“POLİTİK EKONOMİ”NİN İFLÂSI ve “TEMSÎLÎ DEMOKRASİ” REJİMİNİN REZİLLİĞİ ÜZERİNE...

Batılı'ların “rasyonal zihniyet”i aslında, bir “Robinson kafası”ndan başka bir şey değildir. Yâni bu zihniyet, bedenî(ritm) ve aklî(sıralama) melekelerini kazanmak anlamındaki antropolojik gelişimini -görünmez bir şekilde- tamamlayarak “birey” olmuş, dolayısile de insanlığı (uygarlığı) yeni baştan yaratma kapasitesine ulaşmış bir insanın idrâkını veya “Dünya görüşü”nü yansıtmaktadır. Çünki bu insan (Batılı birey), Grekler'den ve Vikingler'den beri, denizcilik mesleğinin acımasız “inisiyasyon” imtihanlarından süzülerek (ayıklanarak) temâyüz eden, ve kadîm Sumer ve Mısır uygarlıklarından bakiyye izlerden ve söylentilerden çıkarabildiği anlamlarla da, insanlık kültürünü (uygarlığı) yeniden oluşturan bir insandır. Yâni, Sumer ve Mısır uygarlıklarının kültürel ve/veya genetik vârisi değildir bu birey... Onun içindir ki bu Batılı “adam”, “insan”ın Dünya'ya -kendisi gibi- tam teşekküllü olarak geldiğine (veya yaratıldığına) inanmış, ve kendi “rasyo”suna (aklına) uymayanları ve/veya antropolojik (rûhî ve aklî) gelişimini tamamlayamamış olanları da hayvan yerine koyarak gütmüş ve acımasızca sömürmüştür yüz yıllar boyu... Ve bundan dolayı da, “tanrı-kral”ların yönettiği kadîm uygarlıkların antropolojik “arka-plân”ını (veya mutfağını) göremedikleri için, muhayyel “birey-tanrı”larının, insanı “tam teşekküllü” olarak yaratıp Dünya'ya salıverdiğini vaaz eden peygamberlerin “din”leri için, gâyet sağlam bir yayılma zemîni teşkil etmiştir. Çünki meselâ Ortadoğu mahrecli dinler, Doğu'da -kaynağı “tarih öncesi”nde olan- “tasavvuf” fikriyâtıyla sorgulanır ve “tesbih” gibi, melekeleri çalıştıran (güçlendiren) “panteist âyin” gereçleriyle donatılırken, Batı'da, olmadık safsatalar hâlinde “dogma” olarak benimsenmiş ve görülmedik cafcaflı ikonlar ve fetişlerle tezyîn edilmiştir. Batı rasyonalizmi ile dinler arasındaki bu anlayış benzerliği, kadîm uygarlıkların arka plânındaki “panteist zon” oluşumunu (bireyleşme sürecini) yok saymaktan ve/veya görememekten kaynaklanmış, ve bu bilgileri -geleneksel olarak- bilen veya hisseden insanlar üzerinde de, “mistik” veya “büyücü” yaftalamalarıyla tecrit veya tedhiş uygulamalarına yol açmıştır. Halbuki diğer yandan, kadîm uygarlıkların, “panteist-zon” adını verdiğimiz -zamanlar üstü- arka plânından bîhaber olan Batılı'ların bîzâtihî kendileri, kafalarındaki bu boşluğu doldurmak üzere “metafizik” adıyla bir muhayyel alan da uydurmuşlardır. Çünki pozitivist anlamdaki düşüncelerinde, nedensellik mantığıyla bilgilerinin sınırına dayandıklarında, -kendilerini sorgulamaya ve yeniden üretmeye (bilinçlenmeye) yanaşmadıklarından- ister istemez bilinmezlik alanında “neden”ler üretmeye veya uydurmaya devam etmişlerdir. Ki böylece, “öbür dünya” tasarımıyla da dincilerle -zımnen- mutâbakâta varmışlardır... Yâni bütün bu kafa çatlaklığına, sırf kendilerini (rûhî, aklî derinliklerini) inceleme, araştırma konusu yaptırtmamak ve tanrısal bir masûniyet (dokunulmazlık) zırhı arkasında saklanabilmek, dolayısile de diğer insanları gütme ve sömürme hakkına sâhip olabilmek uğruna mâruz kalmışlardır... Batı rasyonalizminin bu sakatlığı giderek, antropolojiden kopuk bir tarih, sosyoloji ve psikoloji anlayışına yol açmış, ve dolayısile de “tarih öncesi”nin -zamanlar üstü- bir antropolojik, sosyolojik ve psikolojik fenomen olduğu bir türlü anlaşılamamıştır. Bu zihniyetin ürettiği -pozitivist anlamdaki- bilimsel görüşler, “tarih öncesi” ve/veya “ateş öncesi” denilen “zon”un