KAPİTALİST DİNDAR OLAMAZ !..
Bu hükmün (propozisyonun) tersi de aynı derecede doğrudur. Yâni bir dindar da –şâyet peygamberler kavlince yaşıyorsa- kapitalist olamaz. Bu da demektir ki, kapitalist olmak, dinden (veya dindarlıktan) çıkmanın gerek ve yeter şartıdır. Veya başka bir deyişle, kapitalist olmak, dinsiz olmanın –ve/veya kendini Tanrı saymanın- ispâtıdır. Ve üstelik, kapitalistleri dindar saymak da, “tanrı-kral”ları veya “firavun”ları dindar saymak gibi bir münâfıklıktır… Çünki insanlığın, “Tabu”sal tutum ve tasarruflar, ve de insânî etkinlikler dolayısile, ortak kazancı olan “artı-değer=kapital”i, kısmen de olsa tek başına kullanmak, bir “yeti=meleke”, yâni insânî seçkinlik (veya “inisiye” olmayı) gerektirir. Uygarlığın temellerini atan ilk “tanrı-kral”ların re’sen sâhip oldukları bir yetkiyi, “para”nın îcâdından sonra bütün emtia değerlerinin kolayca taşınır ve saklanır hâle gelmesini fırsat bilerek –insanlığı alıştıra alıştıra sinsice- fiilen üstlenmek, “tanrı-kral”lar ve/veya “firavun”lar devrini kapatmak için yola çıkmış olan peygamberlerin (ve de dinlerin) ana gâyelerine ters düşmektedir. Çünki dînî akîdeye göre,-esâsen Tanrı’ya ait olan- “sermâye”, ancak liyâkatli (inisiye) insanlar tarafından, hayırlı (insânî) işler için “vakıf”lar şeklinde tasarruf edilebilir… Kapitalistlerin –resmen- dindar sayılması, Hristiyanlığın “protest” akımlarla, ve bilhassa da “Kalvinist”lik, “Püriten”lik, “Evangelist”lik gibi akımlarla, -yâni Hz.İsa’nın karşı çıkmakla peygamber olduğu- “İsrâiliyat” yozlaşmasına döndürülmesi sûretiyle gerçekleşmiştir… Biz bu yozlaşmaya ses çıkarmamış, ve hatta desteklemişizdir; Kânûnî’nin mârifetiyle(!), ve de Hristiyanlık çöküyor, herkes Müslüman olacak diye… Ancak ne var ki, bundan –yaklaşık- üç asır sonra bizimkiler de, “Cihat”la (ve/veya savaşla) “Tevhid”i gerçekleştiremeyeceklerini anlayınca, 1826’dan sonra, hem Batılılarla yaptıkları ticârî anlaşmalar yoluyla “Kapitalizm”i tanıyıp “İsrâiliyat”a sapmışlar, ve üstelik de –Hilâfet’i hortlatmakla- Hz.Muhammet’in “tevhid” prensibini açıkça çiğneyerek Hristiyan sekterliğine, yâni bir nevi “Sünnî (Hanefî) İslâm Kilisesi” zihniyetine rücû etmişlerdir. Ki bu kilise (T.C. Diyânet İşleri Başkanlığı adıyla) bugün bile, devletle iç içe geçmiş bir halde yaşamakta ve hatta ülkenin tüm vatandaşlarından zorla vergi toplayarak hüküm süren (propaganda tekeline sâhip olan) yegâne kilise olarak Dünya’ya nam(!) salmaktadır. Halbuki, İslâmî “tevhid” akîdesine göre, Dünya çapında fiilî birlik ve bütünlüğün sağlanmasıyla orantılı olarak, merkezî doktrinin klişeleştirilmesi veya “şeriat”ın kânûnîleştirilmesi mubahtır. Yoksa “gâvur”ların sultası veya güdümü altında bunu yapmak,-meselâ “Mecelle” filân uydurmak- “kilise” kurmaktan başka bir anlama gelmemekte, ve de “Devlet”i zayıf düşürmektedir… Günümüzde “Devlet”, dinleri târihî ve mahalli kültür kategorileri olarak görmek ve hepsinin üstünde, hepsine de eşit uzaklıkta bulunmak durumundadır. Ve dolayısile bütün –farklı- cemaatlere de, kendi kiliselerini kurma ve işletme hakkını tanımak zorundadır. Aksi halde, normal –demokratik- şartlarda “Devlet”in, bir