Kapitalizm İdeolojisiyle Mücadele Vakfı Gerekçesi 5:

İnsan(lık), Tarihî Devirler boyunca, aklın nesnel tanımını bilmediği, ve onu -hayvanla arasındaki farkı belirlediğini düşünerek- metaforlarla ifade ettiği halde, aklını kullanarak bilimsel düşünce geliştirmiş ve anlayışını derinleştirmiştir. Zaten kelimelerden (metaforlardan) türetebileceği hiçbir kavram ile, aklın nesnel tanımını yapabilmesi, ve dolayısile onu, –cansız maddeye- kopyalayacak kadar objektivite kazanabilmesi de mümkün değildi. Çünki “söz”ler, ritmik tepinmeler (âyinler) sırasında, ağızdan gayri ihtiyârî çıkan seslerin, nesne ve olaylara tekabül ettirilmesi şeklinde ortaya çıkmıştı. Dolayısile, sözlerle nesne ve olayları tanımlamak doğaldı ama, onları tanımlayanı (aklı) tanımlamak mümkün olamazdı. O halde insan, konuşma veya retorik (sözün gelişi) disiplininden kategorik farklı olan bir başka –bilimsel- düşünce disiplini geliştirmiş olmalıydı. Gerçekten de, sayma (ritm) melekesiyle “ordinal”, sıralama melekesiyle “kardinal” nitelikler yüklediği simgeleri, yani sayıları da, sayma/sıralama işlemlerinin “birim” denilen ölçeklerini (yani ölçüleri) de insan yaratmıştı. Sonra da, nesne ve olayların –boyut, kütle, hız gibi- unsurlarını, ölçüler vasıtasıyla sayılara tekabül ettirmek sûretiyle soyutlama yaparak, sanal bir “sayılar âlemi” yaratmış ve burada “matematiksel düşünce” disiplinini kurmuştur. En sonunda da, sayıların bile, “ordinal” ve “kardinal” niteliklere sahip kompleks elemanlar olduğunu farkederek, bir daha soyutlama yapmak sûretiyle, elde ettiği niteliksiz (en basit) elemanlarla düşünmeye başlamıştır; Küme (cümle) veya Set denilen, “niteliksiz elemanlar topluluğu” anlamındaki verilerde… Ancak nevar ki insan, düşüncenin en soyut alanı olan “niteliksiz elemanlardan müteşekkil kümeler” üzerinde düşünürken, bir paradoksa toslamış, yani buradaki düşüncesi çıkmaza girmiştir. Russell’s Paradox adındaki bu “çıkmaz” da bize, hem Kümeler üzerinde serâzâd mantık yürütülemeyeceğini, ancak bazı prensipler (temel varsayımlar) mûcibince teorik olarak düşünülebileceğini bildirmiş, hem de o zamana kadar düşüncemizin tek ve “mutlak doğru” disiplini sandığımız Aristo Mantığı’nın yanlışlığını (subjektifliğini) ortaya koymuştur. Yani “Russell’s Paradox”un keşfi bize, her şeyden önce, varmak istediğimiz, mutlak doğru “Matematik Mantığı”na, veya “Tanrısal objektif” bir düşünce metoduna, en soyut alana çıksak bile ulaşamayacağımızı göstermiştir. Ama buna rağmen, bir “kelime oyunu” ile, “İyi Sıralanma Prensibi” gibi bir aksiyoma dayanan Kümeler Teorisi’ne, Matematiksel (matematikle ilgili) Mantık adı takılarak, sanki “Aristo Mantığı gibi, tüm ideolojileri (patron doktrinlerini) mantıklı sayan bir mutlak mantık” varmış da, yeni keşfedilmiş gibi bir algı yaratılmaya çalışılmıştır. Onun için de hiç kimse, Matematiksel Mantık’ın dayanmak zorunda olduğu prensiplerin, Aristo Mantığı ile kurgulanmış –tüm Tarihî Devirler’deki- “ideoloji”lerde göz önüne alınıp alınmadığını, dolayısile sonradan fark ve kabul edilen bu aksiyomların neye yaradığını, ve neyi değiştirdiğini sorgulamamış veya sorgulayamamıştır; Kapitalizm ideolojisinin faydacılık (pragmatizm) prensibine olan alışkanlık yüzünden… Oysa insanlığın varoluş ideali, mutlak doğru bir düşünce disiplinine (mantığa) ulaşmaktı; ki sırf bu yüzden, şaşmaz irâdeli, mutlak kararlı ve hatâsız “Tanrı” mitosları hayal edilmişti. Bu hayali ilk dile getirenler ise, önce “Tanrı-Kral”lar, ve müteakiben de peygamberlerdi. Ama aslında onlar, sağlıklı sayma (ritm) ve sıralama melekelerinden mütevellid güçlü kararlılaşma hallerinde tebellür eden “anlayış”larını, Tanrılara atfen -idealize ederek (îmanlaştırarak)- ifade etmişlerdi; metaforik kavramların kifâyetsizliğinden dolayı, meramlarını net anlatamayacaklarını hissettikleri için... Hem zâten, onların ifadelerinden derlenerek yazılmış din kitapları da, sâdece anlaşılarak değil, daha çok îman edilerek kabullenilmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Kaldı ki onların, Tarih Öncesi’nin “anti-tez”i konumunda bulunmaları hasebiyle, inkâr (negasyon) edilmiş olan “tez” konumunu bilince çıkarabilmeleri de mümkün değildi; ki nitekim, bir mantık paradoksuna saplanılıncaya kadar da, bunu bilince çıkarmayı, kimse başaramamıştı. Onun için artık önemli olan, peygamberlerin ne dediklerine bakmak, ve söylediklerini yorumlamaya kalkmak değil, onları, tarihî konumları (zamanlarının iz’ânı) îtibâriyle değerlendirip anlamaktır. Çünki, bilimsel terminolojinin bu kadar geliştiği bir aşamada, bir de mantık paradoksuna (Russell Paradoks’a) tosladıktan sonra, artık biz anlıyoruz ki, Tanrılara atfedilen o “mutlak doğru (mantıklı) düşünce ve bilgiler” ideali, aslında, insanlığın nesilden nesile aktararak geliştirdiği/geliştireceği metodoloji ve bilgilerin son (limit) hâlidir. Dolayısile, Matematiksel Mantığın aksiyomu olarak öne sürülen “İyi Sıralanma Prensibi”, aslında bir “kabul”ü değil, bir “katılım”ı ifade etmelidir; eğer mutlak doğru bir “Matematik Mantığı”na ulaşmak amacı güdülüyorsa… Bu katılım ise aslında, Matematiksel Mantık ile fikir yürütme yetkisinin (önceliğinin), “inisiyasyon” seçilimiyle ayıklanacak, melekeleri en güçlü insanlara verilmesi gerektiği anlamına gelmektedir. Çünki mutlak doğru bir mantık sahibi olabilmemiz için, Matematiksel Mantık da denilen Kümeler Teorisi’nin, teori olmaktan çıkarılıp, şüphe edilemeyecek kadar doğru bir düşünce disiplini yapılabilmesi için, “İyi Sıralanma Prensibi” gibi temel varsayım(lar)ının değişmez/değiştirilemez kılınması gerekmektedir. Onun için de, en hızlı sayma/sıralama yapabilecek, en sağlıklı melekelere sâhip insanların –inisiyasyon- seçilimi, “mutlak şart” olmaktadır. Böyle bir bilinçlenme sürecine girilmediği taktirde –herkesin kanıksadığı- Kapitalizm ideolojisinin, “sermaye sahibi patronlar” rejimi sürüp gidecek, ve