ve onların
“EBEDî DEVLET” + “NİZÂM-I ÂLEM” PROJESİ HAKKINDA…
Türkçe’deki, sessiz harflerin yan yana gelmemesi kuralını göz önüne alır ve aynı kökten geldiğimiz Macar’ların bize “Török” dediklerini de düşünürsek, “Türk” sözcüğünün aslında “Türük” şeklinde olduğunu, ve de “Türemiş” gibi bir anlama geldiğini çıkarabiliriz herhalde… Aynen, “Bük” kökünden türetilmiş “Bükük” sözcüğünün, “Bükülmüş” anlamına gelmesi gibi… Nitekim, “Dedekorkut” gibi destanlardan öğrendiğimize göre, eskiden bir Türk gencinin ad (isim) sâhibi olabilmesi, yâni adam (birey) sayılabilmesi için mutlaka -insânî- mârifetler göstererek “inisiye” olması yâni “türeme”si, veya başka bir deyişle, bir “adam” olarak seçkinleştiğini (türediğini) ispatlaması gerekiyormuş. Ki bu mârifetlerin başında da, at biniciliği ve terbiyeciliği gelmekteymiş… Zaten o zamanlar, “ad(isim) sâhipliği” ile “at sâhipliği” kavramları aynı anlama gelmekte, ve “ad” ile “at” sözcükleri de özdeşmiş…
Gerçekten de at terbiyeciliği ve biniciliği, “karacı” halklar için bir inisiyasyon eğitimi ve sınavı olma özelliğine sâhiptir; aynen “denizci” halklar için gemiciliğin veya kaptanlığın olduğu gibi… Çünki binicilikte, bir at’ın gösterdiği içgüdüsel tepkileri –ritmik “es”ler ve “vurgu”larla- emmek, yumuşatmak ve sonra da muayyen (sâbit) bir ritme bindirilmiş peryodik tenbihlerle şartlaya şartlaya nihâyette binicinin istediği (sâbit) ritme tam uyum hâlinde yürümesini veya koşmasını sağlamak gerekmektedir. Yâni aslında atı, insanın “ritm melekesi”ne râm etmek gerekmektedir. Ki bunun için de binicinin veya terbiyecinin “ritm melekesi”nin güçlü olması, yâni frekansının uzun süre sâbit kalabilmesi, daha doğrusu, aynı “zamanlama hızı” uyarınca hayvanı –uzun süre- tenbihlemesi gerekmektedir. Aksi halde, sık sık ritminin frekansını değiştiren (heyecanlanan veya kararsızlaşan) bir biniciye at, itaat etmeyecektir… Halbuki, muayyen bir ritme tâbî kılınarak koşturulan bir at, -vücudunun biyolojik uyarılarına ve alarmlarına rağmen- çatlayıncaya kadar koşabilmektedir… Bu durum, insan irâdesinin yapı taşı olan “ritm melekesi” vâsıtasıyla hayvanın (atın) esir alınması, veya atın insan irâdesine râm edilmesi anlamına gelmektedir…
Bütün bunlardan şu sonuçları çıkarabiliriz: Demek ki Türkler, insanın –zamanlar üstü- kaotik bir süreç neticesi olarak (türeyerek) ortaya çıktığını, dolayısile bu sürecin hâlen devam ettiğini kabul ediyor, ve de bu sürecin objektif ölçütleri veya kriterlerine binâen bir “insânî kalite”yi öngörebiliyorlar(dı)… Yâni diğer insanlara –bir şekilde- üstünlük sağladıktan sonra değil, insanlaşma sürecinin objektif kriterleri mûcibince insanın kalitesini –hiçbir husûmete yol açmadan- ortaya çıkarabiliyorlardı. Çünki onlar insanın/insanlığın, -hayvanlar gibi- biribirini yiyerek (rekâbetle) temâyüz etmediğini veya ortaya çıkmadığını biliyorlardı herhalde… Ve de hemcinsleriyle (bekdaşları, yoldaşları ve arkadaşlarıyla) rekâbet ve husûmet düşünmedikleri içindir ki, daha korkusuz ve inançlı (güven duygusile meşbû) savaşçı oluyorlardı… Greklerin “denizcilik” veya “gemicilik” mesleği de, bir nevi “inisiyasyon” eğitimi ve/veya seçilimi karakterini taşıyordu; ama “inisiye” olan bireyler, bu üstünlüklerini servet kazandıktan ve bununla bir lüks yatırımı gerçekleştirdikten, yâni diğer insanlara –en azından- bir “aşağılık kompleksi” aşıladıktan sonra ispat etmiş oluyorlardı… Yâni “adam”lıklarını ancak “para” vâsıtasıyla kabul ettirebiliyorlardı; ki bu da, insânî kalitenin “metâ”laşmasına, ve toplumda “menfî seleksiyon”a yol açıyordu. Dolayısile de “adam” gibi insanlar giderek, paradan para kazanan –Yahudiler gibi- insanlarla karıştırılabiliyor, ve hatta onlara mahkûm olabiliyorlardı. Halbuki diğer tarafta, adam olan Türkler, insânî kalitenin servetle kazanılmadığını –ispat edercesine- göstermek için, zaman zaman mal varlıklarını yağmalatmayı gelenek hâline getirmişlerdi. Ki bu âdet, hem zenginlikte gözü kalan insanların hasetçiliğini önleyerek toplumun rûhî birliğini koruyup pekiştiriyor, hem de “adam” olanın, zenginlikten kaynaklanan spekülâtif kazanç ve –sosyal- kazanımlara (statülere) tenezzül etmeyeceğinin, ve tekrar tekrar “artı-değer” yaratabileceğinin ispatını ortaya koyuyordu…