baskın cemaatin sultası altına girmek sûretiyle “din devleti” hâline dönüşmesi, veya dönüştürülmesi kaçınılmazdır… Ama her şeyden önce, “Tanrı” kavramını hiçbir dinin patentinde görmeyerek irdeleyebilen insanlara, yâni –son tahlilde- bilimsel eğitime ihtiyaç vardır. Çünki “Tanrı” kavramı, “bütün nedenlerin nedeni ve bütün sonuçların sonucu” anlamında, aklın (ve mantıkların) îcâbı olarak –dâima- kendini dayatır, ve/veya düşündürür. Aklı dondurmaya, “Tanrısal” olduğu iddiasıyla insanlığa “ontolojik öğreti klişeleri (din)” empoze etmeye, ve de bunlara binâen toplumda –düşünceyi baskı altına alacak- sosyal ve idârî hiyerarşiler tesis etmeye kalkmak, artık kimsenin hakkı da, haddi de değildir… Yâni demek ki din, Hz.İsa ve Hz.Muhammet tarafından yapılan iki “tashih”e rağmen, Hz.Musa sonrasındaki, târihî “yozlaşma çukuru”na (yâni “para”nın sebep olduğu bireysel zenginleşme furyasına) geri dönmüş, ve dolayısile de –artık- bitmiştir… Şimdi artık, Hz.Musa’nın bile anlayıp dile getiremediği, kendisini –peygamber olarak- öne çıkaran nedenleri araştırmak lazımdır…
Artı-Değer’in Tasarrufu, “Tanrı” Kavramını Belirler:
Aslında Ortadoğu dinlerinin ve “peygamber”lerinin sebebi hikmetini veya doktrinlerinin özünü, “tanrı-kral” düzenine ve zihniyetine karşı çıkmak teşkil etmektedir. Hz.İbrahim ile (M.Ö. 2000 civârında) başlayan isyanlar, Ortadoğu din(ler)inin temel prensibini belirlemiştir. Ama “Tanrı” kavramının târifi konusundaki mistik ve müzmin tartışmalar, “tanrı-kral” düzeninin aşılması (negasyon, veya inkâr edilmesi) problemini, yâni işin “artı-değer”le ilgili nesnel özünü daima gölgede bırakmış ve karartmıştır. Ondan dolayıdır ki, bu “tanrı-kral” zihniyeti (ve iddiası), “para”nın îcâdından yararlanıp “dindar”lık kisvesine de bürünerek –“kapitalist” kimliğiyle- günümüze kadar gelmiştir… Çünki “kapitalist” demek, insanlığın yarattığı (ve biriktirdiği) “artı-değer”in –bir kısmının da olsa- tasarruf (kullanım) hakkını şartsız olarak elinde bulunduran kimse demektir. Ki bu da ancak “tanrı-kral” tanımına denk düşmektedir. Çünki “tanrı-kral”lar, kitlesel, kastî işbölümü düzeninin mûcidi olan ilk hükümdarlardı; ve toplumun tüm “artı-değer” birikimini –zahîre olarak- ellerinde (depolarında) bulundurup gönüllerince kullanır, ve insanları –âdeta- güderlerdi. Daha sonraları, ataerkil verâset hukûkunun yerleşmesi ve hükümdarlığın babadan oğla geçer hâle gelmesiyle –râhiplerin “inisiyasyon” seçilimine dayalı- orijinal düzen yozlaşınca, hem peygamberlerin isyanları, hem de “para”nın îcâdıyla “artı-değer” tasarrufu, monopol olmaktan çıkmış, ve “zengin” denilen bazı kişiler tarafından bölüşülmüştür. Ama bununla birlikte, “artı-değer=kapital”i elinde bulunduranların Tanrı’ya yakın oldukları inancı da –baldırıçıplak peygamberlere rağmen- sürüp gitmiştir… Peygamberler ise aslında, bizim “şâman”, Batılıların “lîder” dediği ilk birey insanlar gibi “inisiyatör” kişiliklerdir. Daha doğrusu peygamberler, tanrısal hükümdarların kişisel “Tanrı” kavramını, panteist Şâmanların, -“tüm evreni kapsayan esîrî bir varlık” şeklindeki- “Uluruh” kavramına uyarlayan, ve de hükümdarların “artı-değer”i suistimal