da, aklî (veya antropolojik) gelişimini tamamlamış birey-insan'larca, kronolojik bir tarihî dönem gibi yaşanıp bittiği varsayımını veya zannını paylaşmaktadırlar. Yâni bu zihniyete göre, insan denilen yaratık Dünya'da, en baştan beri tam teşekküllü olarak var olmuş, ve sâdece, bir turist (veya gezgin kâşif) gibi çevresini keşfetmekle, ve de yeni yeni ifâde ve iletişim vâsıtaları îcat etmekle uğraşmıştır; düzgün olarak akıp giden bir “saat zamanı” içinde... Halbuki bugün gâyet iyi anlayabildiğimiz, ama Doğu'da, geleneksel -panteistik- davranış disiplinleriyle ezelden beri kuşaktan kuşağa iletilerek yaşatılmış bulunan bir idrâk (kavrayış) vardı ki, o da, ateşi kullanmayı öğrenip yazıyı îcat edinceye kadar olan alanda (zon'da) insan, aynı zamanda -melekelerle ilgili- rûhî ve aklî yapısını da inşâ etmiş (ve etmekte) olduğu gerçeğiydi... Besbellidir ki -zamanlar üstü olan- bu alan (zon), târihî devirlerin içinde de (bugün dahî), pedagoji ve psikolojiyle ilgili bir “neşv-ü nemâ” olayı olarak yaşanmaya devam etmektedir. Yâni bugün de “birey-insan” olamamış ergenlik çağındaki gençler, ve psikopatalojik ve/veya zihinsel özürlü -denilen- insanlar (veya Taş Devri insanları) aramızda yaşayıp gitmektedirler. Ne var ki “Batı”, yakın zamanlara kadar -“panteist zon”la ilgili- bu bilgileri anlayamamış, ve hatta “anlamsız saçmalıklar” olarak görüp, “mistisizm” yaftalamasıyla karalamaya kalkmıştır. Ve bu arada, “pedagojik eğitim” ve “psikolojik terapi” gibi adlarla “hizmet” metâları îcat edilinceye kadar da çocuklara ve psikolojik hastalara çok kötü muamelelerde bulunmuştur... Ama bir süre sonra, sanâyîleşip îmâlat süreçlerini uzatarak yoğun “katma değer” yaratmayı keşfeden Batılı, aynı zamanda birey olamamış insanları da, hem “dolap beygiri” misâli rutin işlerde çalıştırılan üreticiler olarak, hem de kolayca şartlanan (alışkanlıklar, özentiler kazandırılan) tüketiciler olarak kullanmayı iyi öğrenmiştir. Ve hatta, bir robota dönüştürülmekle iyice bunaltılan bu insancıkların, ellerinde kalan son paralarını da alabilmek için onlara -hastalandıktan sonra- “sağlık hizmetleri” metâ'ı satmışlardır. Yâni işçi denilen bu insancıklara, hayvanlara yapılan rutin “timar” bakımı gibi bir hizmet (koruyucu tedâvî veya hekimlik) bile karşılıksız verilmemiştir Batı'da... Netice itibâriyle denilebilir ki, bugünkü “kapitalizm” ideolojisi ve sistemi aslında, “kendini bilmez”lerin uydurduğu, ve “kendini -tanrısal- bir şey sanan”lar tarafından başı çekilen ve “nemâ”sı paylaşılan bir düzenbazlıktan başka bir şey değildir... İnsanlar, “insan nedir?” sorusuna cevap aramaya başladıkları zaman, ve meselâ bir “mass medya” organı bu soruyu gündeme getirdiği anda -bile- bu sistem çöker; çökecektir. Çünki kapitalist ideoloji ve düzen, şeytânî fikirlerin ve/veya şeytanca bir illüzyonun sebep olduğu bir vehimden (aldanmadan) başka bir şey değildir. Ve inanılmadığı veya kanılmadığı zaman “Şeytan”ın yaşaması veya var olması da mümkün değildir... Ama herşeyden önce kendini tanıma merâkına ve cesâretine sâhip insanların çıkması, ve de artık düzenbazların provokasyonları anlamına geldiği açıkça anlaşılan, -komünizm ve sosyalizm de dâhil- bütün ideolojik ve politik aktivitelere son verilmekle birlikte, “panteist zon” kulüplerinin kurularak, “birey-insan” seçilimi yapılabileceğinin pratikte gösterilmesi gerek... Ne yazık ki insanlar henüz ve hâlâ, “insan”a ve insanlığa meslekî at gözlükleri ile bakıp, onu parça parça görerek tanımlamaya çalışmakta ve hatta parçalı insan bilgilerini, sanki başlıbaşına işe