Yâni aslında Türkler tarih sahnesine –gâyet geç ama- “insan sarrafı” olarak çıkmışlardır. Ve de bu sebepledir ki, hem Perslere ve Greklere dayanan iki köklü uygarlık arasında, hem de tanrı-kral’lara başkaldırmış peygamberler silsilesinin sonuncusunun yaratmış olduğu heyecan fırtınasının üstünde bir yerde (Anadolu’da) kendilerine mahsus bir yurt edinip kültür yaratabilmişlerdir. Üstelik, kavramsal bir mantığa ve teoriye ulaşamayıp, mistik anlamlar yüklenmiş bir “davranış disiplini”ne, veya açıkcası, bir nevî “büyücülük”e dayanan Perslerin “pro-mitolojik” dinsel zihniyetini sürdüren –mistik- İranlılar da, davranıştan bağımsız bir “mantık” zorunluluğu ile, tamamen düşünce eseri saydıkları “teori”ler kabul eden Grek zihniyetindeki -rasyonalist- Romalılar da, tanrı-kral’ların bidâyetteki rollerini bilmedikleri, ve sâdece onların son –yoz- dönemlerine karşı çıktıkları için, “metafizik” alanla illiyet kurulmuş bir “akılcılık” güden peygamberlerin ahvâdı –dinci- Araplar da, bizim “adam sarraflığı”mız yanında eksik kaldıklarından dolayıdır ki, bu Anadolu kültüründen fışkıran Türklük, bir “ebedî devlet” kurmak ve “nizâm-ı âlem”i sağlamak iddiası ve amacıyla, gâyet uzun ömürlü ve geniş bir “Memâlik-i Müttehide” gerçekleştirmiştir… Ama şu nokta iyi anlaşılmalıdır ki, bu işi gerçekleştiren ana damar, yâni 11. yüzyılın başlarından itibâren Anadolu’daki –Dânişmendiye diye anılmış- ilk yerleşimleri kuran Türkler, Şâmanizm’den gelen, “insan sarrafı” olma özelliklerini, islâmiyetle (zamanın yükselen, tevhidci ideolojisiyle) terbiye ederek Türk-Tarikat Sistematiği’ni tesis etmiş olan biatsız (yâni müminîn, müslimîn değil) Türklerdir… İnisiyasyon seçilimini esas alıp “ataerkil verâset hukûku”na değer vermeyen, ve bu şekilde de toplumu,geri zekâlı “zengin çocukları”nın şerrinden koruyan bu Türk zihniyetinin “ekonomik alt-yapı”sı da, “vakıflar” şeklinde oluşmuştur tabii ki… Dolayısile, ufak ama “asabiyet”i veya “etik disiplin”i yerinde olan Osmanlı Beyliği’nin başa geçirilmesinden sonra da Türklere “şahsî mülkiyet” hakkı tanınmamış ve gittikçe büyüdüğü halde memleketin “ekonomik alt-yapı”sı, -göçebelerin otlaklarından ve kışlaklarından sarfınazar- “timar”, “zeamet”, “has” dirlikleri ile “evkaf”dan ibâret kalmıştır…
Demek ki “Osmanlı” devletinin kuruluş, güçlenme ve gelişme aşamalarında şahsî mülk ve büyük bir “şahsî sermâye” birikimi yoktu; ve dolayısile, -Batılılarca- gelişmenin yegâne dinamiği olarak gösterilen “ şahsî rekabet” de sözkonusu değildi; ama nasıl oldu da öyle bir gelişme ve büyüme sağlanabildi?... Çünki onlar insanın/insanlığın yarattığı “artı-değer”i bir bütün olarak görüyor ve bunu –padişahın şahsında ve mutasarrıflığında- Tanrı’ya atfediyorlardı… Dolayısile de tüm toplumun (hatta insanlığın) ortak kazanımı olan birikimlerin, kişiler arasında paylaşılarak onların sübjektif tercihleri uyarınca biribirini ifnâ eder hâle gelmesine izin vermiyorlardı. İnsanlığın ortak kazanımları, insanlığın ortak gelişme yolunda (Tanrısal Yol’da) kullanılmalıdır diye düşünüyorlar, ve de “inisiye” ve/veya “liyâkatli” olarak seçtikleri kişilere –bile- sâdece tasarruf (veya kullanım) hakkı tanıyorlardı; haklı olarak… Ondan dolayı da her şeyden önce, her yer ve her mevkî için –gerek “seyfîyûn”, gerekse “şurbîyûn” usûlleriyle olsun- “insânî seçilim”e veya “inisiyasyon”a önem veriyorlardı… Ki bu cümleden olarak, daimî askerler (Yeniçeriler), çocuk yaşlarda “insânî kalite” açısından ölçülüp tartılarak devşirildikleri gibi, “pâdişahlık” mevkiine getirilen “Hânedan” mensupları bile –son zamanlara kadar- genellikle, ya sporculuk ve avcılıkta, ya da zenaatkârlıkta temâyüz etmiş kişilerden oluyordu… İşte Osmanlı Devleti, yapılanmasını “adam” seçilimine bağladığı içindir ki “müebbet” diye nitelenmiş, ve de kendisine, “Nizâm-ı Âlem” projesi gibi bir hedef ittihaz edebilmiştir… “Ebedî Devlet” ve “Nizâm-ı Âlem” kavramlarını, içi boş sloganlar gibi görenler –hele ki, politika oyunlarında araç olarak kullananlar-, ya biatlı Kürt-İslâm Zihniyeti ile meşbû beyinler, ya da Batı’ya satılmış kafalardır. Çünki bu kavramlar, bugün de “kâbil-i tatbik” bir muhtevâya sâhiptirler aslında… Bir defa, Dânişmendiye’den başlayarak “Türk-Tarikat Sistematiği”ni ihdas etmiş olan “insan sarrafı” Türkler, tesis ettikleri “zâviye”lerde meditasyon teknikleri öğretip “inisiye kişilik” seçilimleri gerçekleştirmekle, ve bu arada insanın esas itibariyle “anti-seksüel” olarak varolduğunu, seksüel hayatının ancak geçici bir yaş dönemi için sözkonusu olabileceğini öğretmekle, ve de bir yaştan sonra –ölüme bilinçli olarak gitmek ve bu arada en donanımlı ve objektif bir konumdan nihâi kanaatlerini