etmelerine karşı çıkan lîderlerdir… Yâni aslında, “artı-değer”i kullanma imtiyâzını ellerinde bulunduran insanların (kralların), tanrısal veya Tanrı’ya yakın (akraba filân) oldukları şeklindeki geleneksel inancı yıkmak için uğraşmışlardır peygamberler… Ve böylece de, bu inancın tam tersini, yâni Tanrı’ya yakın olanların (“vahiy” irtibâtı kurabilenlerin) “artı-değer”i kullanmaları gerektiği şeklindeki bir hükmü prensip ittihaz etmişlerdir… Ama ne hazin bir tecellidir ki, Hz.Musa’dan sonra “para”nın –mutlak değişim aracı olarak- tedâvüle girmesiyle ortaya çıkan “zengin”ler mârifetiyle bu prensip erozyona uğratıldıktan, ve bu sapkınlığı gidermek üzere ceht gösteren Hz.İsa’nın anısı üzerine de Hristiyanlık öğretisi inşa edildikten on-onbeş asır sonra, Batı’da Hz.İsa’ya rağmen, Hz.İsa nâmına isyan çıkaran Protestanlar tarafından, aynı prensip çarpıtılarak “tanrı-kral” zihniyetine uygun olarak, yâni “zenginlik Tanrı’ya yakınlık işâretidir” şeklinde yorumlanmış ve –insanlığı soymak üzere- uygulanmıştır. Çünki peygamberler, Tanrı’ya yakınlığın objektif kriterini (ölçütünü) ortaya koyamamışlardır. Ve kendileri için koydukları -subjektif- “vahiy” ölçütü de, son tahlilde spekülâsyon olmanın ötesinde bir anlam kazanamamıştır. Çünki Tanrı’dan getirdikleri –savını taşıyan- her sözsel mesaj, “tanrı-kral” veya “firavun” zihniyeti tarafından irca edilmiştir. Ve üstelik, geleneksel ibâdet ritüellerinin dışında bir ibâdet şekli de akıllarına gelmemiş ve/veya vahyedilmemiştir. Şâyet “vahiy” denilen hâlin, bilimsel (genel-geçer) bir tanımını yapabilselerdi, orijinal bir ibâdet biçimi de vaz edebilecekler, ve de “tanrı-kral”lar düzenini kesinlikle aşabileceklerdi. Halbuki onlar, -sözle meramlarını tam olarak anlatamadıklarından- bize ilettikleri mesajın içeriğine inanmamızı istemekle yetinmemişler, ayrıca o fikirlerin elde edilme hâlinin –aynı zamanda- “Tanrı’yla irtibat(vahiy)” anlamını taşıdığına da inanmamızı istemişlerdir; ki böylece de, “tanrı-kral” zihniyetiyle vaz edilmiş olan, “somut bir kişilik olarak Tanrı” mitosunu ve paradigmasını aşamadıklarını göstermişlerdir… Çünki, hem peygamberlerin târihî konumu (ve İzâfiyet Teorisi, Diyalektik Mantık vs.’den yoksun bilgi birikimi), insanlığın orijinini görebilecek, yâni “dil: konuşma” öncesinin insanlığını –antropolojik kazılarla- ortaya çıkarabilecek bir aşamada değildi, hem de zâten o zamanki insanlar (hatta bugünkü çoğunluk bile) mitolojik –ve/veya objesel- anlamın dışında bir “Tanrı” tahayyül edebilecek donanım ve ferâsetten çok uzaktılar… Onlar, ideal insan olma özlemiyle yaşayan, ve de –geleneksel davranış disiplinleri (etika) içinde yaşadıklarından dolayı- öğüt ve telkin kabul etmeyen (yâni lâfdan anlamayan) ilkel veya vahşi insanlardan utanan, ve hatta onları insandan saymayan bir zihniyete sâhiptiler. Onun içindir ki, peygamberlerin “akîde”leri, “tanrı-kral”ların veya “firavun”ların ahvâdı “kapitalist”ler tarafından çarpıtılarak –kitleleri güdercesine çalıştırmak üzere- kullanılırken, “artı-değer”in tasarrufu husûsundaki “amel”leri veya “protest davranış”ları da, bunu “sosyo-ekonomik târihî gelişme”nin îcâbı, hatta