Atatürk'ün, bütün dinlerin, felsefelerin ve ideolojilerin üstünde bir bilim anlayışına sâhip olduğu, ve de böyle bir “bilim” tanımının arayışı içinde bulunduğu açıktır. Çünki bilimi, o zamanki bütün güncel doktrinlerden daha önemli ve belirleyici gördüğü, ve bu yüzden de “Komünizm”e ve “İslâmiyet”e bile pek îtibâr etmediği, “Hayatta en hakîkî mürşit müspet ilimdir” sözüyle sâbittir. Ancak bu sözden, kendisinin “bilim” tanımı olarak, “sağlanabilir veya uygulamayla ispatlanabilir bir düşünce-davranış disiplini”ni kastettiği anlaşılsa da, o tarihlerde “felsefe”den ve “ideoloji”den farkı net olarak belirlenmiş bir bilim tanımının ortaya konamadığı da bir gerçektir. O zamanlarda, popüler olmuş -Marksizm gibi- bâzı ideolojilerin bilim diye yutturulduğu, hatta “hukuk bilimi” diye zırvalandığı bile, birer vâkıâdır... Dolayısile böyle bir fikrî kargaşa içinde Atatürk'ün, “anti-kapitalist” olduğunu ifâde etmesine karşın, kapitalizmin bilimsel bir eleştirisine kalkışamamasını, komünizme sempati duymasına rağmen, içine sindiremediği hususları -lâyıkıyla- açıklayamamasını, dînî anlayış ve uygulamalara karşı duyduğu huzursuzluk ve öfkeye rağmen bir “negasyon” ve hatta bir “reformasyon” gerçekleştirememesini yadırgamamak lâzımdır. Çünki o zamanlar “bilim”, târifsiz ve muğlâk bir kavram, tarihimiz de, Osmanlı'nın yazdırdığı bir “sülâle cönk'ü” ile, zıpçıktı “Türkçü”lerin uydurduğu “destan”lardan ibâretti... Aslında şuna şaşmak gerekir ki, yobazlara karşı duyduğu öfkeye rağmen neden, komünistler gibi “ateist” ve “seks özgürlüğü” taraftarı olmadı?.. Dindar olmadığı ve hatta -en azından bireysel bazda- ibâdetleri gereksiz gördüğü halde neden “ateist” zihniyeti benimseyemedi?.. Kaldı ki seks hayâtını da, “dînî ahlâk” kurallarına göre yaşamıyor, ama bununla birlikte, halkta kötü tesir yaratacağının bilincinde olarak gizli tutuyordu. Çünki bir defa “kültürel gen”lerle tevârüs etmiş olduğu “tabu”sal inançları çok güçlüydü; ve bu yüzden de “alenî seks”i -komünistler gibi- bir mârifet olarak göremiyordu. Sonra da, içinde hissettiği inisiyatif alma -ve/veya yaratma- gücünün Tanrısallığını görmezden gelemiyor, inkâr edemiyordu... Yâni Atatürk'ün “kültürel gen”leri Dânişmendiye mahrecliydi, ve o kültürel köken, kendisini -ister istemez- bir takım sapkın veya konjonktürel kanaatlere karşı koruyordu. Yâni Atatürk'ün, “kültürel gen” şeklinde tevârüs etmiş olduğu zihniyet ve yüksek (veya objektif) dünya görüşü aslında, Diyâr-ı Rum Fütüvvet Teşkilâtı'nın (veya Türk-Tarikat Sistematiği'nin) mayalamış olduğu, Dânişmendiye merkezli Türk-Kültür Coğrafyası'nın zihniyeti ve insanlık anlayışıydı; ki nitekim T.C.Devleti'ni yaratmak anlamındaki büyük mârifetini de, bu coğrafyayı baz almak sûretiyle göstermişti... Bu coğrafyada Türkler, -Rum, Ermeni gibi- yerli halkları da motive ederek, Fütüvvet (veya Tarîkat) sistematiğinin Seyfîyân (Gâziyân-ı Rum), Şurbîyân (Ahîyân-ı Rum) ve Kavlîyân (Abdalân-ı Rum) kolları mûcibince iş bölümü yapmak sûretiyle, müstakil şehir yönetimleri -hatta devletleri bile- kurmuşlardı; zaman zaman... Ki bu teşkilâtlanmaların kökenini, veya nüvelerini, 1071 öncesine kadar götürmek de mümkündür; dikkatli bir araştırma ve incelemeyle... Bu yerleşimlerin, I.Haçlı Seferi sırasında (1099) Türkmen Beyi I.Kılıçarslan'a verdikleri lojistik ve askerî destekten sonra, Konya'da kurulan Rum Selçuklu Devleti ile araları hiçbir zaman iyi olmadı. Çünki bu devlet, Abbasî saltanatını da tahakkümü altına alarak kurulmuş bulunan Büyük Kölemen Selçukluları'nı taklîden, ve hatta onlarla akrabâlık iddialarına istinâden kurulmuştu; ve dolayısile bir Sünnî İslâm Saltanatı tesis etmek hevesindeydi. Ama farklılığını ortaya koyabilmek için de, resmî dil olarak Farsça'yı alıyordu... Emevî ve Abbasî'lerde olduğu gibi “Sünnî Saltanat” düzeni örnek alınarak kurulmuş bulunan Rum Selçuklu Devleti, Türkiye'deki -günümüze kadar ulaşmış bulunan- “politik islâm” geleneğinin orijinini teşkil etmektedir... Aslında Dânişmendiye mahrecli Türk kültürü, insanlığın “tarih öncesi” ve/veya “panteist zon” kültürünü, Selçuklu Devleti de “tanrı-kral”larla başlayan tarihî devirleri temsil ediyordu. Yâni o zamanki Anadolu, -âdetâ- “insânî oluşum”u aksettiren bir sahne, veya “insanlık” oluşumunun, tahkîken yeniden gerçekleştirildiği bir laboratuar gibiydi... Anadolu Selçukluları, “tanrı-kral”larla başlayan tarihî toplum düzenlerini temsîlen, “Dânişmendiye” kültürünün “anti-tez”i konumunda bulunuyor ve bu kültürü -küçük görerek- “inkâr” etmeye çalışıyorsa da, “Dânişmendiye” mahrecli yerleşimler de, zamanlar üstü “panteist zon” kültürü olarak, hayâtiyetini muhâfaza edip toplumsal devinimdeki “iç dinamikler” görevini sürdürmeye gayret ediyorlardı... Yâni burada, Anadolu halklarını (ve tüm İnsanlığı) ilerleten ve geliştiren, târihin “Diyalektik Çelişki”si sözkonusuydu... Gerçekten de Dânişmendiye'liler, Hz.Muhammet'e büyük saygı duysalar da, İslâmiyeti'in pek çok ibâdetlerini, -Kitap'a (Kuran'a) uydurarak- “yol üzerinde” oldukları gerekçesiyle ihtiyârî saymışlardı; hatta kâfirlerin toprağında gazâ hâlindeyiz diye “Cuma”ları bile kaldırmışlardı. Kaldı ki “namaz” ibâdetini, aslında “muhkem âyet” vecîbesi olarak görmüyor ve Arap geleneklerinden alınmış bir “sünnet” olarak “ihtiyârî” sayıyorlardı... Gerçekten de “namaz” veya “salât”, aslında -ritmik olmayan- protokoler bir âyindi; ve kökeni, “tanrı-kral”lar devrindeki “güneş tapıncı”na ait “ritüel”lere veya “seremoni”lere dayanmaktaydı. Ki gerçek işlevi de, farklı kastların, biribirinden çok farklı görüşlere sâhip mensuplarını biraraya getirerek, -genellikle savaşlarda disiplini sağlamak üzere- devlet başkanı konumundaki “tanrı-kral”a biat ettirmekti; ve/veya bağlılık hissi aşılamaktı...Ancak ne var ki, ritmik olmayan bu protokoler “ibâdet”ler -insanlarda duygu birliği sağlayamadığı için- çok defa, hasımların biribirlerini katletmelerine vesîle ve sahne olurdu. Ki nitekim, bütün hayâtını bir “muhkem âyet” gibi yaşamış Hz.Ali bile, böyle bir “tapınma(namaz)” sırasında tuzaklanarak öldürülmüştü... Halbuki Dânişmendiye'lilerin, “yaratılış”ı sembolize ediyoruz diye yaptıkları, ritmik “Cem” veya “Semâ” âyinleri ise aslında, -bir “Tanrı” mit'ini ululamak anlamındaki protokoler bir âyin, yâni bir “ibâdet=tapınma” değil- “insanın yaratılışı” veya “bireyin oluşumu” fenomeninin ta kendisiydi. Yâni “muhkem âyet” anlamında bir “ol”uşum fiili idi... Çünki “ateşin keşfi” öncesindeki insanımsılardan beri grupsal olarak yapılan benzer ritmik âyinlerle, “ritm” ve “sıralama” melekelerini kazanarak -otokritik sâhibi- birey hâline gelmişlerdi insanlar... Ve bireyleşen insanlar da, diğer hemcinslerini böyle -ritmik- etkinliklerle eğitmiş veya tedâvi etmişlerdi... Ancak onlar, yaptıkları âyinlerin bu kadar “genel” ve “derin” anlamını bilince çıkaramasalar da, şu duygularından herhalde emîndiler: Sözkonusu “Cem” âyinine katılanlar, aralarındaki -cinsiyetle ilgili olanlar da dâhil- her türlü “alış-veriş” düşüncelerinden (ve çıkar endîşelerinden) kurtulup, ritmik rezonanstan kaynaklanan güçlü bir “kardeşlik” veya “gönül bağı” duygusu, “ferâset” yetisi ve “irâde” gücü kazanıyorlardı. Ve böyle bir ritmik etkinlik içindeyken de, insanların biribirlerine karşı, -değil hasmâne davranmak- kötü düşünmeleri bile mümkün olamıyordu tabii ki... Onların Tanrı anlayışı (sembolizmi), heryeri kuşatan -esîrî varlık- “Uluruh” anlamında, panteist (veya şâmanist) bir anlayıştı... En fazla, “yer altı”ndan maadâ her şeyi sarmalayan bir Göktanrı (Tengri) anlamındaydı... Bu Tanrı algısı da, diri hallerde veya serhoşluktan (veya sayrılıktan) dirilme hâline geçişte, insanın şahsında tecellî ederek ona -herkesin katılacağı- doğru işler yaptıran (veya “muhkem âyet” bildiren) bir güç anlamındaydı... Gerçekten de, “semâ” denilen âyinlerdeki -kudüm ritmi eşliğinde yapılan- dönme hareketleriyle, “zikr” denilen âyinlerdeki ritmik çırpınışlarla insanlar (meczuplar), her türlü yargı ve kanaatlerinden sıyrılarak, sâdece ritm melekelerini çalıştırmakla, yeni yeni görüşlere ve yaratıcılıklara gebe hâle gelmekteydiler. Ki onun için de, bu hallerin coşkusuna kapılan ve de melekeleri güçlü olan bâzıları, vardıkları idrak seviyesini “enel Hakk!” diye bağırarak, insanlara duyurmak ve bu sevinci onlarla paylaşmak istemiş olmalılar... Çünki “enel Hakk!” nidâsı, “Anladım!. Hakk (veya gerçek), benden tecellî ve tezâhür ediyor.” der gibi bir şeydi herhalde... Ama bu duygusal idrâkı söze dökmek, insanı doğrudan “tanrı-kral”lara bağlıyor, ve/veya “tanrı-kral” pozisyonuna sokuyordu. Ve dolayısile de, “tanrı-kral”ların ahvâdı “sultan”ların ve biatlı halkın, -kıskançlıkla karışık- tepkisini çekiyordu tabii ki... Ancak bunların arasında -Kabala'cılar gibi- muhtelif yazılardaki harflerde mistik anlamlar vehmedenlerden müteşekkil, ve “Hurûfî”ler diye anılan bir