“KUZGUNCUK PALAS: ÖZGÜR EMEK ÂBİDESİ”ni Nisyândan Kurtarmak...
Bilindiği gibi kapitalist zihniyet, “mutlak zaman” varsayar, ve “para” adındaki mübâdele aracına da “mutlak değer” atfetmeye çalışır. Ama “kriz” adını verdiği zaman dışı anaforlara (anakronizme) düştüğünde de, saati yeniden âyarlayıp, parayı yeniden değerlendirecek bir “tanrı-kral”lık mercii (devletçilik, mutlakiyetçilik) arayışına girer... Halbuki bizim, Dânişmendiye kökenli “özgür emek düzeni”nde ise, “zaman”ı da, “değer”leri de yaratanın, insan olduğu bilindiği, ve toplumsal düzen de inisiye (liyâkatli) insan seçilimine dayandırıldığı için, bunu bozan totaliter (mutlakiyetçi) rejimler, “anakronizm” anlamına gelir... Tarihe bu açıdan bakılınca da anlaşılır ki, 1826'dan sonraki, -bizi Batı kapitalizmine bağlayan- “Osmanlı” mutlakiyeti aslında, “anakronizm”in geometrik çoğulu veya karesi olmaktadır. Ve onun için de, tarihimizin en muhteşem gerçeklerini bile koyu bir karanlığın içine, veya büyük bir enkâzın altına gömmektedir/gömmüştür... Ancak ne var ki, Doğu Roma (Bizans) fâtihi olan, dolayısile bir zamanlar “Greko-Roman Dünya Düzeni”ni aşmış bulunan biz Türklerin, ve tüm insanlığın bugünkü esas probleminin (ve/veya açmazının) çözümünün ipucu, “Yukarıdaki resimde görülen mekânda -Sulu Saray veya Kuzguncuk Palas diye anılmış olan- bir Yalı Saray varmıydı, yokmuydu?” şeklinde gâyet basit bir “ikilem”e indirgenmiştir artık... Onun için, bundan sonra “psikolojik savaş” taktikleriyle, “câsusculuk” oyunlarıyla ve de “yapay gündem” tertipleri ve mugâlâtalarıyla esas meseleyi (problemi) gizlemeye veya ertelemeye çalışmak kolay olmayacaktır... Doğru ya, bu “saray”ın mevcûdiyeti ortaya çıktığında, herkes bunun bir sultanlık veya beylik sarayı olmadığını hemen anlayacak, ve sonra da bunun bir “kapitalist zengin”e ait olup olmadığını düşünecektir. Ama hemen sonra da, “bir kapitaliste ait olsaydı, sâhipleri Batılı'larla entegre olup Osmanlı Hânedânı'nı düşürür veya güdüme alırlardı” diye fikir yürütecektir... Dolayısile, Batı kapitalizminin Osmanlı ile ittifak kurarak bu “saray”ı kundaklattığı şeklindeki tarihî gerçekler ortaya çıktığında da anlaşılacaktır ki, sözkonusu “saray”, “özgür emek” kavramını sembolize eden bir -ve yegâne- âbidedir aslında... Yâni, bambaşka bir “sosyo-ekonomik” zemîne oturmaktadır. Ki bu zemîn de, “evkaf” sistemi şeklindeki bir ekonomik “alt-yapı” ile, bunun, “inisiyasyon (liyâkat) seçilimi”ne dayalı sosyal “üst-yapı”sından müteşekkil bir “Nizâm-ı Âlem” düzenidir aslında... Ve “mal(para)”ın da, “mülk”ün de, liyâkatli kişilerce -sâdece- tasarrufuna izin verilen böyle bir düzende de, sözkonusu “Saray”, muayyen vakıfların evlâdına ait bir “lojman” veya liyâkatlilerin yönetiminde kullanılacak bir “devre mülk” anlamına gelmektedir. Ve onun için de, “1826” olayı aslında, bir “Küresel İnsanlık Düzeni” projesinin, “kapitalizm” ve işbirlikçisi “Osmanlı Hânedânı” tarafından fiilen ve fikren tahrip edilip anlamsızlaştırılması demektir. Çünki bu menfur olaydan sonra, her mahallî zorbaya “âyan” adı altında şahsî mülk edinme hakkı, her tefeciye ve spekülâtöre de, “sermâyedar” adı altında şahsî mal kullanım özgürlüğü tanındığı halde, Osmanoğulları'nın yaptırdığı sarayları da, hükümrân olduğu toprakları da, hazînesi de hiçbir zaman hiçbir pâdişahın şahsî mülkü sayılmamış, ve en sonunda da -Cumhuriyet'le birlikte- “kamu”nun zimmetine geçirilmiştir... Yâni Osmanoğulları, son zamanlarında, ne yaptıklarının -bile- farkında değillerdir. Onların -son zamanlarındaki- tek amacı, her ne pahasına olursa olsun, “hükümdar”lık görünümlerini ve alışkanlıklarını korumaktır aslında... Onun için de farkına varmadan memleketi kapitalistlere peşkeş çeker hâle gelmişler, ve daha da kötüsü, memleketin aç gözlü “câhil-cühelâ”sına bu politikalarını benimsetmiş ve/veya miras olarak bırakmışlardır. İşte bugünkü, -Türkiye'nin varlıklarının şahsî mülk hâlinde bölüşülerek pazarlandığı- “demokratik mezat” rejimi, böyle bir mirasın tezâhürüdür... Yâni son tahlilde denilebilir ki, Kânûnî 16. yüzyılda, hem “ticârî kapitülâsyon” vermek, hem de -kapitalistleri kutsayan- protestanlığın yayılmasına göz yummak sûretiyle Batı kapitalizmini nasıl “emperyalizm” aşamasına taşıdıysa, II.Mahmut da, “1826” vahşetiyle “özgür emek” kavramını ortadan kaldırmakla, daha doğrusu insanı ve onun bütün “eser”lerini yaratan “kozmik emek”i, tanım dışı bırakıp tanrılara atfetmekle, “Kapitalizm”in, -“evrensel”lik iddiasına tırmanan- “Globalizm” versiyonuna yol açmıştır aslında... Hem de memleketi, “özgür emek” gücünün savunmasından mahrum bırakarak kolayca parçalanıp yutulabilir hâle getirmek sûretiyle... Daha doğrusu özetle, Osmanlı, “saltanat”a alışınca, “ne oldum delisi” veya “saltanat budalası” hâline gelerek bindiği dalı (yani özgür emeğe dayanan iç dinamikleri) kesmiş ve/veya budamış, sonra da yabancı devletlerin kucağında, memleketi -idâre ediyorum diye- “kapitalizm”e peşkeş çekmiştir. Ve en sonunda da, çocuklarının eğitimini, “savaş hâli”nde bulunduğumuz ülkelere (meselâ Avusturya'ya) havâle edecek kadar kendini kaybetmiştir... Ondan sonra da insanlık, proleterlerin ve toprak kölelerinin örgütlenip bilinçlenerek “kapitalist” denilen “modern tanrı-kral”ları devirecekleri ve doğru-dürüst bir “insânî düzen” kurulmasına önayak olacakları yolundaki -peygamberce- bir ütopi (Komünizm) uğruna bocalayıp durmuştur... Çünki kapitalizm, denizcilik yaparak hayatta kalmayı başarabilmekle “inisiye” olmuş, yâni “seçkin”liğini ispatlamış bireylerin, -kolayca taşınıp saklanabilen bir araç olarak tedâvüle giren- “para” vâsıtasıyla toplumsal “artı-değer”den hisse alarak, “tanrı-kral”ların “artı-değer monopolü”ne son verdikleri bir tarihî kırılma döneminin “Dünya görüşü” veya zihniyetiydi aslında... Dolayısile bu zihniyetteki bireyler için, -bir “idealizasyon” olarak tasavvur edilen “tanrı”ları saymazsak- Dünya'da kendilerinden başka insan yoktu; ve onun için de başka tür bir düşünce sözkonusu olamazdı. Köleler ve sonra da “proleter” anlamıyla ortaya çıkan işçiler, sâdece kendilerine hizmet etsinler diye -tanrılar tarafından- yaratılmış mahlûklardı; yâni bir bakıma onların mallarıydılar; ki zâten, kantitatif üretim (çoğaltma üretimi) yapan her emek de, değişim ve/veya dolaşım değerine sâhip bir “metâ” idi, aynı zamanda... Dolayısile de, kapitalistlerin malları üzerine, onların “serbest alış-veriş” prensipleri dışında -mesela “işçi”ye “özgür irâde” hakkı tanımak gibi- bir fikriyât oturtmaya kalkmak, her hâlükârda indirgenmeye mahkûm beyhûde bir çabaydı. Bu yüzden “devrim” adı altında sâdece, peygamberce kehânetler ve vaadler ileri sürülerek emekçi kitlelerin isyan ettirilmesi sözkonusu olabilirdi. Ki nitekim Komünist'lerin bütün çabaları da bundan başka bir işe yaramamıştır... Demek ki “kapitalizm”, denizcilik imtihanlarıyla “inisiye” olarak temâyüz ettikleri halde, bunun bilincine varamayıp kendilerini, “apriori” (kendiliğinden) varolmuş -veya gökten zembille inmiş- birey veya “individüal” sayan, para (kapital) ve köle sâhibi insanların zihniyetidir. Bu zihniyetin yaratıcıları, kadîm kastî uygarlıkların birikimlerinin sonuçlarını, pratik ve şifâhî bilgiler