kânunu (Tarihî Determinizm) olarak gören bir takım “devrimci”ler tarafından –kronik bir şekilde- sürdürülmüştür. Ama yine de, “zor” kullanmayı gereksiz kılacak bir “kânûniyet”e ulaşılamamıştır. Bununla birlikte aynı zamanda öbür tarafın (kapitalizmin), -bir “antagonizma” olduğu açıkça görülen- kronik krizlerine de anlam verilememiş, daha doğrusu anlam verilmekten kaçınılmıştır. Dolayısile de insanlar, spekülâtif ve hamâsî bir “devrimcilik edebiyâtı” ile demagojik bir “ekonomi bilimi(!)” arasında şaşkına dönmüşlerdir. Halbuki bütün bu yapısal krizler ve ütopik “tashih” çabaları, “insanlaşma”nın esas dinamiğini teşkil eden “tabusal(îrâdî) frenler-içgüdüsel arzûlar” diyalektik çelişkisinin bilince çıkarılıp yönetilememesinden kaynaklanmaktadır. Yâni daha açıkçası (veya somutcası), insânî “artı-değer”in, melekeleri güçlü, irâdî –yâni liyâkatli- insanların (veya “inisiye” insanların) tasarrufuna verilememesinden kaynaklanmaktadır bütün bu karmaşa…
Teorik Hatânın, Pratikteki Hazin Neticesi:
1917’de “Komünist” devrimciler, büyük bir ülkede, “devlet”i de ele geçirdikleri halde iktidarlarını dinci hânedanlar kadar bile sürdüremediler. Ve sonunda onlar da, kadîm “tanrı-kral” zihniyetine yenik düştüler. Çünki “teori”lerinin temelinde büyük bir yanlış vardı: “İlkel Komünal Toplum” adını verdikleri, tarih öncesinin “Panteist Zon Grupları”ndaki “tabu”ları, ve özellikle de “seks tabusu”nu yok sayıyor ve/veya sanıyorlardı. Sanki, onlar için insan, ezelden beri, seks etkinliklerinden etkilenmeyen çelik gibi bir irâde ile birlikte vârolmuştu; veya –söylemeye dilleri varmasa bile- yaratılmıştı. Yâni onlar “irâde” denilen “katma-değer”in, -içgüdülere karşı- nasıl bir insânî çabayla kazanıldığından bîhaberdiler… Onun için de, ileri komünist aşamada, toplumlardaki –târihî, dînî ârıza olarak gördükleri- seks kısıtlamalarının tamamen ortadan kalkacağına, kalkması gerektiğine inanıyorlardı. Bundan dolayı da, seks etkinliklerine alabildiğine özgürlük tanıyor, ve hatta –hayvanların bile(!) sâhip olduğu- gâyet doğal bir ihtiyaç gibi gördükleri bu tür ilişkilerle, -fikrî platformda dahi- ilgilenmiyorlardı… Böyle bir zihniyetle, II. Dünya Savaşı’ndan da başarıyla çıktıktan sonra komünistler, “savaş sonrası toplumu”nun –anonim bir his şeklinde- duyacağı “üreme” ihtiyâcını kendi kendine, otomatikman karşılayacağını düşünmenin rahatlığı içindeydiler. Ve bu hususta kendilerini, rakiplerinden (kapitalistlerden) avantajlı olarak da görüyorlardı herhalde… Ama bu görüşte prensipal (aksiyomatik) bir hatâ olmasaydı, savaş sonunda ulaşım araçları teknolojisinin geldiği aşama itibâriyle, uzay çalışmalarına hız vermeleri, çok doğru bir karar olarak, insanlığa stratejik bir inisiyatif kazandıracaktı. Ki bu arada kapitalizmin, yâni “tanrı-kral”lar düzeninin son kalıntısının da, bir daha hortlamamak üzere târihe gömülmesini sağlayacaktı… Yâni 1957 yılında, “uzay çıkışı” zonunu aşan Sovyetler Birliği’nin, almış olduğu inisiyatifi kısa sürede rakibine (kapitalizme) kaptırarak frenletmesi olayı, öyle basit bir taktik veya politik hatâ olarak yorumlanamaz… Çünki buradaki tarihî hatâ, insanlar arasındaki