“FETHULLAH HOCA ŞİFRESİ”Nİ ÇÖZERKEN...

 

Said-i Nursî (veya Kürdî)'nin ekolünden (cemaatinden) gelen Fethullah Gülen, -Sultan II.Abdülhamit'in tahrik ettiği- geleneksel “Şâfî Kürt” taassubunun ve/veya “asabiyyet”inin verdiği güç ve “mus'ır”lıkla (veya inatla), ve de gâyet güzel Türkçe'si ile, büyük bir İslâmî Harekât başlatmıştı, bir süre evvel... Ancak son zamanlarda, “Etnik Kürt” asabiyyeti'nin silâhlı kalkışmasını tehdît unsuru olarak zımnen, Dânişmendiye mahrecli Türk Kültürü'ne olan âşinâlığını da, sempati unsuru olarak alenen kullanmak sûretiyle, tüm milleti güdecekmiş, güdebilirmiş gibi bir tavır sergiliyor... Çünki artık oluşturduğu akıma, -İslâmî Hareket değil- “İnsânî Hareket” demeye başlamıştır... Aslında, bütün gençlik yıllarını “Dînî ahlâk ve terbiye” kisvesiyle, siyâsî kulvarlarda ikbâl peşinde koşmakla geçirmiş, ve politik konjonktürün elverişli hâle gelmesiyle de, tam olgunluk çağlarında iktidar mevkîlerine oturma şansını yakalamış, oportünist “imam-hatip-hacı-hoca” takımını güdümüne almasından, ve/veya bunları yavaş yavaş tasfiye ederek, yerlerine kendi -fanatik- kadrolarını getirmesinden korkuluyor, Fethullah Hoca'nın... Bu korkuda haklılık payı -yüksek oranda- var... Çünki iktidar mevkilerindekiler, tutkulu kariyerist, konformist ve sığ insanlar... Fethullah Hoca ise, pîr'i Said-i Nursî gibi, “süper ego” sâhibi, sabırlı ve mütehammil bir insan... Üstelik, bütün “din âlimi” geçinenleri katlayacak kadar da, “dînî mülâhaza ve mugâlâta literatürü”ne hâkim bir kişi... Yâni ufak hesaplarla ve imkânlarla kandırılabilecek ve/veya provoke edilebilecek biri değil... Ama “doğru yol”u bulmaya yetecek kadar bilimsel bilgi birikimine veya donanımına sâhip olup olmadığı da belirsiz bir kişi... Böyle bir adam, ABD gibi güçlü bir devletin desteğini arkasına aldıysa, en azından “Humeynî Potansiyeli”ne sâhip olmuş demektir. Ki bu arada bizler de, Amerikalı beyinlerin, “Ortadoğu ve İslâm” üzerine geliştirdikleri ve/veya geliştirecekleri projelerin denekleri (veya oyuncakları) olmuşuz veya olacağız demektir. Çünki, İslâmî “Türk + Arap + Kürt entegrasyonu” anlamındaki yeni bir “Osmanlı” projesinden özerk bir devlet çıkarmak ihtimâli bulunmamaktadır. Hem zâten, “Humeynî” hareketinin -özerklik konusundaki- nisbî başarısı da, İran'daki, İslâmiyet'e uyarlanmış “tanrı-kral” inancı ve “râhipler kastı” geleneğinden kaynaklanmıştır; ve o bile ancak, sınırlı bir zaman ve mekân dâhilinde geçerlidir... Onun için Fethullah Hoca'nın artık, tehlikeli bir şekilde politika (veya ikiyüzlülük ve takiyye) yapmaya başladığı anlaşılmaktadır. Çünki önceleri -kânunlardan ve kötü çağrışımlardan korunmak için- bir tarikat kurmadığını, sâdece bir “İslâmî Hareket” başlattığını ileri süren Hoca, son zamanlarda, yaratmış olduğu cereyânın aslında bir “insânî hareket” olduğunu ifâde etmektedir. Daha doğrusu, dînî (İslâmî) fikriyât ve yaşam biçiminin bütün insanlara (insanlığa) teşmil edilebileceği iddiasını -yani peygamberlerin, halîfelerin ve kudretli sultanların bile başaramadığı bir işi- “insâniyet” kisvesi altında yeniden tezgâhlamaya kalkmaktadır... Her dîne ve düşünce akımına karşı hoşgörülü olmayı, ve de o fikriyât sâhipleriyle diyalog içinde bulunmayı prensip edinmiş bir “insânî hareket” başlattıklarını ifâde eden Fethullah Hoca ve müridleri, bu hareketle aslında, antropoloji ile uğraşan bütün fikrî akımları, hatta İnsan (Emek) Bilimi'ni de angaje ettiklerini veya edebileceklerini düşünmektedirler herhalde... Fethullah Hoca çok kurnaz bir adam, aynı zamanda... Kapitalizmin kurallarına -Vatikan gibi- tam olarak uyar, ve bütün hükümetlerle (devletlerle) de iyi geçinirsem, o zaman Dünya çapında organize olabilim diye düşünüyor; Dîn'in yasakladığı fâizciliği görmezden gelip unutturarak... Üstelik, “Vatikan'dan daha fazla bir avantaj olarak, diğer bütün dinlerle iyi geçinmek ve onları idâre etmek gibi bir imkânım da var; çünki bütün -evvelki- dînî mülâhaza ve mugâlâtalar, son Dîn'in kitabında dercedilmiş ve îcaplarına bakma yolları gösterilmiştir herhalde...” diye, akıl da yürütebiliyor...Ama Osmanlı'nın en kudretli olduğu, Fâtih ve Yavuz (hatta Kânûnî) zamanlarında bile “Tevhid”in gerçekleştirilemediğini, kritik noktalarda dâima şeytânî bir entrikanın ve demagojinin devreye girdiğini (girebildiğini), onun için bugün de, her güç merkezinin -gâyet mantıksız ve hatta bilime mugâyir de olsa- mızıkçılık ve komplo yapmak hakkına sâhip bulunduğunu; ve üstelik böyle bir hakkın bizzat Kuran tarafından, “şeytan işi” olarak kabul edildiğini hatırlamak istemiyor... Ve bu sûretle de, aklını ve bilgi birikimini çok aşan bir ihtirasa kapılarak, Şeytan'la ortaklığa girişiyor... Çünki O, hiçbir “toplumsal formasyon” hedefi göstermeyerek ve/veya öngörmeyerek, veya sâdece “asr-ı saadet” adındaki, “hamâsî tevâtür” mahsûlü bir cennete geri dönmeyi vaad ederek, insanları kendi liderliğinde toparlamaya, veya mümkün olduğu kadar çok insanın “kutb”u olmaya heveslenmektedir; “Teb'a” tipi insanlardaki, “acımak-acındırmak” ve/veya “metbûluk-tâbîlik” duygularını kullanmak sûretiyle... Ve bu kadar sorumluluk yüklendikten sonra da, “dinsel mugâlâta literatürü”nün iç mantığı mûcibince, Tanrı'nın -mâsûmiyetine ve/veya yaptığı ibâdetlere binaen- kendisine doğru yolu göstereceğine güvenmektedir herhalde; “şeytan” faktörünü, yâni sorumluluktan kaçış (veya bahâne) yolunu gözardı ederek, veya gizleyerek... Aslında bu tavır, ya örtülü ve bilinçli bir sahtekârlığı, ya da mahcup ve modern (fantastik) bir “peygamberlik deklerasyonu”nu ifâde etmektedir...