yarayan bütüncül bilgi sistemleriymiş gibi, biribirlerine -derde devâ bir metâ'mışcasına- satmakta veya yutturmaktadırlar. Yâni bir bakıma, bu “kendini bilmez” düzenbaz insanlar, kendilerini de parça parça ederek -ürettikleri mallar gibi- biribirlerine birer metâ olarak satmaktadırlar... Mesela bir psikiyatrist'in, bir diyabet uzmanı ve bir kalp uzmanı ile birlikte, tek bir hastaya uyguladıkları tedâvîde, “yan etkiler” adıyla dikkate aldıkları ve biribiriyle örtüşen kısımları, kendi branşlarındaki hastalık tanımlarının kaçta kaçı oranındadır acaba?... Halbuki hasta tek bir insandır, ve de bünyesinde oluşan bütün ârazlar, tek bir bozukluğun -biribirleriyle etkileşim hâlinde bulunan- mütemmim cüzüdür. Onun için de, herşeyden önce hastalık semptomlarının zihinsel plâtformdaki izdüşümlerinin -hastanın bilincinde- ne anlamlara geldiği ve bunlar arasındaki disiplinin veya -irâdî- sıralanmanın nasıl olduğu/olabileceği husûsunun araştırılması gerekmektedir. Ki bu konuda, Uzakdoğu'nun, “mistisizm” yaftası ile gözardı edilen terapi usüllerinden de yararlanılabileceği gâyet açıktır... Ama buna rağmen, ilâç endüstrisinin güdümüne girmiş bulunan bugünkü -spesiyalist- hekimler, genellikle akut semptomları izale etmek üzere tasarlanıp, hayvanlar üzerinde denendikten sonra, riski -nisbeten- az bir devâ olarak kabul edilen ilâçlarla tedâvî uygulamaktadırlar. Ve bu şekilde de, insanın, -fizyolojisinde ekstra bir âhenk (akort) oluşturup, kendisini bir fauna yaratığı (hayvan) olmaktan çıkaran- irâdesini yok sayarak, bir nevî baytarlık yapmaktadırlar. Hele ki, kangren ve kanser riski bulunmayan -yâni huysal sebeplerden kaynaklandığı için, irâde gücüyle onarılması mümkün olan- yaralı doku ve organları ameliyatla kesip atan cerrahî uzmanları(!) ise, tam anlamıyla bir “kasaplık” sergilemektedirler... Üstelik aynı zamanda, kendilerine ve ilaçlara -mutlak olarak- güvenilmesi telkininde bulunulmakla, hastanın tam bir teslîmiyet duygusu ile irâdesini (meleke faaliyetlerini) askıya alıp, kendi kendini alıştıra alıştıra -dağıtarak- ölüme gitmesi de sağlanmaktadır; bugünkü hekim bozuntuları tarafından... Dolayısile denilebilir ki, insanlığın kurtuluşu, bir bakıma bilimsel dalların birleşmesine veya bütünleşmesine de bağlıdır...

 

Antropolojik Tarih ve Modüler “Sosyo-Ekonomik” Düzen Hakkında...

İnsanlığın, ileri kültür veya uygarlık (medeniyet) aşamasına geçişindeki toplumsal düzen ve/veya “devlet”, “birey-insan” bünyesinin topluma yansımasından -veya projeksiyonundan- başka bir şey değildi aslında... Nasıl ki bir “birey”, hem muhtelif “beceri” paketlerine (alışkanlıklara), hem de bu beceri “co-set”lerini değiştiren, geliştiren “meleke”lerden müteşekkil bir “modül”e sâhipse, toplumsal düzen de, muhtelif meslek kastları ile bunları geliştiren, yönlendiren ve koordine eden “inisiye râhipler” kümesinden veya modül'ünden teşekkül etmekle, tam bir “modüler yapı” arzetmekteydi. Ve bu şekilde de insan emeği, toplumda, hem kendini yapılandırma ve/veya geliştirme etkinliği (meleke ve yaratma faaliyeti), hem de mal ve hizmet üretme etkinliği (iş yapmak) bileşenleriyle birlikte EMEK= (KOZMİK EMEK) + İŞ gibi bir vektörel denklem mûcibince tatbik edilip değerlendirilebilmekteydi. Yâni farklı iş kolları demek olan “kast”lar dâhilindeki rutin çalışmalar, ve fikse olmuş mal üretimi, sistemin “modül”ü konumunda bulunan “râhipler kastı”nın inisiye üyelerinin mârifetiyle -daima- geliştiriliyor ve kalitelendiriliyordu. Ve böylece de toplum, doğru düzgün bir ilerleme temposu ve rotası tutturabiliyordu... Bu