de toplumlarda, şizofrenik insanları ayıklayıp yükselten bir “menfî seleksiyon” sistematiği, daima geçerliliğini koruyacaktır; Matematiksel Mantık prensiplerini de, Russell Paradoks’u da tartışmalı hâle getirerek… Çünki, nedensellik mantığından ve tutarlılık endişesinden âzâde olan şizofrenik insanlar, kurnazlığın belirleyici olduğu bir “rekâbet ve paylaşım” düzeninde, daima üste çıkacaklardır; kanunları da, “şizofrenik çoğunluk” oylarıyla kendileri düzenleyeceklerinden… Demek ki, doğru bir “inisiyasyon” seçilimiyle, akıllı insanlar ayıklanabildiği taktirde ancak, biyolojik (hayvanî) konfora ve çoğalmaya indeksli ideolojilerin âleti olmayan, Kozmik Determinasyon’a indeksli –mutlak doğru- bir Matematik Mantığı tebellür edebilecektir. Aynı zamanda, karar verebilen bilgisayarların yapımıyla da gelişecek, ve böylece , insan (canlı) bünyesinde oluşan “akıl”, “tanrısal irâde” olma yolunda, kılıftan kılıfa girerek olgunlaşacaktır. Hem zâten, tüm Tarihî Devirler’de, ilk ideolojileri uyduran patronların çıktığı, “tanrı-kral”lık hânedanlarından itibâren, melekeleri sağlam (akıllı) insan seçilimine dayalı bir “Tarikat sistematiği” de hep varolmuş, ve patronların, ideolojik –ezber ve şartlı refleks kazandırma anlamındaki- eğitim programlarıyla, aklın dumûra uğratılmasını, ve insanlığın “hayvan faunası”na dönüşmesini önlemiştir; birçoğu, ideolojilerin tasallutuyla dejenere edilmiş olsa da… Çünki, ilk devletlerin kuruluşunda hükümdarların, “Ateş” ve “Güneş” tapınaklarındaki râhipler arasından, “inisiyasyon” seçilimiyle tâyin edildiklerini unutmamış insanlar, hânedanlar devrinde de vardı; herne kadar Tarih Öncesi’ni hatırlayan kalmamış olsa da… İşte onlardır ki, hükümdarların ideolojilerine kapılmadan özgürce düşünmeye devam etmişler, ve de Tarikat denilen “fikir üretebilen insan seçilimi” kolları yaratmışlardır. Mesela, üç büyük dinin babası sayılan Hz.Musa bile, bir Tarikat kolunda “inisiye” olduktan, yani Tarikat’ın bir kolunun (Tarik’inin) üstâdından, “mâsumdur (önyargısızdır), makbûl kişidir” icâzeti aldıktan, ve bu sûretle bütün gühahlarını sildirdikten sonra, peygamberliğe soyunabilmiştir. Daha sonra da, o patronların (tanrı-kral’ların) -yozlaşmış- ideolojisi olan Mitoloji’yi (Politeizmi)) bitirmek ve ideal bir patron rejimi kurmak üzere, Monoteizm ideolojisini geliştirmiştir. Ama buna rağmen, öğretisine, başlangıçtan popülarite (yaygınlık) sağlamak için de, hem kendi tanrısına, Sümer tanrısının –El,Elia, Eloha, Eloah, Allah vs. şekillerinde kullanılagelmiş- adını takmış, hem de dualarında daima, Mısır’ın büyük tanrısı Âmon’un ismini zikretmiş, ve zikrettirmiştir; Âmen veya Âmin deyip/dedirterek… Ortadoğu dinlerinin kurucu babalarından sayılan Hz.İbrahim’in de, aslında, Hindistan kökenli bir Tarikat mensûbu (derviş) olması, büyük bir ihtimaldir; Abraham’ın, Brahman’dan bozma bir isim olduğu düşünüldüğünde… Ama nevar ki peygamberler, Mitoloji’deki (Politeizm’deki) kargaşaya son vermek üzere, Panteon’da tek bir Tanrı mitosu bırakmış olsalar bile, feodal dönemdeki patronlar (krallar) da ona sahip çıkmayı, ve birbirlerinden farklı ideolojileri uyarınca kullanmayı, menfaatlerine uygun görmüşlerdir. Tek bir dinî ideoloji (Ortodoksi) tesîsi için uğraşan Bizans Kralını (İmparatorunu) ise Türkler, yine bir Tarikat (Fütüvvet ve Bekdaşiyân) sistematiği ile yıkıp, ülkesinde Heterodoks Osmanlı İmparatorluğu’nu tesis etmişlerdir; Osmanlı sonradan, İslâmî Ortodoksi’ye dönerek yıkılıp gitmiş olsa da… Buradan, İndüksiyon (Tümevarım) prensibiyle düşünmeye devam ettiğimizde, bugünki “Kapitalist-Heterodoks Dünya İmparatorluğu”nun da, güncellenmiş ve dinî terminolojiden arındırılmış bir Tarikat sistematiğiyle yıkılacağını, ve yıkılması gerektiğini çıkarabiliriz. Zaten, tarihteki ideolojik devletleri –ve onların zulmünü- aşıp, orijinal devlet yapısına ulaşabilmek için de, bu şarttır. Zira aksi taktirde, içgüdüsel hazların tiryâkisi olmuş, ve bunu insanî (!) bir yaşam tarzı hâline getirmiş kapitalistlerin, bilgisayar ve telefon gibi âletlere yüklemeye başladıkları “münâsip” yazılımlarla, insanların büyük çoğunluğuna şartlı refleksler kazandırılıp, ezberler belletilerek onları, “aklı dumûra uğramış insanımsı”lar, ve/veya “ehlî hayvan”lar hâline getirecekleri gâyet açıktır. Yoksa, maddenin içine (Mikrokozmos’a) bu kadar nüfûz edilmiş, ve de Evren’in –zaman ötesinden- tümüyle keşfedilmesi teorileri gündeme gelmişken, bir “fotosentez” olayına bile gereken ilgiyi göstermeyip insanları, ışık hızına mahkûm üç boyutlu Uzay’da, “seyyah kâşifliği”ne özendirmenin, ve oralarda bilinçli varlıklar vehmettirmeye, seyahatler hayal ettirmeye çalışmanın aklî bir izahı olamaz. Zira böyle bir ajitasyon ve motivasyon ancak, insanları, kâfileler hâlinde yakın plânetlere postalayıp, onlar üzerinde -büyük kıyımlar pahasına- deneyler uygulamak, ve nihâyette de insanlığı, “aklı dumûra uğramış insanımsı” faunaları hâlinde Uzay’a yayarak, birbirini yiyen “mahlûk”lardan müteşekkil muazzam bir “eko-sistem” tesis etmek amacıyla yapılabilir; Kapitalizm ideolojisinin “büyüme ekonomisi” mûcibince … Demek ki, her şeyden önce akıllı insan seçilimi (inisiyasyon) şarttır; ve doğru uygulandığında, hiçbir ideoloji (ve din) yürürlükte kalamayacaktır. Bu arada, Kapitalizmin “büyüme ekonomisi”ni ayakta tutan doğurganlık da, eşcinsellik de azalacaktır. Çünki akıllılar öne (örnek olarak) çıkarılınca insanlar, “akıl-içgüdü” diyalektik çelişkisini yönetmeyi, hem re’sen, hem de taklîden (terbiye eğitimiyle) öğrenebileceklerdir. Böylece de insanlar, cinsel içgüdünün sağladığı motivasyonu, beceri ve yaratıcılığa yönlendirerek, enerjilerini ilerleme/gelişme yolunda değerlendireceklerdir. Ondan sonra da insanlık, Kapitalizm ve din ideolojilerinin öğretisi mûcibince, “Allah’ın verdiği nüfus artışı”nı bahâne ederek, Uzay’ı biyolojik bedenle fethe(!) çıkmaya