sapkın akım da vardı. Ama bu, kadîm Mısır'ın hiyerogliflerindeki sembol birimlerinin çok anlamlı (en az üç anlamlı) olmasından, ve bazı anlamlarının -sâdece inisiye kişilerce (veya râhiplerce) çözülebildiği için- binlerce yıl içinde halk arasında büyük bir “merak” uyandırmasından, dolayısile de bu merâkın giderek bütün yazılara teşmil edilmesinden kaynaklanan bir yanılsamaydı aslında... Yoksa, erenlerin anlayışına göre Tanrı, “inisiyatör” kişilerde tecellî ede ede insanlığı ilerleten bir güç olarak düşünülebilen; ama ilerleme yolunun sonundaki “transandantal limit” mevkii olarak dahî, zamanlar ve mekânlar içindeki verilerle -bir “Zât” gibi- nitelendirilemeyen; ve de ancak, insanları “vicdânî-bedihî” duygular vâsıtasıyla “doğru yol”a sokarak disipline eden bir güç gibi hissedilip, “insan”ın kendini bilmesiyle ve/veya “bilinçlenme”siyle orantılı olarak idrâk edilebilen; fakat aynı oranda “mârifet” gücü kazanılsa da, ifâde ve tasvîr güçlüğü çekilen, bir “som(pure) bilinç” şeklinde kavramlaştırılabilirdi... Ki böylece de, “bilinçlenme”, “keşfetme” ve “yaratma” ceht'i göstermeyen veya gösteremeyen insanların Tanrı'sının -veya Tanrı'yla alâkalarının- olamayacağı, bunlar için ancak, “sâhip”lerin veya rehberlerin (imamların) sözkonusu olabileceği, dolayısile de bütün ibâdetlerin aslında “imam disiplini” demek olduğu açıkça anlaşılabilirdi. Ve buradan da, “imam”lığın profesyonelleşmesiyle imamlar bozulunca, din(ler)'in biteceği gerçeği -mantığın gereği olarak- kolayca çıkarılabilirdi. Çünki, taklit edilebilen davranışlarla, ezberlenebilen fikirlerden teşekkül eden, ve de biyolojik menfaat sağlayan her öğretinin, -insânî kalite için zaman ve güç harcamayan- melekeleri muhtel, insânî liyâkati (kalitesi) düşük, kurnaz insanların tekeline geçmesi, kaçınılmazdı... Ayrıca bizim bu “erenler”in bâzıları, ölmüş mürşitlerinin veya pîrlerinin tecellisi olarak da görülür ve sunulurdu. Ki bu cümleden olarak, büyük velîlerin de (mesela Hacı Bekdaş'ın da), Hz.Ali'nin tecellisi olduğu iddia edilirdi. Bu savlar, Batılı müsteşriklerin zannettiği gibi reenkarnasyon'la (tenâsüh'le) alâkalı değildir aslında... Bizdeki (Ortadoğu'daki) “tenâsüh” olayı, kadîm -kastî- uygarlıklardan “kültürel gen”lerle gelmiş olan, ve de başka (yüksek) bir kast'a geçemeyen insancıkların (“aşağı kast” mensuplarının) özlemlerini aksettiren bir inanıştır. Halbuki “eren”lerin tecelliyâtında, insanlığın çekirdeğinde, yâni sırf (pure) insanlaşma aktivitelerinin geçerli olduğu -zamanlar ve mekânlar üstü- “panteist zon”da buluşma veya aynîleşme sözkonusudur... Türklerin panteist “Tanrı” anlayışı, İslâmiyeti -bir şekilde- kabul etmelerinden sonra da değişmedi tabii ki... Çünki Kuran'da, bunun değişmesini gerektirecek çok farklı argümanlar yoktu; Tanrı kavramı hakkında... Hatta “teşbih” kullanılmayan, dolayısile tartışmasız olan “muhkem âyet”ler de kaydedilmişti Kuran'da... Meselâ “Tanrı tektir” anlamındaki “lâ ilâhe illallah” gibi... Aslında bizimkilerin bütün derdi ve/veya îtirâzı, “müteşâbih âyet”lerde düğümleniyordu. Çünki bir defa Arapça teşbihlerle, Arap geleneklerinin bakış açısı ve/veya düşünce disiplini, yani son tahlilde Arap zihniyeti empoze edilmekteydi. Kaldı ki bu sözsel kavramlar (metaforlar), ne kadar soyutlanırlarsa soyutlansınlar, en fazla “dil”in sosyal bir iletişim aracı hâline geldiği, kadîm -kastî- uygarlıklardaki anlamlarına kadar soyutlanabilir, ve en sonunda da, ancak, ilk “tanrı-kral”ların buyruklarına ulaşılırdı; ki “şeytan” faktörü de işte bu noktada -yapılan subjektif yorumlar vâsıtasıyla- araya girmekte ve kendini dayatmaktaydı... Zâten “kişi”sel Tanrı tasavvuru, -ne kadar soyutlanırsa soyutlansın veya ne kadar yontulursa yontulsun- genelde, insanların kendi kişiliklerinin yansımasından veya aksinden çok farklı bir formasyon çizemezdi. Dolayısile de böyle bir Tanrı ile insanlar, ve özellikle de iktidar sâhipleri, son tahlilde kendilerine, haklılıklarını tastik ettirecekleri -dolayısile kendilerini gaza getirecekleri- bir “noter” mercii tâyin etmiş olurlardı aslında... Yâni Hz.Muhammet'in -Kuran'a- kaydettiği “müteşâbih âyet”ler, en iyimser tahminle O'nun, “kültürel gen”ler vâsıtasıyla tevârüs etmiş olduğu “tanrı-kral” buyruklarından başka bir şey olamazdı... “Âyet” kavramı, “Allah'ın kânunu” demekti; ama “muhkem âyet”, tartışmasız bir hükmü, daha doğrusu bir “emr-i vâkî”yi, “müteşâbih âyet” ise, metaforlarla (teşbihlerle) anlatılan ve dolayısile uygulaması tartışmalı olan bir kânunu ifâde ediyordu. Realitede ise bunlar, hiçbir ön kabûle ve ön yargıya sâhip olmayan, yâni sâdece sayma(ritm) ve sıralama etkinlikleriyle (meleke faaliyetiyle) girilen bir diriliş -veya sağalma- süreci içinde bulunan bir insana (panteist zon'daki bir lidere veya şâmana) mâlûm olan orijinal görüş ve buluşlar ile, mantıkî çözümlemelere ve soyutlamalara açık sözsel -tarihî- kanaatler anlamına gelmekteydiler. Ve buradan da anlaşılmaktaydı ki, Hz.Peygamber'in -tarihî- misyonu, “ateş öncesi ve temdîdi” veya “panteist zon” alanı ile, bunun “anti-tez”i arasındaki (yâni “tanrı-kral”larla başlayan tarihî devirler arasındaki) “diyalektik çelişki”yi tek başına yönetmek gibi bir ayrıcalık taşıyordu aslında... Yâni kâh “panteist zon”da Tanrı ile aynîleşerek “muhkem âyet”ler bildiriyor, kâh da Tanrı'yla ayrışarak, ilk insânî kültürün (uygarlığın) müessisi olan “Tanrı-Kral”ların sözlerinden, -çağrışımlar yoluyla- aldığı “müteşâbih âyet”leri naklediyordu insanlara... Ki muhkem âyetler çoğu kez, sözle ifâde edilemeyecek kadar muğlâk veya muhtevâsız bildirimlerdi. Onun için de, müteşâbih âyetlerle veya sünnetlerle anlamlandırılmaları veya yorumlanmaları gerekiyordu. Meselâ “namaz kılın!” âyetinin, - o yöredeki herkesin âşinâ olduğu- “güneş tapıncı geleneğinin ibâdet biçimi” şeklinde yorumlanması gibi... Zâten bütün târihî devirler boyunca, “tanrı-kral”ların etrâfında da, hem mûcize gösterip kehânette bulunan yardımcıların (büyücü, müneccim, kâhin vs.), hem de protokoler veya resmî -kitlesel- âyinler, yâni ibâdetler yaptıran râhiplerin bulunduğu da bir gerçekti... Nitekim Hz.Muhammet'in ölümünden sonra, O'nun şahsında birleşmiş ve yönetilmekte olan bu çelişki hemen polarize oldu; ve “panteist zon” veya “muhkem âyetler alanı” Hz.Ali'nin uhdesinde, “tarihî devirler” ve “müteşâbih âyetler alanı” da Muaviye ve Yezit'in monopolünde kaldı. Ve de giderek, kadîm “tanrı-kral”ların temsilciliğine dönüşen Emevî'ler ve Abbasî'ler vâsıtasıyla, Hz.Ali ve yakınları vahşîce (katl'en) inkâr edilmek istendi... Ama buna mukâbil “panteizm” mahrecli halk önderleri, ve bu arada bizim Anadolu Tarikat Sistematiği de Hz.Ali'yi, “muhkem âyet”lerin hâdimi ve yaratıcısı olarak çok sevdi; ve hatta bütün yaptıkları işleri muhkem âyet olarak görüp O'nu Tanrı ile aynîleştirdi. Ama bu, Hz.Ali'nin mitolojik anlamda Tanrı sayılması değil, -herkesten çok daha diri yaşaması ve yaptıkları, düşündükleri işlerin hep doğru çıkması hasebiyle- Tanrı'nın, Hz.Ali'nin şahsında çok sık tecellî etmiş olması anlamındaydı... Ancak ne var ki, “tanrısal-hükümdar”lık hevesine kapılan bâzıları -ve bu arada Şah İsmail- tarafından, Hz.Ali'nin bir “tanrı-kral” gibi tasvir ve takdim edildiği de olmuştur. Ama bu -sapık- zihniyet Anadolu'da yaşatılmamış, ve tarihin “gayyâ kuyusu” olan İran'da bloke edilmiştir... Onun için denilebilir ki, Türkler, ilk geldiklerinde Anadolu coğrafyası içinde, sözkonusu “peygamber çelişkisi”ni keskin bir kutuplaşma şeklinde yaşamışlar, ve “tarih öncesi”ni (panteist zon'u, veya öbür dünya'yı) temsîlen, Hz.Ali taraftârı tarikatçılarla (Dânişmendiye'lilerle), “tanrı-kral”ların temsilcisi Yezid taraftârı saltanatçılar (Selçuklular) olarak ikiye bölünüp yüz küsur yıl boyunca çatışıp durmuşlardır... 13. yüzyılın ortalarına doğru Hz.Ali taraftarı erenler (ehl-i tarik), “mârifet” mertebesinde görülüp “resûl” pâyesi yakıştırılacak, ve geçmişteki İlyas Peygamber ile bir tutulacak kadar mûteber bir lider (Baba İlyas) çıkarıp, Selçuklu Saltanatı'nı yıkarak yerine kâim olmaya kalkınca, ağır zırhlı Haçlı(Frank) şövalyelerinden -parayla- yardım alan Selçuklu ordusunun, Baba İshak komutasındaki Seyfîyân ordusunu Malya ovasındaki nihâi savaşta -kalleşçe- yenmesiyle birlikte (1240), yine “mazlum” durumuna düşerek, târihî “adam üretme” misyonlarına geri dönmüşlerdir... Bu vesîleyle, yine efsâne üretiminde patlama yaşanmış, Resûl İlyas'ın -tam asılırken- boz bir atla göğe çıktığı, zor durumlarda “Hızır” olarak Dünya'ya geri dönüp mazlum insanlara yardım ettiği söylenip durmuş, ve onun için de ölümü, -aynen Hristiyan'ların Paskalya Yortusu gibi- “Hıdırelles” şenlikleri şeklinde kutlanır olmuştur... Ancak bu olaydan kısa bir süre sonra da, “Fütüvvet”in hayırhah tutumunun da katkısıyla Moğollar, Selçukluları perişan edip haraca -veya spesifik adıyla “peşkeş”e- bağlamışlardır (1243)...