şeklinde görüp duyarak -taklîden ve ezberleyerek- devralmış, ve de bunlara dayanarak ücrâ kıyılarda, koylarda şehir devletleri (Grek siteleri) oluşturmuş bir tür “Robinson”lar veya “korsan”lardır aslında... Onun için, “Mısır” gibi, “Sümer” gibi kadîm kara uygarlıklarının nasıl kurulduğunu, ilk “tanrı-kral”ların ve “inisiye râhip”lerin nasıl yetiştiğini bilmediklerinden dolayı, elde etmiş oldukları pratik bilgilerin istihsâli hakkında hiç bir fikir yürütemiyorlar, ve hatta bu hususta duyduklarını, “mistisizm” diye yaftalayarak, “felsefe” kategorilerinin en arkalarına itekliyorlardı. Halbuki bunların çoğu, “panteist zon”u aşarak bireyliği ispatlama (inisiyasyon) pratiklerinin sembolik anlatımı ve gösterimi (ritüeller) olmaktan başka bir şey değildi; ve de açılımları gâyet bilimseldi... Demek ki “kapitalizm”, daha ilk çıkışında, geçmişinden kopuk olarak doğmuş, ve/veya hâfızasını kaybetmiş bir “yaratık” olarak hayata başlamıştır. Dolayısile, geçmişini veya sebeb-i hikmetini bilmeyen bir “zihniyet”in, kendini aşabilmesi veya kendini aşabilecek bir “bilinç”i kabul, ve hatta tasavvur edebilmesi de mümkün değildir. Onun için de, açmazlara düştüğünde daima, -genel kanılardaki veya temel propozisyonlardaki- sebeplerle sonuçların yerlerini değiştirmek sûretiyle “idâre-i maslahat” etmektedir; ve bu hususta dinleri de gâyet güzel manipüle ederek kullanmaktadır... Mesela Protestanlığın çıkışı, insan aklının ve mantığının, en büyük “alt-üst” oluşlarından veya edilişlerinden biridir. Çünki o zamana kadar, Tanrı'nın seçkin kullarının zengin (kapitalist) olabileceği kanısı yaygınken, Protestanlıkla birlikte, -bir şekilde- para birikimi elde edebilen herkes “seçkin” sayılmaya başlamıştır; hem de Hz.İsa'nın, -para kazanmayı ibâdetten önemli gören- “paragöz” Yahudilere karşı gösterdiği tepki, gâyet açık olarak İncil'de yer alırken... Ve böylece de, İsevî'likte ortaya çıkan -Yahudiliğe dönüş anlamındaki- irticâi protest akımlar vâsıtasıyla “kapital”, sâhibinden bağımsız olarak kutsanmıştır... Ve ondan sonra da, “kapital”i ve “işçi”leri olan “ne idüğü belirsiz” insanlar arasında, sâdece dînî (mistik) argümanlara ve meşrûiyete binâen kurulan zımnî bir “soygun anlaşması” üzerinde, -giderek kendine mahsus kuralları ve/veya mantığı oluşan- bir “Kapitalizm” ideolojisi geliştirilmiştir. Bu açıdan bakılınca açıkça anlaşılır ki, “kapitalizm” ideolojisinde, “soyulanlar”ın fikriyâtı veya düşüncesi diye bir şey sözkonusu olamaz. Dolayısile de, onların “eleştiri” dedikleri “fikriyât metodu”nun, sâdece “tashih” olarak bir anlamı olabilir; yoksa eleştiriyle bir yerlere varmak, kalitatif gelişim sağlamak mümkün değildir. Onun için de, işçi sınıfının görüşü veya teorisi filân diye ileri sürülen fikirlerin, “isyan etmemek için, gerekli talepler manzûmesi” olmaktan öte bir anlamı yoktur...
“EVKAF MEDENİYETİ”ne Hafriyyât...
Halbuki biz emeğin, “iş” ve “kozmik emek” bileşenleriyle birlikte objektif olarak değerlendirildiği, dolayısile de “mal(para)” ve “mülk”lerin, “liyâkatli(inisiye)”lerin tasarrufuna bırakıldığı bir “evkaf medeniyeti” kurmuştuk. Ki bu oluşum, Yudeo-Greko-Romen Kapitalizmi'nin “anti-tez”ini içinde barındırıyordu. Nitekim Dünya'ya nizam veren koskoca Roma İmparatorluğu'nun bakiyesini bu sebepten dolayı fethedebilmiş ve târihe gömebilmiştik. Ama Osmanlı, Kânûnî'nin 46 yıllık hükümdarlığı ile başlayan “gösteriş” ve “cengâverlik” tutkusu yüzünden, “fetih” akîdesini unutup istîlâcı, yağmacı hasımlarına benzemeye başlayınca, bu gidişât tersine döndü. Ve “1826”da, II.Mahmut'la başlayan ihânet sürecinin sonunda da, 11. asırda Dânişmendiye'den itibâren geliştirmiş olduğumuz -ve tarihî bir sentezi ifâde eden- Küresel Uygarlık (Nizâm-ı Âlem) anlayışımızdan ve zihniyetimizden eser kalmadı/bırakılmadı. Öyle ki, gençliğinde Yeniçeri kıyâfetine heves etmiş, Türk tarihine büyük ilgi duymuş bir Gâzi Mustafa Kemal bile, gerçek uygarlık tarihimizle ilişki kuramamış, ve o yüzden de, kendinden sonra gelenlerin, -“hain Osmanlı”nın kazandırmış olduğu alışkanlıkla- Batı'nın dümen suyuna girilerek bir ilerleme kaydedilebileceği ve Batı'nın geçilebileceği zehâbına kapılmalarını önleyici tedbirler alamamış, doktrinler geliştirememiştir... Onun için, babam M. ORHAN GÜRAN'ın, bize bir çok büyük vakıf bırakmış atalarımız hakkında söylediklerini -uzun zamanlar boyu daima düşünüp tatbîke çalışmakla birlikte- şimdi çok iyi anlıyorum... Kendisi bana, “Hiçbir ideolojiye ve fikriyâta kapılmadan yolunu (metodolojini) bulabilirsen, ancak o zaman, bu atalarını anlayabilirsin; ki o taktirde de gerçek bir keşif yapmış ve/veya mârifet göstermiş olursun.” mealinde öğütler verir, ve ardından da “Aksi taktirde, sırr olmuş (zamanlar dışına çıkmış) orijinal (veya panteizmle ilgili) tarihî oluşumlara, -aceleyle- onları gizleyen platformu eşeleyip delerek ulaşmaya kalkarsan, bindiğin dalı kesmiş gibi olur ve başına çok dert açarsın.” gibilerinden uyarılarda bulunurdu... “1826” olayının kronolojik tarihten (mantıkî “ilerleme” ve “gerileme” süreçlerinden) bir “kopuş” olduğunu, dolayısile bu olayın öncesine, ancak -paradigmaları irdeleyip değiştiren- bir “keşif”le ulaşılabileceğini, bu ifâdelerden daha iyi anlatabilmek kolay değildir herhalde... Ben kendisine, sözkonusu sırrı ortaya çıkarıp çözeceğime kuvvetle inandığımı ifâde ettiğim bir gün, O'nun bana, “... belki ama benim ömrümün yetmeyeceği bir zamanda...” dediğini hiç unutmuyorum... Ama buna rağmen ölünceye kadar ketûmiyetini muhâfaza etti, ve hatta son olarak -teyit ettirmek için- sorduğum “Âgâh Efendi Dergâhı'nın bizim sülâleye mi ait olduğu...” yolundaki soruma, ölümünden sonra verilmek kaydıyla -bana- yazmış olduğu mektupta cevap verdi... Bu mektubu MİT'çiler de gâyet iyi bilirler; çünki sözkonusu mektup, benden önce onların eline geçti. Bana ise çok sonraları, mektubun bozuk bir “foto-kopi”si ulaştırıldı... Resmen “tecrit”te veya “blokaj”da tutulduğumun delili olan bu tablo, -benim, köküne kadar yerli bir fikriyâta sâhip olduğum gözönüne alındığında- MİT teşkilâtının (Milli İğtişâş Teşkilâtı'nın), bağımsız ve milli olmadığının da açık bir göstergesi sayılmalıdır aynı zamanda... Çünki bir ülkedeki devlet istihbârat teşkilâtı, o ülkedeki -“id” seviyesinde “ego”ya (bebek egosuna) sâhip- “geri zekâlı”ları örgütleyerek, “birey” veya “liyâkatli” insanları -en yakınlarından- blokaja almakla bir mârifet yapmış sayılamaz. Bilakis bu şekilde, kendine bağlı özel örgütler tertipleyerek başına buyruk kesilen “memur” veya “ajan”ların türemesine sebep olunmakla birlikte, aynı zamanda bunların, impulsif etkileşim ve “alış-veriş” ilişkileri içinde, farkına bile varmadan güçlü yabancı mihraklara bağlanmalarına da yol açılmış olunur. Halbuki devlet istihbârat örgütlerinin, ülkenin, -özgün- iç dinamiklerini, dolayısile hayâtiyetini ve bağımsızlığını koruyabilmesi için, bunları ifâdelendirecek birey insanlara, fikir ve ifâde özgürlüğünün yollarını açması iktizâ eder... Yâni aslında, istihbârat örgütlerinin yönetimi için de, -herşeyden önce- yabancı ideoloji ve felsefelerle beyni yıkanmamış “birey”lere, dolayısile bunların “seçilim (inisiyasyon)” sistematiğine ihtiyaç vardır...