seks ilişkisini, -sâdece- doğal (hayvânî) bir etkinlik olarak görmek, ve de insanlardaki “irâde(meleke gücü) – seks içgüdüsü” şeklinde ifâde edilebilen diyalektik çelişkinin en büyük gelişme etkeni olduğunu anlamamak gibi vahim bir teorik yanlıştan kaynaklanmaktadır; kaynaklanmıştır… Öyle ki, sözkonusu diyalektik çelişkiyi kalitatif gelişme yönünde de, kantitatif büyüme (şişme, yayılma ve deformasyon) yönünde de kullanmak veya yönetmek mümkündür… Nitekim II. Dünya Savaşı’ndan sonra, başta ABD olmak üzere “kapitalist dünya” tercihini –tabiatı mûcibince- “ekonomik büyüme(şişme)” yönünde kullanmış, ve ondan dolayı da, hem “intim” buluşmalar, hem de gösteriş için kullanılabilecek câzip otomobiller gibi, türlü seks filmleriyle özenti yaratılan “ev dekorasyonu” ve “mobilya setleri” gibi yeni “konforlu seks” konsepti yaratan, ve de naylon kadın çorabı, külotu ve “jüpon”u gibi, fiyakalı ambalaj ve aromalı tütünlerle îmal edilen sigaralar gibi, insanlara yeni yeni “seks fetişleri” empoze eden üretimlere ağırlık vermiştir; büyük bir “tüketim kredisi” furyası ile birlikte… Dolayısile, -gelişmiş telekomünikasyon araçlarının da yardımıyla- bütün Dünya’da bir “çağdaş yaşam tarzı(!)” özentisi ve ideali yaratmıştır. Ve, ne hazin bir tecellidir ki, en müessir araç olarak “televizyon”la yaptığı bu propagandalarını da, ilk defa komünistlerin gayretleriyle üretimi gerçekleştirilmiş (veya en azından öne alınmış) olan uydular vâsıtasıyla, Sovyetler Birliği’nin en ücrâ köşelerine kadar ulaştırabilmiştir… Ve bu şekilde, Avro-Amerikan yaşam tarzının, genç kuşaklar üzerinde yarattığı büyük hayranlık dalgasının vurmasıyla da, “komünizm” efsânesi yıkılıp gitmiştir… Halbuki komünist teorisyenler, daha doğrusu ideologlar, insanlara seks özgürlüğü tanımakla onları, -târihî (dînî) devirlerde takılmış- bukağılarından kurtararak rahatlattıklarını ve böylece de, yaratıcılığın, gelişmenin önünü açtıklarını sanıyorlardı. Çünki teorilerine göre, sanki insanlık, -hayvanlar gibi- özgürce seks yapılan “İlkel Komünal Toplum”dan, boş zamanlarında(!) üretim araçlarını da geliştirmek sûretiyle, gâyet doğal olarak(!) yükselmiş, ama sonradan bâzı zorba din adamlarının ve kralların yüzünden(!), bu özgürlüklerinden mahrum bırakılmışlardı… Bu ön yargıları yüzündendir ki, seks etkinliğinin –hayvanlardaki gibi- yalın olarak ele alınamayacağını, yâni “irâde(meleke gücü)” karşıtlığıyla birlikte, bir “diyalektik çelişki” şeklinde düşünülmesi gerektiğini bilemiyor ve anlayamıyorlardı… Eğer bilselerdi, seks etkinliklerine de “katma değer”, “yaratılmış değer” veya “insânî yaratıcılık” yüklenebileceğini öngörür, ve de düşman tarafın (kapitalizmin) yükleyeceği “katma değer”in ancak, “seks”i azdırmak yönünde olabileceğini düşünerek, yaratabilecekleri olumlu “katma değer” ler –ve doğru eğitim- üzerine kafa yorarlardı… Bu cümleden olarak da, mesela 1957’den sonra uzay programını, aynı süratte, ve hatta yükselen bir hızla (ivmeyle) uygulamaya devam eder, ve bu yolda ortaya çıkan yeni buluşları (mesela “teflon” gibi) çeşitli yeni tasarımlarla halkın beğenisine sunup, tüketim kredisi vâsıtasıyla da süratle insanların günlük