kalkanların, vaadlerine özenmeyecek ve kanmayacaktır. Aslında insanlar, Tarihî Devirler boyunca, “Tarih Öncesi’ndeki tabuların yıkılıp, kurallı sekse geçiş yapma” kırılmasından ve/veya kıvrılmasından ötürü öyle bir travma yaşamışlar, ve bu husustaki türlü öğretiler yüzünden öyle “komplex” hislere boğulmuşlardır ki, sâdece bu kompleksin çözümüyle bile, insanlık, ideolojilerin istismarından kurtularak doğru yola girebilecektir… Netice itibariyle denilebilir ki, Matematiksel Mantık aksiyomu olan “Well Ordering Principle” bize, çevremizi, hayvanlar gibi görüp anlamadığımızı, çünki bütün mevcûdâtı, “iyi sıralanmış” görmek ve kabul etmek zorunda olduğumuzu dayatmıştır. Yani bir yanda, zihinsel kavramlarımızı soyutlaya soyutlaya niteliksiz elemanlardan müteşekkil kümelere vardığımızda, o sahada da bütün elemanların, aynen sayılarda olduğu gibi “İyi Sıralanma Prensibi”ne uyması gerektiğini kabul etmek zorunda kalmışızdır. Ama diğer yanda da, “davranışlarımız” kümesindeki elemanları, hayvanî kısımlarından soyutlamaya (temizlemeye) kalktığımızda ise, en sonunda elimizde, sâdece ibâdet, dans, müzik vs. şekillerinde –bazen de gayri ihtiyârî- gösterdiğimiz ritmik davranışlar kalmıştır. Onun için de, insan aklının, son tahlilde “ritm melekesi”ne indeksli (yani onun fonksiyonu) olduğunu anlayıp, kadîm devirlerden beri yapılan “inisiyasyon” seçilimlerinin, aslında (özünde) hiç de mistik olmadığını çıkarmışızdır. Demek ki insanlar, düzgün akıp giden (lineer) bir zaman mevhûmuna sahip olmuş, yani varoluşun “zaman” parametresini yaratmışlardı; kendi gayret ve emekleriyle kazandıkları “ritm melekesi” sâyesinde… Dolayısile, bir insanın sağlıklı olup olmadığını anlamak için de, onun “zaman farkındalığı”nı, veya “ritm melekesi”nin hassasiyetini ölçmek gerekiyordu. Yani, nasıl ki her fizikî varlık, “sinüzoidal hareketli kütle” demek ise, insan da “ritmik canlı” anlamında bir fizikî varlıktı. Ancak, cansız fizikî varlıklar, bir patlama neticesinde ve de büyük kütlelerin çekim alanlarında kazandıkları sâbit “momentum”lar ile varolmaya mahkûmken, insanlar, “Termodinamiğin II. Prensibi”nin inkârıyla ortaya çıkan “biyolojik kütle”lerinin verdiği enerjiyle, kendilerinin yarattıkları, ve de istedikleri gibi –frekansını- değiştirip durdurabildikleri sinüzoidal (ritmik) hareketin refâkatinde var olmuşlardır. Böylece de insan aklı, biyolojik varlığından (ortamından), hatta ilk kılıfı olan “beyin”den bile bağımsız (ölümsüz) bir Evrensellik kazanmıştır. Çünki fizikî bir enerji kaynağından yararlanıp, melekelerini bir fizikî nesneye sayma/sıralama işlemleri olarak geçirmek sûretiyle, aklını kopyalama potansiyeline sahip olduğunu anlamıştır. Dolayısile de, insandan türeyen aklın, sâdece diğer fizikî varlıklar gibi bir evrenselliğe değil, aynı zamanda tüm fizikî varlıkları yönlendirip yönetmeye, yani Evren deviniminin inisiyatörlüğüne aday olduğunu da, idrâk etmiştir insanoğlu… Onun içindir ki, insanlardan neşet eden “akıl”ların, nihâi bir limit aşamaya yaklaşırken birleşmeleri veya tekleşmeleri, dolayısile de mutlak doğru bir “Matematik Mantığı”na ulaşılması, Evrensel Determinasyon’un îcabı gibi görünmektedir; gericilerin “Kıyâmet (yokoluş)” beklentilerinin aksine… Tarihî Devirler’in düşünce disiplini olan Aristo Mantığı’nda keşfedilen paradoksla, aynı zamanda da anlaşılmıştır ki, Panteist Zon’dan Tarihî Devirler’e geçiş fenomeni, aslında bir “anti-tez (negasyon)” veya “inkâr” kıvrılması veya katlanması olayı olup, paradoks da bundan mütevellittir; sentez aşama (Tarih Sonrası) idrâk edilemediği taktirde, mahvolma (Kıyâmet) mukadderdir anlamında… Dolayısile de, Tarihî Devirler, sonlu ve kısıtlı olmak zorundadır; Tarih Sonrası’na (sentez konumuna) kıvrılıncaya kadar geçecek süreyle… Demek ki Tarih Öncesi anlaşıldığı, ve Matematiksel Mantık’ın aksiyomu, davranışlar kümesi içindeki maddi zeminine (ritm melekesine) oturtulup bilince çıkarıldığı zaman ancak, paradoksal Aristo Mantığı’yla kurgulanmış olan Tarihî Devirler’deki tüm doktrinlerin (ideolojilerin), ve yapılmış toplumsal düzenlemelerin sakatlıkları, yanlışlıkları da düzeltilerek Tarih Sonrası’na geçilebilecektir; ve geçilmektedir de... Zira -son şekli Kapitalizm olan- ideolojiler, insanlığın, tanrılaşmaya doğru yükselmesini veya ilerlemesini engelleyerek, onu bir “hayvan faunası” gibi büyütmeye (şişirmeye) çalışan, ve dolayısile de patlamasına (kendi kendini imhâsına) yol açacak olan patron doktrinleridir. Çünki –subjektif- patron kafası (aklı), kendini nesne ve olayların dışında tutarak düşündüğü için, bu katastrofik gidişâtı kavrayamamaktadır. Paradoksal Aristo Mantığı ile mâlûl patron doktrinleri (ideolojiler), her varoluşun başlangıcı (orijini) olan “kaos”ların gerisinde, bir sebep, bir müsebbip veya yaratıcı varsayarak insanları ona tapındırırlar; sanki insanlar Dünya’ya gelmek için, ona başvurmuş ve dilekçe vermişler gibi… Demek ki -son tahlilde- ideolojiler, Evrensel Kararlılaşma devinimini izleyip, onun yasalarını keşfederek, Evren’in inisiyatörü olmakla mükellef insanlığı, Evren’in zuhûr ettiği Kaos’un (Big-Bang’in) gerisindeki bir metafizik müsebbipin (yaratıcının) varlığına inandırıp ona tapındırarak (şükrettirerek) biyolojik hayatı geliştirmeye, yani bir “hayvanî konfor” yaratmaya yarayan gerici doktrinlerdir. Yani son tahlilde akıl, “ben Tanrısal bir cevher olarak, hiçbir kılıfa (bedene) ve yere mahkûm olmadan gelişecek, ve de nihayette aslî görevim olan Evren Determinasyonu’nun İnisiyatörlüğü’ne (Tanrılık Makamı’na) oturacağım derken, ideolojiler insanlığa, “Kâinât’ın evvelinde bulunduğu varsayılan, herşeyi yaratan mitosa (Allah’a) tapın ve şükret de, daha rahat ve konforlu bir şekilde hayvanlığını sürdür; Evren’de ufacık ve geçici bir “anti-tez(kaos)” noktası olan Canlılar Âlemi ile birlikte yokoluşuna (Kıyâmet’ine) kadar...” hükmünü kabul ettirmeye çalışmaktadır.