Nizâm-ı Âlem Projesine Binâen Osmanlı Devleti'nin Kuruluşu:
Merkezî iktidar zulmünün -veya Yezidliğin- ortadan kalktığı o sıralarda, Türk Fütüvvet (veya Tarikat) Teşkilâtı, tarihte görülmedik kadar kaliteli veya liyâkatli -birey- insan üretmiştir; veya yetiştirmiştir. Meselâ, Hacı Bekdaş'ların, Yunus Emre'lerin, Ahî Evren'lerin, Taptuk Emre'lerin, Edebâlî'lerin hepsi de, bu dönemin erenleridir. Ki bunlar bu sefer, -nisbeten varlıklı bir aşîret lideri olan- aralarından birini, yâni Osman Gâzi'yi devlet başkanı formasyonuna göre yetiştirmişler ve/veya motive etmişlerdir... Yâni kuruluşunda Osmanlı Devleti, Türk Tarikat Sistematiği'nin, liyâkat (inisiyasyon) seçilimine dayalı bir organizasyonu olarak ortaya çıkmıştır. Bu kuruluşta, Türk Tarikat Sistematiği'nin rolünü, dualara-mualara, nasihatlara-masihatlara indirgemek, ve de efsânevî (mistik) argümanlara ağırlık vermek, “tanrı-kral” zihniyetinden mütevellid büyük bir bühtândır. Hele ki, yukarıda adı geçen Anadolu Erenleri'ne, biatçı (şeriatçı) yobazlarca -sanki onlar “cuma”ya, Hacc'a giderlermiş, beş vakit namaz kılarlarmış gibi- sâhip çıkılması, tiksindirici bir ikiyüzlülükten ve/veya yılışıklıktan başka bir şey ifâde etmemektedir. Çünki bunlar, tüm pâdişahların bile -“yol”dan kalmış olmamak için- Hacc'a gitmediğini, ve bu arada, Mısır'da uzun süre kalan ve Halîfeliği ilgâ eden Yavuz'un, israrlı dâvetleri geri çevirdiğini, -İran savaşları için- Bağdat'a kadar giden Kânûnî ile IV.Murat'ın da Mekke'ye uğramadığını, hatta Hicaz demiryolunu yaptıran II.Abdülhamit'in -bir “açılış” vesîlesi olarak- bile Hacc'ı düşünmediğini itiraf etmemekte, ve bu gerçekleri halktan gizlemek için her türlü mugâlâtayı yapmaktadırlar. Ama işte bu ikiyüzlülük ve yılışıklıkladır ki, halkı alıştıra alıştıra ifsat ederek, Devlet'imizin başına -en az 600 yıldan beri- ilk defa bir “Katmerli Hacı”yı (Hacı Abdullah'ı) oturtmayı başarmışlardır bu yobazlar; Atatürk Ordusu'nun yüzkarası bir “general başkan”ın “umre” açılımının ardından da olsa... Halbuki bugün, yabancı kapitalist hegemonların tahakkümü altında yaşadığımızın bilincinde olan ve insanlığı savunma cehti içinde bulunanlarımız -yâni adam olanlarımız- için, Cuma namazları bile hâlâ farz sayılamaz... Şüphesiz ki Osmanlı Devleti, Türk Tarikat Sistematiği'nin (veya Türk Fütüvvet Teşkilâtı'nın) oluşturduğu bir devlettir. Ve başkanlığı, bir aşîret lideri aileye tevdî edilmiş olsa da, başlangıçta -en azından- veliahtlar arasında liyâkat seçilimine önem verilmiş ve özen gösterilmişti... Onun için ilk Osmanlı Devlet başkanları -Gâziyân'dan olmaları hasebiyle- ülkedeki “panteist zon-tarihî süreç” çelişkisini yâni kısaca “peygamber çelişkisi”ni doğru yönettiler; ve “örfî hukuk” ile “şer'î hukuk” arasındaki hassas dengeyi iyi korudular... Yâni başlangıçta, hem askerî kesimde, hem esnaf ve zenaatkârlar arasında, ve hem de halkı irşâd eden dergâhlarda insânî seçilim (veya inisiyasyon) doğru yapılıyor ve dolayısile de, isim bile koymaya gerek olmadan, “vicdâniyet” veya “insâniyet” anlamındaki bir “örfî hukuk” tıkır tıkır işliyordu. Ve onun için de, “şer'î hukuk”a ancak, büyük ve resmî dâvâlarda -kadılar tarafından- başvuruluyordu. Fakat bu hallerde bile, tek bir mezhebin fıkhına göre değil, bütün şerif imamların aralarındaki ihtilâflar gözönüne alınıp -bir şekilde- çözümlenerek kararlar veriliyordu... Yoksa, “fitne ve fesata yol açmak” gibi bir -kötü- sonuca sebep olanların, “örfî hukuk”a göre cezaları belliydi... Ne var ki giderek, “gâzi” devlet başkanları “sultan”a dönüşüp, yönetimi de “saltanat” hâline getirince, “örfî hukuk” ile “şer'î hukuk” çelişmeye ve toplumda da “halk ve seçkinler” polarizasyonu yaratmaya başladı. Bu, “panteist zon” ile “tarihî süreç”in ayrışması ve/veya kutuplaşması, dolayısile de “iç dinamikler”in zorbalıkla bastırılması ve “anakronizm” demekti. Çünki saltanat süren egemenler, peşin hükümlü yazılı (kânûnî) hukuk, yâni “yazılı şerîat” taraftarıydılar; düzenbazlıklarına kamuflaj sağlamak için... Yâni cezasını önceden belirlemiş ve yazmış olmadıkları kötülüklerin -müsebbipleri herkes tarafından biliniyor olsa dahî- cezalandırılmasını istemiyorlardı; veya böyle cürümlerin, sâdece pâdişâhın taktîrine bırakılmasını istiyorlardı. Böylece de, nerede, nasıl ortaya çıktığı ve çıkacağı (müeyyide oluşturacağı) belli olmayan, târifsiz bir “vicdan” kavramına dayandırılan değerlendirmelerle, hangi sürecin sonunda teşekkül ettiği ve ne menem bir şey olduğu bilinmeyen bir “akıl”ın -ancak iktidarlar tarafından gündeme getirilebilen- ölçütleri ve ölçümleri arasında kalan boş alanda oyun oynamayı, bir mahâret ve/veya mârifet sayıyorlardı. Kaldı ki bu alanda oynayarak, başarılı olanları da aralarına (sınıflarına) alıyorlardı... Ama her şeye rağmen Osmanlı, 10. Pâdişah “Kânûnî”ye kadar “tarikat-saltanat” veya “örfîyât-şeriât” çelişkisindeki dengeyi korudu, ve ilerleme dinamiklerine yol vermeyi