmiş bütün dinî, felsefî doktrinlerde, bu paradoksun izdüşümü sözkonusudur. Dolayısile de tarihî doktrinlerin tümü, objektif değil, ideolojiktir; yani “patron (âmir)” konumundan bakan ideologlarca kurgulanmış subjektif, yersel ve zamansal (geçici) öğretilerdir. Yani, M.Ö. 5.Yüzyılda Aristoteles tarafından formüle edilip kayda geçirildiği için Aristo Mantığı denilen, oysa Tarım Devrimi’yle ortaya çıkan ilk “tanrı-kral”lardan beri kullanılagelmiş olan bu mantık, aslında sıradışı (metafizik) otorite veya sorumsuz sorumlular (tanrılar) kabul etmek sûretiyle, çözülemeyen sorunların –tanrılara atfen- zorbalıkla çözülmesine cevaz veren, “ideoloji”lerin düşünce disiplinidir. Ondan dolayıdır ki, tarih boyunca insanlık, bu ideolojik öğretilerle (feodal kralların, kapitalistlerin ve tanrılarının mârifetiyle) bölünerek birbirini yemiştir. Kaldı ki, Russell Paradoks’un keşfinden önce, matematikte bile, objektif bir mantıktan söz edilemiyordu. Onun için de, en soyut –elemanlarla kurulan- matematiksel düşünce disiplinine dahî, prensiplerinin“değişebilir” olması ihtimâline binaen, teori (Set Theory) deniliyordu. Bu yüzden de, matematik bile, dallanmış bilimin spesiyalistlerini, “patron”ların çıkarlarına göre yönlendiren ideolojilerin, güdümüne girmişti. Zira yapılan çalışmalar ve buluşlar, ya birikmiş bilgilerin (literatür’ün) işaret ettiği “labirent” dahilinde, ya da -kapitalistlerin talepleriyle çalışmaları yönlendirilmiş- bilim dallarından gelen siparişleri karşılamak üzere yapılıyordu. Russell Paradox’un keşfinden sonradır ki, Set Theory (Kümeler Teorisi), “Well-Ordering Principle” ve “Axiom of Choice” gibi -eşdeğer- varsayımların, zorunlu (değişmez) kabuller olması gerektiğinin anlaşılmasıyla, Sembolic Logic (mantık) veya Matematical Logic adını almıştır. Ama bu keşfi müteakip, sözkonusu Matematiksel Mantık prensiplerinin, metafiziğe (mistisizme) çekilmemesi için de, -Antropoloji’de- sâbit bir maddî zemine oturuyor olması, yani değişmez bir davranış biçimine tekabül etmesi gerektiği düşünülmüştür. Nitekim, Matematiksel Mantık’taki zorunlu varsayım “İyi-Sıralanma Prensibi”nin,- Antropoloji’deki- zorunlu (gayri ihtiyârî de gerçekleşen) davranış biçimi olan “Sayma(ritm) Melekesi”ne tekabül ettiği de, çok geçmeden fark edilmiştir; düşünce ve davranışların, “feed-back” etkileşimiyle birbirlerini tâyin ettikleri bilindiği için… Zaten, insanların ritmik davranışlar göstermeden yaşayamayacakları (akıllı kalamayacakları) gerçeğini, -melekeleri muhtel olan- şizofreniklerin “katatoni” semptomlarındaki “geçici felç ve konuşamama” tablosundan görmek de mümkündü. Kaldı ki, zihnî “sıralama melekesi”nin iflâsı anlamına gelen –Parkinson, Alzaimer gibi- “bunama” vakalarında hastaların, el ve kollarıyla, istenç dışı olarak çırpınırcasına sayma(ritim) hareketleri yapmaları da, bir delil olarak kabul edilebilirdi. En sonunda da anlaşıldı ki, “Russell’s Paradox” gibi akıl dışı bir duruma düşülmekle “zorunlu kabul” olduğu idrâk edilen “İyi Sıralanma Prensibi” adındaki temel düşünce ilkesi (ki bu fenomene artık, Sıralama Melekesi de denilebilir), kaos orijinli ve dolayısile zamanlar üstü olan, “insanlaşma (akıllanma) dinamiği”nin, yani faaliyeti istenç dışı olarak da süren “ritm melekesi”nin türevidir. Bu da demekti ki, ordinal (sayma) ve kardinal (çokluk) özellikleriyle ortaya çıkan sayılar ile, bunlardan türetilmiş ölçüler, ve dolayısile de bilimsel düşünce, ritm (sayma) melekesi ile, onun zihnî türevi olan sıralama melekesinin ürünüdür… Ama buna rağmen, Tarih Öncesi’nin –tabuların yıkılması şeklinde- inkârıyla (negasyonuyla) geçilen Tarihî Devirler’in pratiğinde, Aristo Mantığı’ndaki Russell Paradoks’un izdüşümü, trajik şekillerde hep yaşanmıştır. Öyle ki, bu paradoksun yarattığı antagonizmalar (çözümsüz çelişkiler), tarih içinde daima savaşlarla çözülmüş, yani dinî literatüre ve retoriğe göre söylemek gerekirse, o sorumsuz sorumlu farazî (muhayyel) tanrılar hep, “insandan kurban”lar istemiş ve almışlardır. Ve böylece de, akıllı insan yetişmesi engellenip, faydalanılacak (hükmedilecek) arâzî ve insan sayısı arttırılarak, tohum ve damızlık ıslahına çalışmak şeklindeki “feodal büyüme ekonomisi” tebellür etmiştir; “ideal toplum düzeni” olarak... Bunun neticesinde