O halde her şeyden önce, kapitalistlerin örnek alındığı sosyal düzeni değiştirmek, ve de onun yerine, insanlığın oluşumuna uygun bir “insanî yaşam tarzı” geliştirerek ikâme etmek gerekmektedir. Bunun için de en başta, “eğlence” tarzını değiştirmek îcap etmektedir. Zira kapitalistlerin eğlence biçimi, aristokratları taklîden, “güzellik normlarını sergileyen gâyet gösterişli (şaaşâlı) –kostümlü, döşemeli- bir vitrin ile, onun kuytu yerlerinde gizlice, ve çoğu zaman da, alkol veya uyuşturucu etkisiyle yapılan seks” şeklinde gelişmiştir. Çünki insanlar, estetik (bedâhat) duygusuyla meşbû iken, üstelik aralarında “ritmik rezonans (duygu birliği)” yaratan bir müzik de dinliyorlarken, onların seksî etkinliklere (hayvanlığa) dönebilmeleri çok zordur; ve dolayısile de sarhoş olmaları şarttır. Onun için de bu durum, “cinsel fetişizm” ile “eşcinsellik” gibi sapkınlıklara yol açmıştır; insanları bir kat daha şizofrenikleştirerek… Halbuki gençlere önce, seksin “ayıp” veya “günah” olmadığı, bu ideolojik kavramların aslında, patronlara “biat” edildiğinde, ve de –dinî veya sosyal- ideologlarca uydurulan kurallar çerçevesinde yapıldığında, seksten alınan “hazz”ın, Allah tarafından verilmiş ödül sayılacağını kabul ettirmek üzere, kuralların çiğnenmesine karşı kullanılan “tehditkâr lâf”lar olduğu iyi anlatılmalıdır. Çünki böyle bir şartlandırmanın, “çalışma karşılığında helâl seks hazzı” anlamında olmakla, aslında insanların ehlî hayvanlar gibi “şartlı refleks”lerle güdülmelerini amaçladığı iyi anlaşılmalıdır… Ondan sonradır ki seksin, aslında, Tarih Öncesi’nin başlangıcında, ritmik hareketlerin (âyinlerin) meleke kesbetmesi sürecinde, aklın oluşmasına bedel olarak fiilen (mecbûren) ortaya çıkan “cinsel tutukluk” hâlinin, bilince çıkarılıp “tabu” sembolizmiyle ifade edilmiş, bir “hayvanlık yasağı” olduğu izah edilebilsin. Ayrıca, Tarihî Devirler’e geçildiğinde dahî, Tarikat sistematiğinin müessir olduğu toplum kesimlerinde, “aklı kıt” insanlar için, bu yasağın (evlenme yasağının) aynen devam ettirilmiş olduğu da açıklanabilsin… İşte bu doğru bilgiler nakledildiğinde, gençler arasından, -ergenlik çağını müteakiben- “cinsel ilişki”ye gâyet yalın bir şekilde yaklaşan, ve de “akıl-içgüdü” diyalektik çelişkisini dengeli bir şekilde yöneterek, “seks”i, her iki taraf için de tatminkâr (fizyolojik dengede, cinsel hormonların etkisini korumak üzere) bir spor müsâbakası hâline getirebilen, melekeleri sağlıklı (akıllı) bireyler çıkacaktır; Uzakdoğu ve Güney Amerika’nın yerli halklarındaki bazı Tarikatlardan neşet etmiş “sevişme teknikleri”ne benzer şekillerde… Ondan sonradır ki, gençlik kulüpleri, “cinsel fetişizm”in güdümünde, cinsel azgınlık ve sapıtmaların refleksif kargaşalar yarattığı bir “curcuna” olmaktan çıkıp, -meleke gücüne göre- insan seçiliminin ve sıralanmasının gerçekleştiği, dolayısile sanatsal “yaratıcılık”ların yapıldığı, “panteist-zon” toplulukları hâline gelebilecektir; başlangıçtaki tabulu panteist klânların “kalitatif farklı”sı olarak… Çünki bu sûretle,her şeyden önce insanları aptala çeviren “aşk edebiyâtı” ortadan kaldırılmış olacak, ve onu müteakiben de, sekz hazzının “Allah’ın ödülü” olduğu/olabileceği safsatası son bulacaktır. Ondan sonra da, “seks” olayının, “hayvanlığa gidiş/dönüş serüveni” olduğunun anlaşılmasıyla beraber, bu husustaki bütün spekülâsyonlar ve suistimaller de son bulacaktır; “ayıp” veya “günah” gibi özendirmelerle birlikte ticareti de…Zira Kapitalist düzende “serbest seks” olayı, ahlâken ayıp, dinen günahtır ama, aynı zamanda da, değerli bir ticaret metâıdır… Aslında bu yönde bir denemeyi, 1960’ların gençliği, “komün hayâtı” adı altında yapmıştır. Ama, genellikle Hippy diye anılan bu gençler, ne yazık ki ilericilik sandıkları Komünizm ideolojisinin kurbanı olmuşlardır. Zira onlara belletilen “İlkel Komünal Toplum” ütopisi, ilk insan topluluklarında seksin serbest olduğu esâsına dayanmaktaydı; ki “tabu”ları yok sayan bu “varsayım”ın da gerçekle değil, ancak Kapitalizm ideolojisiyle sıkı bir alâkası vardı … Dolayısile, tüketime karşı olarak “beslenme tabusu”na uyarken, seksi serbest bırakarak “üreme tabusu”na karşı çıkan bu gençlerin, “orijinal yaşam” denemesi de, hüsrânla sonuçlandı; hiçbir kalıcı iz ve eser de bırakamadan…

Tarihî Devirler Boyunca Kanıksanmış, 2 Yanlış Zamanlama Düzeneği:

  1. Bugün “saniye” diye bir zaman birimini kullanıyor, ve dolayısile de, bu “anti-ritmik” zaman ölçüsünün, muhtelif görüntülü ve sesli efektleri vasıtasıyla, insanların “ritm melekesi”ni bozuyoruz; nisbeten sersemleterek…. Çünki insanlar, düzgün akıp giden (lineer) bir “zaman” mevhûmuna (algısına) sahip olmuşlardır ama, böyle bir algıyı da, yüzbinlerce yıl yaptıkları ritmik hareketlerin (âyinlerin) meleke kesbetmesiyle edinmişlerdir. Ve de hâlâ, melekelerini sağlıklı tutabilmek için, müzik vasıtasıyla devamlı tenbihler (uyarılar) almaktadırlar. Yani insanın, hareketli bir cismi, sürekli izleyerek, “olgu+olay” bütünlüğüyle kavrayabilmesi için sürekli bir dikkate, bunun için de akıp giden bir “zaman” mevhûmuna sahip olması gerekiyordu; ki böyle bir mevhûmu da, “ritm melekesi” sâyesinde kazanmıştı; “dikkati kesik kesik olan hayvan”lar arasından temâyüz ederken… Dolayısile insanlara, ritmik davranışlarının üst sınırı olan “en yavaş yürüme” temposunun zaman aralığından daha uzun aralıklarla aritmik mükerrer(peryodik) tenbihlerde veya uyarılarda bulunulduğu taktirde, onların “sürekli akıp giden zaman” algısı zorlanıyor ve hatta bozuluyordu… Tarihî Devirler’in başında, “Tanrı-Kral” sıfatıyla ortaya çıkan ilk patronlar da, sürekli akıp giden (lineer) bir “zaman” mevhûmuna (algısına) sahiptiler tabii… Ama onlar bunu, bütün hayvanların da aynı şekilde duyumsayıp algıladıkları bir “doğal devinim” sanıyorlardı. Onun için de, dans ve müzik etkinliklerini vahşilik (ilkellik) belirtisi sayarak küçümserlerken (hatta yasaklarken), diğer yandan da, toplumsal aktivitelerin (mesela ibadetlerin), Güneş’in peryodik hallerine veya konumlarına göre yapılmasını istiyorlardı. Böylece de, kendini tanımlayamamış akıllarıyla (yani yarım akılla) insanları, tıpkı hayvanlar gibi, “doğal etkilere tepki vermek sûretiyle şartlı refleksler geliştirmek” şeklinde yaşatarak, “hayvanlığa rücû” yoluna sokmuş oluyorlardı. Ama nevar ki, o kadîm zamanların en gelişmiş (ilerici) medeniyeti olan Sümerler, zamanı, işe yarar hâle getirerek kullanmak için, ölçülü bir kavram şekline dönüştürmek üzere harekete geçtiklerinde, ilahların kurgusu saydıkları bu “akıp giden zaman” fenomenini, yine ilahlara ait kutsal sayılara bölerek ölçmeyi uygun gördüler. Dolayısile de, bir “gün”lük peryodu önce “12”, sonra da “60” sayılarına –mâlûm şekillerde- bölmek sûretiyle, hâlâ kullanmakta olduğumuz zaman birimi “saniye”yi icat ettiler; ki bu sûretle de, Tarih Öncesi’ni bilmemekten kaynaklanan böyle bir yanlışın, tüm Tarihî Devirler boyunca bir “galat-ı meşhur” olarak sürmesine sebep oldular. O ilk patronlar (Tanrı-Kral’lar) ve onların ardılı peygamberler, her lineer gidişin (doğru’nun) bir sonu olduğuna inandıkları için, insanlığın da sonunun geleceğini düşünerek, kendilerinin –tanrılar nâmına- koydukları kuralların ve yaptıkları düzenlemelerin bozulması durumunda bu “son”un geleceğini iddia ettiler. Hatta bu “son”a veya “kıyâmet”e sebep olacakları lânetleyerek (ve Cehennem’le korkutarak), aslında bu “kıyâmet” kehânetlerinin gerçekleşmesi için çalıştılar. Çünki onların –kural ve düzenleme olarak- koyduğu tarihî kalıplar yüzünden insanlığın sonu gelirdi/gelecekti aslında… Zira bütün patron doktrinleri veya ideolojiler, paradoksal Aristo Mantığı ile mâl’ul subjektif öğretilerdi. Ama bugünlere gelinceye kadar, bu yanlışın pek de fazla zararı dokunmadı insanlığa… Ancak nevar ki, teknolojinin bugünki aşamasında, zaman akışı, görüntülü ve sesli efektlerle duyurulmaya başlayınca, birim zaman (saniye) ile yapılan peryodik vurgulamalar, insanların içlerinden yaptıkları ritmik vurgulamaları (ritm melekesini) bozar hâle geldi. Nitekim resmî zaman biriminin peryodik efektleri ile, insan melekesinin ritmik vurgulamaları arasındaki bu uyumsuzluk, hem bireylerin, zaman akışını tâkip ve tahmin etmelerini zorlaştırmakta, hem de insanlar arasındaki ritmik rezonansı (rûhî birliği) bozmaktadır. Onun için bugünki insanlığın hayrına yapılacak ilk düzenleme, ya zaman birimi “saniye”yi, ritmik boyutlara çekmek, ya da –daha kolay şekilde- görsel ve sessel efektleri, saniyenin üçte biri (1/3 saniye) seviyesine indirmek olabilir; ve olmalıdır. Zira uzun zamandır, 1/3 saniyenin ritmik olduğu bilinmekte, ve en tehlikeli (bombalarla ilgili) sayımlarda bile bir saniye, üç heceli rakamlarla ifade edilmekteydi; mesela, 1 saniye için “bir-ki-üç”, 3 saniyeyi geçirmek için ise “yüz-on-üç / yüz-on-dört / yüz-on-beş” gibi saymak şeklinde… Tabii bunun iki katı uzunluktaki, “2/3 saniye” aralıklı vurgulamalar da, ritmik olmaktaydı… Zaman efektlerini ritmik yapacak bir düzenlemeyle, hem melekeleri güçlü kişiler, bu efektlerin ritmine tam uyum göstererek, vaktin kaç olduğunu saate bakmadan bilme yetilerini geliştirecekler, hem de Dünya’nın her yerindeki insanlar aynı ritme alışarak –ve bu ritmle müzik yaparak- birbirleriyle ritmik rezonansa girip, rûhî birliğe (sempati ve sevgiye) kavuşacaklardır. Böylece de, Dünya’daki tüm insanlar, duygudaşlığın nesnel zeminini döşemiş olacaklardır; üzerinde müşterek fikir kuleleri inşâ etmek için… İnsanlık bilincinin bütün Tarihî Devirler’i aşarak, kalite farkıyla Tarih Öncesi’ne ulaşmasıyla birlikte de, en eski -Uluruhcu veya Panteist- bir “klân”ın birlik hissi yayılmış olacaktır; tüm Dünya’ya… Ama nevar ki, kapitalist iktidarların böyle bir düzenlemeye yanaşmayacakları da âşikârdır. Çünki insanların sersemlemesi, “patron”ların işine gelmektedir; onları kitlesel olarak güdüm altında tutabilmelerine, ve de icabında birbirleriyle savaştırabilmelerine yaradığı için… Demek ki, gerici “kapitalizm ideolojisi”nin direncini kırabilmek için, bu meseleyi Dünya kamuoyuna duyurmak şart olmaktadır.