Pratik İçinden METODOLOJİ'nin Çıkışı:
Üniversitelerde “Kürsü Baronları”na Biat Etmemek...
60'lı yılların sonlarına doğru, “siyâset”in üniversitelere girmesiyle, matematik ve fizik gibi “pure bilim” dallarında bile “kürsü baronları” türeyince, ben bunlara “biat” etmeyi reddederek akademik hayattan ayrıldım... İçimde korkunç bir isyan duygusu vardı. Çünki ben babamla, küçüklüğümden beri yaptığım tartışmalar sonucunda, matematiğin (teorik fizikle birlikte), Tanrı'nın kelâmı olduğu, dolayısile bu kelâmı iyi anlamakla, Tanrı'nın sırrına erilebileceği şeklinde bir kanıya kapılmıştım. Onun için herkesin, bu hâlisâne arzumda bana -babam gibi- müzâhir olacağını zannediyordum. Ama baktım ki üniversitelerdeki gerçekler hiç de öyle değil... Bir defa heveskâr genç insanlara, istedikleri, seçtikleri “tez”leri yaptırmıyorlar. Kaldı ki bilim adamı formasyonundaki değerli hocalara da, kendilerinin seçtikleri (cevher gördükleri) gençleri yetiştirmelerine -bir şekilde- izin vermiyorlar... Bir “şebeke” şeklinde idârî işleri ele geçirmiş ve politikacılarla da dirsek temâsı kurmuş olan bu “kürsü baronları”, herşeyden önce kendilerine biat edercesine bağlanabilen liyâkatsiz gençleri seçip, onlara kendi bilimsel(!) çalışmalarının -parça, parça- taşeronluğunu yaptırıyorlar. Sonra da onlara, “harc-ı âlem” bir konudan, -bilim dünyasındaki- kimsenin uğraşmaya tenezzül etmediği çok spesifik bir problemi hallettirerek veya herkesin angarya gördüğü araştırmaları yaptırarak sözümona (yâni sıfır prestijli) kariyer kazandırıyorlar... Diğer yandan gerçek bilim adamı olup da, kendisi gibi bilim adamı yetiştirmeyi arzulayan hocaları da, bir yerde fazla kalıp bir “ekol” oluşturmasınlar diye -onlara iyilik yaparmış gibi, yüzlerine güle güle- dolaşıma tâbi tutuyorlar... Mesela ben, Cahit Arf tarafından -daha- ikinci sınıftayken, Masatoşi (Gündüz) İkeda tarafından son sınıftayken, daha sonra da Cengiz Uluçay tarafından, yetiştirilmek üzere asistan olarak seçildiğim halde, hiç biriyle bir veya bir küsur seneden fazla bir arada kalamadık. Ve en sonunda, “kürsü baronu” dediklerimden biri, bana açıkça “Ali, bu memleketin çok sivri az adama değil, az sivri çok adama ihtiyâcı var” diyerek, politikacılarla varmış oldukları zımnî anlaşmayı deklare etti; veya kustu... İşte bu durum muvâcehesinde, 1967'nin sonbaharında, balığın baştan koktuğunu, artık bu memleketin gerçek bir tanzîmâta (düzenlemeye) ihtiyâcı olduğunu anladığım, ve de bilim yapmadan bilim adamı kisvesiyle dolaşıp politika yapamayacağım için akademik hayattan ayrıldım. Ve sonraki süreçte de, “az sivri çok adam” yetiştiren üniversitelerin nasıl çoğaldığını, ve çoğaldıkça da nasıl ortaokul seviyesine düştüğünü ve düştükçe de nasıl “İmam Hatip”liler için (yâni nass'lara saplanmış ve sertleşmiş “taş kafa”lar için) câzibe merkezleri hâline geldiğini ibretlik bir olay olarak izledim...
Kerim Sadi İle Buluşma ve KATKI'nın Çıkışı:
Üniversitelerden ayrılmakla bu sefer de, her türlü ifâde aracının mubah sayıldığı, “sokak politikası”nın labirentlerine sürüklenmek tehlikesiyle karşı karşıya kaldım. Neyse ki kısa zamanda KERİM SADİ ile tanışmak şansını yakaladım... Babamınkine benzer mülâhazaları veya öğütleri, -“siyâsî taktik” kuralı olarak- Kerim Sadi'den de dinledim... O da mealen şöyle derdi: “Ortalığın karıştığı veya siyâsî hesaplaşmanın yaklaştığı dönemlerde, şâyet hiçbir akımın veya örgütün içinde değilsen, mutlaka müstakil bir tavır alıp ses çıkarmalısın. Aksi halde kendini, başkalarının belirleyeceği bir akıma veya örgüte angaje olmuş veya edilmiş halde bulursun... Kaldı ki, böyle bir angajmandan kurtulsan bile, kendini câsuslar pazarında satışa arzetmiş bir oportünist durumuna düşersin.” Ve de eklerdi: “Hem zâten -şâyet orijinal temeli veya kökeni varsa- özgün fikriyâtını veya metodolojini de ancak böyle geliştirebilirsin.”... Kerim Sadi, Marksist anlamda samimi bir komünistti; ama onun inancı, bilime rağmen bir tercih anlamına gelmiyordu. Yâni bağnazca bir “ideolojik saplantı” içinde değildi. Ondan dolayıdır ki benim, “insan hakkında bilimsel bir teori kurulabilmesi için mutlaka, hayvanla olan farkını somut olarak tespit etmek gerekir” anlamındaki tezimi ilgi ile karşılamış ve hatta tartışma gündemlerine dahi getirmişti... Diğer yandan Sovyetler Birliği'ne saygılıydı; ama Lenin'in, “zor kullanarak Duma'yı basıp, Devlet'i ele geçirme” taktiğinin başarı kazanmasını tamamen şansa bağlıyordu. Bu taktiği, teorinin determinizmine uymayan mantık dışı bir olay olarak görüyor, ve Lenin'in böyle bir karar almasını da, frengi hastalığından mütevellit bir cinnet hâlinin mahsûlü şeklinde yorumluyordu. Ki böylece de Lenin'i bir peygamber gibi görmediğini açığa vurmuş oluyordu... 15-16 Haziran 1970 olaylarını birlikte izledikten sonra Kerim Sadi hoca, “artık müstakil bir dergi çıkarmanın zamanı geldi” dedi. Aslında yazılarını bir çok dergi ve gazetelerde -muhtelif takma adlarla- yayınlatabiliyordu. Ama gelinen kritik noktada artık kendisinin (isminin), yazı verdiği dergilerin esas sâhibi olan siyâsî hiziplerce kullanılabileceği ihtimâline binâen tedbir almak istiyordu. Çünki yaptıkları “toplum mühendisliği” ile koskoca kitlelere bile yön ve şekil vermeye kalkan bu hiziplerin hepsi de, aslında bir “darbe” tertîbinin peşindeydiler; dolayısile de herkesi, kendilerine angaje olmuş gibi göstermek, onların taktiklerinin bir îcâbı olmaktaydı... Bütün siyâsî hizip veya grupların ortak karakteristiği olarak “toplum mühendisliği”ni tesbit edince, bunların hepsine karşı nasıl bir “taktik-tez”le çıkılacağı husûsu da netleşmiş oldu; ki böylece de, uzun süredir devam etmekte olan “işgal-boykot hareketleri” gibi bir fiilî durumun, “işyeri konseyleri” şeklinde müesseseleşmesinin desteklenmesi tezi ortaya çıktı... Bu güncel ve taktik konu hâricinde sunulacak tarihî, teorik veya soyut yazıları da, son karar mercii olarak Kerim Sadi redakte edecekti... Derginin ismini, -matbaacı, hikâyeci- Bekir Yıldız'ın evinde, kadîm arkadaşım Utku Güngen, Kerim Sadi ve ben, KATKI olarak kararlaştırdık...
