YOKSA  İNSAN, “MUTANT”MI ?!

Kapitalist ideoloji (ve zihniyet), insan(lık) hakkında –artık ikisi de klişeleşmiş olan- sâdece şu teorilere cevaz veriyor ve/veya meşrûiyet  hakkı tanıyor: Dînin  “Yaratılış”  teorisi  ile  Pozitivizmin “Evrim” veya “Darwinizm”  teorisine… Üstelik bu teoriler dışında, başka hiçbir yaklaşıma ve araştırmaya da, -kredi açmayarak ve hatta tanıtımına bile göz yummayarak- müsaade etmiyor… Sanki bir zamanlar çok ilgi gören “Maymunlar  Cehennemi”  adlı ürkütücü  filmin senaryosu gibi bir hayâtın içinde yaşıyoruz; da haberimiz yok… O filmde, insanlığın, bir nükleer savaş neticesi olarak kendini mahvetmesi  üzerine maymunlar (bir çok cins birlikte)  gelişerek bir –ilkel- uygarlık kurmuşlar, ve bunu korumak üzere de kendileri için bir “yaratılış teorisi” ile “tarih” uydurmuşlardı. Ki bu öğretilerde, sır gibi saklamak (ört-bas etmek)  istedikleri en önemli husus da, varoluşları ile ilgili gerçeklerdi; yâni uygarlığı –artık çok ilkel ve hatta vahşî bir hâle düşmüş bulunan- insanlardan öğrenmiş oldukları gerçeğiydi… Aslında onlar, insanların “ön beyin” farkı ile tekrar akıllarını  başlarına toplayarak uygarlaşacaklarından ve kendilerini geçeceklerinden korkmaktaydılar… O filmin senaryosunu yazanlar, insanların –nükleer savaşa sürüklenmekle- bir “akılsızlık” yapmış olduklarını ihsas etmekle, dolayısile de böyle bir savaşa doğru sürüklenmekten kaçınmaları gerektiği mesajını vermekle yetinmişlerdi. Ama insanların da –aynen kurguladıkları maymunlar gibi- geçmişlerini, varoluşlarını  araştırmayı yasaklayan bir zihniyetin esîri  oldukları için büyük savaşlara varacak kadar antagonist (kısır) çelişkilerin içine düştüklerini, ve bundan sonra da düşebileceklerini vurgulamamışlardı. Ve belki de bu zihniyetin, “Kapitalizm”den başka bir şey olmadığını  anladıkları veya hissettikleri için –patronlara ters düşmek endişesine binâen- vurgulayamamışlardı… Halbuki bilinç veya bilinçlenme demek, her şeyden önce “menşe’ (köken)”  araştırması demekti.  Çünki bir şuurlu varlık, ne kadar -derinliğine- orijinine  vâkıf olursa, o kadar ileriyi görebilir veya derin bir istikbal perspektifine sâhip olabilirdi. Ama böyle bir “araştırma” da, -paleontoloji ile değil- daha çok insanın, hayvânî (reflekssif) etkinlikleri ile irâdî etkiliklerini biribirinden ayırt edebilmesiyle, yâni “meditasyon”la ilgiliydi.  Dolayısile de bir bilinçli varlığı fikse etmeye veya bir “tarif” kalıbının içine sokmaya kalkmak, ona sâdece metafizik kurgular ve/veya mistik düşünceler anlamında bir “düşünce özgürlüğü(!)”  tanıyarak, pratikte gütmek anlamına gelmekteydi… Nitekim, kapitalistlerce kabul gören insan hakkındaki teorilerin ikisinde de “insan”, bir “işçi” olarak târif edilmektedir… Dînî  “Yaratılış”  teorisinde, insanın, bütün –mevcut- insânî  becerileriyle mücehhez olarak Tanrı tarafından yaratıldığı anlatılırken, Darwinizm’de de, “deneme-yanılma” metoduyla çok çalışan meraklı primatların, zamanla insânî beceriler geliştirip âlet kullanma kabiliyeti  kazanmak sûretiyle insanlaştığı savunulmaktadır. Yâni son tahlilde her iki teoride de, insanın ihtiyâca binâen amaçlı davranışlar (beceriler)  göstermek sûretiyle, yâni ihtiyaçlarını  karşılamak üzere çabalayarak yaşadığı ve geliştiği varsayımı –zımnî bir mutâbakatla- kabul edilmektedir. Ki böylece de, mantıkî bir zorunluluk olarak, “eko-sistem”e  bağlı/bağımlı her fauna yaratığı canlı (hayvan)  gibi, bir gün yok olmaya (munkariz olmaya)  mahkûmdur diye düşünülmektedir… Nitekim din(ler)deki “Kıyâmet”  öngörüsü(!) veya kehâneti(!)  