Kapitalizm İdeolojisiyle Mücadele Vakfı Gerekçesi 3:
1952 yılında NATO’ya girmemizle beraber Türkiye’ye, ve özellikle de Ankara’ya, pek çok Amerikalı subay, aileleriyle birlikte geldiler. Kısa bir süre sonra da bunlar, Türk – Amerikan Dernekleri (Association) kurdular; Türk milletini eğitip bilinçlendirsinler(!) diye herhalde… Burada çalışan Amerikalı kadınların ve subay eşlerinin, Türk kadınlarına, bebek bakımı hakkında israrla vurguladıkları bir husus vardı; ki o da, “bebekleri uyutmak için, bir yatağa –kusmuğuyla boğulmasın diye- başını yana çevirerek yüzüstü yatırılmasının yeterli ve uygun olacağı, yoksa sallanarak (ve ninnilerle) uyutulmalarının onlarda şımarıklık yaratacağı” şeklindeydi. İşte sâdece bu olay bile, Kapitalizm ideolojisinin, kendine uygun skolastik bir öğreti haline getirdiği Antropoloji’yi kullanarak, toplumlara nasıl yanlış bilgiler pompaladığının –ve dolayısile insanlık zararlısı olduğunun- açık delilidir. Zira Kapitalizm zihniyeti, kadınların “iş” gücünden biraz daha fazla yararlanabilmek için, onlara, bebeklerini “yüzüstü” bıraktırmakta bir sakınca görmemiştir. Halbuki kadınlar, iş yapmak için geçirdikleri zaman süresince, bebeklerine “ritmik tenbih”lerde bulunsalar, insanlığa –Kozmik (Evrensel) anlamda- çok daha büyük bir emek veya “artı-değer” katacaklardır… Savaştan muzaffer çıkmış bir büyük ülkenin (ABD’nin), geri kalmış ülkelerin insanlarını bilinçlendirmek(!) için seferber ettikleri gönüllüleri, kimbilir kaç ülkede bu “gayri insanî” fikirleri yaymışlar, ve de bebeklerin (yeni nesillerin) sağlıksız yetişmesine sebep olmuşlardır… Biz bu didaktik öğretiye, ilk baştan beri karşı çıktık; ve de “kökeni çok eskilere dayanan bir geleneğin, bilimsel (aklî) nedenleri bilinmeden terk edilmesi yanlış olur” dedik. Çünki düşünüyorduk ki, yalnızbaşına yatırılıp da, kendinden geçerek uykuya dalan bebekler mi daha değerli olur, yoksa ritmik sallamalar şeklinde emek verilenleri mi?.. Şayet birinci şık doğruysa, ritmik sallamalar şeklinde yapılan müdahaleler, açıkça bebekleri tâciz etmek anlamına gelirdi ki, o zaman da bu vahim yanlışın –tarihteki- sebebini mutlaka bulmak gerekirdi. Ama başlangıçta, yani -zamanın (kroniğin) bile işlemeye başlamadığı- Tarih Öncesi’nin alacakaranlığında yapılan bir yanlışın, tarihî toplumlarda gelenekselleşerek sürmesine imkân olmadığı gibi, Tarihî Devirler’de birilerinin yaptığı yanlışların da, taklîden gelenekselleşmesi mümkün değildi. Nitekim bilâhire anlaşıldı ki, anneler bebeklerini, birilerinin kafadan uydurdukları ritüelleri öğrenerek ve/veya taklit ederek sallamıyorlar; kollarında, ayaklarında, beşikte, salıncakta… Ve bebekler de, kaprisleri (şımarıklıkları) karşılandığı için uyumuyorlar... Aslında anneler, bebekleri ile -bir nevî - dans etmek, ve bu sûretle de onlara “ritm melekesi” kazandırmak (yüklemek) ıstırârına kapılarak, ister istemez yapıyorlar bu etkinliği… Bebekler de, hiçbir hayvan yavrusunun uyuyamayacağı şartlarda, kendilerini –anneleriyle ritmik rezonans hâlinde- güvende hissettikleri için mışıl mışıl uykuya