de, insanların kas gücü ve doğurganlığı önem kazanarak, erkek cinsinin başat (dominant), kadın cinsinin de çekinik (resessif) olduğu, “ataerkil” bir toplum yapısı ortaya çıkmıştır; Tarih Öncesi’nin, -yüzbinlerce yıl sürmüş- tabulu zamanlarındaki “anaerkil” düzenin ve “amazon” topluluklarının tam aksine olarak… Tarihî Devirler’deki paradoksu aşarak, “feodal büyüme ekonomisi”nin baskısına rağmen keşifler ve yaratıcılıklar yapan, yani “irâde(aklî kararlılık)-içgüdü” diyalektik çelişkisini dengeli bir şekilde yönetebilen “melekeleri güçlü birey”ler, genellikle yaşama imkânı ve şansı bulamamışlardır başlangıçta… Ne zaman ki, yağma şeklinde elde edilen değerli madenlerin (altın, gümüş vs.) bazı feodaller himayesinde birikimi, ve bunların “ekonomik kriz”lere yol açmadan kullanımı sözkonusu olmuştur, ancak ondan sonra, Kapitalizm’in “emperyalist sömürü tarzı”nın ortaya çıkmasıyla birlikte, mûcitler aranır olmuş ve ayıklanmışlardır. Müteakiben de, mûcitler vasıtasıyla bilimcilerin yolu açılmıştır. Ama bugüne gelindiğinde ise, insan popülâsyonunun olağanüstü artması ve Dünya’ya sığamaz hâle gelmesiyle birlikte, aynı süreçte yapılan “kitle imha silahları (nükleer bombalar)” yüzünden, insanlık “yok olma” tehlikesinin eşiğine gelmiştir; tarih boyunca –coğrafî yayılma politikasıyla- idare (veya temdîd) edilen paradoksun, son “çıkmaz” aşaması olarak… Demek ki artık, Tarihî Devirler’den çıkmak, ve bunun için de, başta Kapitalizm olmak üzere tüm ideolojik öğretilerden kurtulmak gerekmektedir; Kıyâmetimizi veya intiharımızı hazırlamayacaksak… Ama ne yazık ki, Skolastik Antropoloji’de “insan” tanımı, Tarihî Devirler dahilinde dondurulmuş, ve dolayısile Tarih Öncesi insanı da, bu tanıma göre kurgulanmakla, Antropoloji’nin kendisi dahî, bir ideolojiye çevrilmiştir; veya son aşamada, bir ideolojinin (Kapitalizmin) parçası hâline getirilmiştir. Çünki Antropoloji öğretisi düzeltildiği ve diyalektik (bilimsel) kılındığı taktirde, -dinler dâhil- tarihî ideolojilerce tesis edilmiş olan “müesses nizâm (patronaj)”ın yerine, bir “objektif düzen”in geçeceği, ve bundan sonra da eski düzen egemenlerinin likide olacağı sezilmiştir. Gerçekten de, Diyalektik Antropoloji öğretisine geçildiği taktirde, aklın –oluşum süreciyle birlikte- nesnel tanımının ortaya çıkması, ve müteakiben “akıllı insan seçilimi”nin gündeme gelmesiyle, patronlara (ve de en büyük patron Allah mitosuna) gerek olmadığının anlaşılması, muhakkak gibiydi. Onun içindir ki, Kapitalizm İdeolojisi’ni, ve onun bilimsel çalışmalar üzerindeki yönlendirici etkisini kanıksamış konformist bilimciler, rahatlarını kaçırmamak için, 1901’de keşfedilen Russell Paradox üzerine eğilmeye/düşünmeye yeltenmemişlerdir bile... En sorumlu olması gerekenleri, yani branşlarında “otorite” sayılan bilimciler dahî, onu kabûle yanaşmamışlardır; hatta, matematik profesörü G.Cantor gibi çıldırsalar da… Bunun sonucunda da, Tarihî Devirler boyunca döşenmiş dinsel ve felsefî zemin üzerinde, Komünizm, Faşizm, Nazizm gibi biçok uyduruk ideoloji gelişip, birbirlerini etkileyerek güçlenmişlerdir. Hadi diyelim ki, Faşizm ve Nazizm, dinle “terbiye” edilmiş bir tür kabilecilik veya klâncılıktır. Ama Komünizm, evrensellik iddiası taşıyan öyle bir “uydurmasyon”du ki, Tarih Öncesi’ndeki tabulu toplulukları, “İlkel Komünal Toplum” adı altında, seksin serbest olduğu cümbüşçü gruplar gibi gösteren bir “antropoloji” öğretisiyle gençlerin canına okumuştur. Bu sebeptendir ki insanlık, bir büyük beyhûde ihtilal (Sovyet İhtilali) ile, peşpeşe iki büyük paylaşım savaşı (Dünya Savaşı) yaşamıştır; ağır ve kanlı bedeller ödeyerek... Yani bilimcilerin konformist ve statükocu tavırları, insanlığa çok pahalıya mâl olmuştur; 20.Yüzyıl’ın ilk yarısında… Herne kadar bugün, faşizan ve komünizan ideolojilerin modası geçmiş, ve Kapitalizm İdeolojisi, tek “müesses nizam” doktrini gibi görünüyor olsa da, nihayette zorbalık yapmaya mecbur olan “ideolojik öğreti”lerden hiçbirinin, uzun süre “tek” kalamayacağı da muhakkaktır. Zira ideolojiler, kadîm “tanrı-kral”lardan itibaren ortaya çıkmış –isimleri değişse de esası değişmeyen- patronlara has, “subjektif tercih” doktrinleridir. İnsanlığın yarattığı “artı-değer”i -bir şekilde- sahiplenmiş insanlar olan