“POZİTİF SELEKSİYON”UN YENİDEN TESÎSİ ve/veya YARATICILIĞIN (KOZMİK EMEĞİN) ÖZGÜRLÜĞÜ ÜZERİNE...

“KUZGUNCUK PALAS: ÖZGÜR EMEK ÂBİDESİ”


Ey MİT'çiler!.. Birazcık İnsanlıktan ve Türklükten Nasîbi Olanlarınız!.. Dışardan Bize Dayatılan Tarihe ve Kimliğe Boyun Eğmeyin Artık... “1826”dan Îtibâren, “Nizâm-ı Âlem” Nüvesine Sâhip “Türk Medeniyeti”ne, Sistemli Bir Şekilde “Kültürel Soykırım” Uygulanmakla İşlenmiş Olan “İnsanlık Suçu” Ergeç Ortaya Çıkacak, ve İnsanlık Doğru Yolu Bulacaktır... Yozlaşmış ve Satılmış -son- Osmanlı'larla Övünme Alçaklığından Kurtulmakla Birlikte, Kuzguncuk Palas (Özgür Emek Sarayı) Resmini, Dışarıdan Güdümlü Politik Çalkantıların Çocukça Heyecanlarına Kapılarak -TRT arşivlerinde- Saklamayın Artık...

 

“Anlaşarak Anlamak”tan, “Anlayarak Anlaşma”ya...

“İnsan”ı tarif eden karakteristiklerde fikir birliğine varamayan, ve/veya bir “adam seçilimi (seleksiyonu)” programında ve sistematiğinde anlaşamayan insanların fikrî diyaloğu veya tartışması, biribirini aldatma oyununda başka bir şey değildir aslında... Dolayısile öne sürdükleri fikirlerin de, bilimsel (objektif) bir değeri sözkonusu olamaz herhalde... Öyle ya, kendinin (insanlığının) bilincinde olmayanlardan, ve/veya hayvânî yapılarının üstüne çıkamayanlardan, objektif olmaları nasıl beklenebilir ki?!.. Bunların “objektif” olarak görüp anlaştıkları ve/veya anlaşarak anladıkları tek şey, onları besleyerek güden -çobanımsı- irâdenin gösterdiğinden veya dikte ettiğinden başka bir şey olamaz herhalde... Allâme veya ukalâ takımına sorsanız, “insan”ı, ya “gelişmiş bir hayvan türü” anlamında tarif edecekler, ama içinden çıkmış olduğu “eko-sistem”i bozan bu hayvan türünün spesifik marazî özelliklerini -ve dolayısile “ekolojik sistem”in prensipal (kuruluş) hatâsını- îzâha yanaşmayacaklar, ya da “Allah'ın yaratığı” şeklinde tarif ederek, târifsiz bir mevhûma (Tanrı'ya) atfen tanım yapacaklardır. Ve onun için de, genel geçer klişe lâfların ve de âfâkî söylemlerin altında daima, içgüdüsel (hayvânî) çıkarların kavgasını vereceklerdir; benim “sosyo-ekonomik” statüm bozulmasın (hatta yükselsin), ve çoluk çocuğum (veya “encik”lerim) -geri zekâlı da olsalar- iyi bir istikbal (veya ikbal) kazansın, veya en fazla, benim zümrem -zorbalıkla da olsa- Dünya nimetlerinden daha çok yararlansın gibilerinden... Ukalâ takımından kişilerin tartışırken, “üstün” olduklarının ispâtı imişcesine öne sürdükleri “bilimsel olma” iddialarının da aslında, “blöf” veya “tehdit” olmaktan öte bir anlamı yoktur; çünki “bilim”in tarifinde de anlaşamamaktadırlar. Gâyet doğaldır ki, “kapital” adındaki, -sâhibini her türlü hayvânî haz ile ödüllendiren- potansiyel gücün câzibesine kapılmış kimseler, “bilim”de olması gereken “sâbite” kantitelerini, ve bunlara rapten tanımlanan “ölçü” kavramlarını kabûle yanaşmayacaklardır; ve yanaşamazlar. Çünki onlar, aslında “ego-santrik” mahlûklardır, ve kendilerini (hayvânî benliklerini), bütün mevcûdâtın çevrelerinde döndüğü -veya dönmesi gerektiği- bir “sâbite” gibi görmektedirler. Dolayısile de insanlık, büyük bir “kavram kargaşası”nın içinde bocalayarak, sonunda yine en zorbanın gâlip geleceği ve bastırdığı parayı en makbul “değer ölçüsü” olarak kabul ettireceği bir “müzmin savaşlar” dönemine doğru -hızla- yol almaktadır. Onun için, “kendini bilmez(kapitalist)” insanlar, insanlığın sonunu getirmeden, insanlık “kendini bilmez (kapitalist)”leri tarihe gömmelidir artık... Akademik kurumlaşmada ortaya çıkmış bulunan bilimsel branşların bile, biribirleriyle arakesitler oluşturmadan (müşterek çalışmalara girmeden), “başına buyruk” bir şekilde gelişemediği, bu yolda israr eden mutaassıp kariyeristleri de çıkmaz sokaklara sürüklediği, bugün artık gâyet iyi anlaşılmaktadır. Onun için, “insanın özü” üzerinde anlaşmaya çalışmak demek, aynı zamanda bilimleri birleştirmeye çalışmak, ve netice itibâriyle bir “matematik problematiği” üzerinde düşünmek, ve dolayısile de bütün insanların -mesleklerinden ve/veya branşlarından bağımsız olarak- katılmaya mecbur olacağı bir düşünce/davranış disiplinini aramak demektir; ki bunun “zihinsel üst-yapı”sı, “internet” sistematiği şeklinde tebellür etmektedir artık... Çünki matematiğin temel elemanları olan “sayılar” da, “insanlaşma” fenomeninin temel fonksiyonları veya parametreleri olan “sayma” ve “sıralama” melekeleri de, “ritm”den mütevellit kantitelerdir. Ve üstelik, konuşmak (hecelemek) ve melodik (katlı tonlarda) sesler çıkarmak yâni “şarkı söylemek” gibi insana has (veya spesifik) özellikler de “ritm”in türevleridirler; ve de “ateş öncesi”nin “alacakaranlık” kuşağında, yâni “panteist zon”da yapılmış olan ve yapılmaya devam edilen ritmik hareketler (danslar, âyinler veya zikrler vs.) vâsıtasıyla kazanılmışlardır, ve kazanılmaktadırlar...

 

Ahlâk Kavramını Somutlaştırmak Üzere...

