ISTANBUL'DAKİ DÂNİŞMENDÎ (BEKDÂŞÎ) FÂTİHÂN İZLERİNDEN TÂRİHE BAKIŞ:

 

Slayt Gösterisi için burayı tıklayınız.
Resimleri büyüterek incelemek için üzerlerini tıklayınız

Resim 1

Sulu Saray (Kuzguncuk Palas):

Herşeyden önce artık, “Bendegân” takımının, Avrupa'lı “müsteşrik”lerin, ve de şuradan buradan Türkiye'ye göçmüş -”Osmanlı” hayrânı- Tatar muhâcirlerin, biribirlerinden alıntılar yaparak ortaya yığmış oldukları “Hamâsî Osmanlı Târihçeleri ve Kronikleri”nden kurtulmak lâzımdır. Çünki bunlar, bir “yıkılış”ın asıl sebebinin, “adâletsizlik” ve “Devlet erk'inin sûistimali” olduğunu ört-bas etmektedirler aslında... Ve bu yüzden de, gerçek tarihin yanında, “yakılmış-yıkılmış” büyük bir sarayın enkâzı üzerine kurulan “gecekondu”lara benzemektedirler; dolayısile de -yapılacak kazılarla- sarayın ortaya çıkarılmasını (veya mevcûdiyetinin ispatlanmasını) engellemektedirler; aynen yukarıdaki resimde görülen sıra yalılar gibi... Aslında gerçek Osmanlı Tarihi'nin “düğüm noktası” ve/veya “ip ucu”, yukarıda resmi görülen kıyı şeritinde yatmaktadır. Çünki orada görülenlerin (ufak yalıların) altında, büyük bir sarayın enkâzı ve/veya temelleri bulunmaktadır... Bilindiği gibi “saray” demek, bir “iktidar veya erk tezâhürü” demektir. O halde, zamanında halk arasında Sulu Saray diye anılan, Avrupa'da çıkan kartpostallarda da Kuzguncuk Palas diye adlandırılan bu saray, Devlet-i Âl-i Osman zamanında hangi gücü temsil etmekteydi, diye düşünmek lâzımdır. Ve bu soruya cevap bulabilmek için de, herşeyden önce sözkonusu Yalı Saray'ın künyesini ortaya çıkarmak gerekmektedir... Ama bundan da önce, şu nokta açıklığa kavuşturulmalıdır ki, Kuzguncuk'a -1826'dan sonra- hem Batı'dan, hem de Doğu'dan gelerek yerleşen veya yerleştirilen “sığınmacı”ların da, “göçmen”lerin de, “bende”lerin de, Sulu Saray'ın son sâhibi olan Müşir Osman Paşa'yla, ve O'nun Dânişmendî (Bekdâşî) kökeniyle hiçbir alâkaları yoktur. Ama, Doğu Avrupa'lı politik kaçkınların, Selânikli, Çerkez, Lâz göçmenlerin ve de Ege adalarından devşirilme “bendegân”ın, Kuzguncuk'ta, -gerek müslüman, gerek mühtedî, gerekse gayri müslim olarak- yaratıcı ve inisiyatör karakterli bireyler çıkarmış olmalarını, bu yörede, Dânişmendî (Bekdâşî)'lerin yüz küsur yıl süre ikâmetleriyle gerçekleştirdikleri “özgür kültür ortamı”na bağlamak mümkündür. Ki aslında, Kuzguncuk'daki bu -kozmopolit- kültür ortamının oluşumunda, katılımcı olan ilk unsurlardan biri Rum'lar ise, diğeri de Yahudi'lerdir... Batı'dan, Doğu'dan kaçmış, göçmüş veya devşirilmiş olan sözkonusu ünlü kişi ve aileleri, “Fâtihân”dan olan bizim sülâle ile ilişkiliymiş gibi gösterme gayretkeşliği, bunların içinden çıkmış komünist veya “Komünizm” sempatizanı (yani anti-kapitalist) insanları, Saltanat ve Abdülhamid karşıtı (menfî) Bekdâşî'lerle aynı torbaya koyma eğilimindeki -anakronik ve absürt- “polisiye ön yargı”dan ve kurgudan kaynaklanmaktadır. Ve böylece de, gerektiğinde, -“yobazlar korosu” refâkatinde- kökü dışarıda nankörler (göçmenden olma komünistler) olarak tel'in edilebilecek şahsiyet ve aileler öne çıkarılıp ünlendirilmekle, aslında “Saltanat” düzeninin (biatçı'lığın) gerçek tarihî negasyonunun (anti-tez'inin) gizli kapaklı kalması sağlanmaktadır; veya sağlanmıştır şimdiye kadar... Ne yazık ki, sözkonusu göçmen ve bendegân kökenli aydınlar da, Batı'dan öğrenip benimsedikleri “Komünizm” ideolojisinin, Bekdâşî komşularının evrensel “İnsâniyet” programını gölgelemek üzere kullanıldığını -ve bu şekilde, bir “”tarihî provokasyon”a âlet olduklarını- nedense idrak edememişlerdir. Bu cümleden olarak meselâ, “ilmî tecessüs” sâhibi olan bu insanların, korkunç bir tarihî kırılma noktası teşkil eden “1826” olayını -hele ki, yakın bir geçmiş olduğu bir sırada- merak edip araştırmamaları ve üzerinde kafa yormamaları çok dikkat çekicidir. Kaldı ki -enkâzının üzerinde veya civârında oturdukları- bizim Sulu Saray'ın hazin hikâyesini duymamış olmaları da, hemen hemen imkânsızdır. Ama tabii ki bu anlayışsızlıkta, bizimkilerin ketûmiyeti ve gizliliği de, önemli bir engel teşkil etmiş olmalıdır herhalde... Ondan dolayı, yâni Türk-Tarikat Sistematiği'nin târihî köklerine ulaşamamaktan dolayı olsa gerek, Kuzguncuk yöresinin bu, “ilmî tecessüs” sâhibi, girişken ve becerikli sâkinleri, -paşa ve paşazâde de olsalar- İnsanlığın, Türklüğün kökenini araştırırlarken, komünistlik, masonluk ve “heterodoksî” anlamındaki garip bir “yeraltı bekdâşiliği” cereyanları arasında bocalamaktan kendilerini alamamışlar, ve bu arada fikir hayatımızda da, büyük bir kavram kargaşasına yol açmışlardır... Sözünü ettiğimiz gizli-saklı tarihin “ipucu” konusunda, benim bildiğim kesin kanıtlar şunlardır: Bir defa yukarıdaki resimden de anlaşılacağı gibi, bu “yalı saray”ın arsasının cephe uzunluğu, 300 metre kadardır. Ama bunun “Harem” kısmını teşkil eden, sağ ucunun mücâvir alanında, içinde bir de “deniz hamamı”nın bulunduğu bir bahçe yeralmaktadır. Selâmlık kısmı olan sol ucunda ise, “kayıkâne” ile onun platformu bulunmaktadır. Dolayısile de, Saray binâsının cephe uzunluğunun, 200 metre civârında olduğu anlaşılmaktadır. Kaldı ki yapılacak basit kazılarla, Saray'ın temel taşlarına ulaşmak sûretiyle, bu uzunluğu kesin olarak tespit etmek de mümkündür. Çünki ben gençliğimde, o temel taşlarını ve hatta duvarları, gözlerimle gördüm... Ayrıca korkunç bir “sır”mış gibi -kamuoyundan- saklanan veya gizlenen kartpostallardan da görüldüğü/görüleceği üzere, Saray üç katlı ve “ahşap işleme” bir yapıdır; ve nitekim, Üsküdar kıyı şeritine sonradan yapılan bir dizi ufak yalılara da örnek teşkil etmiştir... Diğer taraftan, kesin olarak bilinen bir gerçek daha vardır; ki o da, Saray'ın Sultan Abdülmecid zamanında kundaklandığı, ve ondan sonra da Saray'ın arâzîsinin, Sultan III. Ahmet Vakfı'na mülhak görünmekle, Saray vârisleri tarafından -Cumhuriyet'e kadar- kirâcı olarak tasarruf edildiğidir... Ama bu noktada bâriz bir çelişki ve hatta bir muamma ortaya çıkmaktadır. Çünki “Sulu Saray” diye nâm salmış anıtsal bir yapı, III. Ahmet'in îmar faaliyetinden (yani kendi adına “vakıf” tesisinden) önce yapılmış olsaydı, böyle bir âbideyi -hem de Çamlıca kaynaklı bir su tesîsâtı döşeyerek- ortaya koyanların, onun çevresini de kendi adlarına vakfetmeleri gerekirdi... Yok eğer III.Ahmet, Üsküdar'a su getirtip âbidevî bir çeşme yaptırarak, Kuzguncuk'a doğru olan mücâvir alanı da kapsayan bir şekilde o mahalli kendi adına vakfettikten sonra, bizimkiler o vakıftan arâzi kirâladılarsa, niçin kiralık bir arâziye emsalsiz bir saray inşa etsinler'di?!... Onun için muhtemelen, bu noktada da düzenbaz sultanların bir “hîle-i şer'iyye ile gasp” olayı sözkonusudur... İşte bu “târihî çelişki”, “1826 Vandalizmi”ne binâen -bir sürü