yaşantısına sokabilirlerdi… Şüphesiz ki, uzay teknolojisinde ortaya çıkan buluşlar, günlük hayatta kulanılabilecek çok çeşitli eşyanın yaratılmasına zengin bir kaynak teşkil edecek, ve de kapitalistlerin uyduruk fetişlerinin, özenti yaratmasını ve yayılmasını önleyecekti… Ve ayrıca, -başta gençler olmak üzere- bütün insanlara, “tabusal frenler=irâde” ile “içgüdüsel arzûlar” arasındaki diyalektik çelişkiyi de, bilince çıkarıp nasıl yönetebileceklerini öğreteceklerdi. Çünki, insanlığın esas dinamiğini teşkil eden bu çelişki, “deneme-yanılma” metoduna dayanan kişisel çabalarla çözülebilecek bir mesele olmadığından, insanlar bir türlü “sevap-günah” yalpalamalarından, ve bir teselli mercii (tanrılar, yatırlar vs. gibi..) aramaktan kurtulamamaktaydılar. Dolayısile de, her türlü telkine ve özentiye açık, özgüvensiz yaratıklar hâline gelmekteydiler… Böyle bir durumda, “Avro-Amerika”lılar da aynı yola girdikleri taktirde, o zaman da kantitatif üretimden (stok marketing’den) geri durmaya mecbur olacaklarından, kapitalin spekülâtif kazançlarından, dolayısile de kapitalizmden vazgeçmek zorunda kalacaklardı…Ancak ne var ki, böyle çâreleri pratikten çıkarabilecek tek bir adam veya yönetici bile kalmamıştı, Sovyetler’in son zamanlarında… Çünki yine aynı teorik hatâ yüzünden ülkede, kurnaz sahtekâr ve gaddar düzenbaz, ayyaş “seksopat”ları “kalbur üstü” yapan (yâni seçip yükselten) bir “menfî seleksiyon” sistematiği adamakıllı yerleşmişti. Dolayısile, teoriyi didikleyip, “tabuları yok saymak” gibi bir temel yanlışı ortaya çıkarabilecek bilimcilere de hayat sahası kalmamıştı. Şâyet teori tashih edilebilseydi –sâdece didaktik bir şekilde bile- gençlere, seks etkinliğiyle değil, irâdî ve/veya yaratıcı etkinliklerle övünmeleri, sevinmeleri gerektiği kolayca anlatılabilir, hatta bu hususta tatbîkî sağlamalarla, irâdesi (meleke gücü) yüksek olanlar süratle seçilip öne çıkarılabilirdi. Ve böylece, dindar zihniyetin temiz kalıntılarını da –ahlâkî mülâhazalarla- kapitalizme karşı kazanmak mümkün olabilirdi…
Kapitalizm, “Tek Tanrı” ve “Barış” İdealleriyle Çelişir:
Bilindiği gibi târih ve uygarlık (veya kentleşme kültürü), insânî “artı-değer”in –genellikle zahîre olarak- tek bir insanın (“tanrı-kral”ın) tasarrufunda bulunduğu, “tanrı-kral’lar düzeni” ile başlamıştır… Ama “para”nın îcâdından sonra, toplumsal “artı-değer”, muhtelif büyüklükteki hisseler olarak “zengin” denilen kişiler tarafından bölüşülmüştür. Ve bu aşamada da, hem “para” takasından veya alışverişinden mütevellid “faiz” dolayısile, hem de zenginlerin –sırf kazanç uğruna- yatırım tercihlerini hayvanlaşma (fuhuş ve oburluk) yönünde kullanmaları sebebiyle, “artı-değer” karşılığı bulunmayan bir “para” fazlalığı, yâni “enflâsyon” ortaya çıkmıştır. Ve bu yüzden, sonradan “kapitalist” dediğimiz “para zengini” insanların bütün dikkat ve mahâretleri(!) de, sözkonusu “enflâsyon” tehlikesinin toplumsal bir krize dönüşmemesi için, halkın nasıl düzenli ve sistemli bir şekilde aldatılıp sömürülebileceği konusu üzerinde yoğunlaşmış, ve hatta bu konuyu insancıklara “ekonomi bilimi(!)” diye yutturabilecek düzeylere ulaşmıştır… Ama