bildi. Hatta Yavuz Selim Han mârifetiyle hem Doğu'daki, Hz.Ali'yi mitolojik anlamda Tanrı gibi görüp, şeyhlerinin de O'nun soyundan geldiği iddiasında bulunan, sapkın tarikat Safevî'liği İran'a püskürttü, hem de Güney'deki (Mısır'daki) “tanrı-kral” mostrası Halife'liği ilgâ etti... Yavuz Selim Han, Anadolu'daki “panteist=şâmanist” kökenli halkları, Hz.Ali'yi “tanrı-kral” gibi tanıtan ve de O'nun nâmına imtiyazlı bir sülâle organizasyonunu öngören Şiâ'nın tasallutundan kurtarmak için, zor kullanmak ve/veya şiddet uygulamak durumunda kaldı tabii ki... Ama Yavuz, Hacı Bekdaş Velî adına bir “Kavlîyûn” disiplini oluşturması için, -büyük dedem- Mevlâna Bekdaş Efendi'ye de “yol” verdi aynı zamanda... Hacı Bekdaş'ın “hacı”lığı, rûhen veya hissen vehmedilmiş bir hacılıktı; ve O, aslında Seyfîyûn (kılıçlılar okulu) pîr'i idi... Ama olgun yaşlarında inzivâya çekilmiş bir derviş olarak, Kavlîyûn'dan da (yâni “abdalân”dan da) sayılırdı; lâkin kendisi -”kadıncık ana”dan başka- mûrid edinmemiş, ve bir Kavlîyûn mektebi (yâni Tarik) kurmamıştı. Fakat buna rağmen O'nun ismini kullanan birileri, şurada burada “tekke”ler yâni “hafî dergâhlar” kurmaktaydılar... Son araştırmalardan anlaşılıyor ki (meselâ İrene Melikoff'unki) Yavuz Selim Han, -Şah İsmail'e meyleden dergâhları kapatmakla birlikte- hem Bekdaş isimli ve hem de gerçek hacı olan büyük dedeme, bütün bu spekülâsyonları önlesin diye yol gösterdi. Yâni böylece, hem isim ve sıfat benzerliği ile, hem de ilmî liyâkati ile Hacı Bekdaş-ı Velî'nin “anonim hükmî şahsiyet”ini ikâme ve temsil edebilecek birine yol vermiş oldu. Ki o sıralarda Mevlâna Bekdaş Efendi, hem “Surre Alayı”nın hem de “Saray”ın resmî imamıydı... Demek ki o devirlerde Türk Tarikat Teşkilâtı'nın efendileri, halkları (heterodoksi'yi) Şiâ tasallutundan korumakla birlikte, aynı zamanda önemli imamlık mevkilerini de ellerinde bulundurmakla, Arap-Kürt biatçılığının sızmasına ve bir sünnî mezhebin hâkimiyet kurmasına karşı da engel teşkil ediyorlardı... Onun için, 16.yüzyılın başlarından itibâren Istanbul'da bulunan -Dânişmendiye mahrecli- Türk Tarikat Sistematiği'nin Kavlîyûn koluna da Bekdâşi denildi; ki böylece hem Yeniçeri'lerin (yâni Seyfîyân'ın), hem de dergâh mensuplarının (yâni Kavlîyân'ın) Bekdâşî olarak anılır hâle gelmesiyle, aynı dergâh ve camilerde buluşan “lonca” ve “gedik” mensuplarına da (yâni Şurbîyân'a da) Bekdâşî denilmeye başladı doğal olarak... Ve bu şekilde de Istanbul'da “tarikat” demek -genellikle- “bekdâşî”lik demek oldu... Ama aynı sıralarda, Yavuz Selim Han -Konya'da- Mevlâna Celâlettin Rûmî'nin türbesini de yaptırdığına göre, Istanbul'da “mevlevî” dergâhları da açılmış olabilir... Ancak biliniyor ki halk bu dergâhlara rağbet göstermedi; ve dolayısile de buraları, “elit”lerin veya “entel”lerin -özellikle de Saray sâkinlerinin- takıldığı, realiteden kopuk, eylemsiz kulüpler olarak kaldı... Hem zâten, Mevlâna Celâlettin'in, Selçuklu sultası altında gerçekleştirdiği oluşum da, - Şems'in katli pahasına dönüştürülemeyen- bir nevî “özel medrese dersânesi” gibi bir şeydi bidâyette... Düşüncenin davranıştan kopuk olamayacağını düşünüp, “dersâne” eğitimine “semah”ı da ekleyerek (monte ederek), onu bir “tarikat dergâhı”na benzeten kişi, Mevlâna'nın oğlu Sultan Veled idi aslında...
Osmanlı Devleti'nin Krallık veya Sultanlık Hâline Dönüşerek Çöküşü:
Osmanlı Devleti, X.Pâdişah Kânûnî'den îtibâren tipik bir krallık veya sultanlık şekline dönüşmeye başladı. Ama yine de Örfî Hukuk'u koruyan ve müeyyidelendiren güçlü bir Tarikat (Bekdâşî) teşkilâtı vardı... Pâdişahlar -şeyhülislâm'lar vâsıtasıyla- ne kadar şer'î kânun yaparlarsa yapsınlar, veya şeriâta (kitaba) uydurulmuş fermanlar uydururlarsa uydursunlar, günlük hayatta bunun halk aleyhine bir kötülüğünü gördüler mi, Tarikat teşkilâtı Yeniçeri'lerle (Seyfîyân'la) birlikte “şeriat isteriz!” diye ayaklanıyor ve o kötülüğe açık kapı bırakmış olan kânunları tashih ettiriyorlardı. Yâni kitabına uydurularak çıkarılmış bir kânun, uygulamada iyiliği görülüp teamül hâline gelinceye veya getirilinceye kadar pek bir anlam ifâde etmiyor, çünki müeyyidelendirilemiyordu... Zâten o zamanlarda “mahalle” yönetimleri de gâyet özerkti; kendilerini gözeten silâhlı güvenlik gücü (Karakullukçu'lar) bile vardı... Ancak ne var ki, medrese mollaları ile işbirliğine girmek sûretiyle saltanat kuran Osmanlı, giderek Dîn'i, Tarikat'tan kopuk -dolayısile “tevhid”den vazgeçmiş- dogmatik bir doktrin ve/veya St.Muhammet Kilisesi hâline indirgedi. Ve böylece de, Tarikat'ın “inisiyasyon” süzgecinden geçmiş “mârifet” sâhibi üstadlarını, mürşitlerini karalama, ve hatta şeriata aykırı işler yapıyor diye onları mahkûm ve sürgün etme olanağını elde etti. Ki böyle bir “likidasyon” da, üretimin ve/veya teknolojinin gelişmesini olanaksız kıldı. Üstelik Kânûnî'nin Batılı'lara tanıdığı ekonomik kapitülâsyonlar ile de üreticinin beli kırıldı. Kaldı ki