tahrîfâtla- yazılmış olan “Tarih”te, Osmanlı Hânedânı lehine çözümlenmiş gibi görünmektedir. Çünki “Osmanlı”yı yaratmış olan iç dinamikler, -bütün izleriyle birlikte ortadan kaldırıldığına inanılarak- yok sayılmış, dolayısile de “görelim Osmanlı ne'yler, ne'ylerse güzel eyler!” şeklinde formüle edilebilen bir tarih mantığı dayatılmıştır... Ve bir sürü satılmış, sahtekâr ve “intihâl”ci tarihçi yüzünden de biz, “bir buçuk küsur asır”lık kadar kısa bir geçmiş için bile “arkeolojik kazı” bilgilerine veya delillerine muhtaç olmuşuzdur... Ama bu noktadan sonra artık, mızrak çuvala sığmamaktadır; ki o nokta da, “saray” gibi bir eserin herşeyden önce bir “erk” göstergesi olduğu gerçeğidir... O halde demek ki, Sarayburnu'nda bulunan “Çadırkent”in (Topkapı Sarayı'nın) simgelediği resmî “Devlet-i Âl-i Osman” erkinin dışında, bir de sivil erk vardır (vardı ve yine olacak anlamında), bu memleketin bünyesinde... Ki bu da, son aşamada Istanbul'da Dânişmendî (Bekdâşî) adıyla temerküz etmiş veya odaklanmış bulunan “Fütüvvet”in yâni Türk-Tarikat Sistematiği'nin mânevî (rûhî) erkidir... Öyle ki, aynı zamanda, hem memlekete liyâkatli adam yetiştiren bir okul, hem de bir sözleşme mercii (noterlik) anlamına gelen “Kavlîyûn” orijinli bir “mânevî otorite”dir bu iktidar... Dolayısile, “Seyfîyûn” orijinli Yeniçeri Ocağı'nın da, bilgilenme ve sözleşme yapma (kavl-i karar etme) platformu anlamına gelmektedir bu Saray, ve müştemilâtı konumundaki dergâh ve mescidler... Çünki Yeniçeriler, Hânedân'ın “hassa ordusu” değil, seferde merkezî (çekirdek) ordu görevi yapmakla birlikte, hazarda “seyfîyûn” orijini itibâriyle hem “inzibat” görevlisi, hem de “iç dinamik”lerin düzenleyicisi olan “Tarikat” sistematiğinin yaptırım gücü karakterindeydiler... Aslında Türk-Tarikat Sistematiği, dînin panteist'çe yorumu ve tatbîkâtı demekti... Ondan dolayı da, herşeyden önce liyâkat (inisiyasyon) seçilimi önemliydi onlar için; ve “Arap”ın sünnetlerinden (geleneklerinden) gelen ibâdetler, “tarikat ehli” bireyler -hele ki “mârifet ehli” seçilmişler- indinde mecbûri (farz) sayılmazdı. İnisiyatör veya kâşif (âlim) tandanslı bu seçkin insanlar, hayatı bir “keşif seyahati” olarak gördüklerinden, ve müteakip kuşakların hayatlarını da, biribirini tamamlayan keşif gezileri olarak anladıklarından, “düşünce”de metafizik bir alan kurgulamak zorunda kalmazlar, ve mitolojik bir “Sâhip” tanrı -veya Allah Baba- vehmetmezlerdi. Çünki insanlığın, birbirini tâkip eden bütün keşif gezilerinin sonunda, -insan bedeninin de dâhil olduğu- “bütün”ün (Vahdet-i Mevcûdât'ın) idrâkine ve irâdesine ulaşacağına, yani Tanrılaşacağına inanırlardı. Ve de onların “ölümsüzlük” veya “cennet” anlayışı, insanlığın Tanrı'ya doğru döşediği yola (yâni “Tanrısal Yol”a) bir “taş koymuş olmak”tan başka bir şey değildi; ki bu anlayış, bugün de -her halktan- bütün seçkin insanların üzerinde mutâbakata varabileceğı evrensel bir idraktı... Onun için de “biatçı”ların, “hükümdar'lık mercii'nin idealizasyonu”ndan başka bir şey olmayan -dolayısile “şirk”e ve “halklar arası düşmanlık”lara yolaçan- “Sâhip Tanrı” kavramıyla ve de böyle bir tanrıya yaranma ve yakarma anlamındaki ibâdet şekilleriyle bu “idrak” çelişmekteydi. Ama bu aslında, tarih öncesi (panteist zon) ile tarihî (sınıflı) toplumlar arasındaki diyalektik çelişkinin bir tezâhürü idi; ve iyi yönetildiğinde, toplumu düzenli