 Aslında herkesin içinde, -meleke rezonansından kaynaklanan- vicdânî bir kanaat vardır: “Bir toplumda ahlâksızlık olmasa, o toplum huzurlu ve istikrarlı bir şekilde ilerler” diye... Çok doğrudur; ve bu hükmün veya önermenin (propozisyon'un) tersi de aynı derecede doğrudur; “bir toplum istikrarlı bir şekilde ilerliyorsa, o toplumda ahlâksızlık bitmiş veya asgariye inmiştir” anlamında... Ama ne var ki bütün mesele, “ahlâk” kavramının içinin doğru doldurulmasında veya tarifinin somutlaştırılmasında düğümlenmektedir. Çünki bu kavram “muğlâk” kaldıkça, ahlâksızlığın kamuflajı olarak da kullanılabilmektedir. Onun için “ahlâk” kavramını, -”ahlâksız”ların tasallutundan kurtarmak üzere- dipsiz tarihî derinliklerden gelen, ve/veya sonsuz âlemlerin ötelerinden iletilen geleneklere ve dinlere bağlı ütopik ve muğlâk bir idealizasyon olmaktan çıkarmak lâzımdır herşeyden önce... Ahlâk, insânî bir kavram olduğu, yâni insâniyetle birlikte varolduğu için onun karşıtını, yâni ahlâksızlığı tarihî süreç içinde aramak lâzımdır... Tabu'ların egemen olduğu “tarih öncesi”nde veya “panteist dönem”de (ve/veya zon'da), ahlâksızlıktan söz etmek mümkün değildir herhalde... Çünki böyle bir ortamda, insanlar arasındaki “meleke rezonansı”nı bozan ve “vicdânî rahatsızlık” diyebileceğimiz nâhoş bir duyguyu yaratan -başta çiftleşme (seks) olmak üzere- her türlü uyumsuzluk (akortsuzluk), ânında, ölüme kadar varan sert müeyyidelerle karşılanmakta, ve hatta “korkudan ölme” gibi sonuçlara bile yol açabilmekteydi... Demek ki ahlâksızlık, sınıflaşmanın başladığı târihî devirlere girilmekle birlikte ortaya çıkan bir fenomendir. Ve sebebi de, “tanrı-kral”larla birlikte zuhûr eden, “tabular-iç güdüsel ihtiyaçlar” çelişkisini yönetmeye muktedir bireylerden “rol çalmak” veya onları taklit etmek anlamındaki, aldatıcı söylem ve tavırlara dayanmaktadır... Aslında ahlâksızlık, bütün insânî niteliklerimizi borçlu olduğumuz tabuların, ve özellikle de seks (çiftleşme) tabusunun -toplumun üreme ihtiyâcına binâen- bâzı “evlilik” kuralları çerçevesinde aşılmasından, yâni “panteist dönem”in negasyonundan neşet etmiştir. Çünki bu geçiş veya kırılma noktası -zamanlar üstü- bir “irâde-içgüdü” çelişkisinin ortaya çıkmasına yol açmıştır; ki bu diyalektik çelişkinin düz mantıkla (nedensellik mantığıyla) izâhı da, inandırıcılığı yok eden bir “paradoksal”lık arzetmiştir. Çünki, hayvanlığın (içgüdülerin) inkârıyla veya negasyonuyla kazanılan akılla ve bilinçle, ve de bunların ürünü olan “Tanrı” kavramı vasıtasıyla hayvanlığa icâzet vermek, kolay veya mantıkî, dolayısile inandırıcı olamamıştır. Öyle ki meselâ, peygamberlerin tek tanrılı -iddialı- dinleri devrinde dahî, aklın “nedensellik” mantığı insanları, “Eğer seks, zararlı bir etkinlik olsaydı, Tanrı bize bu cinsel organı vermezdi... Bu organı niye verdi?... Herhalde kullanalım diye...” şeklinde düşündürtmüştür... Her ne kadar dinsel doktrinler, cinsel organın hangi şartlar altında, nasıl ve kimlere karşı kullanılacağı (yâni helâl ve nikâhlı seks) hakkında mufassal bir “kullanım kılavuzu” verseler de, inandırıcı olamamışlardır. Çünki bu taktirde de, “akl”ı veren “Tanrı”, aynı zamanda -iyiyi kötüyü ayırt edebilme özelliğiyle yarattığı- aklın tasarruf alanına müdâhale edip ona akıl öğretmekle, verdiğini yok saymış veya olumsuzlamış olarak, paradoksal bir irâde durumuna düşmüştür. Dolayısile de herkes, zevâhiri kurtarıp (ve de Tanrı'yı aldatıp) -gizli gizli- bildiğini okur veya yapar hâle gelmiştir. Onun için de dinler, hiçbir zaman seks konusunu -fikren ve fiilen- disipline edememişler, ve böylece de, başlangıçta -özüne- karşı oldukları “Kapitalizm”in oyuncağı hâline gelmişlerdir... Meselâ Hz.Davut'un, gayri insânî cinsel mâcerâlarına dair Tevrat'da geçen îtirafları, Hz. İsa'nın ve anasının (Meryem'in) cinsel ilişki muammaları, ve de Hz.Muhammet ile Hz.Ali arasında geçip de büyük mezhepsel bölünmelere yol açan deveci olayı (Deve Vak'ası), hep o halledilemeyen çelişkinin tezâhürleridir aslında... Ve genellikle dindarların, akıllı ferâsetli insanlarca, tiksindirici mürâiler olarak görülmeleri de, hep bu -paradoksal- sebeptendir... Demek ki “bilinç” kavramı, sâdece irâdî -veya güçlü melekelere sâhip – olmayı değil, aynı zamanda “irâde-içgüdü” çelişkisinin farkında olmayı da (ve bu diyalektik çelişkiyi yönetebilmeyi de) ifâde etmektedir. Ki bu farkındalık da özetle, “seks”in, övünülmemesi, sevinilmemesi ve hiçbir şekilde çıkar amaçlı yapılmaması gereken, utanılası bir “hayvânî zarûret” etkinliği olduğunun idrâkı demektir. Ve bu da demektir ki, “seks” hazzı üzerine “iyilik”, “güzellik” gibi insâniyetle ilgili kavramların anlamları, -doğru, düzgün- yüklenemez; veya ancak çarpıtılmış, “absürt” biçimleri ile giydirilebilir. Çünki bu hayvânî haz, -sadistçe ve mazoşistçe eğilimleri de kapsayan- “şehvet hırsı”nı doğuran, insanlar arası cinsel karşıtlık (polarizasyon) üzerinden alınmaktadır; iyilikleri, güzellikleri doğuran “sevinç” duygusu gibi, insanların kardeşliği üzerinden değil... Onun için de “sevgi” duygusu ile “şehvet” hazzı, biribirleriyle ters orantılı olarak etkileşirler; (sevgi=1/şehvet gibi...)... Yâni “çiftleşme” etkinliğinde bulunan insanlar, her seferinde -bir nevî- kafa travması geçirmekte, veya bu işi yapanların, melekeleri ve akılları gidip, gidip, geri gelmektedir. Dolayısile de bu sıralarda insanlar bir nevî “halüsinasyon” anlamında görüntüler ve duyumlar algılamaktadırlar. Çünki bu sıralarda, doğru dürüs şarkı söyleyemeyecek, hatta sayı sayamayacak kadar “sayma(ritm)” melekeleri, ve de bir satırlık yazıyı -gözle- tâkip edemeyecek kadar “sıralama” melekeleri bozulmaktadır... Demek ki son tahlilde seks gücü, insanlar için bir nitelik veya kazanım değil, tam aksine, bir “nâkısa”dır; dolayısile de gittikçe azalacak, ve -insanlığın- en yüksek şuur seviyelerinde yok olacaktır... Onun için nasıl ki bugünkü erkeklerde, insanlığın “boğazlaşma” dönemlerinden -genetik- bakıyye olan sakallar gürlüğünü yitiriyor ve “köse”ler gittikçe artıp normal görülmeye başlıyorsa, ve hiçbir yerinde kıl olmayan “kösem sultan”ların çoğalması da yadırganmıyorsa, bundan böyle aklın, daha dayanıklı (sentetik) bedenlerde muhâfazası gerçekleştirilip, biyolojik üreme gereksinimi ortadan kaldırılmaya doğru gidildikçe, cinsel istekleri az olan insanlar da yadırganmayacak ve hatta -gelişmiş insan türü olarak- taktir toplayacaklardır... Ama bu sürecin belirli bir olgunluk aşamasına kadar da, sâdece melekeleri sağlıklı olan insanlar için geçerli olmak üzere “seks”, gençlik çağının en güçlü dönemlerinde, -hem biyolojik sınırların bilincine