cümleden olarak, Sumer uygarlığının da, Mısır uygarlığının da, “zirve” durumunu gerçekleştiren insanlar, sıkı bir inisiyasyon sürecinden ve süzgecinden geçerek seçilmiş olan, -ve toplumun modülünü teşkil eden- inisiye (seçkin) râhipler zümresiydi aslında... Dolayısile, arkeolojik delillerle birlikte buradan da anlaşılacağı gibi, bu uygarlıkların hazırlık (veya oluşum) aşamasında liderlik veya krallık görevini “Baş Râhip”ler yürütmekteydiler... Meselâ Büyük Piramit (Khufu veya Keops) denilen eser, böyle bir yükselme devrinin zirvesini ifâde eden, ve hânedanlıklar devrinin başında inşâ ettirildiği için de, aynı zamanda büyük bir “tarihî kırılma noktası”nın tespiti anlamına gelen âbidevî bir işârettir. Çünki, müteakip kuşaklardaki -hânedan mensupları da dâhil- hiç kimse, bu ulu eserin fonksiyonlarını (neye yaradığını) tam olarak anlayamamış, ve hatta bütün özenmelerine rağmen bunun -aynı ebatlardaki- bir taklidini bile yaptıramamışlardır. Hatta bununla birlikte, kuruluş devri râhiplerinin inisiyasyon (adam seçme, yetiştirme) programlarından -gelenek, görenek ve rivâyetlerle bozularak- gelen ritüel ve sembollere (şifrelere) de bir anlam veremeyerek veya bunları çözemeyerek, uygulayıcılarını “büyücü” diye yaftalayıp lânetlemiş ve cezâlandırmışlardır. Ama aynı -bozulmuş- bilgi ve hurâfeleri, yöneticilerin beklentilerine veya arzularına uygun olarak kullanan bâzı açıkgözler de, kralların taktîrine mazhar olup, “kâhin”lik, “müneccim”lik gibi mümtaz mevkîlere getirilmişlerdir... Yâni demek ki aslında, kadîm uygarlıkları gerçekleştiren râhipler döneminde insan kalitesi, bilimsel bir objektiviteyle ölçülüp değerlendirilebilmiştir. Ama ne zaman ki, uygar bir yaşam tarzının îcâbı olarak üretilmesi gereken nesneler tebellür edip de, rutin çalışma formları (iş) yaygınlaşınca, dolayısile de insanların değerleri, yaptıkları iş veya aldıkları ücretle ölçülmeye başlayınca insan, -kendi gelişimine yaramayan, ve sâdece alışkanlıklarla veya şartlı reflekslerle icrâ edilen bir emek türüne (iş'e) mahkûm olmakla- aynen bir hayvan gibi “metâ”laşmıştır. Dolayısile de, toplam emek içindeki “kozmik emek” bileşeni düştüğünden, insanlar bunun yerine -hayvânî- “kurnazlık” faktörünü ikâme edip bütün güçlerini, hem taklit ve ezber öğretilerini hıfzetmek yolunda, hem de kendilerini olduğundan daha ehliyetli (değerli) göstermek üzere yalan söylemek için harcar hâle gelmişlerdir. Çünki taklitçilikle ezbercilik, -illüzyon becerisiyle de ilgili olarak- sahtekârlıkla içiçeydi; ve ehliyeti geliştirebilmek ve/veya değerlendirebilmek için ise mutlaka, melekelere ve/veya melekeleri güçlü inisiye bireylere ihtiyaç vardı; rehber olarak...Yâni nesnelere karşı duyulan istek ve -pazarda- doğan talep üzerinden (serbest piyasa koşullarında) yapılan veya oluşturulan “değerlendirme” ve rekâbet, insanlığı, yalan dolan çekişmesi ve kurnazlık yarışması içinde -ama mutlaka- inhitâta götürürdü. Zîrâ, hem sahte değerler üretip (ürettirip), hem de bunlara ve içgüdüsel iştihâları kabartacak ürünlere -pazarda- talep yaratabilen en sahtekâr (illüzyoncu ve hipnozcu) kişiler, toplumun çözülüp batması pahasına zenginleşirler ve yönetimi ele geçirirlerdi... Nitekim taklitçilik ve ezbercilik, bir süre sonra öylesine yaygınlaştı ki, insânî kalite ölçülemez ve hatta farkedilemez hâle geldi. Ve dolayısile de, işlerin, mevkîlerin babadan oğula devredildiği bir “verâset” anlayışı ve/veya hukûku, bir ilâhî kânun gibi -yönetimlerde bile hânedanlıklar oluşturacak şekilde- yaygınlık ve mer'iyyet kazandı; ve de “birey-insan”ların üzerinde, ağır bir “zulüm” baskısı oluşturdu... İşte insanlığın temeli olan kadîm uygarlıkların yozlaşmasının ve -Ortadoğu'da- peygamberlerin ortaya çıkmasının esas sebebi buydu; “panteist zon” faktörünü -ve/veya modülünü- hesâba katan, “antropolojik tarih” açısından... Aynı zamanlarda, ve özellikle de Hz.Musa devrinden sonra (MÖ 1200'ler gibi..), malların veya metâ'ların değişim (mübâdele) aracı olarak altın “para”nın yaygın bir şekilde kullanılmaya başlamasıyla krallar, toplumsal “artı-değer”i dilediklerince kullanma ayrıcalıklarını da kaybettiklerinden, tanrısallık vasıflarını büyük ölçüde yitirmişlerdi. Bundan sonra artık meydan -ve tanrısallık iddiası- sâdece, en kısa zamanda ve kolayca para kazanma yolları bulabilen kurnaz düzenbazlarla, kaba güç sâhibi zorbalara, ve bunların muhtelif biçimlerdeki ortaklıklarına kaldı tabii ki... Onun için de, peygamberlerin esas amacı, bütün bu sahtekârlık ve zorbalıkları -âcilen- izale etmek üzere bir hukuk sistemi tesis etmek oldu... Halbuki, “tanrı-kral”lar düzeninin ve zihniyetinin yozlaşmaktan kurtarılıp tashih (veya restore) edilmesi sözkonusu olamazdı; çünki o düzen bir inkâr düzeni (yâni “panteist zon”un negasyonu veya “anti-tez”i) idi, dolayısile “sentez”e varmak için, onun da inkâr edilerek – köklü bir “paradigma” değişikliğiyle- aşılması gerekiyordu... Din(ler)in, “panteist zon”la bağlantılı geleneklerden uyarlanmış, ve tanrı-kral'ların da muhtelif nüanslarla uyguladıkları, “antropolojik eğitim” ve/veya “psikoterapi” anlamındaki anonim “ibâdet” biçimlerini bir yana bırakırsak, geriye kalan “öğreti” kısımları, öngörülen hukuk sistemini gerekçelendirme çabasından başka bir şey değildi aslında... Ki peygamberler burada, hukuk sistemlerini gerekçelendirmek için, nedenlerini (arka-plân'ını, kuruluş prensiplerini) bilmedikleri (göremedikleri) kadîm düzenlerin bozuşmuş hallerinden absürt ve/veya “meta-fizik” sebepler üretmiş veya uydurmuşlardır. Onun içindir ki, yalancı sahtekâr ve düzenbazları yola getirmek üzere -gaddar krallar benzeri- zorba (câbir) bir tanrı kurgulamışlar, ve üstelik, bu yalancı güruh için inandırıcı olsun diye, sözkonusu tanrıya her sözün başında -o zamanki “yalancılar” kültürünün icâbı olarak- yemin de ettirmişlerdir. Yâni bir bakıma, mala-mülke düşerek metâ'laşmak sûretiyle Şeytan'a uyan insanları yola getirmek için, Tanrı da Şeytan'a uymak zorunda kalmıştır... İşte Kuran-ı Kerim, yalancı insanlardan müteşekkil böyle bir dejenere kültürü aksettiren emsalsiz bir tarihî belgedir aynı zamanda... Ve açıkça göstermektedir ki, o şartlarda kugulanan Allah da, öyle bir devrin yalancı insanlarına, kendini (doğruluğu) kabul ettirmek için, birer “sâbite” olarak bilinen ay, güneş gibi kemiyyetler ile gece, gündüz gibi keyfîyyetler üzerine and içmeye tenezzül eden bir tanrıdır. Çünki o devirlerde, yeminle başlamayan hiçbir sözün ciddiye -ve hatta dikkate- alınma şansı yoktur; ve dolayısile, yalancıların tanrısı da yalancılar gibi konuşmak zorunda kalmıştır. Onun için böyle bir tanrıyı bugün de en iyi, yalancılar anlamakta ve dinlemektedirler. Çünki bir yalancı, vicdânının sesini duyduğu -ender- zamanlarda, böyle bir tanrıya, günah çıkarıp af dileyerek -ve de sorumluluğu Şeytan'a yıkarak- teselli bulmak, veya kendine bir nevî terapi uygulayarak yeniden psikolojik dengeye kavuşmak için ihtiyaç duyar. Ama tabii ki “huy canın altındadır” meseli mûcibince, ve de Allah'ın, aslında “yalancılar tanrısı” olduğunu ispatlarcasına -genellikle- tövbe'sini tutmaz... Onun için aslında