dalıyorlar; ki bu meyanda da, annelerinden “ritm melekesi” transfer ediyorlar. Çünki yüzbinlerce yıllık –tabulu- anaerkil topluluklarda kadınlar hep, bebekleri kollarında ve sırtlarında bulunduğu halde ritmik âyinler yapmışlar, ve insanlar da ancak bu sûretle, akıl fonksiyonunu yaratan parametre olarak “ritm melekesi”ni edinmişti. Hatta kadınlar, hamileyken dahî, yaptıkları ritmik davranışlarla, “ritm melekesi”ni karınlarındaki cenin veya bebeklere iletmekteydiler... Yani aslında, bebeklerin, ritmik sallama, dokunma ve seslerle (ninnilerle) uyutulması geleneği, bir insanî kalıtımın, davranışlarla intikali demekti. Ama bu “insanî kazanım”ın, gensel kalıtım olarak biyolojik bedene (genom sarmalına) kaydolup kaydolmadığı husûsu ise, hâlâ araştırılmayı bekleyen veya bekletilen bir konuydu. Oysa, iki ayak üzerinde durmamızın da başlıca nedenini teşkil eden “ritm melekesi”nin, genlerin yazılım sarmalına geçmemiş olması, düşünülemezdi… Ancak nevar ki, Kapitalizm idolojisiyle oluşturulmuş aynı zihniyet, yani “bebeklerin sallanmadan uyutulması”nı telkin eden mentalite, “insanlaşma sürecinde edinilen genler”in araştırılmasını da gerekli görmemekte ve –âdeta- yasaklamaktaydı. Buna mukabil, insanların bütün “hayvanî genler”iyle oynamayı da, sanki görev edinmişti; itaate yatkın ve üretim ekonomisi için –ehlî hayvanlar gibi- kullanışlı bir insan tipi yaratmak üzere… Bilimsel çalışmaların yönlendirilmesi husûsunda yapılan böyle bir ideolojik tercih, kesinlikle, insanlığın bir çıkmaza sokulması anlamına gelmektedir. Zira, imal edilen yapay akılları, hâlen insan aklı geliştirmektedir; ki onlar, kendi kendini geliştirme kalitesine ulaşıncaya kadar da, yani uzun bir süre daha, insan aklı geliştirecektir. Dolayısile, akıllı insanlar yetiştirilip öne çıkarılmadığı taktirde, yapay aklın gelişimi duracak, ama bununla birlikte, sahipleri olan kapitalistler tarafından onlara, “insan çobanlığı” husûsunda yazılımlar yüklenecektir; insanların, -çalışma karşılığında lezzet ve şehvet hazlarıyla ödüllendirme şeklinde- şartlı refleksler kazandırılmak sûretiyle çalıştırılan “ehlî hayvan”lar gibi bir sürü hâline getirilmesi için... Ve bu arada da, demokrasi veya çoğunluk irâdesi filan denilerek akıllı insanların önü kesilecek, ve böylece de akıllı insan likidasyonu gerçekleştirilmiş olacaktır. Ondan sonra da, “insan” görünüşünde çoğaltılan –aklı dumûra uğratılmış (melekeleri muhtel)- bir “biyolojik tür”, aynı kapitalist ekonominin “büyüme” kuralı mûcibince, yakın uydulara sevk edilecektir; “Uzay’ın fethi” gibi cafcaflı şiarlarla… Bu taktirde, kapitalist monopoller, son model “yapay akıl”lara, “biyolojik ihtiyaçları ile şartlandırılarak forme edilmiş (hayvansallaştırılmış) insanları yönetme programı” yükleyip, istedikleri gibi “bilgisayar oyunu” sahneleyebileceklerdir; gerçek hayatta… Bu monopoller, kapitalizm ideolojisinin “büyüme ekonomisi” mûcibince rakip merkezler haline gelince de, bir kriz ânında otomatikman “Uzay savaşları” sahnelerine geçilecektir. Çünki, ekonominin krize girmek üzere olduğu bir