varılması ve hem de ileri yaşlarda bir “bıkkınlık” anısı olarak hatırlanıp, psikolojik dengenin (tatmînin) korunabilmesi için- en yüksek gerilimlerde, bîtap düşünceye, bıkıncaya, hatta kan getirinceye veya ikrâh edinceye kadar, ve de partnere kabahat yüklemeden, “dolu dizgin” yaşanması gereken bir etkinlik olarak da düşünülebilecek ve tavsiye edilebilecektir... Yâni “irâde-içgüdü” çelişkisinin idrâkı demek, aynı zamanda, “tanrı-kral”lar devrinden kalma, -şampiyonluğunu kadınların yaptığı- bir büyük tarihî yalandan veya aldatmacadan, yani “çiftleşme”nin, tanrı emri olarak ve/veya aklî bir şekilde istenerek yapılan, veya yapılması gereken ulvî bir olay olduğu anlamındaki “yanılsama”dan da kurtulmak demektir. Ki gerçekten de, insanların ve özellikle kadınların, bu husustaki halleri pek acıklıdır: Hem, seks partnerlerine (veya kocalarına) güven duygusuyla bağlanmaya (veya hemâhenk olmaya) çalışmakta, hem de şüphelerini gidermek için falcı falcı dolaşarak kendilerini helâk etmektedirler... Aslında “tanrı-kral”lar insanları, çiftleşerek -iş gücü olarak- çoğalmaya teşvik için, onların tabusal korkularını yenmelerini sağlamak amacıyla, akıl ve irâde hilâfına gerçekleştirilen “çiftleşme” olayını bir nevî “şartlı refleks” hâline getirmeye çalışmışlar, ve alınan hayvânî “seks hazzı”na da ulvîyyet atfetmişlerdir. Ve de, hem bu duyguyu yüksek (ulvî) gösterebilmek, hem de erkeklerde şartlı refleks oluşturmak için tapınaklarında, çeşitli maskeler, giysiler ve tütsüler (kokular) kullanıp cinsel fetişler üreten “kutsal fâhişe”ler istihdam etmişlerdir. Seks hakkındaki bugünkü yanılsama ve bunun ürünü olan, “rûhî dengesizliğe methiye” anlamındaki aşk edebiyâtı da, işte bu tapınak fâhişelerinin gözboyamacı zihniyetinden kaynaklanmaktadır. Onun içindir ki, bu gün de bu yanılsamayı en şiddetli olarak kadınlar yaşamakta, ve falcı falcı dolaşarak yaptıkları beyinsizliklere îzah, ve telâfî imkânı aramaktadırlar... Yâni insanlara, bilinçli olarak, isteyerek seks yapıyormuş zehâbını veren, ve “cinsel hazz”ın “üst-yapı”sını oluşturan halüsinasyonlara da ulvî anlamlar yüklettiren başlıca unsur, cinsel fetişlerdir; “cinsel fetişizm”dir aslında... Yoksa aklı başında olan bir insanın (genellikle erkeğin), “cinsel içgüdü”yü, her zaman dizginlenmesi ve zaptedilmesi gereken, içindeki bir hayvan gibi, veya -üzerine binilmiş bulunan- her an “gem”i azıya alabilecek kudretteki bir küheylan gibi anlaması ve/veya hissetmesi icap eder. Ki böylece, küheylan yaşlanıp da sıradan bir beygire dönüşünce binicisi de, “rahata kavuşma hissi”ni duyabilsin; ve de kendini tefekküre veya insanca aktivitelere verebilsin... Halbuki bir fetişist, hoşuna giden bir maske (makyaj) ve mimik ile bir giysi uğruna, veya hormonlarla ilgisi olmayan yapay bir “koku” için kendini, -fizyolojik olarak gaza getirmeye, ve karşısındakine beğendirmeye çalışmakla- helâk ederek çeşitli illetlere yakalanmak, ve de ona buna askıntı olan, “müz'ic” bir yaratık (veya sapık) hâline dönüşmek sûretiyle, iflâh olmaz bir tüketici olarak, ömür boyunca -insanlık aleyhine- kapitalistlerin değirmenine su taşımaya mahkûmdur... Yâni aynı zamanda kadınların da, sunî maskeler ve kokular kullanan “kutsal fâhişe” zihniyetinden (ve/veya kurnazlığından) kurtarılmalarıyla, ve gerçekten çiftleşmeye hazır olduklarında doğal olarak -hormonal “ten” kokuları, arzulu kıvranma ve sürtünmeleri ile- kendilerini ifâde eder hâle getirilmeleriyle ancak, seks ile ilgili “psiko-pataloji”, absürt “aşk edebiyâtı”, ve netice itibâriyle de “aldatma-aldanma” antagonizması ortadan kalkabilecektir... Bugün artık insanlığın üreme (çoğalma) ihtiyacı kalmadığına göre, insanlığımızı yaratan -panteist zon'la ve tabularla ilgili- gerçekleri bütün çıplaklığıyla görüp anlamamız, ve de meleke zaafiyeti olan insanları, seks'ten uzak tutarak tedâvi etmemiz lâzımdır. Ayrıca insanların, sapıklık derecesinde “fetişizm”den, ve “ensest” kaynaklı “şefkat bağımlılığı”ndan kurtarıldığı taktirde ancak “seks”i, muayyen patnerlere mahkûm olmadan, -psikolojik anlamda- zararsız bir rahatlama olarak yaşayabilecekleri de artık idrak edilmelidir. Çünki uzayı fethe çıkacak birey insanların yetişmesi, bu idrâka bağlıdır... Ama ne yazık ki, bugün Dünya'daki “faal seks” çağında bulunan insanların kâhir ekseriyeti, tefekkür kaabiliyetine veya “oto-kritik”e sâhib olmayan bir robottan farksızdırlar. Ve onun için de kapitalist düzen bunlara sâdece “taklit” ve “ezber” eğitimi vermek sûretiyle, hem kantitatif üretimde işgücü olarak, hem de birer tüketici olarak kullanmakta, yâni düzenin bir “dişli”si olarak görmekte ve isdihdâm etmektedir. Dolayısile de bunlar hep, adam gibi görünebilmek için başkalarını (muktedir insanları) taklit ederek yaşamakla, biribirlerini aldatmaktadırlar... Bizimki gibi geri ülkelerde ise, insanlar ileri yaşlarda da kendine gelememekte, cinsel ve dinsel yanılsamalar -ve hatta cinnet halleri- içinde bocalarlarken, ancak ideal olarak gördükleri yabancılar ile, hamâsî menkîbelerden ve “sünnet”lerden öğrenip tahayyül ettikleri eski insanları taklîden yaşamaya ve cemiyet oluşturmaya çalışmaktadırlar. Ama zevâhiri kurtardıktan sonra, zamanlarının ve güçlerinin çoğunu da, -cinsel olarak- “biribirlerini kıskanma, kıskandırma” oyunlarına harcayarak bundan, psikopatalojiyle ilgili acâip bir haz almaktadırlar; bunun bir insanlık ayıbı olduğunu anlamadan, ve de insan olanları insanlığından utandıra utandıra... Ben kendi hesâbıma, kıskançlık krizine girmiş bir kadın karşısında, onu teskîne çalışmayıp -veya çalışıyormuş gibi yapıp- da bundan zevk duyan erkek müsveddelerini, ve de erkeğin yanında, -sâdece- onu kıskandırmak sûretiyle “şahsiyet” yapılabileceğini sanan kadıncağızları gördükçe, daima -insanlık adına- utanç duydum; ve hâlâ da duyarım... Kaldı ki, -özellikle erkekler arasında- kendine karşı kıskançlık gösterileri yapsın diye, büyük masraflarla sevgili ve hatta eş edinen sapıklar bile var bu dünyada... Ki bu etkinliğe de, “seksüel statü” kazanmak diyorlar; ve de bu uğurda -boşu boşuna- büyük paralar, emekler harcıyorlar... Öte yandan erkeklerin bu, “seksüel statü” heves ve iddialarını bilen bâzı kurnaz -ve güçlü- kadınlar da, başlarından savmak istedikleri erkeklerden, daha doğrusu, form düşüklüğü gösteren zamparalarından, “beni -bir şekilde- aldattı” bahanesiyle kolayca (yani onların gururlarını okşayarak) kurtulabilmektedirler... Dolayısile, cemiyetteki kültürel ve/veya fikrî “üst-yapı”yı da bu sapıklar ve düzenbazlar belirlemektedirler; “para kazanma”nın başlıbaşına bir hayat amacı hâline gelmesiyle -yâni kapitalizmle- birlikte...