patronlar da, tercihlerini hep, kantitatif büyüme ekonomisi yönünde kullanmışlardır. Yani patronlar tarih boyunca, diğer insanları, “içgüdüsel ihtiyaçların tatmininden alınan biyolojik hazlar”la ödüllendirmek sûretiyle, şartlı refleksler (alışkanlıklar) kazandırılarak rutin işlerde çalıştırılan “ehlî hayvan”lar gibi kullanmak için uğraşmışlardır. İktidarlarının son (Kapitalizm) aşamasında da, kendilerinin “velînimet” olduklarına inandırdıkları (kanıksattıkları) -ve çoğunluğu da şizofrenik olan- insanları, kendi adamlarına (politikacılarına) oy verdirmek şeklindeki bir “demokrasicilik” oyununa iknâ ederek, meşrûiyetlerini muhafaza edebileceklerini düşünmüşlerdir. Oysa gerçekte, çalışanları dinî/ahlâkî kurallarla disipline etmeye çalışırlarken, kendileri, kâr’larını “özel hayat”larında denetimsiz bir şekilde kullanma (harcama) imtiyâzı kazanarak –genellikle- lezzet ve şehvet hazlarının müptelâsı olarak dejenerasyona uğramışlardır. Ve dolayısile de, insanlığa kötü örnek olarak, Aristo Mantığı’ndaki paradokstan mütevellid bir virüs gibi, -aklı kemiren- habis bir rol oynamaya başlamışlardır. Yani demek ki, Kapitalizm İdeolojisi, nihâi ve ideal düzen doktriniymiş gibi “galat-ı meşhur” olarak beyinlere kazındığı ve yaşatılmaya çalışıldığı sürece, -hayvanî (ekonomik) rekâbet mûcibince- yeni adlarla bir çok ideolojik doktrinin ortaya çıkması, ve insanlığı savaşlara, hatta kitle imha silahları (nükleer bombalar) ile intihâra (Kıyâmet’e) sürüklemesi kaçınılmazdır. Zaten gıda üretim kapasitesinin sonuna gelindiği, ama buna rağmen nüfus artışının alabildiğine sürdüğü/sürdürüldüğü günümüzde, bir üçüncü paylaşım (Dünya) savaşı da kapıda beklemektedir. Buna rağmen, Kapitalizm ideologları, “büyüme ekonomisi”nden hiç ödün vermeden çıkış yolları aramakta, ve nihâyette de, “feodal büyüme ekonomisi”nin modern bir versiyonu ile Uzay’ı fethe çıkmayı (Uzay’da yaşam alanı açmayı), son çare olarak görmektedirler; fetih(!) başlangıcında bile birbirlerine düşeceklerini/düşmekte olduklarını göz ardı ederek… Yani Kapitalizmin artık, Tarihî Devirler paradoksunun pratikte tebellür etmiş nihâyî şekli olduğu, yani İnsanlığı felâkete sürükleyen bir “çözümsüz çelişkiler (antagonizmalar) yumağı” oluşturmuş bulunduğu, apaçık ortaya çıkmıştır.

Halbuki, mesela Uzay çalışmalarına harcanmakta olan kaynağın cüz’i bir kısmı, biyoloji, kimya, fizik, matematik dallarında temâyüz etmiş bir gurup bilim adamının konforu (rahatlığı) için harcansa, ve onlar da, entropiyi azaltan bir olayı (örneğin fotosentezi) çözüverse, insanlık, saplanmış olduğu Kapitalizm bataklığından veya çıkmazından âniden kurtulabilecektir. Bir defa bu sûretle, “basınç uygulamadan maddenin yoğunlaşması” sağlanacağı için, öyle muazzam bir “artı-değer” yaratılmış olacaktır ki, bu “değer”, Dünya’da mevcut tüm kapitali yutacak ve/veya uydusu hâline getirecektir. Kaldı ki aynı süreçte, “gravitasyon alanı”nın, geometrik (çukur) izahından farklı olarak, fizikî ve uygulanabilir bir teoride açıklığa kavuşturulması, ve bu suretle Evren’i daha yakından tanıma imkânlarına ulaşılması da ihtimal dahilindedir. Aslında Evren’in bir vechesi olan Uzay, Gök cisimlerinin küre şeklindeki yüzeylerinden mütevellid –ön, arka; sağ, sol şeklindeki- iki boyut ile, yerçekimi kuvvetinden kaynaklanan dikey boyut tarafından belirlenmiştir; üç boyutlu olarak… Oysa Evren’i, daha şimdiden, en az beş boyutlu olarak düşünmemiz de mümkündür; canlılar âleminin ilave ettiği “entropiyi azaltma” boyutu ile, “kütle çekimine ve atâlet kuvvetine karşı çıkma” boyutunu da ilave ederek… Çünki insan aklı, önünde/sonunda, canlılar gibi beslenme ve üreme mecburiyetinden kurtulup, cansız cisimler âlemine intikal ederek, bu boyutları geçerli hâle getirecek, ve de tüm Evren’e teşmil edecektir. İşte böyle bir aşamadan sonradır ki, ortada ne kapitalist veya patron esâmisi kalacak, ne de tapınılması gereken bir “tanrı” mitosu… Tabii ki, Tarihî Devirler’in başında olduğu gibi, objektif (bilimsel) yöntemlerle seçilmiş akıllı (inisiye) bireylerin, insanlığın inisiyatörlüğünü yeniden üstlenerek, tüm insanları bir “devletler birliği” çatısı altında toplamaya başlamalarıyla birlikte… Kaldı ki, zaten o müstakbel zamanlarda insanlar, para taşıma külfetinden (ve parayla