 

Din Propagandası, Şeytan'la ve Kapitalizm'le Ortaklık Demektir Artık...

Peygamberler zamanında, onların doktrinleri tüm insanlığa şâmil olarak düşünülebiliyordu; ama bugün, din denilen o ideolojilerin evrensel olmadığını, hem “Tevhid” ilkesinin hayata geçirilememesinden, hem de teorik çelişkilerini ve noksanlıklarını göstermek sûretiyle, apaçık anlıyor ve ispatlayabiliyoruz... Ortadoğu'da, tek Tanrı inancını yerleştirmeye çalışan peygamberlerin, kabûle mecbur kaldıkları, başına buyruk bir “şeytan” figürü ve/veya faktörü, onların bir çelişki yaşadıklarını hissettiklerinin açık bir delilidir aslında... Böyle bir çelişkiyi ilk defa, peygamberlerin selefleri konumundaki “tanrı-kral”lar sezmişler, ve bunu -biribirine muadil- “iyilik” ve “kötülük” tanrıları diye sembolize ettikleri bir uzlaşmaz çelişki olarak anlamışlardı. Çünki onların sezinlediği çelişki, “zaman”ın olmadığı “hayvanlık” bazı ile, zaman mevhûmunun oluşmaya başladığı “panteist zon”un, “ritmik âyin”li ve “tabu”lu insanımsıları arasındaki kaotik çelişkiydi. Ve kendileri, “sentez” aşama olarak, bedenî “ritm melekesi”nin olgunlaşmasıyla “zaman ölçüsü”nün tespit edildiği, aklî “sıralama melekesi”nin türemesiyle de yazının îcat edildiği, ve aynı zamanda ahlâkî kriterlerin oluştuğu, kronolojik tarihî devirleri, ve o devirlerin “birey-insan”larını yaratmaktaydılar... Bedenî (ritm) ve aklî (sıralama) melekelerinin olgunlaşmasıyla akıllanan ilk birey (lider) insanlar, yâni şâmanlar ve “tanrı-kral”lar, herşeyden önce hayvanlıklarının bilincine (idrâkine) vardılar. Yâni beslenmeden yaşanamayacağını, çiftleşmeden de insan türünün idâmesinin sağlanamayacağını anladılar; ve de töresel olarak riayet etmekte oldukları “tabu”sal geleneklere hayret ettiler. Ama bunu anlayan “tanrı-kral”lar aynı zamanda, besin maddelerinden -perhizlerle, oruçlarla- mesâfeli, çiftleşmekten de uzak durmadıkça aklın korunamayacağını da sezinlediler. Ve belki de, “tabu”ları çiğnemiş olan bâzı kavimlerin munkariz olduğunu bile gördüler, veya duydular... İşte ondan dolayı da, tâbii'leri veya teba'ları için “tabu”ları askıya alıp, onlara muayyen kurallar ve -peryodik- “vakit”ler dâhilinde, beslenme ve çiftleşme özgürlüğü tanırlarken, kendi kendilerini bir takım perhizlere (oruçlara) ve “aseksüel”liğe icbar veya mahkûm ettiler. Ki böylece de, akıl denilen fonksiyonun kendisi, nedensellik mantığına uymayan bir şekilde, yâni akıl dışı (irrasyonel) bir olay olarak zuhûr etti, ve de yaratıcılığın kaynağı oldu. Dolayısile de akıl, tabiat üstü bir fenomen, ve ilk akıllı insanlar (şâmanlar, krallar) da Tanrı sayıldılar halklar indinde... Yâni ilk “tanrı-kral”lar zamanında yaşanan “hayvan-panteist insan” çelişkisi, nedensellik mantığıyla îzah edilebilen ve “zaman” içinde yönetilebilen -yâni süreç oluşturan- bir “diyalektik çelişki” değildi; çünki düzgün akıp giden bir “zaman” mevhûmu (ve/veya kavramı) oluşmamıştı henüz... Meselâ o zamanki insancıklara, “biraz da hayvan gibi yaşayabilirsiniz” denilemezdi; çünki beslenmeler, “vakit” denilen peryodik zaman konakları ve ritüeller olarak düzenlenmek, çiftleşmeler de, bâzı güzellik fetişleriyle bezenmek sûretiyle, insânî şartlı refleksler ( terbiye) oluşturulmakta, yâni insan formasyonu yaratılmaktaydı. Aslında bu, kesin hükümler ve itaat üzerinde -“hayvanlığa rücû” kaosu tarafından yutulmamak için çabalamak şeklinde- yaşanan bir çelişkiydi; ve hükümdârın ve/veya itaatin zayıflaması durumlarında inkıraz kaçınılmazdı. Kaldı ki, sevilen bir “tanrı-kral”ın ölümü bile, kötülük tanrısının, “iyilik”le ne kadar başabaş bir güce