 

Aldatma-Aldanma Antagonizmasını Aşmak...

Aslında insanlararası ilişkilerde, bazı kurnaz insanların, “irâde-içgüdü” çelişkisini yönetebilen muktedir insanları (adamları) taklîden “aldatma-aldanma” antagonizması (kısır çelişkisi) yaratmalarına yol açan dört tane “müsebbip” olay vardır; ki bunlar “vaad” etmek, “ümit” ve “pâye” vermek ile, fetişizmle ilgili “özendirme” olaylarıdır. İnsanların, başkalarına “vaad”de bulunması, veya -iltifat anlamında da olsa- “pâye”ler vermesi, yahut da gelecek hakkında muhayyel tasvirlere binâen onlarda “ümit” yaratması, ve bunlarla birlikte, fetiş değeri taşıyan görüntüler/görünüşler sergilemesi önlendiği taktirde, yâni -ezcümle- “panteist zon” şartları yaratıldığı taktirde, her insan topluluğu gerçek liderini (inisiyatörünü) önüne çıkaracak, ve de onu tâkiben ilerlemeye başlayacaktır. Çünki, “aldatma-aldanma” antagonizması ortadan kalkacağı için insanlar aralarından, -ritmik meleke rezonansının eleme, sıralama özelliğine binâen- meleke gücü en yüksek olanı (yani en kâşif, en yaratıcı olanı), ister istemez öne doğru itip peşine takılacaklar, dolayısile de doğru-düzgün bir “Tanrısal Yol”da ilerlemeye “can atar” hâle geleceklerdir; aynen insanlığın başlangıcında, inisiyatör “şâman”ların, “lider”lerin -taklit edilebilecek hiçbir “insan” modeli yokken- kendiliğinden ortaya çıkıp insanlığı kalitatif ileri bir aşamaya taşıdıkları gibi... Ayrıca, bugünkü kurnaz insanların, -tarihî devirlerin diğer bir mirası olan- “dilencilik=zavallılık” veya “soytarılık” rollerine girerek, başkalarında “muktedir insan” vehmi (zannı) yaratmak sûretiyle de, onlardan “ümit”, “vaad”, ve “pâye” koparmaları mümkündür. Mesela “vah zavallı, ne kadar çilekeş adam” veya “yahu ne kadar komik bir adam” gibilerinden... Hatta “şâman” geleneklerinin sûistimâli olan “sihirbaz”lık kisvesine bürünerek de, insanlarda beklentiler yaratmak mümkündür. Onun için Panteist Zon Kulübü'nde, insanları, böyle rollere girmelerini bile imkânsız kılacak şartların yaratılması gerekir; ki zâten, tarih öncesinin “panteist” ortamında “acıma” duygusu değil, “benimseme” ve “koruma” güdüsü sözkonusudur; ve de “gülmek”, “tabu”ları çiğneme eğilimlerine ve/veya “etik” olmayan hallere karşı, diş göstererek tehdit etmek anlamına gelmektedir... Bütün bu kısıtlayıcı şartlar yaratıldıktan sonra herkes tarafından -objektif olarak- görülecektir ki, “lider”lik veya “şâman”lık her şeyden önce “şarkıcı”lık ve “danscı”lık anlamına gelmektedir. Veya başka bir deyişle, “inisiyatör” ve “yaratıcı” anlamında “dehâ” karakterine sâhip olan ve topluluk tarafından -gönül rızâsıyla- öne çıkarılan bütün gençler aynı zamanda gâyet iyi şarkı söyleyebilmekte ve/veya dans edebilmektedirler. Yâni her inisiyatörün, yaratıcının veya dâhi'nin içinde bir şâman, ve onun da içinde bir dansçı ve şarkıcı yatmaktadır. Ama bu, “her şarkıcıdan, bir inisiyatör veya yaratıcı çıkar” anlamına gelmemektedir... İşte o zaman anlaşılacaktır ki, “şarkıcılık” ve “dansçılık” gibi mesleklere gerek yoktur. Aslında böyle meslekler, hem gençleri “erken yaşta bol para” geliri dolayısile -gelişimlerine engel olarak- “kavruk” bırakması, ve hatta onları, -sefâhate sürükleyerek- dejenere etmesi, üstelik de etraflarındaki bir sürü asalak insana (yardımcıya) lâyık olmadıkları kadar gelir sağlamasıyla, topluma büyük zararlar vermektedir. Ayrıca kitlelerde, “marka” olmuş isimleri izleme (dinleme) alışkanlığı yaratarak, - “moruk”lar tarafından icra edilen- bozuk “ritm”li, bozuk “ton”lu şarkıların, bir nevî “zehir alışkanlığı” şeklinde tüketilmesine yol açması dolayısile, toplumdaki ritmik rezonansın veya “etik” disiplinin bozulmasına da sebep olmaktadır, bu meslekler... Diğer bir deyişle, “deha” cevheri taşıyan her gencin içinde bulunan “şâman”ı veya “şarkıcı”yı zengin yaparak, yâni daha olgunlaşmadan “adam” yerine koyarak, bireyin -bilim, sanat veya devlet adamı olarak- gelişmesini önlemek demek, aslında ilkelliğe prim vermek ve de toplumun diriliğini, gelişimini baltalamak demektir. Hem zâten teknolojinin geldiği bu aşamada ortaya çıkan “internet” dolayısile de hak yerini bulmuş, ve “şarkı söyleme patenti veya telif hakkı” diye bir “imtiyâz”ın müeyyidesi kalmamıştır artık... Öyle ya, büyük bir yekûn tutan “anonim şarkı veya türkü”lerin telif hakları kimlere ödenebilir ki... Yâni şarkı yapan da söyleyen de, herşeyden önce kendini tedâvî etmekte ve yaptığı işin nemâsını peşînen almaktadır aslında... Çünki bu disiplinlere girip, o halleri yaşamasalar rûhî dengeleri bozulacaktır... Dolayısile eskiden köylerde olduğu gibi, -şimdiki “Global Köy”de de- güzel şarkı söyleyebilen herkes şarkı söyleme, ve onu beğenen herkes de bu şarkıları -bilâ ücret- dinleme hakkına sâhiptir artık... Sâdece bestekârlara, gelen ilhâmı “zaman sürecine yayma ve mevcut zemîne aktarma konsantrasyonu ve çabası” gösterdikleri için, bunun karşılığı olarak bir ödeme yapılması mubahtır herhalde... Yâni netice itibâriyle, insanlığın ortak “meleke faaliyeti” üzerinden, bunu (melekeleri) mahvetmek için -hayvânî etkinliklerde- kullanılabilecek ekstra bir kazanç mümkün olmamalıdır; ve olamaz artık... Ve de bugün, gencecik insanların sefâhâtine ve asalaklığına giden -dolayısile toplumun yozlaşmasına yarayan- paraların uygun bir şekilde Panteist Zon Kulüpleri'ne kanalize edilerek, onların hem “eğlence”, hem “okul”, hem “tedâvî merkezi” ve hem de “insâniyet laboratuarı” şeklinde yaşamaları sağlanabilir; ve sağlanmalıdır artık... Gençlik kulüplerindeki seçilimlerde öne çıkan her genç, önce şarkıcı anlamında bütün toplumun “lead'er”i olacak, ve ondan sonra da artık, yalancı düzenbaz politikacılardan liderlere ihtiyaç duyulmayacak veya mecbur kalınmayacaktır. Çünki gençlik liderleri veya inisiyatörleri genel seçimlerde, hem grup arkadaşlarından, hem de -şarkıcı, dansçı olarak- halktan topladıkları teveccüh oyları ile orantılı olmak üzere çoğaltılmış puana sâhip oy pusulası kullanma hakkını elde edeceklerdir. Böylece de, -gâyet demokratik bir şekilde- yalan dolanla veya bir nevî illüzyonla kitleleri aldatarak oy toplayıp meşrûiyet kazanan “karizmatik(!)” politikacıların “oy potansiyeli”ni aşağı düşürmüş olacaklardır... Ama tabii ki, “çok puanlı oy” kullanma hakkı da, bir “imtiyaz” veya “muktesep hak” hâline getirilemeyecek, dolayısile de yanlış eylem ve tasarruflarda bulunanların puanları derhal tenzil edilecektir...

 

İnsâniyet Laboratuarı: “Panteist Zon Kulübü” Hakkında...