olarak ilerleten dinamikler üretebilir, ve de tüm insanlığı sâlimen “tarih sonrası”nın “Küresel Toplum”una ulaştırabilirdi. Ki nitekim Osmanlı'nın -Kânûnî'ye kadar- her kötü koşula rağmen sürdürülebilen muhteşem yükselişi, bu diyalektik çelişkinin iyi yönetilmesiyle gerçekleştirilmişti. Çünki sultanların seçilişinde de “Tarikat” sistematiğinin “liyâkat” kriterleri gözetiliyordu... Liyâkatli (inisiye) insanlar, yani “tarikat” ve “mârifet” mertebelerine ulaşmış bireyler, “biatlı”ları, yani “şeriat” bazında kalmış olanları anlarlar ve onları idâre edebilirlerdi; ama “biatlı”lar, aralarından birini -demokratik seçimlerle de olsa- öne çıkardıklarında, veya bir liyâkatsız odakta temerküz ettiklerinde, her mihrâka bağlanabilecek ve her hâlükârda güdülebilecek korkunç bir gerici güç oluştururlardı... Nitekim, Kânûnî'nin cengâverlik hevesi yüzünden ülke, “savaşla tevhid” ve “boyundurukla Nizâm-ı Âlem” sağlama stratejisine sokulunca, körü körüne itaat eden savaşçı insan tipi, yâni “biatlı”lık önem kazandı. Ve ondan sonra da, “biatçı”lar yâni “şeriatçı”lar, “Saltanat” çevresinde temerküz edip onu, -pâdişahların, saray entrikalarıyla seçildiği- bir gerici güç odağı hâline getirirlerken, “liyâkatçı”lar veya “tarikatçı”lar zayıflamaya başladı. Kaldı ki “liyâkatçı”ları yâni “sivil otorite”yi güçten düşürmek için pâdişahlar, mollalarla işbirliği yapıp -fennî ve ilmî buluşları dîne mugâyir göstermek sûretiyle- mahâret ve mârifet sâhibi “tarikat ehli”ni, sistemli bir şekilde sürgün etmeye de başladılar... Böylece, Kânûnî'nin kapütilâsyonları ile bir nevî ambargo altına sokulmuş bulunan “Tarikat”ın “Şurbîyûn” kolu, bir de bu sürgünler vâsıtasıyla “likidasyon”a mâruz kalmış oldu. Dolayısile bu durum aynı zamanda, “Yeniçeriler”in kalitesinin düşmesine de yol açtı tabii ki... Ama neticede, 1826 yılında Yeniçeriler'in kırımı ile, “Tarikat”ın (yâni “liyâkatçi”lerin) kılıç tutan elleri kesilmiş oldu... Fakat buna rağmen, o meş'um olaydan sonra da Yeniçeri ahkâmı ve ahlâkı -uzun bir süre- “Külhanbeyi”lerin ve “Tulumbacı”ların “racon”ları şeklinde devam etti; ve mahalleler çapındaki inzibâtî görevler böyle îfâ edildi. Çünki halk, genellikle Kürdistan'dan getirilerek üzerlerine garip “üniforma”lar giydirilmiş, ve de ellerine bir “nizamnâme” tutuşturulmuş, yerleşik Türk kültürüne yabancı bekçi ve zaptiyeleri benimseyemedi... Ve aynı zamanda “Abdülmecid” saltanatının başlarına kadar, “Fütüvvet”in, Türk-Tarikat Sistematiği'nin yani “liyâkatçi”lerin ve son tahlilde “Türk Rûhu”nun timsâli olan “Kuzguncuk Palas” sarayına da hiç kimse dokunamadı. Dolayısile liyâkatli insanlar ve onların iktidar sembolü (Yalı Saray) ortada dururken de kimse, “reform” projelerini ve “ordu”yu tamamen yabancı uzman ve komutanlara havâle edemedi... İşte onun için, Sulu Saray'ın son sâhibi Müşir Osman Paşa'nın “Doğu Reformu” projesini gerçekleştirmek üzere sefere çıkarken -zehirlenerek- sûikastla şehit edilmesi, ve de Saray'ının kundaklanarak ortadan kaldırılması olayını, iç dinamiklerin tamamen bastırıldığı ve Osmanlı Hânedânı'nın yabancı devletlerin kuklası hâline getirildiği, tarihî dönüm noktası olarak kabul etmek gerekir... Ama bu noktada, Sultan Abdülmecit'in Müşir Osman Paşa'yı “Doğu Reformu” için görevlendirip -altın olarak- tahsisâtını da verdikten sonra, Paşa'nın sûikasta kurban gitmesi ve de Saray'ının kundaklanması