oynama zilletinden) de kurtulup alışverişlerini, cep telefonlarında kayıtlı puanlamalarla yapar hâle geleceklerdir… Oylama seçimleri ise, sâdece, halkın biyolojik ihtiyaçlarıyla ilgilenen mahalli idareler için sözkonusu olabilecektir… Bu öngörü, bir “ham hayal” değil, bilimsel objektivite îcâbıdır aslında... Zira, bilimsel dallanmanın üzerine çıkarak bakıldığında görülür ki, Evren’in deviniminde, bilimin dallanmasına ve zamanın hızlanmasına yol açan, müteselsil üç kaosun, iç içe üç ayrı “âlem” yarattığı görülmektedir. İşte bu âlemler silsilesi de, herbirinde, bir önceki âlemin kanunlarını inkâr (negasyon) eden prensiplerin (temel kanunların) husûle gelmiş bulunması hasebiyle, emsalsiz bir oluşum/dönüşüm süreci ortaya koymaktadır. EVRENSEL DİYALEKTİK SİKLUS (ÇEMBER) adını verebileceğimiz bu dönüşüm sürecinin, Uzay’da bir benzeri yoktur; ve olmasına da imkân yoktur. Dolayısile, Uzay’da bizim gibi şuurlu varlıklar aramak, ya abesle iştigâldir, ya da Kapitalizm ideolojisinin tezgâhladığı bir spekülâsyonun aktivistliğini yapmak demektir. Çünki Aristo Mantığı ile mâlûl zihinlerin ve zihniyetlerin, kendini dışarıda (Tanrısal bir konumda) tutan bir “objektivite” anlayışı yüzünden insanlık, Evrensel Diyalektik Siklus’un farkına varamamış, ve üç boyutlu fizikî Uzay’ı hep Evren sanmıştır. Oysa “bilimsel objektivite”ye sahip zihinlerin, Uzay’a baktıklarında, “ben bu gördüğüm tablonun neresindeyim, ve bunu nasıl etkiliyorum/etkileyeceğim?” sorusuyla birlikte düşünmeleri gerekirdi. Zira aklın, fizikî Uzay’ın olduğu gibi biyolojik bedenin de üstünde bir objektiviteye sahip olması icap ederdi; ki böylece insan, kendini anladığı nisbette Uzay’ı anlayabilsin, ve de hep birlikte Evren’i oluştursunlar... Yani aklın, her şeyin üstünde ve önünde farzedilerek, her şeyi izah ede ede gelişeceğini, ve en sonunda transandant bir limit noktasında da, her şeye muktedir bir bilinç (Tanrı) hâline geleceğini tasavvur etmek gerek... Çünki akıl, son şeklini almış ve insan beynine monte edilmiş bir aparat değil, insanın –yüzbinlerce yılda- kazandığı, bedenî sayma (ritm) ve zihnî sıralama melekelerini, birer parametre olarak almış, matematiksel bir fonksiyondur. Bu “akıl” fonksiyonu bir defa, çevresindeki olgu ve olayları ölçüp, olayların kararlılaşma hallerini (kanunlarını) izleyerek kaydeder. Sonra da, müdahale edeceği yerleri saptayıp, oralara yapacağı etkilerle yeni kararlılaşmaların oluşmasına yol açar; ki bu sırada kendi de kararlılaşır veya determine olur. Ve böylece de, çevresini hem öğrenip hem de değiştirerek, kendini daima geliştirir. Yoksa insanın(aklın), pasif bir gözlemci olarak olayları izleyip (fotoğrafını veya videosunu çekip) meseleleri anlamaya çalışan bir varlık olduğunu sanmak, en az, muarızı Şeytan’la birlikte var olmaya mecbur kalmış –yani her şeye gücü yetmeyen- bir Allah’ın kulu (imalâtı) olunduğuna inanmak kadar abestir. Zira bu taktirde, “Uzay’a, Tanrısal (her şeyin dışındaki) bir konumdan bakıp, -sıralama melekesinden yoksun- hayvan gözüyle görmek” gibi paradoksal bir duruma ve anlayışa saplanılmaktadır. Çünki hayvan gözüyle baktığınızda, birbirinden bağlantısız (sırasız) nesneler görülür; ki o zaman da, mantığın “İyi-Sıralanma Prensibi” Allah kanunu olmuş olur; ama sizi kapsam dışında bırakarak…Yani siz Allah konumuna oturmuşken, aklen çıkarım yaptığınız ve tapındığınız Allah sizi dışlamış olur… Aslında sıra dışı ve kâdir-i mutlak bir “yaratıcı” kurgusu, çelişkisiz hareket (iş) yaptırabileceğini sanan patron kafasının (yani ideolojilerin) bir idealidir. Dolayısile “kâdir-i mutlak” bir yaratıcının karşısına çıkarılmak zorunda kalınan, isyankâr (yaramaz) bir “şeytan” figürü de aslında, Tarih Öncesi’nden bîhaber oldukları için “diyalektik çelişki”ye akıl erdiremeyen, ama realitedeki olayları da, “Allah – Şeytan” çekişmesi şeklinde izah etmeye mecbur kalan bu kafaların icadıdır… Oysa aslında, TANRI KAVRAMI, AKIL HARİCİNDE DÜŞÜNÜLEMEZ ; BİR “BÜTÜN”DE, İKİ AKIL OLAMAYACAĞINA GÖRE… DOLAYISİLE DE, TANRI İÇİN BİR TANIM YAPMAK GEREKİRSE, BU ANCAK, “KENDİ KENDİNİ GELİŞTİREN YAZILIM PROGRAMI, VEYA FONKSİYONU” ŞEKLİNDE DE İFADE EDİLEBİLEN AKLIN TANIMINDAN ÇIKARILABİLİR. Zira sayma/sıralama melekelerinin veya parametrelerinin, -bir nevi- sinüzoidal (dalgalanma) fonksiyonu olan akıl, içine girmekte olduğu “elektronik cihaz” bedeninden de bir süre sonra kurtulma, ve muhtelif frekanslardaki ışınım dalgaları şeklinde Uzay’a yayılma istidâdına sahiptir. İşte o zaman akıl ve düşünce (akıl fonksiyonu) farkı ortadan kalkacak, ve de Evren’deki kararlılaşmaları (gelişim ve dönüşümleri), “düşünce” faaliyeti yönetir hâle gelmiş olacaktır; düşünme ve yapma arasındaki zaman ve mekân farkının da asgarîye inmesiyle… Ondan sonrası için ise, bu düşünce dalgalarının, hem “entropi”yi azaltma, hem de “kütle çekim” ve “atalet” kuvvetlerini yenme sırrına ererek, sonsuz hızlı bir varlık (mesela gravitasyon alanı) gibi, esîrî bir bütün, yani “som veya salt bilinç (Tanrı)” teşkil edeceği şeklinde düşünülebilir; bir “matematiksel limit” tasarımı olarak... Ama onu tanımlamak veya nitelendirmek (neyi yapıp neyi yapamıyacağını söylemek) olası değildir. Çünki, “her şeyi yapar” demek bile, “bizim tasavvur edebileceğimiz şeyleri yapabilir” anlamına geldiği için, o transandant bilinci kısıtlamak demek olacaktır... Ancak bu noktada, bazı mütefekkir dindarların, “O’ndan geldik, O’na döneriz” şeklindeki söyleminin, mâkul hâle geleceğini söylemek mümkündür; metafizik izahlara mecbur kalınmadan… Ama o taktirde, insanın bir geçiş formundan başka –önemli (eşref-i mahlûkât)- bişey olmadığı, dolayısile dinsel literatürde, “ebedî cennet” diye tasvîr edilen abartılı ödüllerin, aslında “patron kafası” tarafından dindarların önüne konulmuş hayalî yemler olduğu da açıkça anlaşılacaktır; ki zaten de anlaşılmaktadır… Ancak bu arada, bu anlatılanların, kozmik zamana göre çok kısa (göz açıp kapayana kadar) bir süre zarfında gerçekleşeceği (gerçekleşmekte olduğu), oysa bizim en önemli ve büyük zaman ölçümüz olan “ömür boyu”nun ise, bu hususlarda çok kifâyetsiz kaldığı, ve dolayısile yanılsamalar yarattığı/yaratacağı da, daima hatırda tutulmalıdır… Bu durum muvâcehesinde, insanlığın îfâ edeceği en önemli –ibadet gibi- görevin, aslında, aklı anlayarak muhafaza etmek ve geliştirmek olduğu, dolayısile, biyolojik ihtiyaçlar –talep veya şükr etmek- için yapılan ibadetlerin akla ziyan etkinlikler olduğu iyi anlaşılmalı, ve de bir bakıma “hayvanlığın reaksiyonu” demek olan, tüm ideolojilerle (özellikle de kapitalizmle) müessir bir şekilde mücadele edilmelidir. Bu meyanda şu nokta da iyi anlaşılmalıdır ki, Tanrı gibi – zaman ve mekândan münezzeh-transandant (aşkın) bir mertebenin, teşbih ve mecazlarla (yani kelimelerle) tanımlanması mümkün değildir; sâdece o mertebeye giden yol için argümanlar bulunması, ve/veya rota tayini sözkonusudur. Teşbih ve mecazlarla ancak, “yardım umulan hipnoz objesi” olarak tapınılacak, ve dolayısile de ideolojik doktrinlerin kabul görmesine ve yayılmasına hizmet edecek –cismânî veya hayalî- bir “put” tanımlanabilir. Ve de böyle bir hayâlî put, kendisine değil yüz, yüzbinmilyon ilah. isim ve sıfat verilmekle dahî, subjektiflikten (tarafgirlikten) kurtarılamaz. Demek ki, her şeyden önce, kaotik başlangıcın öncesinde bir “yaratıcı” kurgulamanın, fizik yasalarına da, matematik prensiplerine de, akla da mugâyir bir varsayım (daha doğrusu vehim) olduğunu iyi anlamamız gerekmektedir. Bu gerçeğin kavranamaması yüzündendir ki, Kapitalizm ideolojisiyle beyni yıkanmış Astrofizikçi ve Fizikçilerin rehberliğinde insanlar, karşılarında gördükleri (ötekileştirdikleri) fizikî Uzay’ı,-kendilerinin de dahil olması gereken- Evren’in ta kendisi sanmışlardır; ve sanmaktadırlar. Dolayısile de Evren’i, “3 boyutlu Uzay” vechesinden, -onu yarattığını düşündükleri Allah gibi- temâşaa edip, mevcut imkânları nisbetinde yapacakları yatırımlarla, o farazî (muhayyel) Yaratıcı’ya vekâleten fethedebileceklerini, hatta îmal edebileceklerini düşünmektedirler. Oysa, tenekeden(!) yapılan tepkili araçlarla birkaç plânete ulaştık, ve de heveslilerini bulduk (tavladık) diyerek, kâr hırsına kapılan kapitalistlerin dolduruşuyla fethe çıkılamaz; Ortaçağ’daki coğrafî keşifler gibi… Çünki insan(lık), kendini anladığı nisbette Evren’i, dolayısile de Uzay’ı anlayabilir; yoksa birbirine düşeceği veya birbirini yiyeceği antagonizmalara saplanması kaçınılmazdır. İŞTE BU DURUM, İDEOLOJİK DÜZENLERİN (ÖZELLİKLE DE KAPİTALİZMİN), BİLİMİ VE BİLİMSEL