İnsanlığın başlangıcı hakkında yaptığımız -antropolojiyle ilgili- teorik çıkarımı tahkik etmek için kurulacak “Panteist Zon Kulübü”nde, elde edebileceğimiz ilk ve en somut kazanım şu olacaktır: “aldatma-aldanma” antagonizmasının sözkonusu olmayacağı “panteist zon” şartlarında, gençler liderlerini seçtiklerinde, aslında kendilerine yararlı olabilecek değerli veya liyâkatli insanların nasıl teşhis edilebileceğini öğrenmiş olacaklardır. Lider olarak seçilenler de, değerlerinin ve güçlerinin, metafizik merkezlerden veya tanrılardan kaynaklanmadığını, bunların “analar zinciri”yle ilk insanlara kadar ulaşan -zamanlar üstü- bir “ritmik rezonans”ın mahsûlü olduğunu, ama bu niteliklerinin iş yapar hâle gelmesi için gereken yükselticinin (amplifikatörün) ise, çağdaş veya yaşdaş insanlarla melekî (vicdânî) rezonansa girmek sûretiyle tahakkuk edebildiğini, ve de içgüdüsel (hayvânî) etkinliklere fazlaca kapıldıklarında, bu meleke güçlerini, dolayısile inisiyatör veya yaratıcı olma özelliklerini kaybettiklerini anlayacaklardır... İşte “kulüp”lerde başlayacak bu bilinçlenmedir ki, sonradan dalga dalga yayılarak tüm toplum çapında bir “pozitif seleksiyon” sistematiğini hâkim kılabilecektir. Çünki bir defa bu olay, merâmını mistik ve metafizik kavramlara ihtiyaç duymadan anlatabilen, bir çok “bilinçli birey” veya “güncellenmiş peygamber”in ortaya çıkması, yahut da “bilimde branşlaşma”nın “at gözlüğü”nden kurtulmuş gerçek bilim adamlarının yetişmesi demek olacaktır. Dolayısile de, ortaya çıkan bu bilinçli bireyler, toplumsal devinimde (hayatta) bir nevi “iyi maya” görevi yaparak, “spekülâtör kapitalizmi”nin sebep olduğu “negatif seleksiyon” dinamiklerini tersine çevirebileceklerdir. Ki bu cümleden olarak, sağlıklı bebek doğumlarının da bilincine varılarak, liyâkatsiz kadınların doğum yapması -aynen “Frengi” salgını zamanlarında olduğu gibi- yasaklanmak sûretiyle, kapitalistlerin “tüketici” ve “savaşçı” yığınları eritilecektir... Toplumsal “artı-değer” demek olan “kapital”, aslında âzamî ölçülerde “yaratıcılık”lar (yâni üretilen yeni değerler) için kullanılması gereken bir potansiyel güçtür. Bu potansiyel büyük çapta, tüketime yönelik üretilen mal ve hizmetler için kullanıldığında, -mallara karşı husûle gelen talep değişikliklerinden de kazanılsa, faiz şeklinde ve hatta “pezevenklik” mesleği tarzında da kazanılsa- yol açacağı spekülâtif kazançlar ve dolayısile karşılıksız para bolluğundan dolayı, “ekonomik kriz”ler kaçınılmaz olmaktadır... Ama ortaya konulan bir şeyin, gerçek bir “yaratık” veya “yaratıcılık ürünü” olduğuna kim karar verecektir?.. Herhalde “yaratıcı”lık evsâfına sâhip insanlar verecektir. Onun için demek ki bu problem, son tahlilde, “yaratıcı insanın nasıl seçileceği” şeklinde vaz edilmelidir... Aslında meselenin çözümü, tarih öncesinin panteist topluluklarının “tabu”lu şartlarını, bugünkü bir ortamda (bir kulüpte) gerçekleştirebilmekte düğümlenmektedir... Öyle ya, Büyük Patlama veya “Big Bang” olayı, bir laboratuarda gerçekleştiriliyor da, hayvanlar âleminde -aynen onun gibi zamanlar üstü olarak- gerçekleşmiş bir “insâniyet patlaması” niçin bir laboratuarda (panteist kulüp'te) gerçekleştirilemesin?!... Yeter ki “bilim” alanının târifini doğru yapalım, ve “insanlık” alanının da (veya kültürünün de) bu tarife uyduğunu açıkça (pratik içinde de) gösterelim... Gerçekten de “insânî davranışlar” küme'sinde “ritm melekesi” diye bir “sâbite” vardır; ki bu sâbit eleman, kümedeki diğer bütün davranışları modifiye eder... Diğer taraftan, “ritm melekesi”nin “zihnî üst-yapı”daki türevleri ise, “ölçü” kavramı ile -aksiyom değerindeki- “tabu” prensibini belirler...

 

Atatürkçülük ve/veya Atatürkçüler Bilime Gölge Etmemelidir:

Bu arada bilimsel tefekkürde “Atatürk takıntısı”ndan da kurtulmak ve onu mutlaka aşmak lâzımdır. Çünki Atatürk aslında -iflâsa sürüklenmiş olan- “Osmanlı”nın muhâsebesini devralmış, bilânçosunu çıkarmış ve defterini dürmüş büyük bir tarihî şahsiyettir. Ama yaşamış olduğu,-her kafadan bir sesin çıktığı, her öne çıkanın “evrensel” iddialı teori ve ideoloji uydurduğu- mahşerî bir “çağ dönüşümü” ortamında, Atatürk'ün stratejik bir “istikbal programı” ortaya koyduğunu düşünmek, siyâsî ve akademik kariyer endişesinden kaynaklanan, spekülâtif bir tutum olmaktan öte bir anlam taşıyamaz. Çünki aslında, o günkü “ideolojik-politik” konjonktürde, -tarihî ve coğrâfî konumumuza uygun- bir “optimum” nokta yakalayarak varlığımızı korumamızı sağlamakla bile, çok büyük bir iş başarmıştır Mustafa Kemal Atatürk... Onun için bugün, Atatürk'ün tarihî kişiliğini, biribirini yiyen politikacıların didişme aracı olmaktan kurtarmak da, artık âcil bir görev hâline gelmiştir. Çünki tarihimizde büyük bir köşe taşı olan Atatürk'ün, “polemik malzemesi” olarak yoğrulmaya ve yeniden tanımlanmaya başlanması, büyük bir kavram kargaşasına ve zihin bulanıklığına yol açmakla birlikte, aynı zamanda kendisinin mânevî şahsiyetine, büyük bir haksızlık ve saygısızlık anlamına da gelmektedir... Aslında Atatürk, hem pragmatik (faydacı) ve oportünist (fırsatçı) karakteri nedeniyle, hem de -o zamanlar pek revaçta olan- ideolojilere îtibar etmemesi dolayısile, “pozitivist”lik tanımına sığdırılamayacak bir “dünya görüşü”ne ve zihniyete sâhipti. Ama O, Batı uygarlığının, -Grekler'den beri- üzerinde yükselmiş olduğu “Rasyonalizm”in prensiplerini, hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak kadar benimsemişti. Ve işte o yüzdendir ki, dincilerle ortak bir “zımnî mutâbakat” zemînine sürüklenmişti... Batılı'ların, “dînî tefekkür”ü ayrı, “ilmî düşünce”yi ayrı gören şizofrenik zihniyetini “laiklik” adı altında sosyal hayatımıza monte etmeye kalkarken de, hem Batı'da özerk dînî kurumlar tarafından -barış içinde- sürdürülen “dehşet dengesi”nin, aslında uzun kanlı savaşlar sonucunda tesis edildiğini gözardı etmek, hem de “Hilâfet” müessesesinin devâmı mâhiyetindeki bir kurumu (Diyânet İşleri'ni) devreye sokmak durumunda kalarak, aslında Osmanlı'dan kalan bir “antagonizma”yı sürdürdüğünü anlayamamıştı. Halbuki Batılı'lar, uzun kanlı savaşların sonunda ortaya çıkan, gâyet kararsız bir “dehşet dengesi” üzerindeki şizofrenik psikolojilerini ve düalist fikriyâtlarını ancak, “kapitalist-emperyalist” sömürü düzeninden elde ettikleri avantalarla destekleyerek sürdürebilmekteydiler. Yâni zihinsel ve ruhsal çelişkilerini veya antagonizmalarını, diğer insanları ve bazı ülkelerdeki insâniyeti körü körüne (veya zorbaca) inkâr etmekle gözlerden kaçırmakta veya gündemden düşürerek ertelemekteydiler. Çünki, “nedensellik” mantığına bağımlı olduğundan dolayı “akıl”ın nasıl oluştuğunu izah edemeyen “Rasyonalizm”, hayvan ile akıllı hayvan (insan) arasında bir boş alan bırakmış olmakla, metafizik düşünceye (ve de müdâhaleci, himâyeci yâni mitolojik bir tanrı kavramına) dâvetiye çıkaran, ve dolayısile de dinlerle irtibat noktası (arakesit) kabul edip, zorbalığa meşrûiyet alanı sağlayan bir ideolojiydi aslında... Ve Atatürk de, “rasyonalizm” denilen ve büyük bir tarihî derinliğe sâhip olan bu ideolojinin akıntısına kapılmaktan kurtulamamıştır, ne yazık ki... Mesela Atatürk'ün, tekkelerde yapılan ritmik âyinlere (zikr'lere) çok kızdığı, ve katılımcılarını yâni meczupları (cezbeye kapılmış olanları), deli (akıl hastası) olarak nitelendirdiği -kendi ifâdeleriyle- gâyet iyi bilinmektedir. Dolayısile de bunun aslında, delilere veya melekeleri muhtel olanlara uygulanması gereken en müessir tedâvî yöntemi olduğunu bilmediği -veya çıkaramadığı- anlaşılmaktadır. Belli ki kendisi, bu âyinlerde verilen sözlü mesajların muhtevâsına kızmaktadır; ama gâyet insânî bir davranışı, o tür davranışların sonucu olarak ortaya çıkmış olan “söz”lerin bir kısmıyla mahkûm etmeye kalkmaktadır. Kaldı ki aynı ifâdelerinden, -gâyet müessir rûhî tedâvî yöntemi olan- ritmik âyinlerde kullanılan ve insanları kitlesel olarak yönlendirmeye (gütmeye) yarayan sloganların, mistik (dînî) olması ile politik olması arasında, liderin veya inisiyatörün niyetinden (ve de sözlerin çağrıştırdıklarından) bağımsız hiçbir fark bulunmadığını da bilmediği anlaşılmaktadır... Aslında böyle bir anlayışı (veya anlayışsızlığı), peygamberler zamanını da içine alan -derinlikteki- târihî devirlerde yaşamış bütün “birey” insanlar paylaşmıştır; ama, monoton sesli ve ritmli âyinleri aşağılamakla birlikte kendileri de, melodik motifler giydirilmiş -tek düze olmayan (yani “sus”ları bol)- ritmik usûllerle icra edilen ibâdetler tertip edip şarkılar bestelemekten geri durmamışlardır. Çünki onlar artık, “akıp giden zaman” mevhûmunu, aklî “sıralama melekesi” ile yaşayabilme olgunluğuna ulaşmışlardır... Halbuki, insanın zuhûruyla birlikte ritmik hareketler, tepinmeler vardır. Daha doğrusu “insan” denilen varlık, ritmik hareketlerle kendini yapılandırmış (hayvandan farklılaşmış), ve/veya ortaya çıkmıştır... Batılı antropologların son laboratuar çalışmaları, bu gerçeği büyük çapta aydınlığa kavuşturmuştur artık... Taş devrinden kalma mağara resimlerini inceleyen antropologlar, resmedilen objelerin (genellikle hareket hâlindeki hayvan figürlerinin) üzerine serpiştirilmiş yıldız şeklindeki motiflerin ne anlama geldiğini araştırırlarken, bir “denek insan”ın beyni üzerine -laboratuarda- yapılan tenbihlerle, onun da gösterilen objeleri yıldızlı görmesini sağlamışlardır. Ve böylece de, o ilkel insanların aslında, ferâset (veya meleke) zaafiyeti yüzünden halüsinasyon gördükleri sonucuna varmışlardır. Ki nitekim, resmedilmiş bulunan hayvan formlarındaki oransızlıklar da, bu yargıyı teyit etmiştir... Diğer yandan, yaşayan ilkel toplulukların incelenmesinden de anlaşılmaktadır ki, ava çıkmadan önce yapılan, sert ritmik tepinmeler şeklindeki avcı âyinleri -bütün mistik îzahlardan sarfınazar- aslında, katılımcılar için bir nevî saat (zaman) âyârı veya senkronize (eş zamanlı) hareket etme alışkanlığı kazanma pratiği anlamına gelmektedir. Ki böylece de, reflekssif hareket veya alışkanlıklarla (hayvan gibi) yaşayan insanlarda, düzgün akıp giden bir “zaman” duygusunun (mevhûmunun) bulunmadığı -veya çok zayıf olduğu- teyit edilmiş olmaktadır... Nitekim seksüel etkinliklerde “zaman” mevhûmunun kaybolduğunu da, herkes -kendi pratiklerinden- gâyet iyi bilmektedir... Dolayısile, böyle insanlarda net bir “mekân” görüşünün de olamıyacağı, yâni bunların “halüsinasyon” görmelerinin, ve şekillerde oran hatâları yapmalarının gâyet doğal olduğu anlaşılmıştır. Ve son tahlilde de, tek düze (monoton) ritmik hareketlerin aslında, “insanlığı sağlama veya tedâvi etme” yöntemi demek olduğu ortaya çıkmıştır...

 

Diyalektik Mantığı Anlamak...