sâhip olduğunu göstermeye yetiyordu, insancıklara... Zâten “ölümsüzlük” fikri ve “öbür dünya” kavramı da, tanrı diye bilinen inisiyatörlerin (şâmanların) ve saygın kralların ölümlerinin kabul edilememesinden kaynaklanmış olabilirdi ancak... Çünki tanrı diye bakılan kral öldükten sonra, müteveffâdan öğrenilen nedensellik mantığı mûcibince insanların muhayyeleleri çalışmaya devam ediyor, ve de bu kurgulara göre, -genellikle- kötülük tanrısı tarafından karanlık “Yer altı” âlemine sürüklenen iyilik timsâli “tanrı-kral”, bir çok mücadelelerden sonra karanlık yeraltı dünyasından kurtularak aydınlık gökyüzü âlemine uçmayı başarıyordu. Hem zâten, mitolojik hikâyelerin çoğu da “iyilik” ve “kötülük” tanrılarının amansız mücâdelelerini anlatıyordu... Kaldı ki, bazı zamanlarda “kötülük tanrısı”nın galebe çalmasıyla (yâni “ritmik âyin”lerin ihmâl edilip, “tabu”ların çiğnenmeye başlamasıyla), hem serbest “panteist grup”lar, hem de “kast” hâlindeki akraba grupları kaos'a sürüklenip hayvanlığa rücû ederek -ve/veya munkariz olarak- ortadan kalkmaktaydılar; ve belki de “Neandertal”ler gibi bir çok insan türü -uygarlığa bile ulaşamadan- bu şekilde yok olmaktaydılar... Ancak ne var ki, peygamberlerin hissettiği çelişki, böyle değildi. Onların sezinledikleri çelişki, hayvanlığın kesinlikle (tabularla) reddedildiği “panteist zon” ile, hayvanlığın akıl'la idrâk edildiği “tarihî devirler” arasındaki, zaman içinde yönetilmesi -ve bir süreç dâhilinde çözülmesi- gereken bir “diyalektik çelişki” idi... Ve de, insanların hayvânî -beslenme, üreme- ihtiyaçlarından kurtulmasıyla orantılı olarak hatâların sıfır'a doğru çekileceği, “tarih ötesi” denilen bir “sentez” aşamayı amaçlamaktaydı... Yâni sonuna yaklaştığımız “tarihî devirler”in inkârını (negasyonunu) başlatan peygamberler, artık hayvanlığa geri dönerek yok olma riskinin ortadan kalktığını idrak ettikleri içindir ki, rakipsiz tek Tanrı fikrine ve bilincine ulaşmış, ve de kötülük (yanlışlık) faktörünü “şeytan” boyutlarında küçültmüşlerdir. Bu idrak, yeteri kadar açık bir şekilde insanlığın, toplumsal bazda “tabular-biyolojik ihtiyaçlar”, bireysel bazda da “irâde-içgüdü” çekişmesi şeklinde tezâhür eden “panteist zon-tarihî devirler” diyalektik çelişkisini yöneterek doğru dürüst -Tanrısal Yol'da- ilerleyebileceğini, “şeytan” faktörünün ise ancak, insanlığa, gidişâtında yalpa yaptırmak veya -en fazla- onu “panteist zon”da oyalamak (veya “panteist-zon”a hapsetmek) şeklinde rol oynayabileceğini göstermekteydi. Ki nitekim, tabu ihlâllerinin olağanüstü boyutlara vardığı bir ahlâksızlık devrinin içinde bulunduğumuzu, artan “fuhuş” ve “obezite” olaylarından anladığımız günümüzde de, dans ve müzik sanatlarının, “panteist zon” başlarında/başlangıcında olduğu gibi, -yüksek frekans ve volümlerdeki- ritmik tepinme ve çığrışma şekillerine rücû ettiğini açıkça görmekteyiz... Bugünkü “Şeytan oyalaması” durumunun, insâniyet nâmına en acıklı ve zararlı tarafı da, “ritm” melekesi güçlü olan gençlerin, -çevresindeki insanları dansla , müzikle ritmik rezonansa sokup rahatlatabiliyor, eğlendirebiliyor ve/veya oyalayabiliyor diye- erken yaşlarda bol paraya gark edilip “kavruk” bırakılmalarıdır. Bu durum, kapitalizmin insanlığa (insanlığın gelişimine) yaptığı en büyük kötülüğü ve hatta “birey-insan” türüne uyguladığı bir tür “jenosit”i ifâde etmektedir. Çünki erken yaşlarda paraya boğulan bir genç, hem fikrî ve zihnî gelişmesini tamamlayarak yaratıcı bir insan veya bir “fikrî inisiyatör” hâline yükselemiyor, hem de fuhuşla, oburlukla (ve de kumarla) melekelerini bozduktan sonra dahî, şöhretinin yarattığı alışkanlıkları kullanarak, çevresine hayranlarını toplayıp onlara gösteriler yapmakla, aslında -sâdece- kendisini tedâvî etmeye çalıştığı halde, kendisini sevme alışkanlığına kapılmış olan insanları istismar ederek onlardan karşılıksız para toplayan (veya üten) bir sahtekâr veya dolandırıcı durumuna düşüyor... Yâni -kapitalizm sâyesinde(!)