Atılan “Çengel”lerden Kurtulmak...
Bu durumun Bâbıâli'de duyulması üzerine, bir çok şöhretli edebiyatçı ve yazar benimle temâsa geçerek, kendilerinin de bu yayına katılmak istediklerini belirttiler. Ama Kerim Sadi'nin son ve en yetkili redaktör olmasını kabul etmiyorlardı. Bunun üzerine ben bir uzlaştırma denemesi yaptım; ama Hoca, “son redaktör” olma iddiasından vazgeçmedi... En sonunda, ötekiler de iddialarını sürdürünce, içine girdiğim kısa bir kararsızlık ve düşünme döneminin akabinde, -Derginin duyurulmasının ve satışının engelleneceğini bile bile- tercihimi Kerim Sadi'den yana kullandım; ve Dergi, 15 Eylül 1970 tarihinde aylık olarak yayına başladı... Ama yine de başka grup ve kişilerin tasallutundan kurtulamadık... Mesela, bizimle hemfikir görünerek Dergi'nin ilk sayısına “Başlarken” yazısını yazmış olan Abidin Nesîmi, beni farklı düşüncelerden kişilerle tanıştırmak için -âdeta- seferber oldu. Ki bu arada, o zamanlar pek popüler olan İdris Küçükömer ile, kendisinin İstanbul Üniversitesi'ndeki makâmında buluşturduğu gibi, -aynı fikriyâttanmış gibi görünen- Mahir Kaynak ile de bir araya getirmek için çok uğraştı. Fakat ne hikmetse, en sonunda, bana üniversite öğrencisi olduğunu söyleyen bir genç gelerek, Mahir Kaynak tarafından gönderildiğini, kendisinin benim için “matrikslerden anlayan bir o vardır bir de ben, onun için Ali ile iyi anlaşırız, gelsin de görüşelim” dediğini iletti... Esâsında bu “Matrix” bilgisi veya konusu, benim sırtıma bir çok angaryanın yüklenmesine sebep olmuş ve başıma çok dert açmıştı. Onun için bu uğursuz konuya çok gıcık olmuştum; ve hâlâ da gıcığım... Mesela, Ortadoğu Teknik Üniversitesi'ndeyken açılan bir ihâlede (kollokyum'da) ortaya yatırılan matriks problemini, iddia üzerine -ve de diğer katılımcılarla alay ederek- bir gecede çözmüş, ama akabinde, bunun, Erdal İnönü'nün profesörlük çalışmasının bir formülü olduğunu bile anlayamadan, “istiskal” yoluyla istifaya mecbur bırakılmıştım. Çünki değerli hocam Cengiz Uluçay'ın yerine, türlü entrikalarla dekanlık koltuğuna oturtulduğunda, Erdal İnönü'ye -“tebrik” sırasına girerek- biat etmemiştirm... Kaldı ki o sıralarda, Turgut Özal'ın, matematik uzmanı(!) olarak bol maaşla “part time” çalıştığı “sosyal bilimler”deki iktisat asistanlarına, toplama, çıkarma ve çarpma'dan ibâret olan matriks işlemlerini bile, -sevâbına- ben öğretiyordum... Daha sonra, askerliğimi yaparken baktım ki, benim “matriksçi”liğim Deniz Harb Okulu'na kadar ulaşmış... İyi bir tesâdüf eseri olarak, ve de Denizcilerin uyanıklığı sâyesinde, 1965-66 eğitim yılında Matriks Teori diye bir ders -son sınıflar için seçmeli olarak- müfredâta sokuldu... Ama sonunda, ilk defa benim okuttuğum bu dersin, orijinal olarak (hiçbir kitaptan kopye çekmeden) hazırladığım ders notlarını -tatbîkatlarıyla beraber- kitap olacak şekilde teslim ettiğim halde, kitap matbaadan çıkmadıkça teskeremin verilmeyeceğinin bildirilmesi üzerine -son gün- isyân ve firâr ettim; dolayısile askerlikte de “matrix” yüzünden başım -yine- belâya girdi ve mahkemelik oldum... Çok sonraları anladım ki bizim uyanık(!) akademisyenler, pratikte işe yarayan matematiğin sâdece “calculus”tan, yâni reel sayılar ile dört işlemden ibâret olduğunu zannederek, Avrupa'lara, Amerika'lara -okumaya- gitseler bile, bunun hâricinde bir matematik dersi almayı lüzumsuz saymışlar. Ama gâvurlar(!), birdenbire ortaya çıkan çok boyutlu fizik problemleri ve çok denklemli iktisat meseleleri için bunları kullanmaya başlayınca, bizim kariyerist, konformist akademisyen bozuntuları apışıp kalmışlar... Bunları bilen, “otorite” konumundaki matematikçilere gitmeyi de -”saygınlığımdan olurum” diye- gururlarına yediremediklerinden, “koyunun olmadığı yerde, keçiye abdurrahman çelebi denir” misâli benim başıma üşüşmüşler. Çünki kariyeristler için herşeyden önemli olan, öğrenmek ve bilmek değil, her nasıl olursa olsun -özellikle de üst konumdakilere karşı- bilgiç ve saygıdeğer görünerek, kariyer ve statü edinmektir... İşte bu durum muvâcehesinde, o sıralarda, -MİT'çi olduğu ortaya çıkmamış olan- Mahir Kaynak'ın da benim “matriksçi”liğimden haberdar olmasını epey garipsemiştim... Kerim Sadi Hoca'ya gittim, ve böyle bir özel dâvet aldığımı söyleyerek fikrini sordum. O da bana, “evlâdım, kendisinin Ordu'dan ayrılan bir subay olduğu söyleniyor; ama Ordu'dan ayrılmak diye bir şey olamaz; onun için kendisi olsa olsa, Ordu kaynaklı siyâsî hizipleşmelerin içinde görev yapan bir aktivisttir.” dedi... “Ama istersen, ve de bir takım oyunlara muhâtap olmayı göze alıyorsan git görüş” diye de ilâve etti... Bunun üzerine Mahir Kaynak'ın dâvetine icâbet etmedim. Ama o sürecin sonunda da, Hoca'nın dedikleri -pratikte- aynen doğrulandı; ve Mahir Kaynak'ın, “9 Martçılar”ın içinde “12 Martçılar”ın adamı olarak çalışan bir provokatör olduğu ortaya çıktı. Ki nitekim ondan sonra da, “profesörlük” kariyerine kadar yükselmesine rağmen, -yaptığım teorik açılıma bir ilmî tecessüs duyup da- bencileyin “matriksçi Ali”yi ne aradı, ne de sordu...
Pratikten Çıkan Önemli Bir Ders:
Ben böyle “varyasyon'lu yaşayan insan”lar dolayısile şunu öğrendim: Hayâtı, biribirinden kopuk kompartmanlar şeklinde yaşamak -“Kapitalizm” şartlarında- şöhret, kariyer ve “sosyal statü” yakalamak veya para kazanmak (voli vurmak) bakımından başarı ihtimâlini ve/veya şansını arttırır; çünki böylece kişi, kendini, konjonktürel şartların talep ettiği biçimlerdeki -muhtelif- formasyonlara sokarak, tekrar tekrar değişik “metâ”lar olarak piyasaya sürme imkânlarını yakalar. Bu bağlamda da kapitalist düzen, “şizofreni” hastaları için bir cennet, akıllı, tutarlı ve dürüst insanlar için bir cehennem anlamını kazanır... Ama, bilim adamı veya devlet adamı olabilmek, yâni objektif “bakış” ve/veya “görüş” sâhibi olabilmek için ise, insanın, herşeyden önce kendi hayâtını bütünlük içinde yaşayıp görerek, îzah edebilmesi gerekir. Ayrıca bir ülkede gerçek (bağımsız) bir devletin olabilmesi için de, devlet ve bilim adamlarına ihtiyaç vardır; çünki sâdece tutulan kayıtlarla, süreklilik ve bütünlük sağlanamaz. Okuduğunu anlayabilen veya deşifre edebilen insanlar olmadan, bir takım kayıtlarla (yazılarla, şifrelerle) süreklilik sağlanabilseydi, herşeyden önce koskoca medeniyetler arasında kopukluklar, inkıtâlar olmazdı herhalde... İşte, “Kapitalizm”in “açmaz”ını veya “çıkmaz”ını, “menfî seleksiyon” yaratan bu antagonist çelişkide aramak lâzımdır... Yâni demek ki en sonunda, Hoca'nın sâyesinde, “matrix” dolayısile başımın -yine- belâya girmesinden kurtulmuştum... “12 Mart 1971” sürecinin sonunda biz, KATKI dergisi olarak, hiçbir grup ve cuntayla angajmana, tartışmaya ve sürtüşmeye girmeden, kendi başımıza yedi yıl kadar bir hapis cezâsı aldık. Ve onun için de, zihinsel ve kavramsal kargaşalara düşüp zaman kaybetmeden, muhâsebemizi veya otokritiğimizi kısa sürede ve gâyet net bir şekilde yaparak, düşünme, araştırma ve anlama yolumuza devam ettik. Ama bu arada, endeksleri büyük kapitalistlerin ve devletlerin ajanları tarafından belirlenen “aktüel fikirler” piyasasında tartışmaya, çatışmaya girmeyince de, tanınıp meşhur olamadık, tabii ki... Dolayısile, -hâşâ huzurdan- memlekete huzurun avdet etmesiyle birlikte, yeniden kurulan fikir pazarlarında da hiçbir “râic değer”imiz olamadı... Benim, mahkûmiyet almamız husûsundaki formüler kanım, Marksizm'i temelden eksik ve yanlış bulan benimle, Lenin'in -başarılı gibi görünen- taktiğini, tamamen “şans” faktörüne bağlamak sûretiyle akıl dışı ve anakronik bulan Kerim Sadi'nin aslında, Sovyetler Birliği Devleti'nin gizli “köstebek câsus”u olmamız ihtimâline binâen cezalandırıldığımız şeklindeydi. Ki bana ilk defa, Sovyetler Birliği Devleti'nin, büyük ve/veya tarihî bir “provokatif oluşum” olabileceği ihtimâlini düşündürmüştü...