ve bilincini insanlığa aktarmak üzere- “mücerretlik”i yâni “aseksüalite”yi tavsiye etmekle aslında, müminîn olmanın müslümanlıktan farkını da açıkça ortaya koymuşlardır. Yâni “müminîn” demek aslında, İslâmiyeti –dogmatikleşmeye karşı- zımnî bir “ihtirâzî kayıt” veya “çekince şerhi” ile kabul etmek demekti. Çünki Türkler, insanlığı fiks bir formasyon gibi değil, daima cehd gösterilmesi gereken bir “türeyiş süreci” şeklinde anladıkları halde, -halifelere biat etmeye dayalı- konformist islâmiyette, ne inisiyasyon seçilimi vardı, ne de mücerretlik sözkonusuydu; sâdece –İslâmiyeti- kanıksamış insanların “dogmatizm”i ve zulmü “hüküm-fermâ” idi… Ve üstelik, Türklerin Müslümanlığa koydukları “ihtirâzî kayıt”, Yavuz Sultan Selim Hân’ın, son halifeden kutsal emânetleri devralmaya –mücerretliğin nişânesi olarak- kulağında küpeyle gitmesi, ve “ihtiyar” olmayan tarikat ehline “Hacc”ı –âdeta- yasaklamasıyla (ve pâdişahların bile buna uymasıyla) apaçık olarak tarihe de geçmişti… Böylece de, sözkonusu “ihtirâzî kayıt”la esas amacımızın, bütün insanlık fikriyâtının tevhîdi ile birlikte, tüm Dünya halklarının ittihâdını gerçekleştirmek, ve bunun için de –bütün ibâdetlerden önce- tevhid yolunda yâni insanlığın birliği yolunda ceht göstermek veya cihat etmek olduğunu açıkça ortaya koymuştuk… Çünki ancak bu süreç sonunda insanlık tek bir –ebedî- devlete ve tek bir insanlaşma disiplinine (ve küreselliğe) kavuşacaktı, ve kavuşacaktır. Ki nitekim, ya “ataerkil verâset hukûku” mûcibince, büyük adamların geri zekâlı çocuklarına mahkûm olmak sûretiyle, ya da yaşlandığı halde hâlâ cinsel oynaşmalara devam ederek irâdesine ipotek koydurduğu için –hayâtı- kanıksayan liderlere mecbur kalmak sûretiyle, biatçı (müslimîn) dindarların dogmatizme saplandıklarını, dolayısile kurdukları devletlerin de çürüyüp çürüyüp çöktüğünü açıkça müşâhade etmiştik; tarih içinde…
Halbuki “Osmanlı”da, “1826”nın şartlarını hazırlayan 3. Selim’e kadar padişahlar da, devlet bürokrasisi ve askerler (Yeniçeriler) de, “timar”, “zeamet” gibi dirlikler ile vakıflar hâlindeki özel mülklerin yöneticileri veya mutasarrıfları da, -hiç olmazsa- prensip olarak bir nevi “inisiyasyon” seçilimi veya “adamlık değerlendirmesi” ile seçilmişlerdir… O halde bizim, 1826’da gâvur parasıyla kendi kendini halife ilân ederek, olmadık “hezeyan”larını ve “komaca akıl”larını hayata geçirmeye çalışan bir satılmış padişahın (2.Mahmut’un) izâhını yaptıktan, ve o menfur olayın rövanşını aldıktan sonra, bugünkü –tevhidciliğini yitirip,dogmatikleşmiş- islâmiyete angaje olmak gibi bir zorunluluğumuz da sözkonusu olmayacaktır artık… Çünki zâten bidâyetteki kavlimizde ve ahdimizde de böyle bir angajman yoktur… Bugün kendilerini biatlı “Müslüman” sayıp, “Atatürk”ü “by-pass” ederek “Hilâfet”i geri getirmeye çalışanlar aslında Türk sivilizasyonuna bir nevi “jenosit” uygulamış hain padişah 2.Mahmut’un ve ardıllarının Istanbul’a doldurduğu, yârandan Kürt ağalarının şeyhlerinin, âyandan Rumeli (ve Ege) derebeylerinin ve de onların yanaşmalarının çocuklarından başka birileri değildirler… Ve bunlar, bugün gelinen noktada bir “zengin dindarlar elitizmi” oluşturup, Batı’daki –birçok güçlü ülkenin yönetimini ellerinde bulunduran- Kalvinist, Püriten ve Evangelist’ler gibi “paracı Protestan”larla, Ortadoğu’daki “kavmiyetçi zengin” Arap yöneticileriyle işbirliği içinde, Tevrat’ın hükmü mûcibince seçkincilik güden Musevîlik gibi bir “Yudeo-İslâm” dini uydurarak memleketin yönetimini ele geçirmişlerdir. Bu durum açıkça göstermektedir ki, “Küresel Kapitalizm” veya “Paracı Globalizm” ekonomisi yaygınlaştıkça, bunun “fikrî üst-yapı”sı da, “Yahudilik” zihniyetine uygun olarak teşekkül etmekte, ve dolayısile insanlığı da, binlerce yıl önceki “Gaddar Davut”lar devrinin despotizmine rücû ettirmektedir… Hem de Hz.İsa ile Hz.Muhammet’in “tashih”lerine rağmen, “tanrı-kral” mitosu hortlamaktadır. Çünki aslında peygamberler, ilk uygalıkların kurucusu olan tanrı-kral’lara gerçek bir anti-tez (negasyon) oluşturamamışlardır… Onun için bugün artık açıkça anlaşılmaktadır ki, binlerce yıl sürmüş “tanrı-kral” uygarlığı ve mitolojisi ancak, insanlığın oluşumunu da irdeleyen bir “bilim” anlayışı ile aşılabilecektir… Yâni bir bakıma, “Globalizm” adındaki akıma, insanlığı gerilere çeken irticâi cereyanların en derini veya sentezi anlamında, “Küresel İrtica” demek hiç de yanlış değildir; ve biz Türkleri, bu gidişâta mahkûm edecek hiçbir tarihî angajmanımız da bulunmamaktadır…