noktada, hem de Uzay çapında riskler çok büyümüşken kapitalistler, ekonomik icrânın başına oturttukları “yapay akıl”larını durdurup da, yazılım programlarını yenileyemeyeceklerdir. İşte bu, Aristo Mantığı ve o mantığın doğurduğu mentalite ile, insanlığın sürükleneceği bir “mukadder çıkmaz”ı işaret etmektedir; aynı mantıkla kurgulanmış dinî düşüncelerin “Kıyâmet” kehânetini de doğrulayarak… Yani demek ki, “kapitalist gerçekçilik” mûcibince düşünenler ile, dini (mistik veya metafizik) inanç ve beklentiler içinde bulunanlar, bundan sonra, birbirlerini destekleyerek insanlığın mahvı için çalışacaklar veya çalışmak zorunda kalacaklardır artık… Bu kâbustan kurtulmak veya uyanmak için, her şeyden önce –kapitalizm dahil- bütün ideolojilerden kurtulmak, ve de bilimsel düşünce ve objektiviteye ulaşmak gerek…
Tarihin başlangıcındaki “tanrı-kral”lar zamanından beri geçerli olmuş Aristo Mantığı’ndan mütevellid ideolojik mentalite (patron zihniyeti), insanlığın düşüncsine öylesine işlemiştir ki, matematiksel düşünceyi bile kuşatarak, -Bertrand Russell tarafından 1901’de keşfedilen- Aristo Mantığı’ndaki paradoksun, genel kabul görmesini dahî engellemiştir. Zira bunun ittifakla kabul görmesi hâlinde, bütün tarihî doktrinlerin ideolojik ve subjektif (yerel ve geçici) öğretiler olduğunun ortaya çıkacağından, dolayısile Kapitalizm’in de geçiciliğinin anlaşılacağından korkulmuştur. Nitekim bugün bile, en soyut elemanlarla yürütülen düşünce disiplinine, hâlâ Matematiksel Mantık (matematikle ilgili mantık) denildiği gibi, bunun yanına Sembolik Mantık, hatta Set Theory (Kümeler Teorisi) adları da –sanki eşdeğerleriymiş gibi- sokuşturulmaktadır. Hatta, Kümeler Teorisi’nin aksiyomu olarak tertip edilmiş bir Trichotomy (üç seçki) prensibi, Matematiksel Mantık aksiyomu olan Well-Ordering Principle (İyi-Sıralanma Prensibi) ile eşdeğermiş gibi tanıtılmaktadır. Yani son tahlilde ortaya çıkmaktadır ki, Kapitalizm ideolojisinin kuşatması ve zorbalığıyla, mutlak doğru bir Matematik Mantığı bulunduğu gerçeğinin anlaşılması, ve genel kabul görmesi engellenmektedir. Bu durum da, insanlığın bilimsel bir objektiviteye kavuşmasına, dolayısile de, son baskın ideoloji Kapitalizm ile, onun yarattığı savaşlardan ve katastrofik sonuçlardan kurtulmasına mâni teşkil etmektedir. Çünki eğer, birileri çıkıp da, mantıktaki “İyi-Sıralanma Prensibi”nin aslında, zihinsel “sıralama melekesi” demek olduğunu, ve bu melekenin de, insan denilen canlıya özgü, bedenî “ritm melekesi”nin türevi olduğunu açıkladığında, Dünya’daki –müesses- ideolojik ve katastrofik düzen bütünüyle çökecektir. Zira ortaya çıkacaktır ki, insanlardaki “ritm melekesi” aslında, fizikî kozmostaki tüm maddelerin (kütlelerin) var olmak için yapmak zorunda bulundukları “sinüzoidal hareket”lerden biridir. Ama insan, bu hareketleri, istediği zaman başlatabilen, frekanslarını değiştirebilen ve sonlandırabilen tek varlıktır. Çünki Evren’deki diğer tüm maddi varlıklar, en baştan itibaren (yani Big-Bang’den beri), muhtelif patlamalardan kazandıkları momentumun