de, aynı mantık mûcibince ileri sürülmüş ve sürülmektedir. Ama –insanlık kadar eski olan- “ölümsüzlük” fikri ve “tanrı” kavramı da tamâmen yadsınamadığından, metafizik bir istikbal (Öbür Dünya)  kurgusu ile hem teselli yaratılmaya çalışılmakta, hem de böyle bir “mükâfat vaadi” ile ilkel bir çalışma disiplini muhâfaza edilmektedir. Ancak ne var ki, yarını-belli- olmayan bir “insaniyet”e katkı yapmaya çalışmak, insanlara genellikle câzip gelmemekte, dolayısile de bir kısım “saf”lar, “Cennet”e  vize verme hakkına sâhip olduğuna inandıkları bir takım kişilerin ihdas ettikleri disiplinler uyarınca çalışıp yaşayarak, diğer bâzı insanların konforuna hizmet ederlerken, büyük çoğunluk da –şu geçici Dünya’da- hayvanlığın (hayvânî hazların)  tadını çıkarmaya  çalışmaktadırlar… Ve böylece de, “insan=yok olmaya mahkûm fauna yaratığı” varsayımına dayanan “yaratılış”çı  dincilerle, Darwin’ci  pozitivistlerin “kayıkçı döğüşü”nü  fikir özgürlüğü diye sergileyen ve bu şekilde de insanlığın oluşumunu ört-bas eden kapitalistler, insanları –limitsiz olarak-  üremeye, fuhşa ve oburluğa teşvik eden (dolayısile de insanlığın sonunu hazırlayan) gayri insânî “ekonomi” teorilerine  ve politikalarına meşrûiyet görüntüsü kazandırabilmektedirler. Yâni aslında kapitalistler de –sözkonusu filmdeki maymun önderleri ve seçkinleri gibi- “varoluş” gerçeğimizin, “insanlaşma” fenomeninin ortaya çıkmasını hiç istememektedirler. Çünki insanlığın çıkış, uygarlığın mesned noktası anlaşılırsa, ciddi bir “nüfus kontrolu”nun, ve buna bağlı olarak kantitatif  üretim ve stok  kontrolunun, dolayısile de spekülâtif kazanç ile kantitatif tüketimin (fuhuş ve oburluğun) olanaksızlaşacağından, yâni son tahlilde  kapitalizmin varlık sebebinin ortadan kalkacağından korkmaktadırlar… Bu durum da, insanlığa -“kapitalizm” adı altında-  insanlık düşmanı bir zihniyetin musallat olduğunu, veya başka bir deyişle, insanlığın bir nevi “kanser” hastalığına  yakalanıp kendi kendini yemeye başladığını  göstermektedir…

Hayvan’dan “Kaotik Fark”lı, Tanrı’yla “Diyalektik Bütün”üz…

Aslında  açıkça görünen şu ki, insanı –anatomik yapı itibâriyle benzerlik gösterdiği- diğer primatlardan, (ve dolayısile diğer hayvanlardan) kesin olarak farklı kılan iki özellik mevcuttur: Bunlardan biri “ritm melekesi”  dediğimiz davranış özelliği, diğeri ise “hipertrofiye” olmuş “ön beyin”dir… İnsanın, ritmik hareketler şeklindeki “dans etmek” gibi, ritmik tepinmelerde (dans veya âyinlerde) ağız akustiğini  değiştirmek sûretiyle