tele-komünikasyon araçlarının bugün ulaşmış olduğu seviye itibâriyle düşündüğümüzde görmekteyiz ki, insânî “artı-değer” artık, “para” adıyla ve “banka” denilen depolarda da olsa merkezî bir yerlerde birikmektedir; aynen, uygarlığın ilk başlarında olduğu gibi… Hiç kimse artık “kapital” denilebilecek meblağları, “gömü” yapmamakta, yapamamaktadır. Ve de herhangi bir kapitalistin yatırım hevesi ve konusu, ânında bilim adamlarının değerlendirmesine sunulabilmektedir… O halde bu imkânlara rağmen spekülâtif kazançların –ve devrî ekonomik krizlerin- devam etmesini ancak, “politika” denilen düzenbazlıkla ve de “politikacılar demokrasisi”nin mârifeti(!) olarak izah etmek mümkündür. Ve Dünya’daki en muktedir politikacıların, Yahudi veya Protestan olmalarını da, bu îzâhı destekleyen güçlü bir delil olarak görmek lâzımdır… Ki bu arada dînî-ahlâkî öğretileri de, “ekonomi bilimi(!)”ne bahâne üretip meşrûiyet sağlayan bir illüzyon aracı olarak görmek ve iyi anlamak lâzımdır. Çünki ahlâk, -insanlığı yaratan ritmik disiplinlerin bir türevi olmakla- insânî yaşam tarzının içinde, onun kopmaz ve ayrılmaz bir unsuru olarak zâten mündemiçtir; mündemiç olmalıdır aslında... Ve onun için de dînî-ahlâkî vaazlar (öğretiler), bir bozukluğun, bir kötülüğün kamuflajı anlamına gelmektedir. İnsanlar bu kötülüğü tam veya net olarak anlayamasalar da, -bilhassa Batı’daki sanayileşme sürecinde- derinden hissettiler. Ve de kızgınlıkları o kadar şiddetli oldu ki, haklarını ancak alelacele uydurdukları –çelişik- teoriler ile savunmaya kalktılar; ve de zor’a, şiddete başvurup alelacele kararlar vererek haksız durumlara düştüler… Ama artık “kapitalizm” suçüstü yakalanmış, ve hiçbir bahânesi de kalmamıştır. Hz.İsa’yı isyan ettiren, “Havra’nın önünde adam kazıklayıp, içeride ahlâkî vaazlar veren” Yahudi sahtekârlığı artık -Dünya çapında- sürdürülemez. Onun için de “Globalizm” diye bir ideoloji kimseye yutturulamaz. İnsânî “artı-değer”in yeniden birleşmekte olduğu günümüzde ancak, “Tanrısal Yol”da birliğe (tevhide) giden bir “Küresel İnsanlık”tan söz edilebilir… Son tahlilde denilebilir ki, bugün insanlığın, son safhasına gelmiş olduğu hastalığının (bir nevî kanser hastalığının) virüsü, “politikacı”dır… Demokrasi anlayışı, “inisiyasyon” seçilimini de kapsayacak bir şekilde genişletilmediği taktirde insanlar, dinlerin meş’um “kıyâmet” âkıbetine –koyunlar gibi- boyun eğercesine, müzmin isyan dalgaları yaratıp, savaşlar çıkaracaklardır. Öyle ki, barış bölgeleri hem –Dünya denilen- “mekân”da, hem de –Târih denilen- “zaman” içinde gittikçe daralacak, ve nihâyette yok olacaklardır… Bugün Ortadoğu denilen bölgede “intihar komandosu” olmak, nasıl bir fazîlet sayılıyorsa, bir gün tüm insanlık için de “intihar” fikri tutkulu bir amaç hâline gelebilir; getirilebilir. Hele ki, böyle bir fikre olumlu yaklaşan ve/veya çanak tutan dinler, popülaritelerini –hâlâ- sürdürmekte devam ederlerse… Nitekim Amerika Birleşik Devletleri bünyesi içinde kaç defa, intihar fikrini tutkulu bir amaç hâline getiren, ve de bu hususta insanların beynini yıkayan gizli tarikatlar ortaya çıkarılmıştır… Dinlerin “Öbür Dünya” kavramını, “Uzay İnsanlığı” diye anlamak (yorumlamak) varken, “kapitalist dindar”ların antagonist mantığı ve zihniyeti uyarınca “insanlığın bitişi” olarak anlamak niye?... Onun için kapitalizm mutlaka bitmeli/bitirilmeli, ve de ondan sonra insanlık sâlimen “Tanrısal Yol”da devam etmelidir…