  2. Tanrı-Kral’lar devrinden beri sürerek, “galat-ı meşhur” hâline gelmiş olan, bir başka zararlı zaman döngüsü de, “hafta” adındaki “peryod”tur. Zira bir çok araştırmayla anlaşılmıştır ki, insanlar haftanın ilk üç gününde çok randımanlı (verimli) çalışmakta, ama son iki gün zarfında ise, gâyet tembel olmaktadırlar. Yani bugünkü “hafta” döngüsü, modern insanın çalışma tarzına ve temposuna “bol” gelmektedir artık... Çünki bu peryodun uzunluğu, kadîm kastî işbölümü düzeni mûcibince, çamaşır günü, alışveriş(pazar) günü, ibâdet günü vs. gibi, o zamanki hayat tarzının gereksinimleri muvâcehesinde tespit edilmiştir. Onun için, bugün bu peryodu, “üç çalışma günü ile iki serbest gün” şeklinde beş güne indirerek, hem üretim verimliliğini arttırmak, hem de insanların yaratıcı aktiviteleri için alan açmak, mümkün ve hatta şarttır artık… Ama tabii ki, bu konuda da, tüm “patron kafalı”lar, Kapitalizm ideolojisi mûcibince direneceklerdir; borsalardaki, manipülâtif ve spekülâtif (yani kumarvârî) işlemlerin ve haksız kazançların alanı daralacak diye… Onun için bu konuda da, gerici “kapitalizm ideolojisi”nin direncini kırabilmek için, meseleyi Dünya kamuoyunun önüne getirmek “gerek şart” olmaktadır.

İNİSİYATİF”İN GEREĞİ:

Vakıf kurma gereğine binaen kaleme aldığım bu ”gerekçe”lerle birlikte, yazdığım “Tebliğ”ler de artık, insanları düşündürüp daha ileriyi görmesini sağlayan bir “inisiyatif” olmaktan çıkmış, “esâret altında ifade vermek” veya “kötü niyetlilere rapor sunmak” gibi bir anlam kazanmaya başlamıştır. O halde, bu noktaya nasıl geldiğimizi hatırlamalıyız ki, bundan sonra “inisiyatif”i hangi şekilde sürdürebileceğimiz ortaya çıksın… Zira benim hayatım, -hiçbir saplantıya takılmayıp- duraksamadan çalışan melekelerim sâyesinde, tam bir “düşünce insiyatifi” olarak geçmiştir; açık bir “yol haritası” da çıkararak… Evvela, yirmi yaşımdayken, hocam Cahit Arf’ın beni Matematiksel Mantık’a yönlendirmesiyle gördüğüm “İyi Sıralanma Prensibi”ne karşı, “kim sıralamış?” diye tepki vermiş, müteakiben, babamın Tasavvuf Felsefesi’nden naklettiği mugâlâtalardan usanıp, “bilimde ayrı, dinde ayrı mantık olamaz, her ikisinde de aynı mantık geçerli olmalıdır; kişi çatlak kafalı (şizofrenik) değilse…” diyerek karşı çıkmış, ve en sonunda, ilk defa Marksist literatüre göz attığımda da, “insanın, hayvanla olan nesnel kategorik farkı bilinmeden, insan hakkında bilimsel fikir yürütülemez” demiş ve noktayı koymuştum… Askerliğimi bitirdikten sonra, “doktora”mı, Cahit Arf’ın beni yönlendirdiği Matematiksel Mantık konusunda, ya kendisinin ya da Masatoşi (Gündüz) İkeda’nın “adviser”lığında yapmak istiyordum. Ama nevar ki, her ikisi de o sıralarda, ulaşamayacağım yerlerde bulunuyorlardı. Yoksa, “ne olursa olsun, ille de bir kariyer edineyim” gibilerinden bir saplantı içinde değildim. Şayet öyle bir saplantı içinde olsaydım, Cengiz Uluçay hocam beni, kurucusu olduğu TÜBİTAK’a çağırdığı zaman, böyle bir garantili “kariyer” imkânını kaçırmazdım. Ama o zaman da, teknolojiyle veya şifrecilikle (algoritmalarla) ilgili bulmaca gibi meselelere yönlendirilir, ve de –analitik- düşünce rotamdan çıkardım… Ancak nevar ki -terhisime az kala- bir gün, İst. Üniversitesine uğradığımda, Cahit Hoca’nın doçenti olarak tanıdığım Doç. Dr. Orhan Ş. İçen ile görüştüğüm zaman, kendisinin bana bir kariyer sahibi olmayı hak ettiğimi söylemesiyle, bir yıllık “pragmatizm” serüveni yaşamaktan da kurtulamadım; düşünce hayatımda... Zira gerçekten de, mezun olduktan sonra yaptığım çalışmaların “kredi” karşılığı, bana en az bir kere daha “lisans” diploması aldıracak kadar yüksekti. Yoksa ben, Orhan Bey’in –severek- uğraştığı Sayılar Teorisi’ni hiç sevmezdim; bulmaca gibi problemler ihtivâ ediyor diye… Zaten Cahir Arf hocam da bana, muğlâk konulardan (problematik’lerden) çok fazla problem çıkarabildiğimi söylemiş, dolayısile de, hazır problemler ihtiva eden alanlara fazla takılmamamı salık vermişti. Nitekim tahmin ettiğim gibi, Orhan İçen de bana, seminerde açıklamam için, -aritmetik gibi- harcıâlem bir konu vererek, o dönem (1966-67) sonunda “lisans üstü” titrimi alabileceğimi söyledi. O yüzden de ben, rahatsız edilmeden ve kadın peşinde koşmadan –konsantre- çalışabileceğim bir ortam arıyordum; ki karşıma, aynı zamanda iş ortağı olan sevgilisi tarafından –evlenmeyi umarken- aldatılarak terk edilmiş, gâyet demoralize, ama işyeri sahibi, ve biraz da paralı bir bayan çıktı. İkimizin de mübrem ihtiyaçları, “tencere/kapak” misali, tam olarak örtüşüyordu; ki ancak bu şekilde, bir “uygun ortam”a kavuşabildim. Yoksa kendisi benim, düşüncemin “d”sinden bile anlayabilecek bir kapasiteye (akla) ve donanıma (bilgiye) sahip değildi; dolayısile de aramızda “saygı” diye bir mesele, sözkonusu değildi. Onun için de, evlilik boyunca –onun rejisörlüğünde- yaptığımız iş, karı/koca gibi görünüp, “zevâhiri kurtarmak”tan başka bir şey değildi; ki çocuklar da, bu “mutlu aile” tablosunu tamamlamak için doğurulmuş birer aksesuardı… Ancak nevar ki, Orhan İçen’in bana vaad ettiği sürenin sonuna geldiğimizde (1967 güzünde), O’nun,beni çömez (kadrolu asistan) yapma niyeti açıkça ortaya çıkınca, yani beni pes ettirmek için, yaptığım bir “ispat”ı geçersiz kılmak üzere, kendi kadrolu elemanlarını da kullanarak semineri ertelemeye kalkınca, o işi bırakmak zorunda kaldım. Zira kendisi, “bilim adamı” olmanın çok uzağında bulunan, “öğretmen” tandanslı bir kişiydi; ki dolayısile de, benim öğretmenlikten hiç hoşlanmadığımı anlayamıyordu… Üstelik, o kritik süreçte, çevrenin hakâretâmiz baskılarına ve sözkonusu bayanın yalvar/yakar israrlarına muhatap olduğumdan, ve bunu kendime yediremediğimden dolayı, nikâhlanmak zorunda da kalmıştım… Yani sonuçta, bir ara “kariyer” hevesine kapılmam bana, “evlenmek” gibi bir bedel ödetmişti. Ama, toparlanmam hiç uzun sürmedi; hem de yapmam gereken diğer bir deneye (evliliğe) başlamış olarak… Çünki böyle bir deney, kafası çalışan bir insana, sevgisel ve cinsel (seksî) duyguların, nasıl “ters orantılı” olarak değiştiğini,“çekirdek aile” kurumunun, bol