-ah, of, ıh vs. şeklinde- hecelemeye alışarak “konuşma” becerisi kazanmak gibi, ritmik tepinmelerde, ritmin katlı frekanslarında –bütün adaleler gibi- katlı güçlerle kasılan “ses teli” kascığının çıkardığı katlı tonlu seslerle “gam” teşkil ederek melodik sesler üretmek anlamındaki “müzik” yapmak  gibi, ve de “ritm”den “zaman”, ritmik adımlardan “mekân(uzunluk)” ölçüsünü istihsal etmekten başlayarak “ölçü” kavramını ve âletlerini yaratmak gibi, becerisel veya işlevsel (fonksiyonel)  özelliklerinin hepsinin, amaçsız (yani hiçbir içgüdüsel amaca hizmet etmeyen) –ve hatta anormal- bir davranış biçimi olan “ritm melekesi”nden kaynaklandığını evvelce göstermiştik. Fakat bununla birlikte, “ritm melekesi”nin muayyen bir sebebe de bağlanamayacağını, “ritmik davranma ızdırârı”nın “titreme”  kökenli de, “felç” kökenli de, “korku ve panik” kökenli  vs. de  olabileceğini vurgulamıştık. Çünki “ritm melekesi”nin, ve ondan mütevellid, şarkı söylemek, dans etmek, ölçümler yaparak sanat ve bilim üretmek gibi işlevsel etkinliklerin bir sonucu olarak insanlar, beslenme ve üreme içgüdülerine karşı direnç (veya fren)  oluşturmuşlar, ve ortaya “tabu” denilen fiilî  yasaklar çıkarmışlardı; ki bu da, canlılığı inkâr (veya canlılığa anti-tez)  demek olmaktaydı… Canlılığın iki ana karakteristiğine karşı  çıkarak “canlılar âlemi”ni  inkâr etmek ise, bir “kaos”  fenomenini işâret etmekte, ve dolayısile “ritmik davranma ızdırârı=ritm melekesi”  de, “kaos”tan  çıkış ve “insânî kozmos”u  yaratma disiplini anlamına gelmekteydi. Ve onun içindir ki, “ritmik davranma disiplini”nin  veya “ritm melekesi”nin sebebi, -mantîken- “kaos”un derinliklerine kadar uzanan sonsuz çeşitliliğe ve/veya ihtimâle sâhipti…

Şimdi bu noktada –önemli- bir argümana daha dikkat çekmek istiyorum… Bilindiği gibi beyinle uğraşan “tıp”çılar, insanlardaki “ön beyin”in  henüz –kapasitesine nazaran- çok işlevsiz ve/veya muattal olduğunu söylemektedirler. O halde demek ki insan beyni, insanların hayvanlardan farklı ve/veya ekstra olarak gösterdikleri faaliyetler sonucunda büyümüş değildir… Hatta bu savın tam tersini düşünmek, çok daha mâkul ve mantıklıdır. Yâni bir primat türündeki gebeliklerde ortaya çıkan DNA veya “kalıtım” hatâları yüzünden, “mütasyon”a uğramış büyük beyinli primatlar (mutantlar)  zuhûr etmiş, ama ancak Dünya’nın  uygun bir zamanında ve yerinde yaşama ve çoğalma imkânına kavuşarak, “insan” türünü veya insanlığı gerçekleştirmişlerdir. Ki bu arada, “Neanderthal”ler  gibi, daha büyük beyinli bir “insanımsı”  türü de, muayyen yer ve zamanlarda geçici olarak boy gösterdikten ve hatta kültür izleri bıraktıktan sonra  -yaşadıkları derin kaosla başedemeyerek- munkariz olmuştur… Ve “ritm melekesi” dediğimiz davranış özelliği de, dış tesirlerden ziyâde, Mutant’ın  kafasındaki, “hipertrofiye” olmuş beynin, –içini doldurtmak üzere- yaptığı zorlamayla husûle gelmiştir… Aslında şöyle düşünmek lâzımdır:  Doğmuş olan ilk mutantlar için Dünya, yaşanacak, hatta var olunacak bir ortam değildi herhalde… Çünki, “hipertrofi”ye uğramış beynin bomboş bir parçacığıyla (veya baloncuğuyla), ve de –muhtemelen- tüy dökmüş bir şekilde Dünya’ya gelmiş olmak, fauna (yaşam sahası)  şartlarına uyum disiplinlerini (reflekslerini) büyük çapta kaybetmiş (unutmuş)  olarak doğmak, yâni “kaos”a doğmak demekti. Onun için, iklim şartları uygun hâle gelinceye kadar “mutant”lar, bir yandan çıplaklığın dezavantajını telâfî  edebilmek ve elverişsiz çevre