bununla birlikte, üretimden (Şurbîyûn'dan) koparılıp kadroları şişirilen Yeniçeri (Seyfîyân) Ocağı da, -tamamen- muhârip bir hassa ordusu olarak “Saltanat”ın emrine alınmak istendi. Ve bu sûretle de -teknoloji üretiminden koparılan- Yeniçeri'ler, “hamâsî gelenekçi lâfazanlar” hâline dönüşüp, muhârebe güçlerini ve becerilerini kaybederek yozlaştılar... Ama buna rağmen Bekdâşîyân diye anılan Türk Tarikat Sistematiği'nin organize ettiği iç dinamikler, 19. yüzyılın başına kadar hayâtiyetini muhâfaza etti; ve “Saltanat”ı denetleme görevini sürdürdü. Ancak ne var ki, Şurbîyân'dan “top döküm” ustası Kabakçı Mustafa riyâsetinde yapılan son kalkışma neticesinde Pâdişah III.Selim, sefâhat ve ihmâlkârlıktan suçlu bulunup -yasal olarak- îdam edildikten sonra (1808) büyük bir hatâ yapıldı. Çünki bu kritik târihî noktada, ya Hânedân'ın değiştirilmesi, ya da -bir şekilde- “cumhuriyet”e geçilmesi gerekiyordu. Ama Cumhuriyet idâresine akıl erdirilemeyip, başka bir hânedân üzerinde de anlaşmaya varılamayınca, son Osmanlı velîaht veledi Mahmut'u sağ bıraktılar. Ki bu hatâyı Türklük, Osmanlı'nın “kültürel soykırım” anlamındaki vandalca intikâmına mâruz kalmak sûretiyle çok ağır ödedi; ve hatta, Gâzi (Mareşal) Mustafa Kemal Atatürk'ün bütün -telâfî- çabalarına rağmen hâlâ ödemekteyiz; gerçek kimliğimizi -sahnedeki bir sürü sahtekâra rağmen- yeniden ispatlamak ve Dünya'ya kabul ettirmek için uğraşmak şeklinde... 1826'dan sonra Osmanlı, tamamen dış dinamiklerin güdümüne ve hatta emrine girmek sûretiyle, -Hindistan Racalık'ları gibi- kolonyal bir sultanlık hâline dönüştü. Çünki Türk -sivil- kültürünü mahvetmek ve bindiği dalı kesmekle Osmanlı, Türklükten çıkmış ve gâvurlaşmıştı; ki nitekim halkımızın II.Mahmut'a, “Gâvur Pâdişah” ismini takması da, gâyet münâsip bir tepki olmuştu. Zîrâ artık çocuklarını, -karşıymış gibi davrandığı, hatta savaş hâlinde bulunduğu- Batı ülkelerinde okutuyor, veya Batılı mürebbiyelerle terbiye ediyordu. Ama bunu belli etmemek ve zevâhiri korumak için de, Arap-Kürt taassubunu (biatçılığını) kullanarak “Hilâfet” sevdâsı ve iddiası güdüyordu... Onun için Atatürk onları Yurt'tan çıkarmakla, hem terbiyesini aldıkları ve hayrânı oldukları Batılı ülke ve kültürlerle, hem de taassuplarından yararlanmayı düşündükleri Doğulu ülke ve halklarla kavuşmalarını sağlamıştı aslında... Artık şu nokta iyi anlaşılmalıdır ki Osmanlı, müptezel câriyelerle evlenmekte bir beis görmeyerek, belki biyolojik genlerinin dejenerasyonunu önlemişti ama, çok çeşitli ülkelerden gelen ve “kültürel mahlûk” seviyesinde olan bu câriyeleri Türkleştireyim derken de, kendisinin “kültürel gen”leri bozulmuştu... Osmanlı'daki, giderek artan Avrupa hayranlığını, “kültürel dejenerasyon” faktörünü hesâba katmadan izâha kalkmak hatâlı olur... Onun için artık hiç kimse, bu dejenere sülâleden kalan fertlerin “bokunda boncuk” aramayı düşünmemelidir; çünki son Osmanlı'nın bize bıraktığı miras sâdece -altından kalkmak için çabaladığımız- büyük bir “enkaz”dan ibârettir...
Tanımlanmış Bilim ile Dîne ve Tarihe Bakmak...
Evrensel bir idrâk (anlayış), ancak bilim sâyesinde -ve vâsıtasıyla- mümkündür. Sâdece sözlerle yapılan tefekkür ve kurulan düşünce sistemleri, bilim veya bilimsel olamaz. Çünki bilim olabilmesi için, o sistemin matematiksel gösterilişinin (representation) yapılabilmesi ve bunun için de, en az bir “ölçü”nün belirlenmesi ve “ölçüm” etkinliğinin gerçekleştirilmesi gerekir. Ve ayriyeten de, o sistemin en az bir “sâbite” ile bir “aksiyom”a veya “prensip”e sâhip olması îcap eder... Bu durum muvâcehesinde anlaşılır ki, bütün sözlü düşünce sistemleri ile onları kuranlar, bilimin inceleme alanına girmektedirler aslında... Ki dinler ve peygamberler de -“muhkem âyet”lerden sarfınazar- bu alana dahildirler. Çünki sözden önce sayma, sıralama ve ölçme etkinliği, dolayısile de bilim vardır; ama kutsal kitaplarda ve peygamber sünnetlerinde, sözler çok anlamlı ve önemli sayılmış, fakat ritmik hareketler, ilkel ve vahşîce diye gözardı edilmiştir. Oysa bugün anlamaktayız ki, bütün “söz”lerin temeli olan “heceleme” melekesi, “ritm” melekesinin bir türevinden başka birşey değildir. Zâten “ritm” melekesi, insanı -spesifik özellikleriyle- insan yapan zarûrî bir davranış biçimidir; ve de zihinde, “zaman ölçüsü” olarak kavramlaşmıştır. Yâni “ritm melekesi”, “insan davranışları kümesi” içindeki bir “sâbit eleman”; onun zihindeki kavramsal karşılığı da bir “ölçü” olmakla; ve “ritm melekesi”nden kaynaklanan beslenme, çiftleşme frenlerinin zihne yansıması da “Tabu” prensibini teşkil etmekle, insanın bîzâtihî kendisi bir “bilim”dir aynı zamanda... Ki bu da insanın, “tanrısal ilim”in odaklandığı yer, veya Tanrı'nın ilminin tecellî ettiği varlık olduğu anlamına gelmektedir... Dolayısile kendini “bilim” alanının dışında gören, veya kendini “hem inceleyen, hem de incelenen” olarak görmeyen bir insan (ve/veya insanlık) da, Tanrı'lığa