- içine hapsolduğumuz durum şuna benziyor: Taş Devri döneminde biri (meselâ Şeytan) gelseydi de, “tamam artık insan oldunuz; daha fazla gelişmenize (bilinçlenmenize) ve yeni yeni insânî değerler yaratmanıza lüzum yok, kalın kaldığınız yerde, ve de sâdece oyun oynamak veya alış-veriş yapmak için komünikasyon araçları geliştirin; ben sizi, biyolojik ihtiyaçlarınızı karşılayarak -Kıyâmet'e kadar- istikrar içinde yaşatacağım” deseydi, Dünya'nın durumu aynen bugünkü gibi olur, yâni insan popülâsyonundaki büyük bir patlama ile ekolojik denge bozukluğu yaşanır ve “Kıyâmet” senaryoları konuşulurdu... Nitekim “kapitalist Şeytan”, bugün de aynı şeyi söylüyor ve yapıyor insanlara... Yâni aslında, peygamberlerin, “Kıyâmet” adıyla insanlık için ön gördükleri “son”un, “tanrı-kral”ların kastettikleri gibi hayvanlığa rücû edilirken oluşan kaos içinde yok olmak anlamına gelmediği açıktır... O halde peygamberlerin “Kıyâmet” adını verdikleri “son”, ya yiyip içip şişerek (obezleşerek) üreyen “panteist zon” mahlûkâtının, haddinden fazla çoğalarak Dünya'nın ekolojik dengesini mahvetmesi şeklinde gerçekleşecek demektir; ya da “kıyâmet” koduyla anlatılmak istenen olay aslında, tarihî devirlerin kapatılıp, çelişkilerin ve hatâların asgarîye indirilerek “şeytan” faktörünün işlevsiz ve gereksiz kılınacağı, -dînî literatürde “Öbür Dünya” diye geçen- “tarih ötesi”ne geçiş ve/veya Uzay'a çıkış anlamını taşımaktadır... Nitekim, İnsanlığın “vâroluş” sürecini tümüyle gözönüne aldığımızda, “kötülük” faktörünün, “tanrı”lık seviyesinden, Tanrı'yla başa çıkamayan -hatta Tanrı'nın yarattığı- bir “Şeytan” seviyesine düşürüldüğünü gördüğümüze göre, bundan sonraki aşamada “Şeytan”ın hepten yok edilip dosdoğru bir “Tanrısal Yol”a girilebileceğini düşünmek, gâyet mantıkî bir çıkarımdır aynı zamanda... Meselâ, uçak teknolojisinin gelişimini gözönüne aldığımızda, hatâ paylarının -neredeyse herkesin korkusunu yenecek kadar- nasıl minimize edildiğini, yâni “şeytan”ın nasıl, kaale alınmayacak kadar dışlanabildiğini (veya kovulabildiğini) açıkça anlayabiliriz... Ama buna rağmen, -dînî nass'lara saplanarak- Şeytan faktörünün ve “şeytânî etki”nin değişmezliğine (sâbite'liğine) inanmak, insanlığın gelişmesine karşı olmak, ve de dînî mugâlâtaların karanlığında, teorik ve pratik hatâları minimize edebilecek, melekeleri sağlam (ferâsetli) insanların seçilimini olanaksız kılmaya çalışmak demektir. Halbuki “insanlık”ı, bir bilim konusu hâline getiren sâbite'nin, “ritm melekesi” olduğu, “şeytan” faktörünün ise bunu bozan -reflekssif- efektler anlamına geldiği çok açıktır... Kaldı ki, tarihî gidişâtın gösterdiği mantıkî sonucu kabul etmemek, insanlığın -biyolojik kültürü mahvetmesiyle, yâni bindiği dalı kesmesiyle birlikte- yok olmasını istemek gibi bir “şeytanperest”lik de olmaktadır. Ve, bu “şeytanperest”liğin aslında, hem dindar olmak, hem de “tüketim toplumu” veya “kantitatif (stokçu) üretim ekonomisi” yâni “kapitalizm” taraftârı olmak gibi ciddî bir içeriği ve/veya anlamı da vardır. Çünki “şeytan”sız “din” düşünülemeyeceği gibi, spekülâtif kazançlardan vazgeçme pahasına kalitatif üretimi (yâni yaratıcılığı) destekleyen, teşvik eden bir “kapitalizm” de düşünülemez.