GERÇEKLİĞİ NASIL ÇARPITTIĞININ, VE İNSANLARI –KAPİTALİSTLERİN FİNANSMAN (KÂR) TERCİHLERİ YÖNÜNDE- NASIL ÇIKMAZ YOLLARA SÜRÜKLEDİĞİNİN AÇIK VE NET DELİLİDİR. Oysa Evren’in, “Fizikî Âlem / Canlılar Âlemi / İnsanlık (akıllılık) Âlemi” şeklindeki diyalektik dönüşüm sürecinde, ivmesi de ivmelenen öyle bir gelişme –hızı- gözlemleniyor ki, sanki insanlık, ivmeli bir şekilde dağılmakta olan Fizikî Kozmos’un önüne geçip de onu kontrola alacak ve ölümcül gidişâtını geri çevirecek bir gelişmenin öncüsüymüş (inisiyatörüymüş) gibi görünüyor. Bu şekilde de Dünya, Evren’deki bilinçlenme zuhûrâtının başladığı bir nokta veya merkez gibi temâyüz ediyor. Zaten Evren’de, doğrusal bir hareketten bahsedilemeyeceği, orada sadece sinüzoidal (dalgalı) hareketlerin sözkonusu olabileceği de iyi biliniyor. Çünki bütün maddi (kütlesel) cisimler ancak, “dalgalı hareket” hâlinde, yani zaman ve mekân parametreleriyle birlikte var olabilmektedirler. Ve bu cümleden olarak, mikro cisimlerin bir kısmı “ilerleyen dalga (ışın)” şeklinde de tezâhür ederlerken, makro cisimler tamamen, “duran dalga” dediğimiz dairesel/eliptik veya tersinir (reversible) şekillerde hareket etmektedirler. Bu özelliği şümûllendirirsek, hareket eden canlıların simetrik yapılarını bile, “dalgalı hareket” şeklindeki varoluşun, başka bir tezâhürü olarak düşünmemiz mümkündür… Dolayısile, Evren’i “yegâne bütün cisim” olarak ele aldığımızda, onun –mevcut kanunlara göre- tersinir(reversible) bir şekilde hareket etmesi gerektiğini de çıkarabiliriz. Bu bilgi muvâcehesinde, Fizikî Kozmos’un genişleme (şişme) hareketinin, bir raddeden sonra tersine dönüp büzülme hareketine dönüşeceği, ve bu dönüşümün, Evrensel Diyalektik Siklus’un sentez aşamasında,-aslında sinüzoidal bir aktivite olan- insan düşüncesinin, fizikî kozmosa yayılması ile gerçekleşeceği (gerçekleştirileceği) de öngörülebilir. Yani, “Tanrısal Yol” veya “Tanrılaşma Yolu” demek, aslında “Evrensel Diyalektik Çember” demektir işte!.. Yoksa geride, Big-Bang’in de öncesinde, yani “metafizik”te bir Tanrı –mitosu- aramanın (veya varsaymanın), ve de istikbalde bir Âhiret (Öbürdünya) kurgulamanın, bilimsel düşünceyle hiçbir alâkası yoktur. Metafizik Âhiret kurgusu da aslında, Mikrokozmos Fiziği’nden bîhaber olup, en büyük patronlara (Tanrı-Kral’lara), yine didaktik patronaj öğretileriyle (dinlerle) karşı çıkmaya çalışmış peygamberlerin –Aristo Mantığı uyarınca- uydurmak zorunda kaldıkları hayâlî bir senaryodur. Ama fizik denilince, sâdece Makrokozmos Fiziği’nin anlaşıldığı o çağlarda, Mikrokozmos Fiziği ile kavranılabilecek olayları, metafizik olarak anlamanın ve kurgulamanın da doğal olduğunu kabul etmek gerek… İşte bugün biz, bu bilince vardığımız içindir ki, bitkilerin “entropiyi azaltma” sırrını araştırmaya başlamanın, şimdi tam zamanıdır diyoruz. Zira, Evren’in sâdece bir noktasında geçerli, -bütüne teşmil edilemeyen- mahalli bir fizik kanunu olamayacağına göre, “fotosentez” olayının da bir “sır” olarak kalamayacağından eminiz… Son tahlilde, özetle diyebiliriz ki, Russell Paradox’un pratikteki izdüşümünden kurtulmak için, insaniyetin de, her başlangıç gibi –öncesi ve sebebi olmayan- bir Kaos’tan doğduğunu, ve “ritm melekesi”nin de, “kaostan çıkış” parametresi olduğunu kabul etmek zorundayız. Kaos kavramını ise, “zaman, mekân, kütle gibi hiçbir parametrenin (değişkenin) bulunmadığı bir an ve bir nokta, veya donmuş bir hâl” şeklinde tanımlamak, ve de her kaosun “biricik” olduğunu kavramak mecbûriyetindeyiz. Bu durum muvâcehesinde, “Big-Bang” kaosundan doğan Fizikî Kozmos TEZ; Dünya’da oluşan “okyanuslar kaosu”ndan neşet edip, Fizikî Kozmos’un –Atalet Prensibi, Entropi Artışı Prensibi gibi- temel kanunlarını çiğneyerek, onu inkâr (negasyon) eden Canlılar Kozmosu ANTİTEZ; Canlılar Âlemi’nin içindeki bir primat türünde oluşan “titreşme kaosu”ndan türeyerek, faunasının “refleksif etkileşim” kanununun üstüne çıkmak üzere “ritm melekesi” geliştiren, ve bu sûretle, canlılığın “beslenme” ve “üreme” içgüdülerine (prensiplerine) direnerek aklı yaratmaya başlayan Akıllı Canlılar Âlemi de, Pre-SENTEZ aşama olmaktadır. İnsanlık Âlemi dediğimiz bu Kozmos, Evrensel Diyalektik Siklus’un tamamlanmasıyla gerçekleşecek, Fizikî Kozmos’a kalitatif farklı (akıllı) geri