Ama Batılıların, içine sürüklendikleri irticâi gidişâtın farkına varmaları pek de kolay olmayacaktır. Çünki Batı tefekkürü, “davranış disiplini”nden kopuk olarak doğmuş ve gelişmiştir. Batılılar, insan bedeninin yarattığı “davranışlar kümesi” ile insan zihninde oluşan “kavramlar kümesi”nin arakesit noktası (ritm=zaman) hakkında hiçbir zaman düşünmemiş ve hiçbir fikre sâhip olmamışlardır… Onlar daima insanın akıllı olarak varolduğunu ve hayvânî (reflekssif) bütün davranışların da akıl tarafından yönetildiğini zannetmişlerdir. Yâni bir hayvanın kafasına “akıl” adındaki bir yabancı konuk gelip oturarak –veya Tanrı tarafından monte edilerek- onu insanlaştırmış gibi düşünmüşlerdir. Onun için de önceleri kendilerini, ideal formasyonda bir tanrısal insan (titan) sanmışlar sonra da dinlerin, “Tanrının akıllı olarak îmal ettiği seçkin yaratığı” şeklindeki “insan” tanımını kolayca benimsemişlerdir… Çünki onlar “denizcilik”le inisiye olarak seçilmiş bireylerin çocuklarıdır… Denizcilik sınavlarında boğulanlar boğulmuş, hayatta kalabilenler –Ortadoğu’nun kadîm uygarlıklarından gelen rivâyetlere binaen- birer Robinson gibi, adalarda, kıyılarda uygarlığı yeniden inşa etmişlerdir. Ki bu arada rastladıkları ve/veya yakaladıkları “Cuma”ları da, didaktik öğreti ile adam edeceklerini, daha doğrusu “itaatkâr akıllı köle” olarak kullanabileceklerini düşünmüşlerdir... Ve onun için de, önce “Mitoloji” adlı düşünce sistemlerini, sonra da “Felsefe” ve –bilimsel mitoloji anlamında- “Pozitivizm” teorilerini icat etmişlerdir. Ama yine de insanları ikna edip isyanları önleyemeyince bu sefer, taa “tanrı-kral”lar devrinden beri sürmekte olan “isyân” dinamiği üzerine, -aynen peygamberler gibi- bir “eylemli felsefe(Marksizm)” inşa etmişlerdir. Öyle ki, kurnazlığın şâhikası olan ve/veya kurnaz oportünistlere büyük imkânlar sunan bu pragmatik felsefeye göre, her isyâna hak vermek ve ona dayanarak bir şeyler yapmak (hatta şahsî çıkar sağlamak) mümkündür. Çünki –bu felsefeye göre- insanlığın devinimleri, “üretim ilişkileri” ekseninde, bir spesifik kânûniyet (Tarihî Determinizm) uyarınca daima ilerlemeye yöneliktir; ve nihâyette –kalite farkıyla- başlangıçtaki mutlu toplum hayatına (komünal topluma) ulaşılınca bütün isyan hareketleri kendiliğinden duracaktır… Ama bu gidişâtta, ne bir somut rota (insânî hareket tarzı) sözkonusudur ne de varılacak hedefin yeteri kadar netleşmiş bir tasviri mevcuttur. Sâdece ortada “İlkel Komünal Toplum” adı verilen bir “ütopya” veya bir “hayaller ülkesi” vardır… İşte Batı düşüncesinin insanlığa sunduğu en gelişmiş “nizâm-ı âlem” projesi, “Komünizm” adını verdikleri böyle bir safsatadır; ve böyle bir safsata uğruna insanlık, tarihte görülmemiş miktarda ve kalitedeki elemanlarını kurban vermiştir. Ve üstelik de sözkonusu akım (Komünizm), gericiliği tahrik etmiş olmakla, onu “Globalizm” boyutlarına yükseltmiştir… Çünki aslında, “davanış”tan kopuk olduğu için Batı’nın felsefî (dolayısile politik) düşüncesi tıkanmış, ve zorbalığa dayanan bir “hayâlî kurgu” hâline gelmiştir artık… Üstelik “bilim” anlayışı da –pozitivizmin ve pragmatizmin etkisiyle- biribirinden alâkasız dallar hâlinde parçalanmıştır. Halbuki önyargısız olarak ve doğru bir bilimsel gözle bakabilse, bir Batılı da görebilecektir ki, yarattıkları “tüketim toplumu”nda içgüdüsel tatmin –ve özellikle de seksî doyum- arayışları tırmandıkça, popüler müzik ve dansın ritmi de hızlanmakta, ve âdeta yamyamlık (veya vahşet) döneminin âyinleri seviyesine yükselmektedir. Burada insânî bir “denge âyârı” görememek –hayvânî bir çıkarla bütünleşmiş bir önyargı sözkonusu değilse- ahmaklık sayılmalıdır. Çünki insanları içgüdüsel (hayvânî) arzular yönünde tüketime teşvik etmek, bilinçli, merkezî (plânlı) ve ideolojik bir tercihtir ama, onların danslarının, müziklerinin ritmini hızlandırmak ve onları –âdeta- çırpınır hâle getirmek konusunda, hiçbir merkezî karar ve hatta “öngörü”, sözkonusu –bile- değildir… Bu da demektir ki insanlık, “Batılı kafası”na rağmen kendi kendini tashih etmeye çalışmaktadır. Ki bu tashihin, “Batı rasyonalizmi”nin teorilerinde yeri yoktur. Onun içindir ki, ritmik tepinmelerden yorulanların veya ihtiyarlayanların zorunlu olarak girdikleri yol, ya biyolojik (ve psikolojik) dejenerasyon ve mahviyete, ya da mistik (veya dînî) tahayyülât ve cinnete çıkmaktadır… Yahut da, “birey”likten vazgeçmek pahasına, geleneksel ibâdet