İnsanlardaki “ritm” melekesinin güçlenmesi, ve dolayısile insanların “ateşi kullanma” mahâreti kazanmasıyla yaşanan dönüşüm aslında, “târihî devirler”i açan, ve “akıllı insan”ı ortaya çıkaran bir “negasyon” veya “anti-tez” kırılmasıdır. Yâni sebeplerle sonuçların yerlerini değiştiren, bir “alt-üst oluş”tur. Ki zâten, “sebep-sonuç” bağlantıları şeklindeki “nedensellik” mantığı da, bu kırılmadan sonra girilen kronolojik (düzgün olarak akıp giden bir “zaman” mevhûmuyla ilgili) tarih içinde bilince çıkarılmıştır. Ve onun için de insanlar “tabu”ları, bir yanlış düşüncenin mahsûlü olarak anlamaya başlamışlar, hatta bu yüzden, ilkel devirlerdeki tabu'lu toplulukların günümüzdeki izdüşümü olan “aile” içinde bile, “ensest” yasaklarını çiğner hâle gelmişlerdir... Çünki, “çiftleşince yavru üretilir, yavru edinmek de iyi bir şeydir” şeklindeki “nedensellik mantığı”nın hükmü, “fiilî çiftleşme yasağı” anlamındaki “tabu” ile çelişmiştir. Halbuki ritmik tepinme şeklindeki âyinlerin fiilî ve fizîkî îcâbı olarak ortaya çıkmış olan -beslenme ve çiftleşmeyle ilgili- tabular, ve de “tabusal korku” duyguları, aslında aynı -ritmik- etkinliklerden doğan aklın, koruyucu sembolleri ve duygusal kalkanları anlamındadırlar. Çünki, sözkonusu ritmik tepinmelerin bir neticesi olarak, aklın temeli “sıralama melekesi” kazanılmış, ve ondan sonra da tabular, -ortaya çıkan- akılla sembolize edilerek yorumlanmaya çalışılmıştır. Ama aralarında -kronolojik- bir illiyet (nedensellik) kurulamadığından, giderek anlamsız bir saçmalık olarak görülmeye başlanmıştır. Çünki “panteist zon” ile onun sâbit (değişmez) fenomeni olan “ritm melekesi”nin, zamanlar üstü bir faaliyet alanı ve faaliyet olduğu, “nedensellik” mantığıyla idrak edilememiştir... Onun içindir ki genellikle insanlar, dans etmeyi ve şarkı söylemeyi de, aklın -rahatlamak için uydurduğu- bir îcâdı saymakta ve/veya sanmaktadırlar. Yâni bu noktada da, nedensellik mantığına olan alışkanlıkları yüzünden, aklın temelini oluşturan “sıralama melekesi” gelişmeden önce de (yâni ateşin kullanımı öncesinde de) insancıkların ritmik âyinler yaptıklarını ve katlı tonlarda (melodik) sesler çıkardıklarını, ve “akıl”larının da, bu etkinliklerin bir sonucu olarak ortaya çıktığını -ve korunduğunu- düşünememektedirler... Bu bilinçsizliğin en vahim bir neticesi olarak da, dans edip şarkı söylerken aklî melekelerini güçlendirip bir nevi tedâvî gördüklerini, ama seks yaparken aslında “akıl”larını tahrip ettiklerini anlayamayıp, her iki aktiviteye de akıl ve irâdeleri ile karar verdikleri sanısına varmaktadırlar. Ki böylece de “seks özgürlüğü” diye tutturup, kapitalizmin “canına minnet” hoşgörüsüyle bunu elde ettikçe, -Disko'lardaki- popüler müzik ve dansların ritm'lerinin frekanslarındaki olağanüstü yükselişe bir anlam verememekte, veya âfâkî bir söylemle “moda” diye yorumlamaktadırlar. Ama bununla birlikte, eski müzik ve dansların yumuşak (düşük frekanslı) ritm'lerinin -bu şartlarda- popüler anlamda geri dönmeyeceğini de gâyet iyi bilmektedirler... Halbuki bu durum da, bir tabusal dürtü neticesidir, ve de insanlığın kendini savunma gereği olarak ortaya çıkmıştır. Çünki “seks” serbestliği veya dâvetkâr çıplaklık, -tabuların ve tabusal disiplinlerin yerleşmediği- ilk hayvanımsı insanların zamânındakine benzedikçe, cinsel çekim gücüne karşı bir denge gücü oluşturmak üzere ritmik tepinmeler de, o ilkel zamanlardaki gibi sertleşmektedir. Nitekim, aynı zamanda “şiir” denilen edebî sanat biçimi de, bir öğreti ve öğrenme (belleme) aracı olmaktan çıkmakta, ve “hezeyanların vezn ve kâfiye ile disipline edilmiş hâli” anlamını kazanmakla, bir rehabilitasyon veya terapi aracı hâline dönüşmektedir. Ve bu arada “akıl” ve/veya aklî “sıralama melekesi” de, bu zıtlaşmanın arasında ezilmekte veya kumpaslanmakta, yâni devreden çıkmakta/çıkarılmaktadır. Ki bunun neticesi olarak da insanlar, kısır -skolastik- tartışmaların veya didişmelerin içine girmektedirler. Ve de örneğin hâlâ, dinlerin “nass” ezberciliği ile “sünnet” taklitçiliğine saplanıp kalmış olan zavallı insanlarla bile, başedebilecek bir bilinç seviyesini tutturamamaktadırlar... Mesela izâha çalıştığımız şu “Diyalektik Mantık”, üniversitelerimizde anlatılsa ve/veya anlaşılsa, acaba kızların, dindarlık kisvesi olarak görülen kıyâfetlerle üniversiteye girmeleri sakıncalı bulunur ve de bu konu üzerinden kıyâmetler koparılırmıydı hiç?!.. Ancak ne yazık ki, bu müesseselerde (üniversitelerimizde) diyalektik mantığı anlayabilecek “yaratıcı” veya “inisiyatör” vasıflı gençleri eleyen, “ezber” ve “taklit” esâsına dayalı bir “negatif seleksiyon” sistematiği uygulanmaktadır; “eğitim” adı altında... Onun için, böyle bir eğitimden geçen herkesin, tarihe ve insanlığın oluşumuna bakışı da, bir insanın “dev aynası”na bakmasına benzemektedir. Ki bu aynalarda insanlar, kendilerine benzer büyük bir hayal görürler ama, bu görüntü aslında, -dış bükey- aynanın arkasındaki bir “sanal odak”tan kaynaklanmaktadır. Yâni bu insanların tarihe ve insanlığın başlangıcına baktıklarında gördükleri, efsânevî şahsiyetler, peygamberler ve bir “yaratıcı tanrı” mitosu, aslında kendilerinin, sanal bir odaktan yansıyan -deforme veya devâsâ- görüntülerinden başka bir şey değildir... Dolayısile, sözkonusu kıyâfetlere îtirâz eden insanların da kafalarında, -bunları giyenlerinkinde olduğu gibi- Tanrı adındaki bir mümtaz “şahsiyet”in ne deyip demediği, ve/veya ne diyip diyemiyeceğine dair “dedikodu” mâlûmâtından veya mugâlâtalarından başka bir düşünceye yer yoktur... Halbuki “Tanrı” kavramı, bütün nedenlerin nedeni, ve bütün sonuçların sonucu anlamındaki bir “transandantal limit” konumu olarak kendini dayatan, mantıkî bir çıkarım ve/veya zorunluluktur aslında... Ve onun için de “Tanrı” kavramı sâdece, -insânî gelişme anlamında- yönsel (yön belirleyen) argümanlarla sözkonusu edilip tartışılabilir; ama hiçbir zaman, “hedef” veya “menşe” olarak nitelikleri sorgulanamaz. Çünki transandantal (aşkın) limit noktaları, “sonlu”luk bazındaki mevcut verilerle nitelendirilemez, ve/veya tanımlanamaz... Kaldı ki, bütün iyi nitelikleri kendisine atfetmek ve bütün kötü niteliklerden kendisini tenzih etmekle dahî, ancak bir polarizasyon yaratılmış ve dolayısile de -”Şeytan” kavramının kabûlüne mecbur kalınarak- “şirk”e yol açılmış olunur... Kişilikli tanrı kavramını esas alan ve “nass”lara, “sünnet”lere dayanan dinsel doktrinler de, kendi iç mantıklarında tutarlı olabilirler tabii ki... Ama bu tutarlılık, inisiyatör konumunda bulunan fiilî liderlerin (komutanların) şartları zorlaması ile, fikrî liderlerin (müştehidlerin) “nass”ları ve “sünnet”leri yeniden yorumlamaları ve deforme etmeleri ile sağlanan, konjonktürel bir oportünistlik ve kariyeristlik anlamındaki -bilimsel (veya objektif) olmayan- bir tutarlılıktır; ki -her fırsatta- diğer “sekt”lerle (dincilerle) çatışmayı zorunlu kılar... Onun için de “kapitalizm” ideolojisi altında hangi dinlerin hâkim olacağı gâyet açıktır; ki bunlar, “kapital”i kutsayan Yahudilik ve Protestanlık'tan başkaları değildir... Yâni diğer dinler, “Yahudilik” başlangıcı ile buraya rücû anlamındaki “Protestanlık” arasında kumpasa sokulmuş bir halde, bütün şanslarını kaybetmişlerdir artık kapitalizmin bu aşamasında... Diğer dinlerin seçkinleri, önderleri ancak, Protestan ve Yahudi zenginlere yaranabildikleri nisbette varlıklarını, statülerini koruyabilmektedirler... Ama son din olan İslâmiyet, -o da Türk Tarikat Sistematiği'nin yorumu ve pratiğiyle- dinden bilime geçme kapısını açık bırakmıştır; ki böylece de “kapitalizm”in bitirilişinin yolunu göstermiştir insanlığa...

 

“Son Osmanlı” Zihniyeti, Bir Daha Hortlayamayacak Şekilde Tarihe Yeniden Gömülmelidir:

1826 yılına gelindiğinde Osmanlı Hânedânı ve Enderûn'u da, en az Yeniçeri Ocağı kadar bozulmuş, ve üstelik -bir süre daha zevâhiri korumak üzere- emperyalistlere savaşsız teslim olacak veya satılacak kadar da kendinden geçmiş ve alçalmıştı. Onların “tanzîmat-manzîmat” dedikleri, Batılı'lara yaranma ve içimizden ajan (işbirlikçi) devşirmelerine olanak sağlama çabasından başka bir şey değildi aslında... Yoksa, bizde de Batılı'lar kadar, hatta onlardan da fazla, kafası çalışan insanlar çıkıyordu. Ama Osmanlı, biatçı (ve/veya dalkavuk) olamayan bu insanlardan korkuyor ve onları bir şekilde (bir nevî aforoz etmek, sürgüne göndermek vs. şeklinde) etkisizleştiriyordu... İşte bugün bizde pek yaygın hâle gelmiş olan, ve genellikle de, öne çıkanlara çelme takmak şeklinde tezâhür eden “hasetçilik” huyu, aslında o kokuşmuş Osmanlı'nın, -resmî politikalarıyla halka bulaştırmış olduğu- bir hastalığıdır... Hânedân'ın bu politikalarına karşı Bendegân'ın -korunma refleksiyle- geliştirdiği “kontra huy” ise “oportünistlik” olmuştur. Ki, en güçlünün kim olduğunu teşhis edinceye ve ona yaranıncaya kadar fikirsiz ve pozisyonsuz kalmak şeklinde tezâhür eden bu mizaç da, günümüzde pek yaygın hâle gelmiştir... Bunlardan başka Osmanlı'dan yâdigâr, bir de “hamâsî ve dînî söylemlerle galeyâna gelme” huyumuz vardır ki, bunu da her güçlü mihrak -ve özellikle de yabancılar- gâyet güzel kullanabilmektedirler... Yâni “Osmanlı” sülâlesinden bize kalmış olan sosyo-psikolojik miras, bunlardan ibârettir; ve de “Osmanlı” evlâdından, adam yerine konulabilecek tek bir kişi bile ortalıkta görülmemektedir. Halbuki Osmanlı mağduru maktul Yeniçeri'lerin torunları bugün -dedelerinden tevârüs ettikleri olumlu genleri, gelenekleri ve yüksek performanslarıyla- isimsiz kahramanlar olarak memleketin gelişimine faydalı hizmetlerde ve/veya katkılarda bulunmaktadırlar. Ona rağmen Osmanlı Hânedânı ile Enderûnu'nun esâmisi büyük bir ihtiramla anılmakta ve kalıntılarının da -âdetâ- “bokunda boncuk” aranmaktadır. Böyle bir tarihî yanılsama veya bilinçsizlik de, memleketteki olumsuz seçilime (negatif seleksiyona) büyük katkı yapmaktadır. Çünki sağlıklı genler tevârüs etmiş olan kaliteli insanlar, tarihî kimliklerini bilmemek ve beyân edememekle birlikte, kendilerine uyduruk “köken”ler yakıştırmayı da zûl addetmektedirler. Ama köksüz, görgüsüz ve kalitesiz olup da, spekülâtif vurgunlar ve politika oyunlarıyla temâyüz eden mahlûklar için, kitaplarda resimleri ve isimleri çok geçen meşhûr bir “Osmanlı” markasını yücelterek -ataları imişcesine- benimsemek hiç de zor olmamaktadır. Ki böylece de, sahte “kişi”likler ve değerler, tarihî bir dayanağa ve meşrûiyete kavuşmuş olmaktadırlar. Ancak bu sahtekârlık, kişisel hatta ülkesel bazda da kalmamaktadır. Son Osmanlı'nın fırıldak (rüzgâr gülü) diplomasisinden pek hoşnut kalmış olan Batılı'lar, bugünkü Osmanlı hayrânı yeni seçkinlerimize(!) de -İsrail'in stratejik hesaplarını gölgelemek ve ülkemizi kolay parçalamak için- aynı rolü oynatmaya kalkmaktadırlar... Yâni Osmanlı tarihe gömüldükten sonra dahî, yanlış (yâni yanlış yorumlarla) gömüldüğü için, “hortlak” misâli bir işlevle, ülkedeki “menfî seleksiyon”a yardım etmeyi ve kötülük yapmayı sürdürmektedir... Ben bu zihniyeti ve sebep olduğu kötülükleri, II.Abdülhamit'in -“sancak beyi” seviyesindeki- bendegân'ından gelen, ve de “Abdülhamit Politikaları” mûcibince, yâni Abdülhamit'in Dünya'da Anglo-Amerikan hâkimiyetini öngörmesinden (ve/veya temenni etmesinden) dolayı, ana okulundan itibâren Amerikan eğitimi alan bir anadan doğduğum için, çok detaylı olarak biliyorum. Kaldı ki, 1950'den beri, “demokratlık” kisvesi altında “icra-i faaliyet”te bulunan gizli (sinsi) Abdülhamitçi'leri de iyi tanıyorum. Çünki bu memlekette ilk defa Abdülhamit'in, bilinçli olarak köy çocuklarından veya “taşralı”lardan, Batılı “Dünya Görüşü” ile Sünnî (kadîm Arabî) “Âhiret Görüşü”ne sâhip -şizofrenik- laik bendegân yetiştirdiğini gâyet iyi biliyorum... Onun için artık tarih doğru yazılmalı, ve bu arada Kânûnî Sultan Süleyman, Sultan II.Mahmut ve Sultan II.Abdülhamit'in, hem bizim kültürümüzde, hem de tüm insanlık adına, büyük ve kalıcı yanlışlar yapmış hükümdarlar olduğu, ayrıntılı bir şekilde kaydedilmekle birlikte, normal Osmanlı hâkimiyetinin ve yönetiminin de, sefâhât düşkünü III. Selim'in idamıyla sona erdiği açıkça belirtilmelidir. Ve sonra da, “1826” olayının objektif olarak teşrîhi ve izâhıyla birlikte, bu olayın mağdurlarına “iade-i îtibar” edilmeli, mesullerine de “tenzîl-i îtibar” uygulanmalıdır. Çünki o zamanlardadır ki, hem “Âyan” adındaki mahallî “etnik grup” şeflerine mülkiyet hakkı ve siyâsî statü vermekle birlikte, -bir süre sonra- mahallî inzibat görevi yapan Yeniçeri birliklerini (Seğmen'ler, Orta'lar ve Bölük'ler) ilgâ etmiş, hem de merkeze (yâni Istanbul'a), Fransız Devrimi'nin yetiştirdiği “burjuva reformatörleri”ni, “eğitmen” ve “danışman” diye doldurmuş olmakla Osmanlı padişahları, Memâlik-i Müttehide topraklarında milli ayaklanmalara yol açmışlar, ve hatta milli ayrılıkçılık fikirlerine -âdeta- çanak tutmuşlardır. Sırf, “Tarikat”çıların “liyâkat seçilimi” sistematiğinin, yaygınlaşıp resmîyet kazanarak, “Hânedanlık”larına son vermesinden korktukları için... Demek ki Osmanlı'yı, Ruslar'ın “Çar Hânedânı” ile bir tutup “iade-i îtibar” hesapları yapmak abesle iştigâldir. “Çarlık” hânedânı mâsum ve mazlum sayılabilir belki ama, bizim “Son Osmanlı”nın hâinliği ve satılmışlığı, Rus Çarı'nın bile “tarihte bir hükümdârın kendi ordusunu imha ettiği/ettirdiği görülmemiştir; Osmanlı'nın yaptığı gibi...” diyerek hayretini ifâde ettiği şekilde -tarihen- müsecceldir. Öyle ki, onlardan kalma gerici süreç hâlâ -Atatürk'ün reformasyonuna rağmen- devam etmektedir; ve kafalar değişmedikçe de devam edecektir. Çünki kapitalizmin iç mantığına göre bu ülke, toprak ve ahâli bütünlüğünü koruyabilecek kadar sermâye (kapital) birikimine sâhip değildir; ve üstelik böyle bir ihtimal de bulunmamaktadır... Hâl böyle iken, “kapitalizm”in muhâliflerine söz hakkı tanımayan bir “demokrasicilik” oyununu kutsayarak, politikacı soytarılıkları ile halkı aldatmak mubah sayılabilir mi?!.. Onun için bir an önce “insâniyet” problemini Dünya'nın gündemine getirmeliyiz. Ve bu şekilde de, kimlik, kişilik yoksunu insanları, sığınacak (ait olunacak) bir etnisite aramaya sevk eden “gericilik” sürecini -onlara insâniyet yolunu göstererek- durdurmalıyız... Fikir özgürlüğünden yana olanlar, herşeyden önce bu fikrin duyurulmasına ve yayılmasına yardım etmelidirler. Yoksa, kapitalizmin belirlediği, iyi ve kötü (zararlı) fikirler ikileminden kurtulmak için, soyut bir “fikir özgürlüğü” savunuculuğuna soyunarak, “Osmanlı Bendegânı”ndan yâdigâr bir “oportünist liberalliği” pozisyonuna girilse bile bu, “entellektüel soytarılık”tan başka bir anlama gelmeyecektir; ve gelemez... Hele ki, “adam”ın ne demek olduğunu, “adam seçilimi”nin nasıl olması gerektiğini tartışmaya açmadan, etnik ve dinsel kültürlere ait (mensup) mahlûklara, kendilerini -“adam”mış gibi- gösterme (propaganda etme) hakkı tanımak ve buna alkış tutmak, soytarılıktan da öte bir kötülük, düpedüz “vatan bölücülüğü” anlamına gelir; ve gelmektedir...

 

Ali Ergin Güran:10/01/09