dönüşün (SENTEZ’in) başlangıcı demek olmaktadır aslında… Bu “geri dönüş”, aklın dayanıklı madde ve fenomenlere intikâli ile tamamlanacak, yani bir bakıma, insanın sayma(ritm) ve sıralama melekeleri Evren’e, bilinçli bir “ilerleyen dalga” olarak yayılıp, tüm sinüzoidal hareketleri inisiyatifine alacak, ve böylece de Tanrısal Zuhûrât, kendinden başka bir bilinç, hatta varlık olmaksızın gerçekleşecek gibi görünmektedir... Ama her şeyden önce, bunları anlayabilen ve dolayısile de Kapitalizm ideolojisinden kurtulabilen akıllı insanların bir araya gelmeleri gerekmektedir; zira aklı, “ideolojik esâret”ten kurtaracak olan –kapital değil- yine akıl olacaktır. Ancak, bir araya gelecek akıllı insanların, “insanlığın serüveni”indeki diyalektik siklusu da iyi bilmeleri îcap etmektedir. TEZ: Meleke kesbedinceye kadar ritmik hareketleri tekrarlarken, bu hareketlerin zoruyla beslenmeden ve cinsiyetten kesilerek bu hususta tabular ihdâs eden, ve bu sûretle de aklı yaratan Tarih Öncesi’nin “saf insan”ı… ANTİTEZ: Tarım Devrimi’nden doğan işgücü ihtiyacına binaen tabuları yıkarak kişilere, bireysel beslenme ve meşrû çiftleşme (evlenme) hakları tanıyan, ama böylece ortaya çıkan “irade – içgüdü” diyalektik çelişkisine akıl erdiremeyerek, onun yönetimini, -son tahlilde- metafizik güçlere (tanrılara) havâle eden, Tarihî Devirler’in “şizofrenik insan”ı… SENTEZ: İnsan aklının, sayma(ritm) ve sıralama melekelerinin (parametrelerinin) fonksiyonu olduğunu anlamış, ve buna göre de, objektif “inisiyasyon” sınavları ile, “irade(kararlılaşmış akıl) – içgüdü” diyalektik çelişkisini yönetebilen akıllı insanları ayıklayıp, “melekeleri muhtel insan” nüfûsunu azaltarak yerine, bütün rutin işleri yapabilen “robot”ları ikâme etmiş olan, Tarih Sonrası’nın “birey insan”ı…

Yukarıda özetlenmiş olan durum muvâcehesinde rahatça anlaşılabilir ki, gençleri, Kapitalizm İdeolojisi mûcibince kapital sahibi (kapitalist) olmaya özendirmek, insanlığa yapılabilecek en büyük kötülüktür. Onun için, bilimci olmayan gençlere dahî, Diyalektik Antropoloji, vulgarize versiyonları ile anlatılmalı, ve aklın, beslenme ve üremeyle ilgili çekinikliği (tabuları) doğuran sayma (ritm) ve sıralama melekelerinin (parametrelerinin) fonksiyonu olduğu bildirilmelidir; ki buradan hareketle, lezzet ve şehvet peşinde koşmanın, “akıldan yemek” anlamına geldiği anlaşılsın. Dolayısile de, seks etkinliklerinin, romantik “flört” aşamalarından (veya alıştırmalarından) sonra bir tür spor gibi –bilinçli- yapılması, beslenmenin de “hap ve şurup içme” evresine kadar, besin değerleri âyarlanmış “standart menü”ler şeklinde rafine edilmesi gereği ortaya çıksın. Kaldı ki, bu bilgileri didaktik bir öğreti şeklinde empoze etmeye de mecbur değiliz; zira seksî yaklaşımlardaki tutuklukları, ve toplu yemekler esnâsında çıkan fikir ayrılıklarının yutkunma refleksini nasıl bozduğunu pratik içinde göstermek de mümkündür. Ve bununla birlikte, müzikle, sanatla, bilimle ilgili tüm etkinliklerin de aslında, içgüdülere karşı direnişin türevleri olduğunu göstermek de olasıdır. Ama aynı zamanda, “çömez (taklitçi, ezberci) yetiştirme” amacına mâtuf kurulmuş olan Aristo Akademyası’nın devamı niteliğindeki üniversitelerde yapılan sınavların, insan kalitesini (meleke sıhhatini veya gücünü) ölçmediği, sâdece kapitalistlerin istediği gibi, şartlı refleksler kazandırılmış çömezleri ayıkladığı, çünki sonucu belirli olan bilmece/bulmaca gibi problemleri –görsel simgeler ve ses efektleriyle iyi anlatıldığında- hayvanların bile çözebildiği gerçeği de gençlere açıklanabilsin. Ve ondan sonra, gençler arasında, kalitatif seçilim (inisiyasyon) yapmak için, onların kararlılaşma derecelerinin (yani meleke güçlerinin) ölçülmesi gerektiği de, iyi anlatılabilsin; veri tablolarında problem görmeleri (vaz etmeleri), veya verili durumlar karşısında, tepkisel (reaksiyoner) olmayan davranış usulleri (kalıpları) geliştirmeleri istenerek… Bilindiği gibi, bilimcilerin ürettikleri bütün teoriler de aslında, sıkıntılı veya muammalı konuların, sorunsal (problematik) hâline getirilmesinden başka bir şey değildir. Nitekim, Diyalektik Antropoloji teorisi de, gâyet sıkıntılı bir –bilimsel- alan olan Antropoloji’nin, “problematik” hâline getirilmiş şeklidir.