insanlara, her türlü yaramazlıklarını görmezden gelerek veya affederek “hâmî”lik yapan “zât-ı muhterem” anlamındaki, fetişistik bir tanrı kavramı değil, kendi kendilerini anlamaya ve kontrol etmeye çalışarak yönelip ilerleyebilecekleri bir “tanrısal yol” konsepti aşılanmalıydı; ve aşılanmalıdır artık... Yâni demek ki “peygamberler düzeni”, “tanrı-kral”lar düzeninin anti-tez'i olamamış ve/veya onu “negasyon” anlamında yadsıyamamıştır... Aslında metâ'laşan insanın tanrısı olamaz; zîrâ yalancı bir insanın, kişilik bütünlüğü olmadığı için, tek bir tanrı inancı taşıması da mümkün değildir; o, hayatını, biribirinden kopuk kompartmanlar şeklinde -şizoitçe- yaşar... Bu tür insanlar “tanrı” kisvesindeki muhtelif putlara ve metafizik mevhumlara tapan, dolayısile de biribirlerini yiyen müşriklerdir aslında... Onlar ibâdet ve dualarında tek bir “Allah” ismini kullansalar da, bu ismin muhtevâsı, herkesin kafasında farklıdır; ve hatta tek bir kafanın muhtelif zamanlarında da farklıdır. Dolayısile böyle insanlara, “tek tanrı” veya “tanrısal yol” kavramını sözlerle anlatmanın da olanağı yoktur. Yâni Kuran-ı Kerim'in, “Tevhid”i gerçekleştirmek hedefinde başarısız kalması, peygamberin samimiyetinden ve mâsûmiyetinden bağımsız olan, objektif bir vâkıadır... Aynı şekilde, bu insanların (işçilerin), diğer bütün hayal ve beklentileri de farklılık gösterir, biribirlerinden... Ve ondan dolayı da, hayatlarının rutin temposu içinde fikir birliğine varmaları mümkün değildir. Bunlar ancak, peygamberler zamanının “tanrı-kral”larının mümâsili olan “kapitalist-kral”lara lânet okumak ve karşı çıkmak husûsnda, yâni bir ayaklanma olayında bir araya gelebilirler. Bundan başka bir ortak düşünce veya tasarım, ancak ütopik “müstakbel cennet” tabloları ile tatlı vaatler şeklinde mümkün olabilir...

 

Modernite'nin Mistik ve “Bilimsel” Peygamberlerinden de Kurtulmak...

 Bütün bu mülâhazalardan da anlaşılacağı gibi, işçilerin birliğini vaaz etmiş bulunan bir Karl Marks'ın da, peygamberlerden pek farkı yoktur. Karl Marks da aynen peygamberler gibi, “tarih öncesi”nde, birden bire tam teşekküllü bireyler şeklinde zuhûr etmiş insanlardan müteşekkil, “ilkel komünal toplum” diye bir cennet vehmetmiştir. Ve bu cennetin, tarihî devirlerden sonra da kalite farkıyla “komünist toplum” olarak gerçekleşeceği ve/veya gerçekleştirilebileceği vaadinde bulunmuştur. Ama bu ham hayal, bir “galat-ı rûyet”ten ibâretti. Çünki “tarih öncesi”, insanların kardeşçe paylaşıp, yiyip içerek özgürce çiftleştikler (seks yaptıkları) bir saadet dönemi değil, insancıkların “tabu” korkularıyla, “ritmik âyin” ibâdetleriyle bünyelerini yapılandırmak için çabaladıkları bir “inisiyasyon” seçilimi dönemi veya -zamanlar üstü- bir imtihan zonu (panteist zon) idi aslında... Dolayısile nasıl ki peygamberler, daha sonra “peygamber-kral”ların, “halife-kral”ların ve giderek dindar “kapitalist-kral”ların çıkmasına yol açtılarsa, Karl Marks da, Lenin ve Mao gibi, ütopik ideallerle halkı avutmaya çalışan “başkan-kral”ların zuhûr etmesine sebep oldu. Ki onların ardılları da en sonunda, yine “kapitalist-kral”ların doktrinleri mûcibince -kapitalistliğe- indirgendiler... Tanrı idrâkına varabilen insan, sürekli olarak kendini geliştiren ve inisiyatif sâhibi -veya yol üzerinde- olan insandır aslında... Ve kitleleri sürükleyip ilerleme yoluna sokanlar da bunlardır. Onun için de bütün mesele, inisiyatör veya dâhi karakterindeki insanların ayıklanıp -son bilgilerle- mücehhez kılınması meselesidir. Yoksa bundan sonra da -gizli, açık- peygamberlik