tâyin ettiği hızlarını ve frekanslarını hiç değiştirmeden yollarına devam eden nesnelerdir. Bu duruma göre de, teorik olarak anlaşılmaktadır ki, insan, fizikî Evren’deki tüm sinüzoidal hareketlerin frekans ve dalga boylarını değiştirebilecek, ve hatta onları söndürebilecek (yani maddeyi öldürebilecek) -dolayısile Evren’i yeniden şekillendirecek- potansiyele sahip tek varlıktır; Tanrı kavramının da içini doldurabilen… Kaldı ki, bunları gerçekleştirmek için gereken vasıtaları yaratabilmek üzere, Matematik Mantığı ile disipline edilmiş, “bilimsel düşünce” denilen bir “sanal âlem” de kurmuştur; sayma-sıralama melekelerinin, birer parametre olarak yarattığı akıl fonksiyonuyla… Böylece insan, bütün maddi varlık ve hareketlerin unsurlarını, “ölçü”ler vasıtasıyla sayılara tekabül ettirip, sanal “düşünce âlemi”nde onların muâmelâtından neticeler çıkarmakta, ve bu neticeleri de, tekrardan reel ortama tatbik edebilmektedir; çevreyi değiştirmek üzere… İşte Kapitalizm ideolojisiyle yıkanmış beyinlerin ister istemez yaptıkları iş, düşünce disiplini olan Matematik Mantığı’nın zorunlu varsayımı “sıralama melekesi” ile, davranış disiplininin zorunlu aktivitesi “ritm melekesi” arasındaki irtibâtı (birincinin, sonrakinin türevi olduğu gerçeğini) yok saymak ve saydırmaktır. Böylece de, sanal “düşünce âlemi”ni realiteden koparıp (metafiziğe itekleyip), aklın “çevreyi değiştirme” etkinliğinin, Evrensel Determinasyon’a uygun olarak gelişmesini engellemektir; objektif düşünce yolunu, öngörülemez ve anlaşılmaz kılarak… Kapitalist mentalitesinin bu müdahalesi, insanları ideolojilere, ve dolayısile hayvanlar gibi “fauna mensûbu” olmaya (ve çoğaldıkça birbirlerini yemeye) mahkûm etmek anlamına gelmektedir. Oysa insanlığın tutacağı (tutması gereken) yol gâyet açıktır: Bir yandan aklını cansız maddeye geçirmeye çalışırken, diğer yandan da, Canlılar Âlemi’nde -görüşüne sunulmuş bulunan- Fizikî Âlem’in iki temel yasasının, nasıl inkâr ve iptal edildiği/edileceği husûsunu anlamak için uğraşmaktır. Çünki canlıların, Eylemsizlik Prensibi’ni nasıl yendikleri, ve “entropi artışı”nı nasıl durdurdukları anlaşıldığı an, aynı zamanda Gravitasyon Alanı’nın da sırrı çözülecek, ve İnsanlık’tan zuhûr eden akıl, tüm Evren’in hâkimi (yani Tanrı) olacaktır. Demek ki, insanlığın dışında bir “Allah” aramak ve ona tapınmak, hem aklın sorumluluktan kaçması/kaçırılması, hem de insanlığın, Kapitalist ideoloji mûcibince –hayvanlar gibi- güdülmeyi kabullenmesi anlamına gelmektedir. Halbuki aslında bir insan, ne kadar Evrensel Determinasyon’a (Evrensel kararlılaşmaya) uygun ilerleme kaydediyorsa, o kadar “Allahlık” yapıyor, ne kadar ideolojiler (patronaj rejimleri) uğruna çaba harcıyorsa, o kadar “Şeytanlık” gerçekleştiriyor demektir. Tabii ki, mitoloji menşeyli “Allahlık” ve “Şeytanlık” terimlerinin, realitede, “aksiyon” ve “reaksiyon” güçleri anlamında düşünülmesiyle… Bizim –Ortadoğu mahrecli- “peygamber” nâmındaki saygıdeğer tarihî şahsiyetlerimizin, bunu böyle anlayıp ifade edebilmeleri mümkün değildi; zira onlar, mitolojinin