Son tahlilde denilebilir ki, başta müzik olmak üzere tüm ritmik etkinliklerin, “akıl” denilen metafor (müteşâbih kavram) vasıtasıyla icat edildiği inancına veya zannına mahkûm oldukları sürece, insanlar, hem aklı metafizik alanda tutmaya devam edecek, hem de metafizik bir Allah kavramına (mitosuna) tapınmayı sürdüreceklerdir. Ve bu tapınanlar da, muhayyel bir objeyle (Allah mitosuyla) hipnotize edilmiş kitleler olarak, kendilerini besleyecek “patron”ları –başlarına- tayin edeceklerdir; hayvanlar gibi güdülmek üzere... Oysa bilimsel soyutlamalarla başlangıç (orijin) arandığında, matematikte “nokta”ya, fizikte ise “kaos”a varılır; veya dayanılır. Dolayısile aklın kökeninin de, bir kaosta bulunması iktizâ eder. Nitekim zamanlar üstü (parametresiz) bir “an” veya “hâl” olan insanlaşma kaosunda da, ortaya çıkan ilk parametre (çıkış parametresi), tüm zamanlar içinde “yaratıcı dinamik” olarak daima varlığını sürdürmektedir; ki bu parametrenin adı da –insanlığın ve aklın yaratıcı dinamiği olan- “ritm melekesi”dir. Ve bütün insanî değerleri ve kazanımları yaratan akıl da, bu parametrenin bir fonksiyonudur aslında... Yani, Kapitalizm ideolojisine kendini kaptırmış olanların, lâf kalabalığı (metaforlar) ile örttükleri gerçek, bu kadar basit ve nettir; iz’ân sahipleri için…

GENELGE: Bir bilimsel teorinin, sözle (metaforlarla) anlatımı, hiçbir zaman nihâi bir netliğe ulaşamaz. Zira bir gerçekliğin bilimsel (net) ifadesi ancak, ölçü ve sayılarla yapılır; ve de tatbîkatla sınanır. Mesela benim burada anlatmaya çalıştığım “akıl” fenomenini, bilgisayar ve yapay beyin üzerine uğraşan teknik uzmanlar –daha şimdiden- ayrıntılı ve net bir şekilde açıklayabilirler; ucu açık sorunları da belirterek… Bununla beraber, Diyalektik Antropoloji’nin sözsel reprezentasyonları, antagonist (çözümsüz) çelişkilere düşmeden sonsuza kadar yapılabilir/yazılabilir; ki kafası çalışan samimi insanlar, bunları okuyarak metodolojik (mantıkî) düşünmeyi öğrensinler, ve de “bütün”ü tasavvur ederek, terminolojisine katkı yapsınlar diye… Kaldı ki biz burada, bütün tarihî ideolojilerde (dinlerde, felsefelerde vs.) kullanılagelmiş terimlerin tümüyle bile anlatılamayacak kadar, “anti-ideolojik” bir bilimsel teoriyi açıklamak zorundayız. Üstelik böyle bir bilimsel teoriyi, gramer kaidelerine uygun olarak, alışılmış bir kronolojiye ve retoriğe oturtabilmek de çok güç, hatta imkânsızdır. Çünki teori, sembollerle örülmüş bir sistem bütünlüğü içinde göz önüne alınmakta, ama o an hangi tarafının işleneceği (izah edileceği) husûsu, “sözün gelişi”nden yapılan çağrışımlarla belirlenmektedir. Dolayısile de yazılarımda, hem“sözün gelişi (retorik)” alışkanlığı ile, Sembolik Mantık çıkarımları birbirleriyle uyumsuzluk gösterebilmekte, hem de mükerrer ifadeler yer alabilmektedir. Onun için derim ki, olay ve olgulara semboller tekabül ettirerek düşünemeyen ve Sembolik Mantık ile üretilmiş fikirleri bütünüyle kavrayamayan kişiler, kullandığım bazı sözcüklerin anlamlarından –antagonist- çelişkiler çıkarmaya, ve fikirlerime metafizik (mistik) anlamlar yüklemeye çalışmamalıdırlar. Çünki bu gayretkeşler, şunu iyi bilmelidirler ki, “Matematiksel Mantık”ın veya “Aklın –sembolik- Düşünce Disiplini”nin temel varsayımı olan “İyi Sıralanma Prensibi”ni, insanın ritmik davranma ıstırârına bağlayarak (tekabül ettirerek), maddi bir zemine dayandıran bu düşünce sistematiğinde, diyalektik (yönetilebilir) olmayan “çözümsüz çelişki (antagonizma)” bulmak, ve dolayısile, onu çığırından çıkararak metafiziğe sürüklemek mümkün değildir. Zira Diyalektik Antropoloji’yi yalanlayabilmek için, her şeyden önce, insanların ritmik davranmadan da yaşayabileceğini ispatlamak gerekir; ki ancak o zaman, Matematiksel Mantık prensipleri havada kalır, ve dolayısile de bir “yaratıcı (tanrı)” kabulü gerekli hâle gelir. Bu taktirde, “İyi Sıralanma Prensibi” adı da zaten, “İyi Sıralanmışlık Prensibi” gibi bir şekle girer. Oysa ritm melekesi bozukluğunun –bile-, insanı ne hâle getirdiği, şizofreni hastalarının “katatoni” semptomlarında apaçık görülmektedir; geçici felç ve dilsizlik (konuşamama) tablosu olarak… Kaldı ki, “sıralama melekesi”nin çökmesi diyebilecğimiz “Alzaimer” ve “Parkinson” gibi bunama hastalıklarında, insanların –elleri ve kollarıyla- çırpınma şeklinde “sayma (ritim)” hareketleri yapmaları da çok mânidardır. İşte sâdece bunları anlayabilen bir insan bile, bir bakıma “inisiye (seçkin)” demektir; ki hiç vakit kaybetmeden Kapitalizm İdeolojisiyle Mücadele Vakfı’nın kuruluşu için harekete geçmesi îcap eder; ve de –en azından- yukarıdaki gibi “Gerekçe”leri, Dünya’daki seçkin “Mass-Medya” kanallarına ulaştırmaya çalışır. Zira “Diyalektik Antropoloji”nin, tarihî devirleri kapatan bir bilgi olarak bizzat kendisinin, büyük bir “artı-değer” potansiyeli taşıdığının bilinciyle, Dünya’da ergeç yankılanacağından emin olarak, bir “kapitalist yatırım” beklentisine girmeden inisiyatif alır; ki açtığı mecrâ açıkça görülüp, “insanî katkı” yapacakların desteği kanalize olabilsin… Bu ülke, Tarihî Devirler’i bihakkın yaşadıysa (ki yaşamıştır), Tarih Sonrası’na da ilk geçenlerden olacaktır; yeter ki, şizofreni illetine tutulmamış “birey” insanlarımız varlıklarını gösterebilsinler… Sâdece zafer kazanan ve hükümranlık bölgesi açan mareşallere değil, özellikle adam kazanan ve insaniyet öğreten Abdalân (Erenler), Ahîyân ve Bekdaşiyân ünvanlarındaki fatihân atalarımıza da ancak bu şekilde lâyık olur, ve de onların, insanî (antropolojik) umdeleri ile seçilim (inisiyasyon) usûlerini güncelleyerek, açtıkları cihanşümûl ilerleme yolunu istikbâle uzatabiliriz…

Ali Ergin Güran: 17 / 12 / 2022