şartlarına uyum sağlayabilmek (biyolojik direnç kazanabilmek)  üzere, diğer yandan da “kaotik çevre”ye –“zaman”, “mekân” vs. gibi- yeni anlamlar yükleyebilmek için, bedenî sayma (ritm)  ve zihnî sıralama melekelerini edindiler. Ve dolayısile de, “düşünme” denilen transandantal –zihnî- “fonksiyon”u kazanarak, böyle bir ekstra işlevle, beynin yeni oluşmuş ekstra kısmının içini doldurmaya başladılar… Belki de, “ritmik davranma ızdırârı”, boş beyinleri işlevli hâle getirmenin en kestirme yolu,  “titreşim” ve “peryod” denilenlerle birlikte bütün “reversible(tersinir)” hareketler de –“diyalektik çelişki”nin en genel formatı olarak- “kaos”tan çıkışın ve “kaos”un yutucu/yokedici etkisine direnişin yegâne yöntemi idi… Yâni demek ki insan, “hipertrofiye” olmuş beyninin içini doldurmakla (veya yapılandırmakla)  birlikte, -alışkanlıklar ve/veya şartlı refleksler kazanılmak sûretiyle uyum gösterilmesi gereken- bütün “fauna”ları ve hatta tüm “eko-sistem”i  aşmak ve yeni bir “âlem:kozmos”  yaratmak üzere ortaya çıkmış bir varlık olarak düşünülebilir, ve düşünülmelidir. Böyle bir varlık için Dünya’da, stabil bir düzen tasarlayıp onu bu düzene uyumlu bir yaratık hâline getirmeye çalışmak, ve de gelişmesine (ve uzaya açılmasına) menfez açmamak, onun inkırâzına (mahvına) çalışmak demektir. Onun için -bir an önce- insan beyninin, Dünya’daki bütün “çevre”leri aşmak üzere yaratıldığını idrak edip –insanlardaki “ölümsüzlük” hissini diriltmek ve canlı tutmak üzere- her insanın hevesle katkı yapmaya çalışacağı “müstakbel insanlık”  projeleri yapılmalı ve gençlere, -“bilim kurgu” fantezilerinin üstünde- uzaya çıkma (uzay yaratığı hâline dönüşme)  ideali aşılanmalıdır. Ve böylece de, aynı zamanda “kaşalot” kapitalistler üzerinde baskı oluşturulmalıdır… Yoksa, “çevrecilik”le bir yere varmak mümkün değildir. Çünki  olsa olsa, “insan” cinsini de, diğer “yok olma” tehlikesindeki hayvanlar gibi bir “milli park hayvanı” hâlinde konserve etmek arzûsu –veya hobisi- anlamına gelmektedir bu uğraş… Ki bu da, kapitalistlerin yıkım (veya inkırâza gidiş)  stratejilerini düzenli hâle getirmeye çalışmaktan başka bir anlama çekilemez… Aslında “uzaya çıkma” ideali de –sâdece- söylemde kaldığı taktirde, bir takım “faunacı” yaratıkların içgüdüsel menfaatlerinin aracı veya kılıfı veya kamuflajı  hâline getirilebilir. Onun için, insanlığın “panteist zon” çekirdeğinden, veya “Kaos’a Direniş Zonu”ndan “inisiye” olarak seçilip öne çıkarılacak gençlerin rehberliği veya inisiyatörlüğü, ve de onların istikbâle yönelik görüş, buluş ve yaratıcılıkları çok önemlidir. Ama her şeyden önemlisi, Tanrı kavramı ile insan arasında kategorik bir fark düşünülemeyeceği, hatta bunların ancak diyalektik bir bütünlük içinde kavranılabileceği  husûsunun, yâni “evrensel devinim diyalektiği”nin iyi anlaşılmasıdır… Yâni “Büyük Patlama” kaosu ve “Fizîkî  Kozmos” (Tez),  Dünya’daki “Canlanma” kaosu ve “Canlılar Âlemi”  (Anti-Tez),  bunun içinden zuhûr eden “İnsanlaşma” kaosu ve “İnsâniyet” âlemi de (Sentez)  olarak izah edilmeli,  ve buna göre insanlığın, “Büyük Patlama”nın ardındaki sırra erinceye kadar, yâni Tanrı’laşıncaya kadar (veya Tanrı’ya ulaşıncaya kadar)  