“Soğuk Savaş” Geriliminde Taraflara Bulaşmadan Avrupa'da Yaşamak...
Kesinleşen ilk cezanın akabinde -bütün çevremin teşvîkiyle- hapse gimemek için, kendi şahsî imkânlarımı kullanarak yurt dışına çıktım... O zamanki TKP genel sekreteri Zeki Baştımar'a -elden- bir mektup gönderip, Kuzguncuk bağlamında kendimi tanıtarak randevu istedim. Buna karşı, -şifâhî olarak- müspet cevap verildiyse de, buluşma yeri ve zamanı hakkında düşülen tereddüt ve şüphelerin ardından, kendisinin vefat etmiş olduğunu duydum; ve yerine geçen ekibin istiskâline uğradıktan sonra da, onlarla ilişkimi tamamen kestim... Ancak, o arayış sürecinde, şahsî ilişkilerim vâsıtasıyla bağlantı kurduğum Bulgaristan Komünist Partisi'nden, ve özellikle de “Gregorov” adıyla tanıdığım zâttan, çok değerli bilgiler edindim... Bir Türk dostu olan, ve gâyet iyi Türkçe konuşan Gregorov -kendilerinin Batı ile olan fiilî ve resmî ilişkileri arasındaki bâzı çelişkileri ortaya çıkarmam üzerine- bana, bütün samîmiyetiyle, “Sovyetler Birliği yönetiminin, bir sonraki kuşağa geçtiğinde havlu atacağından korktuklarını, ve onun için de şimdiden başlarının çâresine bakmayı düşündüklerini” söyledi. Ki nitekim Bulgaristan, Sovyetler'in çöküşüyle birlikte, gâyet yumuşak bir geçişle Batı'ya iltihak etti; ve anlı şanlı bir partizan lideri olan -o zamanki- Devlet Başkanı Todor Jivkov da, itibârından hiçbir şey kaybetmedi... Ayrıca karşılaştığım diğer bâzı olaylar ve kişilerden edindiğim bilgiler muvâcehesinde de, Bulgaristan'ın -daha 1972-73'lerde- Batı Almanya istihbârâtı ve NATO ile sıkı ilişkiler içinde bulunduğu gerçeğini -yüksek bir ihtimâl olarak ve hayretlere düşerek- kabul etmek zorunda kaldım. Ve ondan sonra da Batı Almanya'ya iltica başvurusu yapıp, hiçbir siyâsî angajmana girmeyerek “1974 Af'fı”nın çıkmasını bekledim... Tabii bu arada, aklımdan neler geçirdiğimi sorgulamak bâbında, bazı yoklamalar ve sıkıştırmalar da olmadı değil... Hem zâten, aynı evde birlikte kaldığımız bir Amerikalı dolayısile, Amerika'nın Münih Konsolosluğu da bizimle yakından ilgileniyordu... Mesela bir gün, bir devrimci partinin programında bulunması gereken, istikbal perspektiflerinin veya açılımlarının ne olması husûsu görüşülürken ben, ucuz ve temiz enerji konusunu gündeme getirmiş, ve İst.Üniversitesi'ndeyken deneylerini gözlemlemiş olduğum Füzyon Enerji hakkında -hâzırûna- bilgi vermiştim... Ayrıca, başka bir gün de, Türkiye İşçi Partisi'nin kapatılması dolayısile, yerine kurulması düşünülen partinin adının ne olacağı tartışılırken, ben de, “meselâ Sosyalist İşçi Partisi olabilir” demiştim...
Kalite Farkı İle Yeniden...
1974'ün dokuzuncu ayının başlarında İstanbul'a dönüp de Kerim Sadi ile buluştuğumda gördüm ki, Hoca'nın etrafı TSİP (Türkiye Sosyalist İşçi Partisi) mensuplarıyla dolmuş... Hoca beni, bu oluşuma önayak olmuş “derin yönetici” konumundaki kişilerle hemen tanıştırdı. Bir evde toplanıp uzun uzun -kısır- istişârelerde ve istimzâçta bulunduğumuz bu kişiler arasında Dr.Ziya Oykut adında, çok ilginç bir “göz mütehassısı” vardı ki, bu zât hem Kitle dergisini çıkarmış, hem de “TSİP” partisinin baş mimarlarından olmuştu. Ve sonra da, Kitle'yi, Parti'nin yayın organı hâline getirmişti... Bir veya iki ay, ya geçti ya geçmedi, Amerika'dan -posta ile- bir tomar yayın geldi... Bunları, bizim Münih'te aynı evde kaldığımız Amerikalı gönderiyor, ve de programına “Füzyon Enerji” konusunu en önemli amaç olarak almış bulunan bir organizasyonun (ICLC – İnternational Caucus Labor Commitees) kurulduğunu müjdelemekle birlikte, üstelik “Yeni Kitle” adıyla Türkçe çıkan yayın organlarını da görüşüme sunuyordu... Bu kadar tesâdüf ve telâş bana fazla geldi; ve “provokasyon” ihtimâlini düşündürdü... Bu durumu, Katkı dergisinin Aralık 1974 tarihli nüshasında fâş edince, TSİP'in de, Amerikalı'ların da -bizimle olan- mesâfeleri açıldı... Ama aynı zamanda Lâz İsmail'in (İsmail Bilen'in) başkanı olduğu TKP'den de -yayın organları vâsıtasıyla- bize destek geldi; Katkı'nın açıklamaları, “ateş olmayan yerden duman çıkmaz” meseli mûcibince, TSİP'in ne kadar kötü yolda olduğunu gösteriyor, filân gibi gâyet ihtiyatlı ifâdelerle... Bir süre sonra, bir de baktım ki bizim “derin kurucu ve yönetici” Dr.Ziya Oykut, TSİP'ten ayrılarak, İ.Bilen TKP'sinin gizli yayın organı gibi çalışan Ürün Dergisi'ne başyazar olmuş... Aynı sıralarda TİP de yeniden kuruluyordu; ve Behice Boran, hapisten çıkar çıkmaz Hoca'ya imzalı bir kitabını göndererek jest yapmıştı. Onun için, müşterek bir tanıdığın araya girmesiyle gidip onunla da -kendi evinde- görüştüm. Ama hayatta unutamıyacağım bir soru veya “yoklama”yla karşılaştım: “...kaç kişisiniz, veya kaç adamınız -veya atlınız(!)- var?” gibilerinden... Ben aynı zamanda, Bulgaristan Komünist Partisi yetkililerinin belirttikleri, “Sovyet denemesinden, bir kuşak sonra vazgeçileceği” yolundaki kanaat ve endişelerini de, Istanbul'a gelir gelmez Hoca'ya aktarmıştım. Ki O da bu bilgiyi, “eski tüfek” tâbir edilen arkadaşlarıyla -benim önümde de- paylaşmıştı... Buna en büyük tepkiyi İbrahim Topçuoğlu gösterdi; ve hatta benim söylediklerimin doğru olmadığını ispatlamak veya yalancılığımı teyit ettirmek için, kapı kapı “Doğu Bloku” ülkelerini dolaştı; ve hatta Doğu Almanya'nın meşhur -ve son- lideri Eric Honeker tarafından, kabul edileceğinden emin olarak, uzun süre randevu verilmesini bekledi; fakat amacına ulaşamadı... Yâni 1970'lerin ortalarında “Sovyetler”in çökeceği herkes tarafından biliniyor ve/veya anlaşılıyordu; bizim “Devletlû(!)”lardan başka... Çünki hem teorinin iç mantığının elverişsizliği, hem de siyâsî baskı yüzünden, temel (aksiyomatik veya prensipal) kabuller irdelenip soyutlanamıyor, dolayısile pratikte sınanacak yeni hükümler üretilemiyor ve ürettirilmiyor; böylece de “Komünizm”in, -menfaat karşılığı olmadan inanılamayan- dogmatik, skolâstik bir “ezber” hâline indirgenmesine yol açılıyordu. Onun için de sâdece, oyunun -ve de kendi ömrünün- “uzatmalar” kısmında, kaptan L.Brejnev'in ne yapacağı merak ediliyordu... Ki o da sonunda, çâresiz ve ümitsiz bir şekilde, “en iyi