tüketim ve bol “çocuk üretimi”ne göre âyarlanmış, insanlaşmaya ters, ideolojik (ve dengesiz) bir yapı olduğunu gösteriyor, ve de “akıl – içgüdü” diyalektik çelişkisini açıkça gözler önüne seriyordu. Dolayısile de, böyle bir kurumun, ancak “çift”lerden en az birinin, çok bilinçli olması hâlinde kendi kendine (hâmisiz olarak) sürdürülebileceğini ortaya koyuyordu… O son seminer oturumunda Orhan Bey, benim “ispat”ımı geçersiz kılmak için, kendi yaptığı ispatın daha bedîhî (apaçık) olduğunu iddia ederek oylama yaptırmış, ve de bana itiraz hakkı tanımamıştı. Buna mukâbil ben, tebeşiri tahtanın önüne bırakıp, “matematik problemlerindeki ispatların oylamayla yapıldığı yerde ben çalışamam” diyerek, derhal derslikten –ve akademik hayattan- ayrıldıysam da, bilâhire düşünüp, en soyut alanında (matematikte) dahî düşüncenin, davranışlardan (antropolojiden) ayrılamayacağına karar vermiştim. Hatta, “artık Orhan Bey, benim düşünce alanım kapsamındaki bir denektir” şeklinde bir vecize bile uydurmuştum; kendi kendime… Zaten o sıralarda üniversite(ler) de, özerk bilim kurumu olmaktan tamamen çıkmış, ve de politikacıların “oyun sahası” hâline gelmişti; öyle ki bana, “Ali, ülkemizin çok sivri az adama değil, az sivri çok adama ihtiyacı var” diye öğüt verenler bile çıkmıştı… İşte bu şartlardan kaçarak, 1968 başında fizik hocası olarak Balıkesir liselerine gittiğimde, kafamda beni sıkıştıran bir sürü düşünce dolaşmaktaydı; ama ben bunları söze (kelimelere) dökebilecek “edebiyat” yeteneğine ve donanımına sahip değildim. Fakat buna rağmen yine de, kaldığım otel odasında zaman zaman notlar almaktaydım; Matematiksel Mantık ile düzenin eleştirisine tevessül etmek gibi bir gayretkeşlikle… Ne zaman ki, bahar gelip de tüm Dünya’da talebe ayaklanmaları baş gösterdi, işte o zaman kendimi “kâhin” gibi görmeye başladım; üniversitelerin bozulduğunu ilk fark etmiş (idrâk etmiş) ve de gereğini yapmış biri olarak… Onun içindir ki bu karaladıklarımı, 1968 güzünde, Devrim Notları adı altında, bir küçük kitapcık (broşür) şeklinde yayınladım. Ama bunu müteakip, hızımı alamayarak, 1969 eylülünde bir kitapcık daha yayınladım; “Evrim Çıkmazı/Soyutlamalar/ve Devrimcilik” gibi uzun bir adla… Şimdi baktığımda açıkça görüyorum ki, bu kitapcıklarda genel olarak anlatmaya çalıştığım şey, insanda tanrısal bir objektivite varsaydıran Ontolojik (Varlık Bilim’sel) düşünce yerine, “Farklılık Ortamı” adında bir “temel veri” vaz edip, buna, Matematiksel Mantık’ın “İyi Sıralanma Prensibi”ni, “sarfınazar etme” diye bir eylemle (işlemle) yedirmişim; insanın kendini de kattığı –Epistemolojik olmayan- bir veri tabanı elde etmek üzere… Ve bu şekilde de, sözcüklerin subjektif ve çoklu (metaforik) anlamlarından bağımsız olarak, “düşünce eylemi veya işlemi”ni açıklayabilmek amacını gütmüşüm aslında… Şimdi bakıyorum da, insanın spesifik özelliği olan “ritm melekesi” fark edilmeden önce, harcıâlem sözcüklerle ancak bu kadar anlatılabilirdi; aklın düşünce faaliyeti diyorum… Mesela Devrim Notları’ndaki bir bölüm başlığı şöyle: MULTIPLICATIVE AXIOM ve WELL-ORDERING PRINCIPLE AÇISINDAN MODERN MANTIĞIN GÖRÜNÜŞÜ (s.62)… Aynı broşürde yazdığım “Son Söz”ün sonlarında da şöyle demişim: “Yaptığımız mozaik değil ki, bir plâna göre bir köşeden başlayarak her geçtiğimiz yeri, geri dönmemek üzere net bir şekilde işleyelim; yaptığımız resimdir, sabır lâzım; ensemde durup abuk sabuk tenkidlerinle sıkboğaz etme, bekle biraz; daha bunlar tuval üzerine ilk fırça darbeleridir. (s.86)”… İkinci broşürde, yani “Soyutlamalar”da yazmış olduğum, “Kaldı ki Dünya, Rus rejimini bile sarsacak, açıkçası yıkacak bir devrimin eşiğindedir. (s.17)” cümlesi ise, “kehânet” gibi bir “öngörü” anlamına geliyor bugün… O “flû” tablo, bilâhire netleşti kafamda, ama, sıkıntılı bir ânımda kendimi, parmaklarımla gayri ihtiyârî tempo tutar halde yakalayarak, “ritm melekesi”ni bilince çıkardıktan, dolayısile de bilimin doğru ve düzgün gelişmesi için insan seçiliminin (inisiyasyon’un) şart olduğunu idrâk ettikten sonra… Geldiğim bu aşamada, kendini de aşabilen bir aklın objektivite anlayışı ortaya çıkıyordu; ki bu da, düşünce faaliyetinin (aklın), “oto-dinamik” bir fenomen olarak, daima -kendini aşa aşa- yükselebileceği, hatta cansız maddeye de intikal edebileceği demekti. Nitekim bilgisayarlar da bu yönde gelişiyor ve geliştiriliyordu. Buradan da netice itibâriyle, -dinlerin yozlaştırıp cemaatleştirdiği- Tarikatçılarca, ve bilhassa matematik temelli Pisagorcularca tesis edilmiş olan “seçilim-eğitim” sistematiğinin, ne kadar objektif bir bilim yolu olduğu, “çömez yetiştirme” esasına dayalı Aristo Akademyası’nın ise, ne kadar subjektif ve ideolojik (yani güdümlü) bir bilim anlayışını aksettirdiği, açıkça ortaya çıkıyordu… Son tahlilde de benim, aslında, Cahit Arf adlı “üstâd-ı âzam” tarafından, bir nevî inisiyasyon sınavıyla ayıklanıp (inisiye edilip) bilinçlendirilerek yola koyulmuş bir “Pisagorcu derviş” olduğum anlaşılıyordu… Ondan dolayı dır ki, Orhan İçen gibi –çömez yetiştiricisi- akademisyenlerle, “genetik” uyuşmazlık içinde bulunuyormuşum meğer… CAHİT ARF tarafından bu yola sevkedileli tam 63 yıl oldu; ama ne mutlu ki, son 55 yıl boyunca geliştirmiş olduğum düşüncelerimi, sözlerle ifade etmeye çalışmış ve yazılı olarak da kayda geçirmişim… Yukarıda sözünü ettiğim ilk iki broşürden sonra, Kerim Sadi ile tanışmamı müteakip, 2-3 yıl zarfında başlıca Marksist eserleri hatmetmiş, ama aynı süreçte Komünizm hakkındaki “ihtirâzî” kaydımı da, “hayvanla insan arasındaki nesnel kategorik fark bilinmedikçe, insanlık hakkında bilimsel düşünülemez” şeklinde kendisine bildirmiştim. Aynı süreçte, Kerim Sadi hocayla birlikte Katkı Dergisi’ni çıkarmak sûretiyle de siyasete bulaşmıştım; ama düşünce metodolojimi, ve de düşüncelerimle davranışlarım arasındaki “feed-back” etkileşiminin uyumunu, yani zihnî “sıralama melekesi” ile bedenî “ritm melekesi” arasındaki senkronizasyonu (eşgüdümü) hiç bozmadan… Mesela, Katkı Dergisi’nin ilk üç sayısında –Broşürlerimdeki- düşüncelerime, yine “Soyutlamalar” başlığı altında devam etmişim. Bunlardan ilkindeki bir dip notu çok ilginç: “Yani zamanında bile (tüm tabiat bilimlerine yayılacak zamanı bulamadığı için) revizyonizme çekilen Marxizmi, günümüze aynı şekli ile getirmek Marxizm değil Marxistizm’dir. (KATKI- 15 Eylül 1970/ s.28)” demişim taa o zaman… 12 Mart 1971 Âskerî Müdâhale’sine tetâbuk eden sonraki sayılarında ise, apansız politik tartışmaların içine daldığımdan, “kapitalist burjuva – proletarya” çelişkisini, yaygın kanı uyarınca “diyalektik çelişki” sanarak, aydınların “burjuva sınıfı”nı inkâr edip, “proletarya” ile buluşması gerektiğini vurgulayan yazılar yazmışım; Marksist açıdan, hatalı görülemeyecek şekilde… Bence Katkı Dergisi’nin –özellikle- ilk sekiz sayısı, yazarları ve yazıları bakımından, araştırmacılarca mutlaka dikkate alınması gereken, çok değerli bir arşiv belgesi olmuştur artık… Bu uzun süreç dahilindeki yazılarımdan akseden fikriyâtın gelişimi, bir fotoğraf makinesinin “objektif”inde, bulanık (flû) görüntüden net görüntüye ulaşılıncaya kadar yapılan âyarlamaya benzemektedir. Sözcük, terim anlamlarındaki ve kavram tanımlarındaki kayma ve değişikliklerden sarfınazar, metodolojik ve mantıkî çelişkiye düşülmeden, gelmiş/geçmiş bütün olay ve olguların açıklanmasıyla geliştirilen, ve ifadelendirildiği 50-60 yıllık süre dahilinde de, tüm politik ve ideolojik peryodların (dalgalanmaların) üstünde kalmış bulunan bu fikriyâtın, tabii ki, doğru ve/veya realize edilebilir olması gerekir. Ama Tarihî Devirler’i kapatıp, Tarih Sonrası için “yol haritası” çıkarmak anlamına gelen böylesine orijinal bir fikriyâtın, ideolojik (kapitalist) düzende, doğruluğuna karar verebilecek bir merci düşünülemeyeceğine göre, bunun realize edilme yolunu, bizzat bizim bulmamız icap etmektedir; ki bu da, aynı zamanda, bu fikriyâtın mistisizme saptırılıp savsaklanamayacağının delili ve ispatı demek olsun… Bu ispatın en kısa yoldan yapılabilmesi için, ya aynı süreci –en azından- hissederek yaşamış olan benden başka birilerinin daha çıkıp, bu fikriyâtı özümsediğini kayda geçirmesi, ya da -“feed/back” şeklinde- uyumlu bir “düşünce/davranış” etkileşimiyle fikriyâtın realizasyonu için çalışan inisiyatörlerin çıkıp tatbîkatlarını, tutarlı bir mantık çerçevesinde aşama aşama yayınlaması şarttır; ki böyle bir aktivite, KAPİTALİZM İDEOLOJİSİYLE MÜCADELE VAKFI kuruluşunu başlatmak için yeterlidir de… Benim değerlendirmeme göre, bu hususta “inisiyasyon” sınavını başarıyla geçebilecek olan iki kişi vardır; ki onlar da, aklımda –seçili- izleri kalmış bulunan, aşağıdaki insanlardır.

CANER GÜÇAL: Benim kırk küsur yıldır tanıdığım Caner, 68’lilerin –silahlı eylemlerde de bulunmuş- önde gelenlerinden biri olmakla beraber, aynı zamanda devamlı “otokritik” yapabilen, melekeleri gâyet sıhhatli bir insandır; ki hatta, bütün tanıdıklarım arasında, hayatta bulunan yegâne kişidir. Kendisi, “bozuk düzen”e karşı isyanını, yarım asır kadar önce idamla yargılandığı mahkemede, ultimatom gibi bir beyanname (bildirge) okuyarak keskin hatlarla belirtmiş, ve kayda geçirtmiştir. Ama aynı sıralarda da, tutuklu bulunduğu cezaevinde fikrî soyutlamalar yapmaya yönelip, “insanlık hakkında fikir yürütebilmek için onun kökenini bilmek gerek” şeklinde bir hükme vararak, Antropoloji’ye ilgi duymaya başlamıştır…1980’den beri beni şahsen tanıyan, ve fikren takip eden Caner Güçal, 2007’den beri de, kendisinin açtığı “web” sayfasında benim “Tebliğ”lerimi yayınlamaktadır; ki hatta bir aşamada, bu Tebliğ’leri kitap formatına sokmuş, ve de bana, yayınlanması gereğini bildirmiştir. Bu durumda Caner Güçal’ın, Tebliğ’lerde mealen, “Her –orijinal-oluşum gibi hareketle başlayıp, izlerini çok sonraları bırakmış olan “insanlaşma” olayında da, geriye doğru, tarihî, arkeolojik ve paleontolojik kayıtlar üzerinden iz sürülerek orijine ulaşılamayacağı anlaşılmış, ve nitekim de, en rafine insanî aktivite olan düşüncenin paradoksal üst sınırına dayanıldıktan (çıkmaza girildikten) sonradır ki, başlangıca –kalite (bilinç) farkıyla- varılabilmiştir. Zira aynı zamanda da anlaşılmıştır ki, ritmik davranışlarla akıllanan insan, aklını kullanarak üretim yapmayı öğrendiği halde, biriken ürünlerin yarattığı toplumsal “artı-değer”i sahiplenen bazılarının (patronların), uydurduğu çobanlık doktrinlerine (ideolojilere) mahkûm olduğu, ve Tarihî Devirler boyunca ehlî hayvanlar gibi rutin (peryodik) hayata alıştığı/alıştırıldığı için, titreşen (ritmik) hayvan olduğunu bir türlü bilince çıkaramamıştır; müziği de yasaklayıp veya tapınaklara kapatıp, ona mistik anlamlar yüklediğinden…Tarihî Devirler’deki bu “açmaz”ın dışına, sâdece –ve de gizli gizli- meleke kontrolu şeklinde insan seçilimi yapan Tarikât sistematiği çıkmıştır; ama onların da çoğu, ya sahtekârlar eliyle mistisizme sürüklenmiş, ya da patronlara (hükümdarlara) danışmanlık hizmeti vererek yozlaşmıştır. ” şeklinde ifade edilen, hipotezi ve ispat delillerini de anlamış olduğunu, veya anlayabileceğini düşünüyorum. Çünki, hayvanlar arasındaki tür farklılaşmaları bile, paleontolojik bulgularla kolay kolay açıklanamazken, “akıl” diye bir fonksiyon yaratarak kategorik (kalitatif) olarak hayvandan farklılaşmış olan “insan”ın, orijinini, doğal ortamın veya “refleksif ortama uyum davranışları”nın değişikliklerine indekslenmiş iskelet farklılaşmalarıyla anlamaya çalışmak abesle iştigaldir. Mesela kafatası incelemelerinden, beynin olağanüstü büyüdüğü anlaşılsa dahî, bunun “deneme-yanılma” pratikleri neticesinde gerçekleştiğini iddia etmek mümkün değildir; bütün hayvanların da aynı metodu kullanarak yaşadıkları düşünüldüğünde… Kaldı ki hayvanlar, aynı metodla, bazı nesneleri âlet gibi kullanmakta, hatta basit âletler de îcat edebilmektedir ama, hiçbir hayvan –refleksif etki/tepki etkileşimlerini sonsuza kadar yapsa da- “ölçü” ve “sayı” yaratamamaktadır; dolayısile de bilim yapamamakta ve beynini geliştirememektedir. Demek ki bilim yapabilmek yani insan olabilmek için, her şeyden önce “ritm melekesi”ne sahip olmak şarttır… Nitekim, bilim yaparken, en