terminolojisiyle, ve –paradoksal- Aristo Mantığı ile düşünmeye mecburdular. Dolayısile, “Tarihî Devirler”in aşılmasıyla birlikte, onların “din” denilen öğretilerinin de, realiteden kaldırılıp kütüphane raflarındaki yerlerine konulacakları besbellidir. Ama ne yazık ki, insan doğumları, kontrolsuz bir şekilde artmaya (arttırılmaya) devam ettikçe, “biyolojik yaşam” meselesi en önemli problem olarak güncelliğini koruyacak, ve dolayısile bu gâile, akla karşı kurgulanmış dinleri ve kapitalizm ideolojisini, en aklî doktrinlermiş gibi gösterecektir; tabii ki, hem diktatöryal rejimlerde, hem de çoğunluğun oylarıyla yönetimin belirlendiği “demokratik” düzenlerde… Böylece de insanlık, daima üretilip çoğaltılmakla beraber, -kapitalist ekonominin elverdiği- kapasite sınırını aştığında da, bir şekilde (savaşlarla kıtlıklarla) itlâf edilen hayvan sürülerine benzeyecektir. İnsanların “biyolojik varlık” olarak çoğaltılması esâsına dayanan “büyüme ekonomisi”yle Kapitalizm ideolojisi, ve bunun yarattığı mentalite, tabii ki, Evren’i de, tüm hayvanların gördüğü gibi, sâdece “3 boyutlu uzay” vechesinden görerek incelemektedir. Dolayısile de, “makine teknolojisi”ne sahip olmuş hayvanlar gibi, Evren’i, biyolojik bedenlere ulaşım sağlamak sûretiyle fethetmek(!), veya ele geçirmek sevdâsına (saplantısına) kapılmaktadır. Oysa Evren’i, Mikrokozmos Fiziği’nden elde edilen verileri, Matematik Mantık disiplinine sokarak –dolaylı olarak- yakından incelemek de mümkündür. Ama böyle incelemeleri kronikleştirip sistematize etmek için de, akıllı insan seçilimi şarttır. Ancak nevar ki, akıllı insan da, her şeyden önce, kendini anlamaya ve–doğru-anlatmaya çalışmaktan korkmayan, çekinmeyen insan demektir. Dolayısile de, bir akıllı insanın kendini ispatlaması (veya bilmesi), insanlığın (aklın) çıkışını açıklayan Diyalektik Antropoloji’yi anlayabilmesi ve bu konuda makâleler yazabilmesiyle başlar… Yani netice itibariyle denilebilir ki, bundan sonra artık, toplumların demokratik yönetimleri de, antik Grek sitelerindeki “vatandaş” seçkinlerden kalite farklı olarak, “akıllı insan” seçkinleri tarafından belirlenmelidir; ve belirlenecektir. Zaten, antik şehir (liman) devletleri de aslında, “denizcilik” uğraşı içinde –aperyodik ve aritmik rüzgâr ve dalga vurgunlarında dengelerini koruyabilmek sûretiyle- melekelerinin gücünü kanıtlayarak, bir nevî “inisiyasyon” sınavından geçmiş olan, “denizci birey” seçkinleri tarafından kurulmuştur. Yani bugünkü “kapitalist demokrasi”leri, antik zamanların liman sitelerinde zenginleşen bazı tüccarların, köleleri –oy hakkı tanımak sûretiyle- vatandaş yapıp işçileştirerek kapitalistleşirlerken icat ettikleri, kendilerini sürekli iktidarda tutan, ve bu arada denizcilerle zenaatkârları da işçileştiren, bir rejim olarak tanımlamak da mümkündür. Bu Kapitalizm Demokrasisi, Aristo’nun Akademya’sını da, Üniversite adıyla devralmış, ve “didaktik öğretiler” şeklindeki eğitim anlayışıyla, “skolastik bilim” dallarına ve düzene bol bol çömez yetiştirmiştir; ve yetiştirmektedir. Demek ki artık eğitimde de, Pisagor’un “talebe seçilimi”ne dayalı sistemine geçmek şart olmuştur; skolastisizmden kurtulmak ve bilimin önünü açmak üzere…