 

Din'den Bilim'e Geçme Zamanı...

İlk uygarlıkları kuran -inisiyatör- birey insanların, sonradan konformist, müstebit ve zâlim “tanrı-kral”lar hâline dönüşmesi üzerine çıkan isyanlarda lider olarak temâyüz etmiş olan peygamberlerin esas misyonu, “panteist zon” ile “tarihî devirler” arasındaki diyalektik çelişkiyi yönetmekti. Bu çelişki, toplumsal alanda, “tabu orijinli ahlâkî kurallar” ile “biyolojik ihtiyaçlar” arasındaki, bireysel plânda da “irâde” ile “içgüdüler” arasındaki zıtlaşmayı veya çekişmeyi ifâde ediyordu. Ve bu çelişkinin yönetimi de, toplumsal bazda, ahlâkî kuralları katı bir idealizme sapmadan tatbik ederek, biyolojik ihtiyaçları da, fesata yol açmadan gidererek yaşanan bir düzen tesis etmek, bireysel bazda da, hem birey irâdesinin ütopizme sapmasına izin vermeyen, hem de melekeleri bozacak kadar sefih bir yaşantı düşünmeyen bir zihnî formasyon oluşturmak anlamını taşıyordu... İrâdeyi ütopik emeller uğruna, kendine veya halka eziyet pahasına kullanma sapması da, -tabu orijinli- ahlâkî kuralları çiğneme pahasına içgüdüsel heveslere kapılma sapması da, “diyalektik çelişki yönetimi” kavramına, ve “diyalektik mantık”a yabancı olan, peygamberler zamanının -sonuçların da sebepleri belirleyebileceğine ihtimal vermeyen- “dosdoğru düşünce” nosyonunda, ve deterministik “düz mantık”ında, “şeytan müdahalesi” olarak izah ediliyordu. Ama bununla birlikte, peygamberlerin düşüncesinde dahî, şeytandan âzâde bir düşünce ve yönetim demek, bilimsel bir görüş ve yaşam anlamına gelmekteydi aslında... Çünki peygamberlerin, ulûhiyet yolunda “takvâ” hâlinde yaşamak dedikleri “dirilik” durumunda, -yâni bedenî (ritm) ve aklî (sıralama) melekelerin(in) kusursuz çalışmasıyla, gâyet bedihî bir “zaman” ve “mekân” duygusuna ulaştıklarında- insanlar, çevrelerini bir takım “ölçüm”ler vâsıtasıyla değiştirmek üzere, yâni teknolojiye intikal ettirilebilecek şekilde, düşünmeye mecbur olurlardı; ki bu da bilimsel düşünce demekti...Onun için, bilimde gittikçe minimize edilen ve hatta matematikte, “epsilon” simgesiyle -tesiri- ihmal edilebilir seviyede blokaj'a sokulabilen hatâ paylarını veya -ilmî- düşünce yalpalarını, “şeytan” adı altında sâbitleştirmek düpedüz, şeytanla işbirliği yapmak anlamına gelmektedir. Ki bu da, herşeyden önce “dînî ahlâk” kurallarının, -herkesin, kafasına göre mugâlâtasını yaptığı- mesnetsiz, muğlâk bir idealizasyon hâline getirilmesinden, yâni mistisizme boğulmasından kaynaklanmaktadır. Ve hiç şüphe yok ki, diyalektik çelişkinin diğer kanadı olan “biyolojik ihtiyaçların karşılanması” konusu da sırf bu yüzden sınır tanımaz hâle gelmektedir. Çünki çelişki (veya şeytan efekti), tek taraflı veya kanatlı olamaz... Demek ki, artık “şeytanla ortaklık” anlamını kazanmış bulunan “dînî mistisizm”, veya mistik din anlayışı ve tatbîkâtı, aynı zamanda “kapitalizm”le de ortaklık demektir. Zîrâ, mistik bir ahlâkî taassup -dolaylı da olsa- çelişkinin “biyolojik ihtiyaçlar” tarafında büyük talepler yaratmakta ve tüketimi arttırmaktadır. Hem zâten, dinsel (mistik) cinnet halleriyle cinsel cinnet hallerinin, veya psikopatalojisinin, -“akıl dışı”lık bazında- içiçe geliştiği ve tezâhür ettiği de iyi bilinmektedir... Ve üstelik, tüketim -kapitalizmin iç mantığı uyarınca teşvik edilip- arttırıldıkça da, beslenme ve üreme iç güdüleri azgınlaşmakta, ve bu azgınlık da “feed-back” etkisi uyarınca karşısında koyu bir “dînî taassup” reaksiyonu yaratmaktadır... İnsanlığın ilerlemesini sağlayan “diyalektik çelişki” bugün, hiçbir zaman olmadığı kadar büyük bir “amplitüd”le salınmakta veya yalpa yapmaktadır... Bu durum Şeytan'ın, “kapitalizm” ve “dindarlık” kisvelerine bürünerek, insanlığın -şimdilik- içinde seyahat ettiği taşıtını (Dünya'yı) bir o yana, bir bu yana sallamak sûretiyle devirmeye (tahrip ve imhâ etmeye) çalıştığını, dolayısile insanların, -kapitalizmin de, dinlerin de, kendisinin de yok olacağı- bir Uzay Aktörü veya Aktivist'i seviyesine yükselmesini önlemek için uğraştığını göstermektedir. Ki böylece de, din bezirgânları veya propagandistleri ile kapitalistlerin, Şeytan'ın ta kendisi olduğu anlaşılmaktadır.