olayının, Abdülmecid'e rağmen tertiplenmiş bir komplo'mu, yoksa Abdülmecid'in de içinde bulunduğu bir “Saray Entrikası”mı olduğu şeklinde, iyice irdelenmesi gereken bir mesele olduğu da unutulmamalıdır... Ancak ne olursa olsun Abdülmecid'in, Sulu Saray'ın yakılmasının akabinde, hem de büyük bir savaş sırasında (Kırım Savaşı), o Saray'ın verev (diagonal) karşısında “Dolmabahçe” yalı sarayını inşa ettirmesi, en azından “Kuzguncuk Palas” sarayına ve onun simgelediği erk'e karşı duyulan “psikolojik kompleks”i aksettirmektedir... Liyâkatli, “ehl-i tarik”, veya “inisiye” insanlar, “lider” çıkarmakla birlikte koordine olur ve/veya yola düzülürler... Ondan dolayıdır ki, bir ülkeyi batırmak veya kontrola alabilmek için, gerçek ve potansiyel liderleri -bir şekilde- ortadan kaldırmak yeterlidir. Çünki bu taktirde, önde giden her mahlûkun peşine takılmaya hazır kuş beyinli “biatlı”ları toparlayıp gütmek çok kolaylaşır. Ve üstelik böyle bir durumda, liyâkatli bireyler de “başına buyruk” kesilir ve biribirlerine şüphe ile bakmaya başlarlar. Çünki lidersizlik yol'suzluk, yol'suzluk da liyâkatsızlık anlamına geldiğinden, böyle bir durum zihinlerde bir mantıksızlık, veya bir “antagonizma” yaratır... Onun için şâyet bir ülkede -birileri tarafından- lider likidasyonu mükerreren gerçekleştirilirse, o zaman o ülkede en liyâkatliler bile “kalender”leşir, “rind”leşir ve hatta “paranoyak”laşırlar. Bu, bir nevi “kendini koruma reflekssi”dir aslında... İşte 1826'dan sonra, hele ki Sulu Saray'ın yakılmasından sonra -özellikle Istanbul'da- yaşanan olayın esâsı budur... Böylece pek çok liyâkatli insan meyhâne müdâvimi olmuş ve akraba aileler biribirlerine şüphe ile bakar ve de biribirlerinden bilgi ve belge saklar hâle gelmişlerdir. Ama “bekdâşi fikraları”na kaynak teşkil etmiş olan bu rindâne kültürden aynı zamanda, -arkasındaki tarihî birikim hatırlandıkça- içinde bir sırr (bekdâşi sırrı) mündemiçtir diye korkulmuştur da... Aslında gerici sultanların ve özellikle de II.Abdülhamid'in, -“çevirdiği dolaplar”ın fâş olacağı ve kendisinden intikam alınacağı evhâmıyla- kendi aleyhine bir “sırr” hissedip korktuğu potansiyel tehlike şudur: Bir inisiyatör veya lider ortaya çıktığında, bütün liyâkatliler onun yolunda birleşir (veya düzülür) ve büyük bir potansiyel güç oluştururlar; ki onun önünde hiçbir rezistans güç (gericilik, tutuculuk) duramaz. Nitekim Sultan Abdülaziz zamanında böyle bir toparlanma sözkonusu olmuş, ve Abdülaziz, Taht'a çıkışının 15. yılında entrikayla indirilip sinsi bir tertiple hunharca katledilmiştir... Ondan sonra bir de Atatürk zamanında -ne yazık ki, yine 15 yıl kadar bir süre- büyük bir toparlanma ve yola düzülme hâli yaşanmış, ve bu toparlanmayla, tüm Osmanlı Hânedânı likide edilebilmiştir... Ben bizim sülâleye dâhil ailelerin, Atatürk zamanında nasıl birleşmiş olduklarını, II.Dünya Savaşı sırasındaki çocukluğumda gördüm ve dinledim. Ama ondan sonra -yeni müşterek değer yargıları üretemeyip- nasıl dağıldıklarını ve biribirlerinden -bilgi ve belge saklayıp- nasıl gizlendiklerini de hayretle müşâhade ettim. Meğer bu dağılma ve toparlanma peryodları 1826'dan beri sürüyormuş, başa geçenlerin niteliğine göre... Bunu da büyüklerimle yaptığım müşâverelerden çıkardım... Onun için bugün, kendi hayatımdan da pay biçerek gâyet iyi görüyorum ki, bizim ülkemizdeki “biatlı”ların yâni “şeriatçı”ların koordinasyon merkezi, -kısmen Abdülaziz, ama özellikle Atatürk zamanı hariç- 1826'dan beri, daima yurt dışında oluşmuş, ve liyâkatli insanlar ezilerek ülke güdüm altında tutulmuştur. Hatta bu arada, geçmişteki liyâkatli insanların, gerçek liderlerin (inisiyatörlerin) tarihteki izleri bile, kazınıp silinmeye çalışılmıştır... Ayrıca, bizden koptuktan sonra biatçı geleneklerine sarılarak şeriat devletleri oluşturan bütün Arap ülkelerinin halleri de ortadadır. Bu ülkelerin en seçkinleri bile kişiliklerini ancak, giysi farklılığıyla ispâta çalışmaktan başka bir şey yapamamakta, ve Batılıların güdümünden kurtulamamaktadırlar. Ve de, “benim Allah Babam, senin “Baba-Oğul” tanrılarını bir gün döğer” gibi çocukça iddialarla avunarak, “Sâhip Tanrı”larına yaranma ve yakarma anlamındaki ibâdetlerine devam etmektedirler... Onun için bizim herşeyden önce yapmamız gereken iş (veya kurmamız gereken sistematik), atalarımızın -Hacı Bekdaş'ları, Yunus'ları çıkaran- “Tarikat Sistematiği”ni, bilimsel bir şekilde ihya ederek, “ehliyetli” değil “liyâkatli” insanların ayıklanacağı, “biatlı”lara geçit vermeyen bir “seçilim sistematiği'nin hayata geçirilmesidir; diyorum. Ve bu arada da düşünüyorum ki, hem yaptığı, “1826'nın rövanşı” mâhiyetindeki işlerle, hem de Yeniçeri kıyâfeti giyip resim çektirmekle, “anti-kapitalizm” ve “anti-emperyalizm” benzeri bir köklü “tarihî zihniyet”in tâkipçisi olduğunu ortaya koymuş bulunan Atatürk'ün, 15 yıllık liderlik hayatı da acaba bir suikastla mı sonlandırıldı?.. Benim çevremdeki pek çok kişi O'nun zehirlenerek öldüğü kanaatini taşıyorlardı; ki bana da bu sav aklî geliyordu... Napolyon'un yüzyıllar sonra zehirlenerek öldüğü anlaşılıyor/anlaşılabiliyor da, Atatürk'ün gerçek ölüm sebebi -şimdiki imkânlarla- niye araştırılmıyor acaba?... Hem de ortalıkta bir sürü “Atatürkçü” dolaşırken... “Yedi Düvel”in câsuslarının -182 yıldır- antrenman sahası hâline getirdiği ülkemizde, şu kadarcık bir tarihî gerçeği öğrenmeye bile gücümüz yetmez mi acaba?... Son tahlilde diyebilirim ki, bu günkü toplumsal düşüncelerimizi, -zamanında Dünya'ya “Nizam=Düzen” örneği olmuş- tarihî köklerine bağlamadıkça, bizim için bu ülkede, müstakil bir hayat hakkı sözkonusu olamaz. Ve bu “tarihî kökler” de, son satılmış pâdişahların politikalarında aranamaz... Yâni Batı'dan, Doğu'dan, şuradan, buradan alınan komaca akıllarla (politika, ideoloji ve teorilerle), Anadolu'daki Türk varlığının sürdürülebileceğini düşünenler ancak, at gözlüğü takmış -uzman, kariyerist- akademisyenlerle, gizli câsuslar olabilir. Çünki Anadolu, Dünya'nın göbeğindeki, büyük uygarlıkları doğuran, batıran veya kaynaştıran, en fırtınalı bir “anafor” bölgesidir aslında... Denizci toplumların, kendiliğinden (apriori) varolduğu sanılan [halbuki ilk başlarda “denizcilik” inisiyasyon sınavlarıyla ortaya çıkan] “birey(individual)”ine göre yapılanmış “rasyonel düzen” modelinin (Kapitalizm'in), -gemilerin tekâmül ederek güvenli hâle gelmesile- miadını doldurduğu, ve de sâdece yazılı hukukla, spekülâtif kazançların önlenip “sosyo-ekonomik” istikrârın korunamayacağı, dolayısile de “birey seçilimi”nin, düzenli olarak “değer” yaratılması için şart olduğu anlaşıldığı bir sırada, bizim hâlâ Batı'dan fikir almaya, bilgi öğrenmeye devam etmemiz, 1826'dan kalma ahmakça bir saplantıdan başka bir şey olamaz herhalde...