iddiaları ve peygamber (meselâ Mehdî) beklentileri devam edecektir. Ve bir sürü “açıkgöz: kurnaz” insan da, peygamber(ler)i en iyi kendisinin anladığını öne sürüp, hamâsî “peygamber medhiyesi” vaaz ederek etrafına -istismâra açık- insanlar toplamayı sürdüreceklerdir. Çünki -peygamberlerin karşı çıkmış olduğu- yozlaşmış “tanrı-kral”lar veya “firavun”lar düzeni, bugün de “kapitalist-kral”lar yönetimi kisvesiyle devam etmektedir. Bugünkü modern firavunların uydurmuş olduğu “temsîlî demokrasi”cilik oyunu, bu realiteyi değiştirmemekte, ancak makyajlamaktadır. Çünki, metâ hâline gelmiş veya “mal” olmuş insanların seçeceği, seçebileceği temsilciler ancak, “ana-mal” anlamındaki “kapital” sâhipleri olabilir; tabii ki... Dolayısile, doğru dürüst bir demokrasi için, herşeyden önce “mal” olmayacak derecede güçlü melekelere sâhip “inisiyatör” veya “dâhî” karakterli insanların -gençlik yaşlarında- seçilip ayıklanarak, insanlığın mevcut bilgi birikimiyle mücehhez kılınması, ve de bunlara genel seçimlerde çok puanlı oy kullandırılması gerekir. Bunların kaç puanlık oy kullanma hakkına sâhip olacakları da, “panteist zon” kulüplerindeki -antropolojik- etkinlikler içinde arkadaşlarının vereceği sempati oyları ile orantılı olarak belirlenmelidir tabii ki... Bu şekilde yapılacak birkaç “genel seçim” elemesinden sonra muhakkak ki, “inisiyatör” veya “dehâ” karakteristiğini hâiz insanlar, kalbur üstünde kalarak, meclis ve yönetim mevkîlerini dolduracaklar; ve dolayısile de devlet yönetiminde, “politika” denilen cıvıklığa veya oyunbazlığa son verip ciddiyeti hâkim kılacaklardır. Çünki herşeyden önce bu insanlar, para, kariyer veya mevkî elde etmek için gençliğini yaşamamış, “oyun”a doymamış ve doğru dürüst bir Dünya görüşü (veya insânî görüş) kazanamamış kavruk ve hırslı (tatminsiz) yetişkinler olmayacaklardır; “kapitalist kafalı”lar gibi... Kaldı ki, “politika” denilen kuralsız iletişim (veya espri) türü vâsıtasıyla ve/veya bir nevî illüzyonla yanlışların, yamukların yutturulabileceği -meleke zaafiyeti gösteren- irâdesiz kişiler de olmayacaklardır bu “inisiye” insanlar... Ve böylece de, kadîm uygarlıkları kuran -ve bütün “tarih öncesi”ni de kapsayan- “arka-plân” düzeni, kalite farkıyla yeniden tesis edilmekle, “diyalektik siklus” tamamlanmış, ve insanlık, “tarih sonrası” diyebileceğimiz “sentez” aşamanın eşiğine ulaşmış olacaktır. Ki bu sûretle de, hem kronik “firavun-peygamber” çekişmesine son verilmiş, ve hem de gelmiş geçmiş bütün peygamberlerin ve idealist devrimcilerin eserleri, insanlığın tarihî mirâsı olarak -araştırmacıların görüşüne sunulmak üzere- arşivlere intikal ettirilmiş olacaktır... Son tahlilde denilebilir ki, bir toplumda (ve küresel çapta) insanlar artık bir “mal: metâ” gibi mallarla değerlendirilmemeli, ve değerleri mutlaka bilimsel ve/veya objektif ölçülerle belirlenmelidir; ki diğer insanlar da, doğru modelleri ve/veya rehberleri taklit ve tâkip edebilsinler; ve tüm insanlık da doğru düzgün bir ilerleme rotası tutturabilsin... Böyle bir seçilimin, “tarih-öncesi”nde bile yapılabildiğini, KHUFU gibi bir devâsâ işâretten anlıyoruz. Kaldı ki biz de, cihanşümûl Osmanlı Devleti'ni kurarken “inisiyasyon” seçilimlerini doğru yapmıştık; ispâtını tarih'ler yazıyor... O halde anlayabiliriz ki, doğru dürüst “birey-insan” seçilimleri, bugün de -ve hatta daha hassas olarak- yapılabilir... Ve bu sûretle de, Dünya'nın ekolojik dengesini korumaya alacak ve insanlığı uzaya intikal ettirecek en kısa yol, en kısa zamanda bulunabilir...

 

Teşrih, Teşhis ve Tedâvî...