 

Kitlesel İbâdetler “Fâizci Düzenin Disiplini” Hâline Gelmiş ve “Din” Bitmiştir.

Namaz gibi, Tanrı'ya veya halîfesine ihtiram anlamındaki protokoler ibâdetlerin kökeni, “tanrı-kral” uygarlıklarıdır; ve -maddî- gerekçesi de savaşlardır aslında... Onun için savaş amacı olmadıkça, veya doğru düzgün işleyen bir barışçı rejimde, bu tür ibâdetlerin kitlesel olarak icrâsı -gönüllülük esâsına istinâden- pek mümkün değildir... Meselâ, yaklaşık 900 yıl önce yaşamış olan İmâm-ı Gazâlî bile, barış içinde geçen (ve ilimle, Mûtezîlik'le uğraştığı) ilk döneminde, kitlesel ve cephesel (saf tutularak yapılan) ibâdetlerden -yâni toplu Namaz'dan- rahatsızlık duyduğunu açıkça belirtmiş ve, “bir sahtekâr veya muhtekirle aynı safta namaz kılmak beni rahatsız ediyor” anlamında ifâdeler kullanmıştır. Ama aynı Gazâlî, Haçlı Seferleri gibi bir ciddi tehlike karşısında, kitlesel cephe savaşları için -serdengeçti- mücâhitlere gerek duyulunca, fikrini değiştirmek zorunda kalarak toplu cami namazlarına ve “cuma”lara büyük önem atfetmeye başlamıştır... Ancak ne var ki, bugünkü realitede kitlesel cephe savaşlarına yer olmadığı için, -insanları topluca şevke veya gaza getirmeye yarayan- kitlesel ibâdet veya tapınmalara da gerek kalmamıştır artık... Çünki eskiden savaşan insanlar, ellerinde öldürücü âletler olduğu halde, omuz omuza verip biribirlerinden güç almak sûretiyle düşmana karşı çıkarlarken, bugünkü savaşlarda askerler artık, bir takım ölüm makinelerinin âletleri, aksâmları veya robotları hâline gelmişlerdir. Onun için de bugün, kitlesel ibâdetleri devam ettirmeye çalışanların aslında, sistematik bir sömürü düzeni (yâni Kapitalizm) için, -muhâlif çıkmasını önlemek üzere- halkı devamlı olarak “düşman taşlama” hâlinde tutmak isteyen sahtekârlar ve zorbalar olduğu artık ayan beyan hâle gelmiştir... Nitekim bizde, Cuma namazlarının, resmî bir vecîbe ve/veya protokoler bir âyin hâline dönüşmesi, 1826'dan sonra emperyalistlere satılan son Osmanlı sultanlarının mârifetiyle gerçekleştirilmiştir. Herne kadar -o zamanlarda dahî- toplu namazlar ve dînî hamâsî söylem ve söylevler, yapılan savaşlarda askeri gayrete getirmek için işe yarasa da, bu savaşların yönünü ve kıymet-i harbiyesini dâima emperyalistler belirlemiş, ve nemâlarını da -son tahlilde- kapitalistler toplamışlardır... Cumhuriyet'le birlikte Din, -nisbeten- kendi hâline bırakılınca, geleneksel bir kültür mirası olarak, bireysel ve ailevî bazda yeniden sempatik görülmeye ve psiko-sosyolojik anlamda işlev görmeye başlamıştır. Ve böylece de, 1950'lere -hatta 1960'ların başına- kadar Din, büyük şehirlerde birey insanların her istediği zaman ve “vakit”te, istediği camiye tek başına giderek huşû içinde Tanrı'yı düşünüp içinde hissedeceği, ve de vicdânî muhâsebe yapacağı bir “rehabilitasyon” olayı ve/veya sistematiği şeklinde yaşanmıştır. Ki zâten olgun bir birey'in, gerek kitlesel senkronize âyin anlamında, gerekse bir muhâtaba yönelik olarak veya hedef (mihrâb) gözeterek yapılan tapınma anlamında bir ibâdete de ihtiyâcı yoktur... Aynı zamanlarda Din, köylülük ve esnaflık bazında, mahallî ve meslekî -örf, âdet ve ahlâka dayalı- kohezyonun sağlam tutulması anlamında da yararlı olmuştur... Ancak ne var ki, 1960'ların ortalarından îtibâren, Demokrat Parti'nin ektiği zehirli tohumlar yeşermeye başlamış, ve -misyoner benzeri- “gezici vâiz”ler vâsıtasıyla “Hanefîlik” adına yayılan ortodoks (veya monopolist) anlamdaki bir “din” ideolojisi, “demokratız!” diye ortaya çıkan politikacı gürûhunun siyâsî doktrini hâline getirilmiştir. İkinci Dünya Savaşı'nda yaşanan sıkıntılar ve İsmet İnönü'nün müteredditliği ile bilgi sığlığı da, bu yozlaşmada önemli bir faktör olmuştur... Ki bunun sonucunda da, eskiden ezan dinlemekten büyük bir haz alan pek çok insan, bugün artık, cami hoparlörlerinden yayılan yüksek volümlü ezan sesinden nefret eder hâle gelmişlerdir. Çünki, bu şiddetteki bir sesin, bir -dînî- düşünce ve davranış biçimini zorla empoze etmeye kalkışan, saldırgan bir zihniyetin tezâhürü olduğu apaçıktır... Kaldı ki, bangır bangır okunan bu ezanların