Dinler Yahudi Fitnesine Gömülür; “Tanrısal Yol” Kavramında Tevhid Sağlanır:
Tarihte uygarlıklar değişirken, mutlakâ “tanrı”lar da değişmiş, veya yeniden târif edilmişlerdir. Bu gün, içinde yaşadığımız süreç ise, sıradan bir uygarlık değişimi değil, bütün târihî devirlerin (ve uygarlıkların) aşılması ve sonlandırılması gibi bir “transandantal limit” hâlidir. Onun için, tabii ki “Tanrı” kavramı yeniden, köklü bir biçimde ele alınıp irdelenecek, ve de her şeyden önce “kişi”likten veya “nesnel”likten kurtarılacaktır. Ve bu konuyu ele alanların başında da, tabii ki biz geleceğiz. Çünki son dînin, son bayraktarlığını biz yaptık; ve de “tevhid” ilkesini –Dünya çapında- gerçekleştirmemize ramak kaldı… Ama hedefe çeyrek kala, Kânûnî mahlasıyla da anılan Sultan I.Süleyman’ın, sosyo-ekonomik ve politik konulardaki muhteşem salaklığıyla öylesine sert bir geri (veya U) dönüş yaptık ki, ondan sonraki –yaklaşık- iki asrı, savunma savaşlarıyla zaman kazanıp yanlışımızı –dînî paradigma içinde- düşünmekle, daha sonraki –yaklaşık- yüz yılı da (1826’dan îtibâren), “tevhid” ilkesinden vazgeçip, tam bir teslîmiyet içinde “kiliseci”liğe rücû etmekle, ve Batılılara benzemeye çalışmakla geçirdik… Onun için, böyle muhteşem başarılı bir başlangıçtan sonra, korkunç kötü vaziyetlere düşmüş olan insanların, ya zillete katlanmayı fazîlet olarak yorumlayabilenlerden –yâni gizli Yahudi- olmaları, ya da “Tanrı” kavramını yeniden düşünmeleri gerekirdi. Tanrı kavramını yeniden gözden geçirmek için ise,
-herşeyden önce- târihî iniş çıkışları yaşamış ve hissiyatlarını veya inanç varyasyonlarını nesilden nesile aktarmış köklü ailelerden gelmiş olmayı gerektirirdi. Çünki resmî tarihler hiçbir zaman, -hükümdarları, yöneticileri töhmet altına sokacak olan- kötülükleri, zilletlikleri mantıkî ve hissî gerekçeleriyle doğru olarak kaydetmezler, kaydedemezlerdi… İşte benim, din(ler)in miadını doldurduğu, ve “tanrı” kavramının yeniden ve bilimsel olarak ele alınması gerektiği şeklindeki uyarılarım, böyle bir köklü aile geleneğine ve eğitimine de dayanmaktadır, aynı zamanda… Yoksa, bugün Dünya’ya hükmeden zihniyet, daha dün Yahudi’liğe doğru-geriye- dönüş yapmış “Protestan” mürtecîliğinden başka bir şey değildir. Bizdeki, yeni palazlanan dindarlar da, bunların mârifetiyle yükseltildikleri ve de kiliseciliğe rücû etmiş (yani “tevhid”den vazgeçmiş) bir İslâmiyeti yaşadıkları halde, -dîne geç gelip de, dindarlığın nemâsını erken almanın heyecanıyla- kendilerini tevhid dîninin (veya dinlerin tevhîdinin) Allah’ı tarafından ödüllendirildiklerini sanarak yanılmakta, ve de herkesi yanıltmakta olan mürtecîlerdir… Târihî misyonumuz bize (Türklere), son dinden bilime geçmek, ve de dînî devirleri kapatarak –“Tanrısal Yol” üzerinde- insanlığın tevhîdini gerçekleştirmek gibi bir “feth”ci rol daha yüklemekte veya emretmektedir…
Ali Ergin Güran- 27/07/08