GENELGE : Kapitalizm ideolojisi, insanlığı bir çıkmazın içine sokarken, “pre-kapitalist” Bizans’ı, insanî umdelerle çökertmiş olan fâtihân atalarımızın yâdigârı Türkiye’mizi de, çözülüp dağılma sürecine sürüklemektedir. Çünki emperyalistler, “mikro-milliyetçi”liği destekleme politikası gütmekle, Türkiye gibi orta boy ülkelerin –bile- rekâbetçi (bağımsızlıkçı) tavırlarına tahammül edemeyeceklerini göstermişlerdir. Bu durum, 1826’dan sonra, “Ocağ-ı Bekdaşiyân” nâmındaki Yeniçeri Ordusu’nu –yerli ve yabancı- işbirlikçileriyle imhâ ederek Emperyalizme satılan son (yoz) Osmanlı’nın sebep olduğu, ve Gazi Mareşal Atatürk’ün açtığı ufka rağmen hâlâ önleyemediğimiz bir sonuçtur aslında… Dolayısile bir yandan sultanlık/halifelik hevesleri yeşertilirken, diğer yandan bunun tarihî antitez’i olan –ve bizi “dağılma savaşı”na sokmuş bulunan- “İttihatçı” milliyetçiliği körüklenmektedir. Oysa bu gidişâtın, “Atatürkçü” milliyetçiliğiyle bile önlenmesi mümkün değildir. Çünki fikrî plâtformda dahî, böyle bir milliyetçilik, bâriz bir farklılık –dolayısile “bağımsız kişilik”- belirlemeyecek, ve de bir sürü “mikro-milliyetçi” yâveler arasında, kaynayıp gidecektir. Bu durumda, fâtihân atalarımızın, “kademli” ve “şerbetli” insan(birey) seçilimine dayanan, milletler ve dinler üstü âyarlara, kalite farkıyla dönmemiz, ve/veya onların umdelerini son bilimsel bilgiler ışığında güncellememiz, hem bizim, hem de tüm insanlık için tek çıkış yolu gibi görünmektedir. Ama bunu yapabilmek için de, her şeyden önce dış tesirlerden (ideoloji ve politikalardan) etkilenmeden düşünebilen genç ve akıllı insanlara (bireylere) ihtiyaç vardır; ki onlar vasıtasıyla “KAPİTALİZM İDEOLOJİSİYLE MÜCADELE VAKFI” kurulabilsin… Bu süreçte, benim gibi yaşlı insanlardan fiilî inisiyatif beklemek abestir; ama onlardan, fikrî yardım istememek de noksanlıktır. Çünki biz, seksenini geçmiş “pîr-i fâni”ler, genellikle, metodolojik illiyetten kopuk, tekil olaylarda da olsa, zaman zaman hatırlama zorluğu çekeriz; ama –kronik bir ârızamız olmadığı taktirde- bir süre dinlendikten veya uyuduktan sonra da, o beklenen çağrışımların netleştiğini ve yerlerine geldiğini görürüz. Bununla birlikte ben şahsen, pratik hayatta bir “unutkanlık” sorunu yaşamadığımı da belirtmeliyim. Zira aklî “sıralama melekesi”, yapacağım işleri yüklediğimde, –peşînen- bir “yol haritası” koyuyor gözümün önüne, ve ben de o haritayı takip ediyorum… Aklın biyolojik kabının (beyin’in) eskimesinden mütevellid bu gibi ârâzın, metodolojiye (teoriye) dayanan bir düşünce faaliyetini bozabilmesi mümkün değildir; herne kadar melekelerin çalışmasını zorlaştırıp yavaşlatsa da… Zaten müteselsil bir çok “akıl kabı (beyin)” öldüğü halde, onların ürettiği düşünceler birbirini tamamlayarak gelişmekte, ve de nihâyette, “akıl” denilen fonksiyonu, biyolojik olmayan dayanıklı (hatta sönümsüz, ölümsüz) kabına veya bedenine nakletmek üzere olgunlaşmaktadır.