hem “tecvîd”i bozuk, hem de makâmı -Istanbul geleneğine göre- zevksizdir... Ama böyle bir gayretkeşliğe rağmen, camilerdeki hırsızlık olayları o kadar çok artmaktadır ki, imamlar namaz vakitleri dışında, camilerin kapılarını kapatmak zorunda kalmaktadırlar. Ve bu kısır çelişki yüzünden de, rûhî, mânevî huzur aramak veya bir nevî “murâkabe : meditasyon” yapmak üzere, camiye tenha zamanlarda -tek başına- gitmek isteyen birey insanlar, atalarından intikal etmiş olan “din” kültüründen, “redd-i miras” edercesine soğumaktadırlar. Ki böylece, imama muhtaç topluluklar da, siyâsîlerin atadığı profesyonel imamlar vâsıtasıyla uydurulan dînî söylem ve pratiklerle kolayca toparlanıp -kapitalizmin stratejik hedefleri doğrultusunda- güdülmektedirler... Türkiye'nin böyle bir çıkmaza girmesinin başlıca sebebi, İsmet İnönü ile başlayan “muhâlefet” kavramının ve/veya doktrininin kararlı bir zemîne (prensibe) oturtulamaması, dolayısile de İnönü'nün mütereddit ve “mahcup dinci” kişiliğinin izlerini taşıyor olmasıdır... Panteist Zon ile Târihî Devirler arasındaki diyalektik “peygamber çelişkisi”ni şahsında mecz ve idâre eden Atatürk'ten sonra, bir polarizasyonun yaşanacağı ve bu kutuplaşmanın baskın ucunun, Muaviye, Yezid ve zâlim sultanların ahvâdı olan “tapınma dincileri” -yâni “Sünnî İslâm”cılar- tarafından teşkil olunacağı önceden hesaplanıp, bunun karşısına, dincilere hiç tâviz vermeyen, “panteizm” mahrecli bir muhâlefet çıkarılmalıydı. Ne yazık ki, böyle bir kararlılığı, sosyalist ve hatta komünist iddialı muhâlefet bile gösteremedi; 1826'dan önceki tarihimizden bîhaber oldukları için... Ama artık anti-dincilik ve anti-kapitalizm, bir siyâsî doktrin ve tercih olmaktan çıkmış, ve “tarihî devirler”i kapatmak üzere zorunlu olarak tutulması gereken bir “bilimsel yol” veya metodoloji hâline gelmiştir. Ki burada, “anti-din” veya “anti-dincilik” terimi yerine “anti-şeytan” terimini kullanmak, daha doğru olacaktır. Çünki “tanrı-kral”ların -tesis ettiği kastî düzenlerin- negasyonunu başlatmış olmakla, insanlığın binlerce yıl sürecek fikriyâtını temellendirmiş bulunan, dolayısile de gâyet samîmî ve mâsum insanlar olarak kabul etmemiz gereken peygamberleri yalanlamaya kalkmak abestir... Hem zâten, insanlığın, peygamberler zamanındaki -sözsel- bilgi birikimiyle onları yalanlamaya kalkmak, mümkün de değildir. Kaldı ki onlar, kendi doktrinlerinden kaynaklanabilecek yanlışları -mantıkî ve metodolojik bir bütünlük içinde kavrayabilecek olanlar için- peşînen, “Şeytan” adı altında ikrâr da etmişlerdir. Hatta insanların her zaman ve mutlakâ -belli bir sınırın üstünde- hatâ yapacakları ve/veya yapmaları gerektiği husûsunda isrâr edecek olan, insan sûretindeki “şeytan” faktöründen veya “dindar cin”lerden, yâni bugünkü “bağnaz dinci”lerden bile bahsetmişlerdir... Onun için, “Dîn”i aşmayı ve bilime geçmeyi, peygamberlerin hatâ faktörü olarak vaz etmiş oldukları “şeytan”ı -hatâ paylarını minimize etmek anlamında- “kovmak” şeklinde ifâdelendirmek daha uygun olacaktır. Ki böylece, bilimsel yolu (metodolojiyi) kabul etmeyip de, “şeytan”a hâlâ büyük önem atfederek din misyonerliği veya vâizciliği yapanların gericiliği ve/veya şeytânîliği açıkça ortaya çıksın... O halde demek ki, “Fethullah Gülen Hocaefendi”nin, “İnsânî Hareket” oluşturabilmesi için, herşeyden önce insanları Şeytan'la, yâni “yanlış yapma evhâmı”yla korkutmak huyundan, ve “yanlış” yapma durumunda sorumluluğun, nasıl Şeytân'a yüklenebileceği husûsundaki kurnazlık öğretisinden vazgeçmesi, ve de bütün dikkatini “Tanrısal Yol” üzerine, yani bilime ve “öz denetim”e teksif etmesi gerekmektedir. Çünki “İnsânî Hareket”ten söz edenlerin, Şeytan'a (reflekssif etkilere ve içgüdülere) fazla yüz -ve önem- vermemesi, ve de sâdece Melek'lerle (melekelerle ve irâdeyle) ülfet etmesi veya kaynaşması, daha uygun olacaktır herhalde... Ama ne var ki, Şeytan'ın adı anılmadan vâizlik yapılamaz; üstelik, Şeytan'ın sebep olduğu zulümler ve mağdûriyetler zikredilmeden, “salya-sümük” ağlanıp “acındırma primi” de toplanamaz; ve de “can çıkmadan, huy çıkmaz”...