savunma taarruzdur” diyerek Afganistan'a daldı... Zâten o sıralarda, Brejnev'in Türkiye ile ilgili yalakaları, başta Lâz İsmail olmak üzere, “durumdan vazife” çıkararak burayı da karıştırmaya başlamışlardı bile... Taktikleri gâyet açık ve pervâsızdı: “ya bizden (yani Moskova'dan) yanasınız, ya da Amerika'dan” diyorlardı âdeta... Benim, Amerikan yoklamalarını veya peşrevlerini ifşâ etmemi hoş karşılamışlardı ama, Kerim Sadi'nin yola(!) geleceğinden ümitleri yoktu sanırım... Nitekim, Aytunç Altındal'ın başını çektiği bir gruba ait kişilerin, -kendi ifâdelerine göre- “Paris cafe'lerinde yaptıkları gevezeliklerinin(!)”, ciddi bir istihbârat olarak değerlendirilmesi veya bahâne edilmesile, Kerim Sadi'ye karşı bir karalama kampanyası başlatıldı... Hoca'ya yakın bir eve taşınan, ve de gâyet hassas bir “radyo-teyp” edinen İbrahim Topçuoğlu, TKP radyosunun yayınlarını dikkatle tâkip ediyor ve Kerim Sadi ile ilgili olanlarını teybe kaydederek bize dinletiyordu... Bu yayınlara göre -özetle-, Türkiye'de “Kerim Sadi'ciler” diye bir grup türemişti, bunları Kerim Sadi güdüyordu, ve de yaptıkları “provokasyon”dan başka bir şey değildi. Ama bu grubun mensupları, Kerim Sadi'nin -aslında- kim olduğunu bilmiyorlardı; halbuki aslında Kerim Sadi, gençliğinden beri şunları, şunları yapmış, şöyle, şöyle biriydi; dolayısile de O'na uyulmaması gerekirdi... Ama ne gariptir ki, “Kerim Sadi'ci grup” mensupları diye taktim edilip, tekrar tekrar zikredilen isimler arasında benim ismim -ve de yakın arkadaşlarımın ismi- geçmiyordu. Hatta benim, 1977'nin başında, bizzat Sofya'ya kadar gidip, Gregorov'la görüşerek, -BKP'nin tavassutu ile- arayı düzeltmeye çalışmamla da, bu durum değişmedi. Dolayısile de esas amacın, Hoca ile aramı açmak olduğu, açıkça belli oldu... İbrahim Topçuoğlu, Hoca'ya hakâretâmiz bir şekilde yüklenilen kısımları, “başa sarmak” sûretiyle bize tekrar tekrar dinletiyordu; herhalde Hoca'nın tepkisini ölçmek ve/veya yorumunu, hatta mümkünse savunmasını almak için... O kadar ki, bazen ben müdâhale edip, “durdurun artık şu teypi” demek zorunda kalıyordum. Çünki Hoca, dostça olmayan böyle bir tavır karşısında “konspirasyon”a yatarak heykel gibi duruyor, ama kendini kasmaktan da çok yoruluyordu...
Mâhud “Ya Amerika, Ya Rusya” İkilemi...
Netice itibâriyle anlaşılıyordu ki, Amerika'nın tasallutunu püskürtmüştük ama bu sefer de, Moskova'nın kuşatma harekâtına mâruz kalmıştık. Yâni demek ki, bu ülkede, iki güç odağı arasında “denge canbazlığı” yapmak, “konformist gerçekçilik” anlamında bir zorunluluktu. Nitekim, bugün ünlü bir “akıl hocası” olan Aytunç Altındal, o zamanlarda, İ.Bilen'in radyo emisyonlarında ismi -tekrar tekrar- “Kerim Sadi'ci bir grup” mensubu olarak en başlarda geçerken, bu iddiaları ne teksib etti, ne de kabul ve îzah etti... Tam bir karaktersizlik örneği göstererek duymazdan geldi; ve daha sonra da, “Temiz Yıkıcı” Gorbaçov'a danışmanlık yaptı... İbrahim Topçuoğlu, kendisinin Lenin ile görüşen ve hayatta olan tek Türk (veya Türkiye'li) olduğunu iddia ederek övünür, gizli örgütlenme ve eylem olarak -özellikle İzmir'de- yaptığı işleri ve katlandığı fedâkârlıkları anlatır, ve böylece de Komünist Parti liderliğinin kendisinin hakkı olduğunu ihsâs ederdi. Buna karşılık, Hoca'nın kızkardeşi Câzibe Hanım da, 1930'lar civârında, Sarıyer'deki evlerinin TKP merkezi (veya Merkez Komitesi) gibi çalıştığını, orada gizli matbaa kurup Orak Çekiç ve Kızıl Istanbul gibi çok önemli illegal yayınlar gerçekleştirdiklerini, hem zâten Kerim Sadi'nin “yoldaş-eş”i olan Semiha (Uzunhasan) Hanım ile, onun ağabeyi Hüsâmettin'in de (Hüsamettin Özdoğu), resmen TKP Merkez Komitesi üyesi olduklarını anlatır, ve dolayısile de, esas TKP liderinin, ağabeyi Kerim Sadi olduğunu ve olması gerektiğini hissettirirdi... Onun için de, bu iki kişi biribirinden hiç hoşlanmaz, ve bazen “polislik suçlaması”na yaklaşan dozlarda, biribirlerini şiddetle -ama gıyâben- itham ederlerdi. Bu sıralarda Hoca araya girer, ve özellikle de kızkardeşini, “polislik ithâmının hiç de iyi bir polemik aracı olmadığı, çünki bumerang özelliğine sâhip olduğu” mealindeki nasihatleriyle sustururdu... Böyle bir durum muvâcehesinde 1977 yılının baharına gelindiğinde, hele ki, kanlı “1 Mayıs” olayları da yaşandıktan sonra Kerim Sadi hoca, başlangıçta bana ifâde etmiş olduğu temel kurallar uyarınca çok sıkışmış bulunuyordu. Çünki artık yüksek sesle, hiçbir mihrâka angaje olmadığımızı ilân etmemiz, ve bunun için de teorik, pratik farklılığımızı veya müstakil tavrımızı açıkça belirtmemiz gerekiyordu. Yâni kısaca, bu memleketteki emeğin değerlendirilmesi, emekçilerin hakkı ve bilinci bizden sorulur, bunun için “komünistlik yapmak” gerekiyorsa onu da biz yaparız anlamında bir tavır koymak iktizâ ediyordu... Onun için günlerce, saatler boyu yürüyüşler yaparak bu konu üzerine sesli olarak düşündük. Hoca endişeliydi, “büyük oyun oynanıyor” diyordu ama ben, bu -vazgeçemiyeceğimiz- metodolojik gerekliliğe, çok rizikolu da olsa sevinmiştim. Çünki fanatik komünistlerin, “bu memlekette sanayi olmadığı için, bir emekçi bilincinin olamayacağı, dolayısile de dışarıdan bir müdâhale ve desteğe ihtiyaç olduğu” yolundaki yâve'lerine hiç itibar etmiyordum. Ve de, tarihinde, spekülâtif kazanç (ve sömürü) vâsıtası olan“stok”ların değil, kazançları “narh”larla dizginleyen “kapan”ların (yağ kapanı, un kapanı gibi..) yer aldığı, “işletme” olarak “şirket”lerin değil, “vakıf”ların kurulduğu, üstelik “tefeci”liğin veya “faizci”liğin haram (yasak) sayıldığı, dolayısile “özgür emek”in veya “özgür emekçi”nin var olduğu bir ülke baz alınarak ancak, insanlık idealleri gerçekleştirilebilir diye düşünüyordum. Yoksa, “özgür emekçi”lerin hiçbir zaman mevcut olmadığı memleketlerde, emek sömürüsünden pay alınarak üretilmiş ve üretilecek “insâniyet” fikirlerinin, fantaziden veya ütopiden öte bir anlamları olabileceğine ihtimal vermiyordum. Yâni o zamanlar dahî ben, Türkiye'nin geçmişinde, insanlık nâmına yaşanmış -ama kaybolmuş- bir “özgür emek cenneti” görüyordum...
Kerim Sadi'nin Kaybı ve Metodoloji'yle Yapayalnız...