soyut düşünce alanına (Matematiksel Mantık’a) çıkıp da, orada bir paradoksa (Russell Paradoks’a) tosladıktan sonradır ki, o çıkmazdan kurtulmak için kabul etmek zorunda kalınan bir temel varsayımın (Well-Orderin Principle’ın), davranışsal mütekabilini aramak sûretiyle, insanı (ve aklı) yaratan aktiviteye ulaşılmıştır; yani “ritm melekesi”ne… Netice itibariyle anlaşılmıştır ki, Caner Güçal’ın, elli yıl kadar önce –sıkıyönetim mahkemesi vâsıtasıyla- tüm kamuoyuna bildirdiği “beyanname”si, hem edebî üslûbu bakımından, hem de ihtivâ ettiği idealler açısından, Türk Milleti için çok değerlidir. Ondan sonra, kırk küsur yıl da benim fikriyâtımı tâkip ettiğine göre, sağlıklı melekeleri kendiliğinden çalışıp “kararlılaşma”ya vararak kafasında, teorik bir şema çıkarmış olmalıdır; hele ki mevcut kaotik ortamda; mutlaka… Onun katlanacağı tek zahmet, bu şemadaki “flû” sembolik kavramlara tekabül ettireceği uygun terim ve kelimeleri bularak, o şemanın sözsel transkripsiyonunu yapmak, ve de onu, gramere uygun yazı kalıplarına oturtmaktan ibarettir. Bu hususta, kastettiğim anlama tam oturan terim veya kelime bulamıyorum diye titizlenmeye hiç gerek yoktur; zira metodolojik bir düşüncede, kazâra kullanılan uygunsuz terim ve kelimeler bile, anlatılmak istenen fikriyâtın bütünlüğünü bozmaz, ve bilâhire düzeltilebilir. Hem zâten, böyle bir köklü (tüm ideolojileri inkâr eden) fikriyât değişiminde, terminolojinin tam oturması için, bütün Dünya’daki düşünürlerin, bilimcilerin ve gelişmiş dillerin de katkısı gerekir… Onun için, şimdi Caner Güçal’dan beklenen, elli yıl önceki “Beyannâme”sinde, idealistçe ifade ettiği –muğlâk- ana hedeflerinden hareketle, bütüncül ve güncel “somutlama”lar yapması ve bunları “Tebliğ”ler olarak yayınlamasıdır. Kaldı ki bunu, bağımsızlığını yeniden ispat etmek zorunda olan Türk Milleti de, hatta yeni bir Dünya savaşına sürüklenme endişesi taşıyan tüm insanlık da bekler. Çünki, en azından bir ömür boyunca yaşanmış kriz (yıkım) peryodlarını belleğine alıp da savrulmayacak kadar, kişilik bütünlüğüne sahip (yani şizofrenik olmayan) insan sayısı, Dünya’da o kadar azdır ki, sırf bu yüzden insanlık, -politikacıların cazgırlığıyla empoze edilen-ideolojilerin güdümünden kurtulamamaktadır. Dolayısile, Kapitalizm ideolojisinin tasallutundan kurtulabilmek için de, her şeyden önce, şizofrenik olmayan, melekeleri sağlıklı insanların bulunup/ayıklanıp öne çıkarılması ilk şart olmaktadır.

CENGİZHAN GÜVEN: Ben Cengizhan’ı, bağımsız karakterli, bir “inisiyatör” kişilik olarak tanıdım. Zira O, daha başlangıçta, benimle tanışmak ve beni, kendisine “hoca” olarak –âdeta- tâyin etmek üzere çok uğraştı; ama “çömez” olarak değil, “yol/yordam soran” anlamında… Yani bir bakıma, “Tarikat’a, inisiye olmak ve/veya nasîbini almak için gelmiş bir derviş adayı” gibi yaklaştı bana… Yoksa, “didaktik öğreti” almak için Aristo Akademyası’na başvuran bir çömez adayı olarak değil… Zaten ben de, Aristovârî öğretmenlikten hiç hoşlanmadığım için, mîzâcen uyuştuk… Benim ona verdiğim destek genellikle, kavmiyetçilik ve mistisizm yollarına sapmaması hususunda uyarılar yapmak olmuştur. Yoksa kendisi, Matematik Mantığı ile çelişmeyen basit metodlar geliştirip, münâsip terim ve kelimeler seçerek, merâmını oldukça iyi anlatabilyor, ve uyarıları da anlayabiliyordu; gereken “meleke” gücüne sahip olduğu için... Nitekim son aşamada, KAPİTALİZM İDEOLOJİSİYLE MÜCADELE VAKFI’nın kuruluşunda insiyatif alması, ve ilk adımda, ilgilileri bir araya getirmesi de, “inisiyatör”lüğünün bir göstergesi olmuştur. Şimdi kendisinden insanlık nâmına beklenen, Vakıf kuruluşu için yaptığı çalışmaları da “inisiyatör”ce yürütmesidir; yani her adımda bir kazanım elde ederek yürütmesi… Bunun için de kabaca yapması gereken, kronolojik bir plân (veya yol haritası) yapması, ve plânının her inkıtâya uğradığında veya uğratıldığında da, sebeplerini ve –gerçek- faillerini deşifre ederek açıklamasıdır; Tebliğ’ler hâlinde… Çünki bu şekilde, plânının tatbîkâtı gecikse bile, ideolojilerin zebûnu veya hâini olan gerici mahlûkât ortaya çıkarılıp teşhir edilmekle, yine bir kazanım sağlanmış olacaktır... Doğru bir plân yapıldığı taktirde, insanlığın gelişimi yoluna, aslında kimlerin taş koyduğu ortaya çıkarılabilir; ama bu yapılamadığında bile, ideolojik rezistans güçlerinin kamuflajlı “provokasyon tezgâhları”nı bulmak gâyet kolaydır. Yani, kavmiyetçi ve mistik olmadıkları iddiasıyla “icra-i sanat” eyleyen ne kadar sol, sosyalist, komünist vs. kuruluş varsa, onların sponsorlarını veya gelir kaynaklarını (kaynak sahiplerini) bulup ifşâ etmek, yeterli olacaktır; bu tezgâhları temizlemek için… Zaten Cengizhan bizzat, bu tezgâhlardan -Türkiye’nin başına bela olmuş- en eskisinin dağıtılması gerektiğini bana söylemiştir; ki şimdi ben de ona, bu sözünü hatırlatıyorum.

Netice itibariyle demem o ki, inisiyatör tandanslı gördüğüm yukarıdaki iki kişi, benim bu değerlendirmemi yalanlamadıkları ve gereğini yaptıkları taktirde, “inisiyatif” aksamadan devam edecek, ve bizler de, müstakbel redaksiyon heyetinin, üç kişilik nüvesini teşkil etmiş olacağız… Yabancı gözlemci ve düşünürler, bizdeki “lider bozuntusu” mahlûkâtı görüp de, “sosyal medya” mecrâlarında,Türkiye’nin dağılma sürecine girdiğini açık açık yazarlarken, Evrensel Tarikat Sistematiği’ne dayalı Fetih âyarlarımızı güncelleyerek kuracağımız VAKIF, tabii ki Dünya çapında bir “fikrî otorite” olacak, ve Türkiye hakkındaki her türlü spekülâsyona karşı da, -en geniş anlamda- bir nevî “izâle-i şüyû” gerçekleştirecektir. Çünki son tahlilde, Türkiye –Osm. İmp. gibi- “temerrüd”e düşüp, haraç/mezat satılabilir hâle gelse bile, hiçbir kapitalist merkez onu, bir bütün olarak, ve de içindeki “KAPİTALİZM İDEOLOJİSİYLE MÜCADELE VAKFI” ile birlikte satın alamayacak, alsa bile hazmedemiyecektir. Milliyetçi ve dinci ideolojiler vasıtasıyla parça parça satın almaya kalktığında ise, Vakfımız’ın göstereceği “insaniyet yolu”, mutlaka etkisini gösterecek, ve de halkları birleşme yoluna sokacaktır.

Ali Ergin Güran : 27 / 05 / 2023