ritüellerine ve yaşam tarzına katılmak sûretiyle, binlerce yıldır kurgulanmış hipnotik hayalleri paylaşarak bir “sürü mahlûku” hâlinde güdülmek yoluna girilmektedir. Ki insanlığın bu perişan durumdan kurtulmasının yegâne yolu da herkesin, ya fikrî yapısı üzerinde düşünerek, ya da pratiklerine katılarak katkıda bulunacağı bir “düşünce-davranış” sistematiğinin tesisidir. Yâni insanlığın,öncelikle ve özellikle de gençlerin “eğlence” adı altında –kendiliğinden- girdikleri “çırpınma” etkinliklerinin ve de “tarikat-marikat” adı altında sürüklendikleri mistik âyinlerin bilince çıkarılarak rasyonalize edilmesidir… Karl Marx “din”i “afyon”a benzetmekle aslında, insanların –kapitalistler tarafından- güdülen yaratıklar hâline getirilmesine karşı duyduğu tepkiyi dile getirmiştir. Ama bu -sloganvârî- metaforik kavramının içini dolduramamıştır. Onun için de –taraftarları “devlet” sâhibi oldukları halde- Marksizm, dinci kapitalistler tarafından uygulamada rahatça irca edilmiş, ve siyâsî ardılları da marjinalleştirilmiştir. Çünki aslında Marks’ın kendisi de, dincilerle aynı paradigmayı paylaşmakta ve/veya aynı temel varsayımlarda zımnî bir mutâbakat içinde bulunmaktadır. Ki bu varsayımların müşterek (müteşâmil veya kapsayıcı) ifâdesi de “insanın, canlılar âleminin –mümtaz- bir üyesi olduğu” şeklindedir… İnsana, “akıl” denilen ayrıcalığı veya ekstra özelliği Tanrı’nın vermiş olması da, onu insanın kendisinin –içgüdüsel çıkarları uğruna- çok çalışarak, diğer hayvan rakiplerini altedecek kadar performans göstermesiyle elde etmiş bulunması da aynı kapıya çıkmaktadır. Çünki her iki halde de –netice itibâriyle- “akıl”, bir “mukteseb hak” olarak kazanılmış ve insan, “akıllı hayvan” veya “eşref-i mahlûkât” şeklinde, canlılar âlemindeki mümtaz mevkiine oturmuş, veya kurulmuş sayılmaktadır… Ama, bütün mahlûkâta hükmeden bu “akıl”, nasıl bir akıldır ki, aynı zamanda –kendisinin mûcidi olan- dincilerin Tanrısı, insanlara peygamberler vâsıtasıyla mesajlar göndererek, “bir süre sonra gelişen olaylara ve/veya şeytanın kurnazlıklarına aklınız ermeyecek, onun için de ben bu hayat oyununa son vereceğim (kıyâmet koparacağım)” diyebiliyor. Üstelik de “aklınızı kullanmadınız diye sizi cezalandıracağım” şeklinde tehditler savurabiliyor… Ve ayrıca, bütün çevresine de akıl erdirmesi gereken bu “akıl” nasıl bir akıldır ki, hem “sermaye”nin “metâ”ı olmaktan kurtulamıyor, daha da vahim olarak, “eko-sistem”in bozulmasına, ve insanlar henüz gidebilecek -uzayda- bir yer bulamadan, bindikleri geminin (Dünya’nın) batmakta olmasına seyirci kalabiliyor… Sözkonusu “akıl”, şâyet antagonist bir algoritmaya istinâden îmal edilmemişse yâni bir raddeden sonra kendi kendini ifnâ etmek üzere tertiplenmemiş veya “dizayn” edilmemişse, o zaman demek ki bir “mukteseb hak” karakterini taşımamakta, dolayısile de her an tâzelenmesi veya güçlendirilmesi gereken bir “mârifet potansiyeli” anlamına gelmektedir… Şâyet insan (insanlık), bir “kozmos”un yâni “canlılar âlemi”nin bir üyesi olarak yaratılmış veya ortaya çıkmışsa, onun aklı da, kendisi gibi ölümlü olacaktır tabii ki… Çünki bütün kozmoslar ölümlüdür… Yaratıcı olan, bütün kozmosları yaratan “kaos”lardır; ki “Tanrı” da ancak, hiçbir disiplinin bulunmadığı –dolayısile akıl erdirilemeyen- böyle bir “transandantal limit” hâlinin arkasında düşünülebilir veya varsayılabilir… Ama “insanlık”, başlıbaşına veya yarattığı çevre ve ürünlerle birlikte bir “âlem(kozmos)” ise , o zaman insan aklı da, insanlık âlemini yaratan kaosun, yâni “insanlaşma kaosu”nun ürünü demektir. Ki onun için de sürekli olarak, bir yaratıcı faaliyet veya bir “oluşum ve oluşturum” etkinliği içinde bulunmaktadır; ve bulunmalıdır. Yâni hem kendisi bir oluşum içindedir (ki insan beyni, böyle bir inşaat hâlini göstermektedir), hem de yeni bir âlem(kozmos) yaratma faaliyetinde bulunmaktadır…