 

Amerikalılar, -tarihî kökeni olmayan-bir takım hırslı veya “asabî” insanların dolduruşuna gelip de, geçmişimizi, fuzûlî yaşanmış boş (kaotik) bir tarih, veya Arap İslâmiyeti'nin bir uzantısı gibi görerek, bizim bölgemizde ütopik projeler denemeye kalkmamalıdırlar... Değil Amerikan fikriyâtının, daha Amerikan kültürünün bile oluşmadığı, hatta Amerika'nın keşfedilmemiş olduğu zamanlardan îtibâren, bu ülkede Nizâm-ı Âlem projelerinin geliştirildiğini, -ve bu projelere binâen bir de “Osmanlı İmparatorluğu”nun gerçekleştirildiğini- üstelik insanlık tarihinde çağ açan o fâtihlerin sahih evlâdının, bugün de hâlâ tarihten ders çıkarıp insanî bir şekilde yaşayarak düşündüğünü, mutlaka öğrenmelidir bu Amerikalılar... Ve de ancak ondan sonra global projeler geliştirmeye kalkmalıdırlar... Hem kendileri, hem de insanlık için doğru olan yol budur ... Ama tabii ki, bir mübâdele aracı olan “para”yı, -nesnelerin, istenilen şekil ve ebatta görülmesini sağlayan- bir illüzyon gereci gibi kullanarak, “değer” yaratmayan (spekülâtif) kazançlar elde etmeyi, ve bu şekilde insanları farkettirmeden soymayı mûbah (hatta mârifet) sayan bir zihniyetten, yâni KAPİTALİZM'den; ve de bu zihniyetin -“aldatılmış, şaşkın insanlar” bazında- yaratıp beslediği MİSTİSİZM bataklığından kurtulacak dinamizmi gösterebilirlerse...

 

Ali Ergin Güran: 09/04/09