özenmiş -ve şirk koşmuş- olmakla, bilimsel açılıma veya gelişime, bir yerde ve bir şekilde ama mutlaka engel teşkil edecek dogmalara (ön yargılara) sâhip subjektif bir irâde demektir; ki “Şeytan” da zâten bu zihniyette tecelli etmektedir... Onun için de Bekdâşî'nin “kâh çıkarım gökyüzüne seyrederim âlemi, kâh inerim yeryüzüne seyreder âlem beni” formülâsyonu aslında, “bütün insanların kritiğine açık olan otokritik” anlamıyla tam bilimsel bir objektivite'yi ifâde etmektedir... O halde demek ki Türk Tarikat Sistematiği, hem “rasyonalite”nin “panteist zon”a temdîdi, hem de dînin bilimsel alana teşmîli, veya daha doğrusu, dînin bilime açılan kapısı gibi bir görev yapmıştır; uzun bir tarihî süreç boyunca, sessiz ve adsız olarak... Ve en sonunda da, bizim uyarılmamıza ve uyanmamıza sebep olmuştur. Dolayısile denilebilir ki, şâyet Osmanlı pâdişahları, köleci toplumların krallarına, sultanlarına özenmeselerdi, ve/veya onların tesirinde kalıp iğfâl olunmasalardı, belki de Dünya'da “Tevhid”i gerçekleştirip “Nizâm-ı Âlem” tesis etmeyi, çok eskiden başarabilecektik. Çünki Türk Tarikat Sistematiği, insanın da -liyâkat bakımından- ölçülerek değerlendirildiği bir bilimsel disiplindi aynı zamanda... Yâni bir nevi “panteist zon” kulübü veya laboratuarıydı aslında... Zâviye'lerde “çile” çekmek veya doldurmak adı altında yapılan inisiyasyon imtihanlarını ve seçilimlerini -bilimsel veri olabilecek ayrıntılarla- bilemesek de, meselâ “cem” veya “semâ” âyinlerinde ritm melekesi bozuk olup da, âyine uyum gösteremeyenlere “kademsiz” denildiğini, ve de böylelerinin uğursuz sayıldığını gâyet iyi biliyoruz. Bir nevi vurmalı saz olan Kudüm eşliğinde atılan ritmik adımlar anlamındaki “kadem” vâsıtasıyla yapılan böyle bir değerlendirmenin de ne kadar bilimsel olduğunu, bugün çok daha iyi anlıyoruz... Demek ki bugün, Devlet yönetiminde görev alacak insanları, “sayma” ve “sıralama” melekelerinin sağlık kontrolu anlamındaki bir bilimsel “inisiyasyon” sınavından ve/veya seçiliminden geçirdikten sonra tarihî bilgi birikimiyle mücehhez kılarak yetiştirirsek, “peygamber çelişkisi”ni aşmış ve toplumu (insanlığı) doğru düzgün bir ilerleme rotasına sokmuş oluruz. Bu durum aynı zamanda, devamlı olarak “güncellenmiş peygamber” yetiştirmek demek olur ki, böylece de dinler lüzumsuz hâle gelir. Ama bu demek değildir ki, son peygamber Hz.Muhammet ve kitabı Kuran-ı Kerim, değerini yitirecektir... Bilâkis Kuran, âyetlerinin -etimolojik, sosyolojik, tarihî vs. açılardan- incelendiği bir bilimsel araştırma konusu olarak, metaforik kavramların ve sözün lüzumsuzlaşacağı bir aşamaya kadar, zamanından kalan çok ender bir yazılı ve tafsîlâtlı eser olması hasebiyle, insanlığa yarârını sürdürecek ve dolayısile değerini koruyacaktır... Ülkelerinin doğal “ham madde” zenginliğini, “petro-dolar” şeklinde gâvurlara değerlendirtip, bu hizmet karşılığında aldıkları “mano”larla, ceddlerinin geleneklerine göre yaşama ayrıcalığı(!) kazanarak bununla -boş, boş- övünen insanların aşağılık zihniyetinin, “Din” kisvesi altında yurdumuzda yayılmasına asla müsâmaha göstermemeliyiz. Ve de artık anlamalıyız ki, son dînin (İslâmiyet'in) “Kâbe”sinin böyle insanların eline düşmüş olması, ancak dinsel devirlerin bittiğinin bir işâreti olarak kabul edilebilir... Ülkemizde -Atatürk'ten sonra- pıtırak gibi bitmiş olan “İlâhiyât Fakültesi” adındaki modern medreselerin, bilimle uzaktan yakından alâkası yoktur. Bunların -Diyânet İşleri Başkanlığı'yla birlikte- yaptığı iş, mistik, metafizik muhayyel fikirlerin, ve de fiks bir ibâdet biçiminin, ülke çapında aynı şekilde anlaşılıp uygulanmasına çalışmaktan başka bir şey değildir aslında... Ki bu da, son tahlilde, bütün milleti realiteden kopararak birleştirip, diğer bâzı milletlere muhtaç ve düşman hâle getirmek demektir... Böyle bir “hem suçlu, hem güçlü tavrı”nın sonu, dış politikada soytarı durumuna düşmeyi yadırgamayan veya farketmeyen “menfaatperest (egosantrik) dangalak” liderlere mahkûm olup, dış impulslarla ırgalana ırgalana, demokratik(!) bir şekilde dağılıp gitmektir; aynen Sovyetler Birliği gibi... Türkiye, Türk kültürünü ve zihniyetini unutup da bu duruma düşmemeliydi... Din, heterodoks yapısıyla kendi hâline -ayrışmaya, erimeye- bırakılıp, “güncellenmiş peygamber”ler seçip yetiştiren -Antropoloji laboratuarı gibi- gençlik kulüpleri açılmalıydı; açılmalıdır...
“Ey Türk Gençliği!”
Arab'ın, Fars'ın, Selçuklu ve “Son Osmanlı”nın saltanat payandası “Dincilik”ten; “İttihatçı ütopyası”ndan mülhem olmakla birlikte, “Soğuk Savaş” zamanında Kapitalist'lerin silâhı olarak “CIA-MİT” tarafından yeniden îmâl edilen “Türkçülük”ten; İnönü-Bayar çekişmesinin siyâset aracı olarak ortaya çıkan “Atatürkçülük”ten kurtulmadıkça, -ve de Türk kültürünün ve zihniyetinin gerçek temsilcilerine söz hakkı (veya fikir özgürlüğü) tanınmadıkça- sana ve Türk Milleti'ne istikbâl yoktur!..
Ali Ergin Güran: 09/03/09