Bugün artık “kaos”un net bir bilimsel tarifini yapabilmekteyiz… Bu imkânı bize, 20. yüzyılın başlarında yapılan iki keşif sağlamıştır. Ki bunlardan biri, fizik’te A.Einstein’ın ortaya koyduğu İzâfiyet Teorisi(1), diğeri de matematik’te B.Russell’ın farkına vardığı Russell Paradox ile, bu paradoksu kaldıran aksiyom ve/veya prensiplerdir (meselâ Well-Ordering Principle)… Ancak ne var ki, bu keşiflerin, insanlığı gereken bilinç seviyesine henüz ulaştıramadığı da bir gerçektir. Çünki 19. yüzyılın ortalarında iddialı bir “ilericilik doktrini ve modası” hâline gelen “Sosyalizm”in, ağır sömürü altındaki sanâyi işçileri arasında “Komünizm” adıyla bir sınıf ideolojisi olarak yayılması ve dolayısile de kapitalistlerle rekâbete girecek ve pazarlık yapacak siyâsî partilerin ortaya çıkmasıyla, insanlığın “fikrî üst-yapı”sı öyle harâretli ve kısır bir tartışmaya ve/veya didişmeye garkoldu ki, kimse bu dâhiyâne buluşları gündeme getirip de -insanlığa- açacağı yeni ufuklar hakkında fikir beyan edemedi. Hele ki komünist partiler, bâzı –köklü ve güçlü- devletleri de ele geçirince, insanlığın tefekkürüne ipotek koyup –son tahlilde- kapitalizmin değirmenine su taşıdılar… Fakat artık bugün “kaos”u, -“zaman” dâhil- hiçbir disiplinin bulunmadığı bir hâl veya “transandantal limit” noktası olarak târif ederken, “kozmos”un gerek ve yeter -varolma- şartlarını da “zaman” ve “iyi sırala(n)ma prensibi” olarak tespit edebilmekteyiz… Yâni bir “kozmos” veya varoluş, ancak ortaya çıkan varlıkların “iyi sıralanma”sı ve zaman ölçüsünü vazedecek bir ritmik hareketin oluşmasıyla mümkün olabilmektedir. Ki “insanlık âlemi” dediğimiz kozmos da, böyle ortaya çıkmış, ve gelişmektedir… Ne var ki ilk insanlar, “Uluruh” nâmına (birlik duygusu adına) yaptıkları ritmik âyinlerle “zaman” ölçüsünü vaz ederler ve mağara duvarlarına işledikleri resimlerle de “iyi sırala(n)ma prensibi”nin tatbîkâtını yaparlarken, bu faaliyetlerin, insan olma ve insânî âlemi yaratma gereği olarak yapıldığını bilmiyorlardı. Nasıl ki fizîkî âlemde, tüm Kozmos’un ölümüne kadar şaşmayan (frekansını değiştirmeyen), sönümsüz sayılabilecek titreşimler varsa, ve de ortaya çıkmış olan “mekân”da bütün nesneler, önce ve sonra diye sıralanabiliyorsa, insanlar da –âdeta- bunların taklidini ve tatbikâtını yapıyorlardı. Ve bu etkinliklerde başı çeken bireyleri de öne çıkarıyorlardı; ki böylesine –spontane olarak- ortaya çıkan “inisiyasyon” seçilimi, ilk uygarlıkların kitlesel –kastî- işbölümü düzeninin tesisi ile onun “üst-yapı”sı olan “ataerkil verâset hukûku”nun genel kanaat hâline gelmesine kadar doğru-dürüst devam etti… Ama ondan sonra insanlık, edindiği birikimlere ve alıştığı konfora binâen kendini, “akıllı hayvan” olarak idrâk ve târif etti; ve böylece de ortaya, aklını hemcinslerini aldatıp istismar etmek yolunda kullanarak elde ettiği kazançları, hayvânî hazlar uğruna harcayan bir “akıllı(kurnaz) hayvan” türü çıktı…
Bugün gelmiş olduğumuz noktada ise artık, -ilk (mâsum) insanların “anti-tez”i olan- “akıllı hayvan”ı da inkâr (negasyon) edip, “tez” konumunda bulunan “insanlaşma kaosu”nu ve/veya “insanlaşma zonu”nu idrak etmek, dolayısile “sentez” aşamaya geçmek durumundayız. Çünki artık, “kaos”tan çıkışın ve/veya “kozmos”u muhâfaza ve idâme ettirmenin şartlarını bilmekteyiz. Yâni artık, ilk insanların bilinçsizce gösterdikleri insanlaşma çabalarını bilince çıkarmış ve “insânî kozmos”ta, “sentez” aşamaya ulaşmış bulunmaktayız. Demek ki artık, ilk insanların gösterdikleri insanlaşma (inisiyasyon) etkinliklerini bilinçli olarak sürdürmemizi sağlayacak bir müesseseyi yâni “Panteist Zon Kulübü”nü kurmak, ve “eğlence”, “eğitim”, “terapi” ve –hatta- “ibâdet” diye kategorize edilip çığırından çıkarılmış etkinlikleri bu kuruma kanalize etmek zorundayız… Üstelik, artık şunu da bilmekteyiz ki, bütün kozmoslar (fizîkî, biyolojik, insânî) içinde, “kozmos”un varolma şartlarını bilen, ve bunu (kozmosu) bilerek gerçekleştirme durumunda olan yegâne şuurlu varlık da biz insanlarız… O halde demek ki bütün âlemler bize emânet… Ve yine demek ki Tanrı, -“kaos”tan neşet etmiş ve etmekte olan- insan/insâniyet aklının arkasında bulunmakta… Böylece kendinin bilincine varan bir insan/insanlık da artık, dincilerin, ihtiram ve övülme bekleyen, ve onun için de insanlar arasında oluşmuş “yalakalık” yarışmasından –indî bir şekilde- adam seçen ve üstelik de insanlara, “şeytan” adındaki avanesiyle –imtihan adı altında- provokasyonlar tertipleyen ceberut tanrısından kurtulup “ene el Hak!” deme hakkına kavuşacak demektir… Hallâc-ı Mansûr bunu söylediği zaman belki erkendi, ama bugün biliyoruz ki, bir insanın aklı, tüm “insanlık aklı”nın, bütünü temsil eden cüz’ü olduğu için, reşid olan herkes – Tanrı tecelliyâtının temsilcisi olarak- bunu deme hakkına sâhiptir. Yeter ki, “Însânî Âlem”i idâme ettirme ve geliştirme şartları olan sayma(ritm) ve sıralama melekeleri doğru dürüst çalıştırılabilsin… Kaldı ki aslında, insanın Tanrı’ya yaklaşması demek, O tarifsiz irâdenin içinde erimesi demektir; aynen