pâyidar olacağı –olması gerektiği- husûsu iyice anlatılmalı, ve dolayısile de insanlık, “kapitalizm” gibi, gayri insânî bir ideolojiye hizmet eder hâle gelmiş/getirilmiş olan din(ler)den kurtarılmalıdır… Bundan sonradır ki, aklı başında (melekeleri sağlıklı)  olan her insan, “insânî tekâmül”e  katkı yaparak, ve/veya “Tanrılaşmak” gibi transandantal bir hedef yolunda “ceht” göstererek, ismini “katkıcılar” listesine  yazdırmak için, yâni –gerçekçi bir anlamda- ölümsüzlüğe ulaşmak için elinden geleni yapacak, ve de hayvânî hazlara fazla îtibâr edip zaman ve güç harcamayacaktır…

Hayvandan Farksız, Tanrı’dan Farklı Olanlar (ve/veya Düşünenler) İçin…

Bu yazdıklarıma insanlar –genellikle- hak veriyorlar; ve üstelik beni tebrik de ediyorlar… Ne de olsa herkesin içinde bir “insanlık” nüvesi var tabii ki… Ama çoğunlukla günlük hayâtı, alışkanlıklar ve/veya şartlı reflekslerle yaşadıklarından, aynı fikirleri kendileri ifâde ve telif edemiyorlar. Veya daha doğrusu konuları, “düşünce-davranış”  sibernetiği (feed-back etkileşimi) halinde, aynı metodoloji ile ele alamıyor ve irdeleyemiyorlar… Hele ki akademisyenler, “uzmanlık” denilen “at gözlüğü” olmadan bakabilmenin, ve de “fil’i  bütün olarak görebilme”nin şaşkınlığı ve suskunluğu içindeler… Ve de her “geri” ülkede olduğu gibi, “bilim adamı(!)” ünvânıyla îtibar ve popülaritelerini sürdürebilmek için, -hem politikacı ve medyacılara, hem de genel “paradigma” ve/veya inançlara ters düşmek endişesine binaen-ses çıkaramamaktadırlar… Ve üstelik başlangıçta, insanın hayvandan farkını belirlemek üzere ileri sürülmüş basit bir “hipotez” olarak algıladıkları –ve onun için de, fizîkî delil beklentisine sığındıkları-  “ritm melekesi”  varsayımının, teorinin iç mantığı (veya metodolojisi) uyarınca bütün insânî işlev ve etkinlikleri izah edebilen –en azından- bir “postülat” değeri taşıdığını gördükçe de apışıp kalmaktadırlar. Ve de teorinin, pratikle “feed-back” etkileşimi içinde geliştirildiği taktirde, sözkonusu varsayımın kısa sürede “aksiyom”a dönüşeceğinden, teorinin de başlıbaşına bir bilim [ İnsan (Emek) Bilimi ]  hâline geleceğinden, dolayısile de politikacılığın ve tradisyonel “bilimsel branş” ve kariyer’lerin önemini yitireceğinden korkmaktadırlar…  Onun için, bütün paradigmaları (genel zımnî kabulleri)  değiştiren bir yaklaşımla “insan”ı  yeniden ele alırken, aynı zamanda bu fikirleri özümsiyebilecek insanların (gençlerin)  -pratik içinden- seçilip yetiştirilmesi meselesi de apayrı bir önem arzediyor. Çünki, her ne kadar insan beyninin yeni programlara açık, büyük bir kapasiteye sâhip olduğunu bilsek de, geleneksel –dînî, ahlâkî vs.- öğretilerin tesirinde “insan”ı, fiks bir formasyon veya format içinde düşünme alışkanlığından kurtulamıyoruz. Dolayısile de ilk insanların hayatını  ana hatlarıyla –geçici bir süre de olsa- yaşamaları ve tanımaları, genç insanlar için gerek şart hâline geliyor. Hele ki binlerce yıllık kanıksanmış kanaatlerin aşılması, ve yeni “düşünce-davranış” metodolojisinin benimsenmesi sürecinde bu gereklilik, olmazsa olmaz bir şart olarak kendini dayatıyor… Onun içindir ki ben de, “Panteist Zon Kulübü” tasarımız hayata geçirilinceye