O yazın sonlarına doğru, çok talihsiz ve dramatik bir şekilde Kerim Sadi'yi kaybettik (12 Ağustos 1977). Dramatik diyorum çünki, geniş bir açıdan baktığımda, şâyet olumsuzluk yaratan bazı şartları ve faktörleri değiştirebilseydik, dar açıdan baktığımda da, düşerek kemiklerini kırdığı yürüyüşü sırasında, ben -bir dâvet üzerine gittiğim İzmir'de değil de- yanında olsaydım, ölümü ertelenebilirdi diye düşünüyorum hep... Hoca'nın ölümünden sonra ben, İ.Bilen'in TKP'sine karşı çok daha sert ve tâvizsiz bir tavır takınarak, Eylül 1977 tarihinden itibâren KATKI'yı “Türkiye Komünistlerinin Fikir Dergisi” logosuyla çıkarmaya başladım... Hatta o sıralarda -hiç unutmuyorum- Ankara'daki bazı MİT'çiler, “Hoca ölünce sen de uçtun” gibilerinden uyarılar(!) yaptılar... Ve de en sonunda, KATKI dergisinin Mart 1978 tarihli 35. sayısında, “İ.BİLEN'E AÇIK MEKTUP” başlığı altında, “ya gel, Avrupa'da bir yerde buluşup anlaşalım, ya da biz legal parti girişimini başlatıyoruz” anlamında, “ultimatom” gibi bir yazı yayınladım... Bunu üzerine İ.Bilen de, tam bir “psikolojik savaş” moduna girerek konuları, gençlik yıllarında Kerim Sadi ile yaşadıkları rekâbetlerin ve tartışmaların dedikodularına kadar genişletti. Çok ağır ithamların da yer aldığı, yaşamadığım bir devrin (1925-33 arası), bilmediğim şartları ve olayları hakkındaki açıklamaları ve hükümleri, -doğrusu- beni sarstı. Onun için de, o zamanın yakın bir tanığına başvurmak zorunda kalarak, Câzibe Hanım vâsıtasıyla, Kemal Tahir'in dul eşi Semiha Hanım'la görüştüm. Semiha Hanım, Lâz İsmail'in sözkonusu beyanlarını mealen, “marazî derecede psikolojik komplekslere sâhip bir insanın kustuğu kin” olarak tanımladı. Ve de son derecede inandırıcı bir samîmiyetle, Lâz İsmail'in gençlik çağlarından beri kendisine göz koyduğunu, hatta zaman zaman tâciz ettiğini, Kerim Sadi'ye de, onunla birlikte yaşadığından dolayı -kendisini kıskandığı için- düşman olduğunu, hatta 1929 tevkîfâtına yol açan süreçte bu kıskançlığını, dolaylı ihbarcılığa kadar tırmandırdığını, neyse ki bir tesâdüf eseri olarak Kerim Sadi'nin bu tevkîfâttan kurtulduğunu, bir bir anlattı. Çok akıllı ve her bakımdan hoş (düzgün) bir hanımefendi olarak gördüğüm Semiha Hanım'ın bu sözleri, benim için yeterli -delil- oldu... Artık yapılacak ve yapılabilecek tek şey vardı; ki o da, yasal olarak kurulması düşünülen Türkiye Komünist Partisi'nin “LEGAL'E ÇIKIŞ BİLDİRİSİ”ni, “YASAL TÜZÜK”ünü, ve de “ASGARÎ PROGRAM”ını kaleme alıp yayınlamaktan ibâretti... 1978 yılının Ağustos ayında çıkan Katkı dergisinin 36. sayısında, ben de bunu yaptım... Bunun, “göz göre göre hapse girmek” demek olduğunu, tabii ki çok iyi biliyordum; ve de hiçbir “tereddüt” hissi taşımıyordum. Taşısaydım, bazı etkili ve nüfuzlu kişilerin yurt dışına çıkmak husûsundaki teşviklerini ve câzip tekliflerini değerlendirmeye çalışırdım. Halbuki, o sıralarda yurt dışına çıkmamın, benim için -her anlamda- ölüm demek olacağını gâyet iyi biliyordum. Çünki o sıralarda İ.Bilen TKP'si, tamamen oto-kontroldan çıkmış, ve CIA ile MI 5 ile sarmaş-dolaş bir şekilde Avrupa'larda cirit atar hâle gelmişti; ve her iki taraf da bana gıcıktı... Yâni bağımsız düşünce sistematiğimden veya metodolojimden (veya kişiliğimden) tâviz vermeden yapabileceğim tek iş veya atabileceğim tek adım vardı; ki o da, “düşüncelerimin iç mantığı (metodolojisi) uyarınca gerekeni yapıp hapse girmek”ti... Yoksa, ben doğru davranmaz, -mantıkî olarak- gerekeni yapmaz ve yalpalar yaparsam, yanlışın nerede olduğunu hiçbir zaman anlayamazdım. Aslında her mantık silsilesi, ne kadar uzun -ve tutarlı- olursa olsun, bir noktadan sonra tıkanırdı; ve onun için de insanın o tıkanma noktasında sâbitleşerek etrâfı yeniden gözden geçirmesi gerekirdi; ki bütünsel (aksiyomatik) yanlışlar da ancak bu şekilde teşhis edilebilirdi... Benim bu yöndeki samîmi duygu ve düşüncelerimden -kulaktan kulağa- haberdâr olan yetkili mercîler bunu, bir nevî “siyâsî intihar” eğilimi olarak algıladılar ve onun için de hayırhah davrandılar. Ve dolayısile de hapse atmak için acele etmediler; taa ki, dâva konusu metinleri, okutmadan imzalatmış olduğum mûteber(!) kişilerin -ailevî meseleler yüzünden- cezâlandırılmaları, daha doğrusu “nâmus dâvası” gütmemeleri için tecritte tutulmaları, gerekinceye kadar... Onun içindir ki, 36. sayının çıkışında hiç zorluk çekmedim. Başta, en yakınıma kadar sokulmuş MİT ispiyonu Süleyman Mızrak olmak üzere, becerikli bir ekip, -polisin haberdâr olup da işlerini bozmaması için- Dergi'yi bir gecede, jet hızıyla çıkarıverdiler... Aynı sıralarda İbrahim Topçuoğlu ortadan kayboldu; ve dergiye “siyâsî taşlama” türünden “dörtlük”ler yazan Şadi Alkılıç (nâm-ı diğer Şadi Baba) da beni evine dâvet ederek, gâyet nâzik ama kesin bir dille, dörtlüklerinin artık yayınlanmamasını istediğini, çünki kendisinin, -âdeta geleneksel denilebilecek bir alışkanlıkla- Moskova'nın himâyesindeki TKP'yi kerteriz aldığını ifâde etti... Hakkımızda, TCK'nun 141. maddesinden açılan dâvanın dosyası, bir süre sivil ve sıkıyönetim mahkemeleri arasında, -suçun, sıkıyönetim ilânından önce işlenmesi dolayısile- gidip geldikten sonra, uzunca bir süre raflarda kaldı. Ama sonunda, 1983'ün yazına doğru, Selimiye Kışlası'ndaki sıkıyönetim mahkemesinde ortaya çıkmasıyla birlikte, -sonbaharda- karara bağlandı...
Metodolojinin Îcâbı Olarak Hapse Girip Sâbite'yi Keşfetmek...