Güneş’e yaklaşan bir cismin erimesi gibi… Yâni mantıken, insan/insanlık bilinci ve irâdesi, Tanrı seviyesine yükselinceye kadar Tanrı ile muhâtap olabilmesi, tanrılaşınca da farklılığını koruyabilmesi mümkün değildir… İnsanın, Tanrı’ya yaklaştığı halde benliğini, kişiliğini koruduğunu/koruyabileceğini –O’nunla dialog yapabileceğini- düşünmek, “tanrı-kral”lardan, “mitoloji” öğretilerinden kalma köklü bir “şirk” anlayışının (politeizmin) tezâhürüdür. Çünki irâdesi, kıyas kabul etmeyecek kadar, yâni bütün nisbetlerin (oranların) fevkinde güçlü olması gereken bir “Tanrı” –kavramı- ile herhangi bir diğer varlığın (ve insanın) irtibatlandırılması veya biribirine muhâtap kılınması, özünde (mantığında) paradoks taşıyan bir düşüncedir. Ama ne hazindir ki bütün dinler, böyle bir –paradoksal- anlayışın emâreleriyle mâlûldürler; ki bu paradoks, “İslâmiyet” doktrinine, “irâde-i külliye” ile “irâde-i cüziye” arasındaki işbölümü(!) ve “Şeytan”ın spesifik(!) rolü veya görevi gibi konularda yapılan –bıktırıcı- mugâlâtalarla yedirilmiştir/yedirilmektedir; ve onun için de, dinlerin taraftarları biribirlerini yemişlerdir/yemektedirler. Ve de “tanrı-kral”lar devrini bir türlü kapatamamışlardır; ve kapatamazlar da… Yâni insânî etkinliklerin, “eğlence”, “eğitim”, “terapi” adları altında ayrıştırılarak, biribirlerine müşteri kazandıran –kapitalist- “yiyim yeri”leri hâline getirilmiş olmasına göz yumulmamalıdır artık… Bu, tarihî devirlerin yarattığı bir “anomali”dir aslında… Bundan böyle, insanların kendi kendileriyle ve biribirleriyle olan ihtilâflarının giderilme noktasının, müşterek ritmik hareketler olduğunu anladıktan sonra, onlara –hoşnutluk verecek- asgarî bir eğlenceyi de, -gönüllü katılınacak- temel bir eğitimi de, -farkedilmeden verilecek- koruyucu bir terapiyi de, bir arada (Panteist Zon Kulübü’nde) sağlamak o kadar kolay ki… Üstelik, “eğlence”de başı çeken animatör karakterini de, “eğitim” açısından eğitmen, “terapi” açısından koruyucu hekim gibi görünen veya temâyüz eden karakterleri de –çok defa tek bir kişi (Şâman) olarak- kendilerine seçtirmek şartıyla… Ama tabii ki, “tabu”ları çiğnemeye teşvik (veya kışkırtma) anlamındaki “eğlence”ye, -“davranış”tan kopuk bir “düşünce”ye binâen- muhtevası, bilinen ve bilinmeyen gerçekler (veya âlemler) ayrımı ile kafa çatlaklığı (şizofreni) yaratan didaktik öğreti anlamındaki “eğitim”e, ve de bunlardan sonra psikolojileri ve biyolojileri bozulan insanları, -irâdelerinden koparılarak esir alınmak şeklinde- hayvan gibi tedâvî etmek (baytarlık) anlamındaki “terapi”ye alışmamış (yâni dejenere olmamış) olan, ve/veya bu etkinliklerden para kazanmayı meşrû görmeyen “adam”ların ortaya çıkması gerek her şeyden önce… Sonra da, çatlak (şizofrenik) olmayan irâdî kişiliklerin yetiştirilmesi için “eğlence”, “eğitim”, “terapi” etkinliklerinin, grupsal ve bireysel meditasyon tekniklerinin geliştirilip inisiyasyon seçilimlerinin gerçekleştirileceği bir “panteist zon” ortamında birleştirilmesi gerek… İnsanı, davranışlarıyla anlamaya ve kapasitesini olabildiğince değerlendirmeye yönelik böyle bir laboratuar (veya atelye) çalışmasına dayanmaksızın üretilecek “masabaşı düşünceler” ile “koltuküstü fikir teatileri”, insanları kısır (skolastik) tartışmaların içine sürüklemekten başka hiçbir –müsbet- işe yaramaz. Sâdece, tatbikat hâlinde bulunan “Kapitalizm” ideolojisine (ve de dinlerin metafizik “Öbür Dünya”sına), -zımnî mutâbakatla- duyulan îman hissini güçlendirir bu münâkaşalar… Çünki yeni fikirler ve yeni insanlar ancak yeni davranış disiplinlerinden türerler; ve de “kanıksamak” sûretiyle benimsenmiş olan fikir kalıplarını parçalarlar. Ve böylece de, dogmatik despotizmden kaynaklanan zulüm ve isyanları önlemiş olurlar… Ama tabii ki her şeyden önce kendi için, hayvânî zevklerle yaşamaya devam edebileceği bir –metafizik- Öbür Dünya kurgulamayan, sürekliliği ve ölümsüzlüğü insan aklında ve bilincinde gören, kendini de “insanîyet aklı”nın bir zaman kesitindeki –ve de bazı konular üzerindeki- “vardiyacı”sı olarak kavrayan, bilinçlenmenin nihâyi hedefine de “Tanrı” kavramını oturtan birey insanların ortaya çıkıp “Panteist Zon Laboratuarı”nın doğru ve verimli çalışmasını sağlayacak “föy”leri veya “deney yönergeleri”ni hazırlamaları gerekmektedir… Böyle bir çıkışın, özellikle gençlerin ve bilim adamlarının ilgisini çekip katılımlarını sağlayarak bütün –kapitalist- Dünya’yı hizâya getireceğini anlamamak için ya