kadar, yegâne “nöbetçi yazar” olarak, yazmaya (îzâhâta) mecbur, ve hatta  mahkûm gibi bir duruma (pozisyona)  girmiş bulunuyorum… Bugün hem Atatürkçü (ve/veya Atatürk’ten yana) olmakla övünüp, hem de mistik (dinsel) doktrinlere dayanarak -veya tâviz vererek- toplumun birliğinin korunabileceğini sananların aklına şaşmak gerekir. Çünki böyle doktrinlerle toplumlar –son tahlilde- ya büyük bir istibdâtın içine sürüklenirler, ya da muğlâk kavramların türlü-çeşitli yorumlarına kapılarak “amip gibi” bölünürler. Kaldı ki bugün din(ler), “tüketim ekonomisi”nin dengesizleştirdiği insanların, “günah-tövbe”  yalpalamalarında ihtiyaç duyulan bir “teselli-tedâvî” doktrini ve ritüeli hâline indirgenmekle, -gayri insânî- kapitalist ideolojinin bir âleti, veya payandası hâline gelmiştir artık… Yâni kapitalizmin bozup dağıttığı insancıkları, tâmir veya tedâvi ederek, tekrardan sağlam(!) bir “tüketici” hâline getirmek gibi bir tâlî rol üstlenmiştir din(ler) artık… Hâl böyle iken, yâni  insanlığın orijiniyle (tabularla)  ilişkili “bilimsel ahlâk”ın, muğlâk “dinsel ahlâk”  telâkkilerinden çok daha güçlü bir “toplumsal kohezyon(dayanışma)” sağlayacağı gâyet açık iken, dinci örgütlenmelerin baş müsebbibi olan, kapitalist uşağı –ve de “gizli dindar”-  “laikçi”ler, bizim “Panteist Zon Kulüpleri”  veya “Alacakaranlık Kuşağı Kulüpleri”  projemize karşı direnişlerini hâlâ sürdürmektedirler. Ve bu cümleden olarak MİT (Milli İğtişâş Teşkilâtı)  de bize karşı “kontr-ispiyonaj”  yapmaktadır… Kimin için?, veya kimlere hizmet için?, ve de nasıl bir anlayışla?... Gırtlağa kadar borca gömülerek küresel sermayenin ipoteğine mahkûm olmuş, veya “kapitalizm”e esir düşmüş bir merkezî hükümet veya iktidar(!) için mi?... Ve de insanın hayvandan –kaotik- farkını göremeyip, kendinden kategorik olarak farklı bir “Sâhip Tanrı” kurgulayan, dolayısile de her hâlükârda emperyalizme hizmet etme durumunda bulunan, köpeksi bir anlayışla mı?!... Gölge etmeyin ve “tezvirât” çevirmeyin de, –hiç olmazsa- Dünya çapında orijinal (kopye olmayan) bir “oyun”  formatı geliştirelim… Evrensel unsurlar ihtiva edecek olan böyle bir “oyun”a bütün Dünya gençliği –mutlaka- ilgi duyacak ve katılacaktır. Ki ardından da “oyun”, ekonomik “alt-yapı”sını oluşturacaktır… Unutmayın ki insanlığın -ilk- çıkışı da, bir tür ritmik oyunlarla (âyinlerle)  başlamıştır; finansal yatırımla değil… Ama buna rağmen ne yazık ki, Dünya’da –bulunmuş, görülmüş- bütün totem kazıklarındaki ortak özellikleri aksettiren totem kazıklarına sâhip olacak, ve ayrıca özel “zaman” ve “mekân(uzunluk)”  ölçüleri ile birlikte, meditatif grup terapisi de uygulayacak olan Panteist Zon Kulüpleri’ne her genç insanın ilgi duyacağı  apaçık iken, câzip eğlence mekânı yaratmak için olmadık saçmalıklara ve soytarılıklara tevessül eden profesyonel kulüpçülerin bile, bizim bu orijinal projemize ilgi göstermemelerini, ancak, Milli İğtişâş Teşkilâtı’nın yeni bir “fitne”si ve “tezvirât”ı ile izah edebiliyoruz… İnsanlığın en üst bilinç seviyesini, herkesten önce idrak etmişken, fiilî inisiyatifi de ele geçirmemize kimler ve niçin engel oluyor?... Böyle bir “akıl tutulması”  ve hainlik görülmemiştir!...