 

Resim 2A - 2B

Koru Köşkü:

Sermühendis Mehmet Esat Efendi, Mescid-ül Aksa'nın restorasyonuyla iştigâl ettiği yedi yıllık gurbet hayatından dönüşte (1877-80'lerde) yapmış/yaptırmış olduğu bu yazlık mekânda, hem emekliliğinin tadını çıkarmış, hem de beşinci kez baba olarak, Dünya'ya gelen yegâne kız çocuğunu (babaannem Hayrünisa'yı) bağrına basmıştır; 1881-82 (R. 1297) yıllarında... Ve bu olaydan beş yıl sonra da -65 yaşında- vefat etmiştir... Sözkonusu Köşk, “selâmlık”, “harem” ve “hizmet” daireleri şeklinde üç kat olarak inşâ edilmiş, ve de her daireye mahsus müstakil giriş kapıları açılmıştır; ki onun için de “üç katlı, üç kapılı köşk” diye karakteristik kazanmıştır... Ayrıca, o zamanki bütün konaklarda olduğu gibi, bahçesine bir de “fırınlı mutfak” müştemilâtı yapılmıştır... Babaannem Hayrünisa Hanımefendi, hem çocukluk anılarındaki intibalarına, hem de annesinin ve abilerinin anlattıklarına binâen, babasının eğlenceyi seven “nekre” bir insan olduğunu, ve Terkib-i Bend yazarı Ziya Paşa ile de yakın dost olduğunu, onun için de Ziya Paşa'nın, sık sık kayıklarla, karşı yakadan saz heyetleri ile Köşk'e geldiğini, ve en üst kattaki “selâmlık”ta sabahlara kadar meşk ettiklerini anlatır dururdu... 1946-47 yıllarında, Ziya Paşa tarafından babasına hitâben yazılan manzum mektupların, Erenköy'deki yeğenlerine ait bir ahşap köşkte çıkan yangınla kül olduğunu öğrendiği zaman Babaannem'in kapıldığı teessürü hiçbir zaman unutamam...

 

Resim 3

Beyaz Yalı:

Babaannem Hayrünisa (Güran) Hanımefendi, âbilerinin yardımıyla -ve biraz da Büyükbabam Ahmet Suphi Gürânî'nin parasal desteğiyle- ve de projesi tamamen kendine ait olmak üzere 1912 yılında yaptırmıştır bu yalıyı... 1971'de elimizden çıkmadan önce, altında bir de kayıkâne bulunmaktaydı... 1950 yılında yapılan tâmiratla tamamen beyaza boyandığı, ve o sıralarda, hemen hemen bütün ahşap yalılar da, kararmış tahta renginde olduğu için, kendisi “Beyaz Yalı” diye işâret ve târif edilir olmuştu... 1950'den önce, bütün Savaş yılları ve sonrası boyunca, Devlet'in ve Millet'in âlî menfaatlerini kollamak -ve de İnönü'nün dış politikadaki beceriksizliğini telâfî etmek- için, resmî kaçakçılıkta kullanılmak üzere, “Kaçakçı Mahmut” diye tanınan bir zât'a kiralanmış, ve böylece de, Istanbul'un en mübrem ihtiyaçlarının -Mısır, Beyrut ve Kıbrıs'tan tedârik edilerek- karşılandığı bir iskele şeklinde görev yapmıştır. Çünki rıhtımının su kesimi, en yüklü takaların bile yanaşabileceği derinlikte, su üstü kısmı da, kolayca “tahliye” yapılabilecek alçaklıktadır... Detay için burayı tıklayınız

Resim 4A - 4B

Kiremitçi Ahmet Çelebi Camii:

Düzenbaz Halife Sultan II.Abdülhamid tarafından, orijinal vakfiyenin -emir ve/veya irâdesine rağmen- saklanamayacağı ihtimâline binâen, ve de tamir ettirme bahanesiyle kendi vakfına mâledilen (veya âmiyâne tâbirle araklanan) Hasköy'deki bu Cami, aslında, Yeniçerilerin ve “Şurbîyân (esnaf ve zenaatkârlar)” kolunun, daha sonra da “Bekdâşî” denilenlerin devam ettiği bir cami idi... Eser, “vakfiye”sinin düzenlenme tarihi olan 1549 (H.956) yılından önce ve muhtemelen Ahmet Çelebi tarafından bizzat inşâ edilmiştir. Çünki kendisi, “teknik okul” açacak kadar teknolojiye yâni “fen”lere vâkıf bir insandır... Câmi'nin “tak” şeklindeki avlu girişinin üstüne yazdırılmış olan künye, yapılan sahtekârlığı ve dolandırıcılığı ayan beyan ortaya koymaktadır... Çünki vakfiyesini 956 yılında yazdırmış olan Kiremitçi Ahmet Çelebi, nasıl olur da camisini 860 yılında -yani 96 yıl önce- yaptırmış olabilir?... Detay için burayı tıklayınız