Ben -haberim olmadan- İzmir'de yakalanmış bir mûteber(!) kişinin ifâdeleri dolayısile harekete geçen İstanbul polisinin, bir dükkana tuzak (veya karakol) kurmasıyla 17 Temmuz 1984'de yakalandım. Ve de İstanbul polisinin, şehirde yayınlanmış bulunan bir “Komünist Parti Programı ve Tüzüğü”nden haberdar olamamış olmasından ne kadar rahatsızlık duyduğunu o zaman anladım; meğer biz, polisten de gizli tutulan başarılı bir MİT operasyonuna binâen bu yayını yapmışız... Bu şekilde -hapse girmekle- artık bütün yüzeysel çırpıntıları, dalgaları ve akıntı katmanlarını geçmiş ve bunları seyrede seyrede, inisiyatifi kimseye kaptırmadan, gerektiği gibi irtifâ kaybederek dibe vurmuştum. Onun için, bundan sonra artık, hiçbir provokatif çırpıntı, politik dalgalanma ve ideolojik akıntıdan etkilenmeyecek -ve de kimsenin itiraz edemiyeceği- bir “sâbite”ye ulaşmam, ve teorimi onun üzerine inşa etmem gerekiyordu. Ki o sâbiteye (yani “ritm”e) de, kısa zamanda ulaştım... Ama önceleri, “Hezeyanların, vezn ve kâfiye ile disipline edilmiş hâli”nden başka bir şey olmayan bir “modern şiir” yazacak kadar, zihnî sarsıntılar ve bocalamalar da geçirmedim değil... Ve işte bu sıralarda da, herkesi yadırgayıp, -herbiri, bir başka ön yargıya saplanmış olduğu için değişik hayvan türlerini andıran- bu insanlarla benim ne gibi bir ortak yanım (veya noktam) olabilir diye düşünmeye başladım. Ki bu şekilde de, Marksizmi -teorik- tenkid bâbında öne sürmüş olduğum, “insanla hayvan arasındaki kesin fark”ın ne olduğu meselesini, zorunluluk tahtında , pratik içinde araştırmaya ve çözümlemeye başlamış oldum. Şâyet melekelerim bozuk olsaydı, bu “kesin fark”ı bulamamamın bedeli çok ağır olacaktı. Ama başta “ritm” olmak üzere melekelerim zayıf olsaydı, bunca politik dalgaya ve ideolojik akıma kapılmadan düzenli bir şekilde irtifâ kaybederek dibi bulmam mümkün olamazdı; diye de düşünülebilir... Bir süre sonra, “mâdem ki sağ sâlim dibe vurabildim, o halde insanlığın oluşumundaki sırr da bana âyân olacak” anlamında bir kanaat yerleşti içime... Nitekim hapisteki ilk yılımı doldurmadan, insanlar arasındaki anlaşmaların, uzlaşmaların temelinde “ritm melekesi”nin yattığını, dolayısile insan olmanın ortak noktasının veya genel niteliğinin “ritm melekesi” olduğunu farkettim; veya keşfettim... Ritmik frekanslarda “uygun adım” volta atan insanlar, duygu ve düşünce birliğine varıyor ama, düşünceleri farklı olan insanlar -tartışarak bile olsa- uygun adımlarla volta atamıyorlardı. Bu durum bana, bizim tarikatçıların “tekke”lerde, birey olamamış (Şeriat basamağında kalmış) insanlardan müteşekkil gruplara -rûhî birliğe varmaları için- yaptırdıkları “zikr” âyinleri ile, ilkel Afrika kabîlelerinin, rûhî birliği (veya “asabiyet”i) diri tutmak için yaptıkları, ritmik tepinmeler şeklindeki “kutlama” veya “kutsama” törenlerini çağrıştırdı... Ayrıca, “hayvan pazarlığı”nın karar ânında, kuşkuları izale etmek için, üçüncü bir kişinin katalizörlüğü ile yapılan sert tokalaşmalarla, sıradan tokalaşmaların da, ister istemez ritmik olduğunu hatırlattı. Hatta tüm insanlığın uğurlu saydığı 3 sayısının ve “üç kere bir yere vurma” ritüelinin de aslında, bir hareketin ritmik olduğunu belli eden en küçük sayının 3 olmasından, ve insanın hayvandan farkını ifâde eden, -dolayısile de insanları “nazar”dan (reflekssif etkileşim tesirlerinden) korumanın sembolik ifâdesi olan- en az (veya en küçük sayıdaki) tekrarlı ritmik hareket olma özelliğinden dolayı uğurlu sayıldığını düşündürdü... Diğer taraftan da düşündürdü ki, ayı, maymun gibi gelişmiş memelilere, bisiklet kullanmak gibi karmaşık beceriler dahî öğretilebildiği halde, -her çocuğun üç, dört yaşlarında kendiliğinden başardığı- basit bir “davul çalmak” mahâreti kazandırılamıyor...
İnsanlığın “Sâbite”sini Tarihle ve Konjonktürle İlişkilendirmek...
Ben, insanlığın doğuşu hakkındaki bu idrâk'a, ateş öncesinin panteist topluluklarına benzer bir ortamda (hapishânede) varmakla beraber, aynı zamanda bir Cihan Devleti olan Osmanlı'nın, Nizâm-ı Âlem projesinin de sırrına varmış bulunuyordum. Ve aynı zamanda, babamınkiyle beraber birkaç kuşağın söz etmekten korktuğu meş'um olayları ve enkaz altında kalmış (bırakılmış) gerçekleri irdeleyip (eşeleyip), -onların mimarları olan atalarımı, mistik yorumlara malzeme edip kullanmadan- ortaya çıkarma yetisine ve yetkinliğine sâhip olduğumu da anlamış oluyordum... Aynı sıralarda (1985'in ortalarında), artık miadını doldurup, ilericilik adına bir “provokasyon” mihrâkı hâline dönüşmüş bulunan Sovyetler'in başına da, “Temiz Yıkıcı” Gorbaçov geçmişti. Ki bu olayı, bir tesâdüf eseri olarak değil, insanlık bilincinin -komünikasyon araçlarının gelişimiyle de bağlantılı olarak- ulaşmış olduğu “küresel bütünlük”ünün bir tezâhürü şeklinde anlamak lâzımdır. Hatta bunu, bugünkü küresel -ekonomik- krize karşı hazırlık etkinliği ve düşünceleri olarak kabul etmek de mümkündür. Çünki Kapitalizm'in krizleri, geçen asırda açıkça görüldüğü gibi, diktatoryal rejimleri yaratmakta veya diriltmektedir. Ama artık anlaşılmıştır ki, adları Komünizm de, Faşizm de, Nazizm de olsa bu rejimler, insanların -onları ritmik rezonans ile duygu birliğine sokan- ritm melekelerini kullanarak “icrâ-i sanat”ta(!) bulunmakta ve ayakta kalabilmektedirler. Ritmik müzikler (marşlar), uygun adım yürüyüşler, ve ritmik “slogan haykırma” zikirleri gibi etkinlikler, insanları duygu birliğine sokarak, bir “fareli köyün kavalcısı”nın peşine takabilmektedir... O halde bugün, ekonomik krizden -geriye doğru değil de- ileriye doğru çıkabilmek için, herşeyden önce insanlardaki ritm melekesini, “inisiyasyon” seçiliminde bir elek gibi kullanarak, olabildiğince yaratıcı insanı ayıklayıp öne çıkarmamız îcap etmektedir. Ki böylece, birçok yeni değerlerin yaratılmasına yol açmak sûretiyle, krizden -bir daha girmemek üzere- çıkmak mümkündür. Aksi taktirde ise, “ritm”in yine kitlesel âyinlerde kullanılmasıyla, birey (yaratıcı) insanların “kalabalıklar” bataklığına gömülmesi ve de halkların, “tanrı-kral” mukallidi “kapitalist- tiran”lara köle edilerek biribirine kırdırılması kaçınılmazdır...
Sonuçta, BİZİM İÇİN de, DÜNYA İÇİN de Yapılması Gereken:
Atalarımız, Tanrı'nın (Allah'ın) yarattığı güzel (nitelikli, liyâkatli) insan nedir; ve nasıl ayıklanıp eğitilerek (inisiye edilerek) seçilir, diye düşünüp davranmışlardır hep... Batılı'lar gibi, nerede defîne veya hazîne bulur veya yağmalarım, ve de köleler, esirler avlarım da, benim soyumdan gelecek bütün kuşaklara, sonsuza kadar üstün bir statü kazandırmak üzere, görkemli heykeller, sunaklar, tapınaklar ve panteonlar yaptırırım diye düşünmemişlerdir... Bugün, global bir cemiyet (veya köy) hâline gelmekte olan Dünya'da, “başkaları”nın malını, -yağmalanacak- çapul, “başkaları”nın kendisini de, köleleştirilebilecek enâyi gibi gören, ve de bu görüşünü “serbest rekâbet” meydan okumasıyla açıkça ortaya koyduğu halde, ayrıca kendisinin üstünlüğünü (seçkinliğini) tastik ve takdîs eden bir “Tanrı” vehmine de (yani Yahudi-Protestan İnancı'na da) sâhip olan bu “kapitalist zihniyet”in, artık bir antagonizmaya (kısır çelişkiye) saplandığı “ayan beyan” hâle gelmiştir. Bilim adamı formasyonlu ekonomistler ve “görgü”lü kapitalistler bile bu gerçeği itiraf etmektedirler... O halde bu meselenin açık (net) ve savaşsız çözümü, bizim atalarımızın “Nizâm-ı Âlem” programını, kalite farkıyla ihyâ etmekten geçmektedir. Yâni bu sefer, Tanrı'nın, -“insan”ı gökten zembille indirmediğinin bilincinde olarak- hayvanlar âleminin içine, insan türetmek üzere yerleştirmiş olduğu “inisiyasyon” programının özü nedir, ve bu program nasıl geliştirilebilir diye düşünmemiz, ve de bu “öz”ün, esas itibâriyle “ritm melekesi” olduğunu bilerek hareket etmemiz gerekmektedir... Dolayısile de, kapitalist argümanlarla -kısır- tartışmalara hiç girmememiz, ve sâdece “adam seçilimi (inisiyasyon)” programları hakkında diyalog ve gündem oluşturmamız lâzımdır. Ki bu şekilde aynı zamanda, bilim ile politika (bütün dinsel ve etnik argümanlarıyla birlikte) kesin hatlarla biribirinden ayrılmış, ve bilimsel düşünceye sâhip ciddi adamlarla istihbâratçıların arasına kalın bir duvar veya set çekilmiş -dolayısile her türlü provokasyon önlenmiş- olsun... Bunu da anlayamayan kalın kafalılara artık, “Nice ERGENEKON'lara...” demek geliyor içimden...
Ali Ergin Güran- 12/12/08