salak ya da hain olmak lâzımdır. Çünki bu, -önünde hiçbir engelin duramayacağı- insanlık “metamorfoz”unun sentez aşamasıdır aslında… Onun için de, toplumsal “artı-değer”in bilinçli olarak yeniden üretilmesini –ve bütünlüğünü- sağlayacak ve dolayısile de “terörizm”i ve “anarşi”yi bitirecek olan bu süreçe, hiçbir “çatlak kafalı kapitalist” karşı duramayacaktır… Yeter ki, -“Nizâm-ı Cedid” misâli- borç parayla ve ödünç akılla “Ordu” kurdukları halde, Atatürk’e –sözde- öykünmek sûretiyle “Türklüğün (Türk dinamizminin) bağımsızlığını korudukları ve kolladıkları…” şeklindeki bir “hüsn-ü kuruntu”yu hâlâ sürdüren güçler, kapitalist uşaklığına (misyonerliğe, lejyonerliğe) soyunmasınlar… Ve de artık görsünler ki, bugünkü Dünya’ya, Yahudi zihniyetinin mahsûlü olan bir “zengin dindarlar” elitizmi hâkim olmuştur. Ki böylece de, ülkelerin başına çöreklenen “zengin dindar seçkinler” oligarşileri, monarşiler devrinin “emperyalizm”inden çok daha şümûllü ve dayanışmalı bir “globalizm” doktrini ortaya koymuşlardır. Yâni Ortadoğu mahrecli din(ler), Hristiyanlık ve Müslümanlık gibi iki büyük “tashih” çabasına rağmen aslına -yâni Yahudiliğe ve hatta Yahudiliğin “kral-peygamberler” devrine- geri dönmektedir. Çünki Tanrıcılık (Teizm) diye bir doktrin (veya tek tanrıcı din), aslında “tanrı-kral”lara gerçek bir “anti-tez” yaratamamış ve paradoksal mantığından dolayı kısır kalmıştır… Batının büyük devletleri artık, zengin Protestanlarla zengin Yahudilerin –bir nevi- koalisyonuyla yönetilmektedirler. Dolayısile aynı zihniyet, Müslüman ülkelere de kolayca aşılanabilmektedir; ki böylece de ortaya, adı konmamış Müslüman –protestan- kiliseleri çıkmaktadır: Suudî Kilisesi, Mısır Kilisesi ve son olarak da, Türkiye’deki Tayyip Kilisesi gibi… Globalizm adı verilen bu gidişâtın sonunda, -muhtemelen Yahudi asıllı- bir zengin “Tiran”in, Dünya hâkimiyetini “tekel”ine alması büyük bir olasılıktır. Onun için, Globalizm’e karşı verilecek gerçek bir mücadele, mutlaka “anti-din”ci bir temel üzerine oturtulmalıdır… Ayrıca Globalizm’e karşı Dünya çapında, teorik ve sosyolojik bazda bir mücadele verilmeden, Türkiye gibi ülkelerdeki iktidarların, halkın irâdesiyle ve demokratik seçimlerle değiştirilebileceğini de kimse düşünmemelidir. Çünki oy toplamak için dindar olmak, iktidar olmak için de zengin olmak (daha doğrusu zenginliği tutku yapmak) gerekmekte, ve üstelik iktidardaki zenginler, Globalizm kurallarına uydukları sürece de, onların –“sadaka ekonomisi” desteklenerek- iktidardan düşürülmesine izin verilmemektedir… İşte bugün bizdeki muhâlefet partilerinin, içine düştükleri açmaz budur; ve çâresizlikleri de bundandır… Ve üstelik, ne yazıktır ki muhâlefet cephesindekilerden “Atatürkçü” geçinenlerin arasından bile, tek bir “anti-din”ci çıkmamakta, hatta bir “anti-din”cinin fikir özgürlüğünü savunana da rastlanmamaktadır… Demek ki “laik” geçinenler dahî aslında samîmi değil; hatta –kısmen- “takiyyeci”dirler… Veya en samîmi olanları bile, dinci cephenin, “dindar olmayan, Allah’sız demektir” şeklinde ifâde edilen –bir nevi- şantajı altındadırlar. Çünki “Tanrı” kavramı, hem “akıllı insan”lığın bütün zamanlarına ve mekânlarına şâmil olan vicdânî, hem de aklın “nedensellik” mantığının temeline oturmuş aksiyomatik bir kavramdır. Onun için de, aklı başında hiç kimse O’ndan kolay kolay vazgeçemez… Ancak şu da bir gerçektir ki, Ortadoğu’nun dinleri, hem zamanda hem de mekânda, şümûlü çok daha dar (lokal) olan doktrinlerdir. Yâni “Tanrı” kavramı, dinlerden çok önceleri de vardı, dinlerin ulaşamadığı yerlerde de… Onun için, “monoteizm” iddiası güttükleri halde, tek bir “Tanrı” kavramının argümanlarında anlaşamayan “din”lerden sonra da “Tanrı” kavramı olacak, ve hatta herkes tarafından –aynı şekilde- anlaşılacak argümanlarla bilimsel olarak kavranacaktır… Ayrıca şu nokta da –dincilerin şantajına uğramamak için- iyi bilinmelidir ki, “ölü gömme ritüeli” de, dinlerin patentinde olan bir olay değildir… İnsanlar daima ölülerine saygı göstermiş, ve onları muhtelif şekillerdeki merâsimlerle ebediyete uğurlamışlardır… Bu “saygı” dürtüsü, insan/insanlık aklının ebedîliğine olan inançtan, yâni -son tahlilde- meleke rezonansından mütevellid birlik ve bütünlük hissinden kaynaklanmaktadır…
“Atatürkçü”ler, bu –bilimsel- fikirleri özgürlüğe kavuşturmak için çalışsalar, bütün sıkıntılarından kurtulurlar aslında… Ama tabii ki, aklı başında Atatürkçü kaldıysa…
Ali Ergin Güran- 18/01/2008