Netice-i  Kelâm:

Dünya’da bugün, tarihî  devirleri kapatmak üzere kaotik bir anafor yaşanıyor; tıpkı uzaydaki “kara delik”lerin civârında yaşandığı gibi… Ve bu anaforun odağında da, -en şaşkın, en şizofrenik insanların temerküz mıntıkası olarak-  Türkiye  bulunmakta… Onun içindir ki biz bu kaosu herkesten önce idrak etmek, kaostan çıkışın teorisini yapmak ve de yönetmek durumundayız. Ve ondan dolayı da, hiçbir geleneksel veya dinsel öğretiye, Devlet katında müsâmaha göstermek veya tâviz vermek gibi bir “lüks”e  sâhip değiliz. Çünki her türlü inanç düşüncesine ve sistemine, birer kültür mozayiği olarak saygı göstermekle beraber, Devlet’imizi en üst bilinç seviyesinde, yâni bütün eski inanç sistemlerinin üstünde  tutmak, ve dolayısile kültürel zihniyetleri aşamamış, “bilimsel metodoloji”yi rehber edinememiş kişileri de Devlet yönetiminden uzaklaştırmak zorundayız… Kendi yaşadıklarını da idrak ve ilâve ederek hayâtı anlamlandırmaya çalışan “inisiyatör” karakterli gençleri idam edip, aynen yöneticiler (yaşlı elitler) gibi düşünen “çömez”leri yükselten bir “menfî seleksiyon”  sonucundadır ki, binlerce yıl önceki dînî anlayış ve yaşayış tarzının –ham hayal olarak- özlemini çeken bir güruh tarafından Devlet’imiz istilâya uğramıştır. Aslında bu “menfî seleksiyon”, 1826’da iç dinamiklerin kristalize (kurumsal) hâli olan Türk-Tarikat Sistematiği’nin imha edilmesiyle başlamış, fakat Atatürk zamanında bu “bozuk düzen”  inkıtâya uğratılmıştı… 1950’den sonra gericilik yine “gem”i azıya alsa da, her şeye rağmen, 1970’den sonraki yıkıcı süreçte, “savaşçı inisiyatör” akranlarımız, arkadaşlarımız öldürülüp idam edilir, ve erkenden hayâtı kanıksamış “kavruk” gençler –“dindar” kimliğiyle- yükseltilirken dahî, biz de boş durmamış ve durumu izah ve idrak için, tarihî ve antropolojik kazı ve/veya soyutlamalarla derine inerek insanlığın kaotik menşe’ini  ortaya çıkarmışızdır. Onun için, bir bütün olarak göz önüne alındığında anlaşılır ki, “ilerici-gerici güçler” veya “ilerleme-gerileme potansiyeli” denklemindeki denge henüz bozulmamıştır aslında… Çünki biz bu arada, ilericilik hânesine büyük bir “bilgi potansiyeli” yazmışızdır… Biraz kafası çalışan (ve/veya açık görüşlü olan) bir profesyonel kulüp işletmecisi bulmakla bile, Panteist Zon Kulübü’nü gerçekleştirerek teorimizi kolayca pratiğe geçirebilir ve de dengeyi –Dünya çapında- lehimize çevirebiliriz… Çünki, bundan sonra “insâniyet” süreci, insanların hayvânî  iştihâlarını azdırarak (yâni melekelerini bozarak) talep yaratıp, bu talebe binâen üretim yapmak sûretiyle kapital büyütmenin, -insan kalitesini düşürdüğü için- aslında gerçek bir “artı-değer” birikimi demek olmadığının, bunun, fiilî  zorbalığa giydirilmiş hesap (ekonomi) hileleriyle değerli kılınan spekülâtif  bir kazanç olduğunun, yâni böyle bir “ekonomik büyüme”nin –kronik ekonomik krizlerden sarfınazar- stratejik plânda insanlığın sonunu hazırladığının, dolayısile de insanların artık “ön beyin”lerinin içini doldurmak üzere yarışmaları gerektiğinin anlaşıldığı bir aşamada gerçekleşecek ve/veya işleyecektir…  Problem bu kadar basite indirgenmiş ve netleştirilmiştir artık... Ama problemi çözmek için, problemin parçası olmayan “adam”lara ihtiyaç var…

Ali Ergin Güran- 01/07/08