Ben 1965 yılında, Komünizm İdeolojisi’nin yanlışını görmüş, bilinçlenme sürecimle senkronize bir şekilde nasıl çürüdüğünü izlemiş, ve 1985 yılı baharında da, realiteden kopuk varsayılan, Matematiksel Mantık prensibini (W.O.’yu) realiteye (Antropoloji’ye) bağladığım bir sırada, Sovyetler Birliği’nin başına “yıkıcı Gorbaçov”un geçmesini –Komünizm’den mahkûmken- hapiste, keyifle seyretmiş biri olarak, Kapitalizm İdeolojisi’nin de artık sonunun geldiğini, ve “Dünya Savaşı” çıkarılamadığı taktirde, tedrîci olarak insanî düzene geçileceğini, “avucumun içi gibi” görüyor ve biliyorum… İlk devlet(ler), –hânedanlar ve ideolojiler öncesinde- inisiyasyon sınavlarından geçmiş akıllı insanlar (ateş ve Güneş rahipleri) tarafından kurulduğu gibi, son devlet(ler) de akıllı insanların seçilimiyle teşekkül edecek, ve aklın rehberliğinde bütünleşecektir. Zira ideolojiler, hânedanlarla başlayıp, makam ve mal/mülk’lerin biyolojik ardıllara (yavrulara) intikalini meşrûlaştıran “verâset hukuku” ile, hayvanî eğilimleri destekleyerek, günümüze kadar beyinleri yıkamış, ve akılları esir almıştır. Onun için de, insanlığın –gerçek- kurtuluşu, aklın kendini bilmesi ve özgürlüğüne kavuşmasıyla gerçekleşecektir. Çünki akıl, nasıl ki insanların, “ritm melekesi”ni edinmek üzere, içgüdülere karşı direnmesiyle (tabular ihdâs etmesiyle) ortaya çıkmışsa, ideolojilerden bağımsızlığını kazanması da, piyasaların modifiye ettiği kapitalist düzenin bir paydası (veya paydaşı) olmaktan kurtulmasıyla mümkün olabilecektir. Onun için, akıllı bireylerin bunu iyi anlaması ve “mevki edinme”, “kariyer yapma” ve “para kazanma” gibi –akla ziyan- ideolojik şartlanmalardan ve saplantılardan kurtularak, bir an önce, KAPİTALİZM İDEOLOJİSİYLE MÜCADELE VAKFI’nı kurması gerekir…
Aklı –hele gençliği de- olduğu halde, 60 küsur yıldır hiç kimseye (hiçbir ülkeye) kaptırmadan sürdürdüğümüz bu fikrî insiyatifi, fiilî inisiyatifle realiteye intikal ettiremeyen kişiler, kendilerini “adam”dan saymasınlar!..
Ali Ergin Güran : 14 / 01 / 2023