Resim 5

Bir “Resmî Gasp” Âbidesi:

Düzenbaz Halife Sultan II.Abdülhamid zamanında kundaklanıp yağmalandıktan sonra, bir takım nüfuz sâhibi muhtekirler tarafından sâhiplenilerek üzerine Karaköy Palas binâsı inşâ edilen, İmâm-ı Sultan Mevlâna Bekdaş Efendi Vakfı'na ait hamamlar mahalli... Bu hamamların esas günâhı(!), Yeniçerilerin (ve de Bekdâşîlerin) ahkâmını -ve ahlâkını- “racon” olarak sürdüren “Külhan Beyi”lerinin iş yeri (ekmek kapısı) olmalarıydı... “İstikrarlı Çürüme/Çürütme” politikalarının mûcidi olan II.Abdülhamid, işlediği bu cürümler muvâcehesinde, sözkonusu vakfiyelerdeki beddualara uygun şekilde, hem “zillet” yaşayarak “menfâ”da ölmüş, hem de bütün torunları yurt dışında sürünmüşlerdir... O'ndan yaklaşık yarım asır sonra, Mevlâna Bekdaş Efendi'nin, vakfetmiş olduğu Karaköy'deki esnaf mescidi ile, Ayvansaray'daki türbesi üzerinden yol geçirip bu -maddi ve mânevî- değerleri yok eden Adnan Menderes de aynı âkıbete uğramış, ve kendisi, bulunduğu yüksek iktidar mevkiinden azledilip, “ip”te can vermekle birlikte, çocukları da hayâtî kazalara dûçâr olmuşlardır. Hem de kendisine, günaha gireceği söylendiği halde... Ben, O'nun bu umursamaz, pervâsız ve hoyrat tavırlarından dolayı, ya kendisi bir Alevî düşmanı idi, ve Bekdaş Efendi adını duyunca dedemi de Alevî sandı,yahut da bir Âyan çocuğu olarak bilinçli bir “gizli Abdülhamidci”ydi diye düşünüyorum...Detay için burayı tıklayınız

Resim 6

Âgâh Efendi Dergâhı ve Mescidi:

 Atatürk devrimlerine uyarak ortadan kaybolan (veya, akîdelerinin bilimsel versiyonu ile tekrardan zuhûr etmek üzere sırr olan) Türk-Tarikat Sistematiği'nin -Eyüp'deki- son ve en namlı irşâd yuvası... Aynı zamanda, Mevlâna Bekdaş Efendi Vakfı mütevellilerinin, ve de bu cümleden olarak büyük dedem Mehmet Esat Efendi'nin gömülü olduğu mekân... Anadolu'dan gelen Alevî'lerin -mistik bir yönelimle veya yönlendirilişle- ziyâretgâh hâline getirmelerine rağmen, Atatürk ilkelerine sâdık kalınarak sâhip çıkılmayan ve Devlet'in yeddinde bırakılan tarihî eser... Ne yazık ki, resimde görüldüğü gibi, hîle-i şer'iyye ile, “Tarikat” adıyla icrâ-i faaliyette bulunan “Nakşibendî” nâm taifenin eline geçmiştir... Tabii ki bu sahtekârlıkta, dîni “oy oltası” olarak kullanan politikacıların rolü büyüktür... Politikacı kisvesine bürünen bir takım “herif-i nâşerif”ler, böyle mekânların mistik havasından yararlanarak halkı efsunlamış ve Devlet'i -büyük çapta- ele geçirmişlerdir, maalesef... Halbuki 1826'dan evvel, pâdişahların bile gücü yetmezdi böyle bir dolandırıcılığa... O zamanlar her gelenin Istanbul'da tekke açması, post kapması mümkün değildi, Türk-Tarikat Sistematiği'nin (ve tabii Yeniçerilerin) rızâsı hilâfına... Konya'lı Mevlâna'nın bile, “Hânedân”dan ve “Yüksek Bendegân”dan bir çok müritleri olmasına rağmen, mekânları gâyet mahduttu... Ancak ne var ki, -Külhânî bakiyesi büyüklerimden de duyduğum gibi- bütün bu tür bozukluklar, Yeniçeri Ocağı'nın lâğvedilmesiyle (yani “Seyfîyûn”un ilgâsıyla) birlikte, Istanbul'a “dikti-baba” tekkelerinin doldurulmasıyla başladı... Ama herşeye rağmen, politik oyunlara âlet olmayan ve büyük zulüm gören “Liyâkatçı”lar, politikaya “râm” olan “Biatçı”ların da, -popülist- politikacıların da, bilimsel olarak mutlaka üstesinden gelecektir, bir gün...

Ali Ergin Güran- 06/11/08