Bireysel ve toplumsal bozuklukların başlıca tezâhürü “yalancılık”tır tabii ki... Ve bunun da esas sebebi, insanların, “irâde-iç güdü” çelişkisinin ayırdına varamamalarıdır... Bir ülkedeki insanların -%99,99 gibi- büyük çoğunluğu cinsel temâsın, akılla düşünülüp karâra varılarak yapılan aklî ve irâdî bir aktivite olduğunu zannediyor ve/veya buna inanıyorsa (inandırılmışsa), yâni “akıl”ın, “irâde”nin ne olduğunu bilmiyorsa, o ülkede -âmiyâne tâbirle- insanların “aklı götünde” demektir; ve de yalan söylemeye mecburdurlar demektir... Ayrıca, o ülke nüfûsunun yarısından çok fazlası, ensest ilişki (fücur) ve pedafili (sübyancılık) müptelâsı, mağduru ve mâlûlu olarak, -melekelerle ilgili- sevgi duygusu ile hayvânî seks hazzını ayırt edemez hâle de gelmişse, oradaki insanların aynı zamanda “kalbi götünde” de demektir. Ki böylece de, insanlardaki güzellik, tenâsüb (uygunluk) ve bedâhat (apaçıklık) duyguları ve/veya kriterleri bozulmuş, ve dolayısile de sahtekârlık (dolaylı yalancılık) yaygınlaşmış demektir; ve bu yalancılar, sahtekârlar gürûhu için de, en uygun (tercîhe şâyan) ve mûteber aktivite, “politika” olmuş demektir... Çünki politika, hiçbir prensip, sâbite ve ölçü'ye bağlı kalmadan da yürütülebilen, yâni her türlü göz boyama ve/veya illüzyonun mubah sayıldığı bir “haklı çıkmak”, daha doğrusu “üste çıkmak” uğraşından veya oyunundan başka bir şey değildir... Bu insanlar rutin çalışma ve yaşama düzeninde, kendilerini mal (meselâ robot) olarak gerçekleştirdikleri, ve biribirlerini de mal (meselâ seks objesi, veya yolunacak kaz) olarak gördüklerinden, ve de hep “alış-veriş”le meşgûl olduklarından, önemli bir ârıza göstermezler. Ama ne zaman ki, işlerini kaybeder veya -bir şekilde- yalnız ve sâkin kalırlar, işte o zaman, “irâde-içgüdü” çelişkisinin yaratmış olduğu yalpaların sarsıntısını, ve bunun sebep olduğu -anonim- zararları duyumsayarak vicdan azâbı çekmeye başlar ve hatta cinnete -bile- girerler... Böyle bir ülkede akıl, irâde, ferâset ve basîret sâhibi “birey-insan” bulmak çok zordur; çünki “meleke”ler, bir nevî “rezonans” olayı olarak, anonim karaktere de sâhip olduğundan, meleke bozukluğu da sârîdir bir dereceye kadar... Ve dolayısile, böyle bir toplumu didaktik eğitimlerle, bireysel terapilerle, dînî telkin, terbiye ve ibâdetlerle düzeltmek ve/veya yola sokmak, ve de “politika” ile yönetmek ve geliştirmek mümkün değildir. Hatta böyle bir toplumu, bir “kadro”nun, bir “cemaat”in, veya -ideal fikir ve projeler üzerinde- anlaşmış bir “kafadarlar” grubunun, yönetim mevkilerini ele geçirmesi anlamındaki bir “devrim”le (ve/veya darbeyle) değiştirmek, veya ona ilerleme dinamiği kazandırmak olası değildir... Böylesine bozuşmuş ve çürümüş bir toplumun dinden medet umma, ve dindar -görünümlü- yönetici seçme eğilimini de, yalancıların hep yaptığı gibi, “olmayacak duaya âmin demek”le sûret-i hakk'tan görünmek, şeklinde anlamak lâzımdır. Yâni bir uyuşturucu müptelâsının -zavallı- kurnazlığı şeklinde: Sanki kendisi bu durumdan (aklı götünde yaşamaktan) kurtulmak ve insanca yaşamak istiyormuş da kurtulamıyor ve/veya -hiç kimse tarafından- kurtarılamıyormuş gibi bir mâzeret şeklinde anlamak gerektir. Çünki insanlar akıl ve irâdelerini -Şeytan'a- rehin vermişlerse, konuştukları fikirlerin veya lâfların hiçbir anlamı yoktur. Ve de tarihen sâbittir ki, bir toplumun (ve insanlığın) çöküşü, “Sodom ve Gomorra”da olduğu gibi, insanların “hayvânî hazz”ların müptelâsı olmasıyla gerçekleşir çok defa... Biyolojik anlamda fânî olan şu Dünya'daki her -hayvânî- hazzı doyasıya tadmak başka, bazı hazz'lara doyumsuz (tatminsiz) bir “iptilâ” düşkünlüğü (veya sapıklığı) göstermek başkadır... Ne yazık ki Din, insanların seks hazzını zamânında doyasıya tatmasını -haset duygusuna dayanan muhtelif mugâlâtalara açık kapı bırakmakla- engellemiş, ama buna mukâbil, özenti yaratacak şekilde, “öbür dünya”da -bile- seks vaad ederek, doyumsuz müptelâların (veya sapıkların) türemesine yol açmıştır. Çünki herşeyden önce peygamberler, irâde ile içgüdüler arasındaki diyalektik çelişkiyi bilince çıkaramamışlar, dolayısile de bu çelişkinin yönetimini öğretememişlerdir; “irâdenin (melekelerin) güdümünde, düşünce ve davranış etkinlikleri sürdürülürken, içgüdülerin etkisi minimize olur (hatta sıfırlanır), içgüdüler serbest kalınca da, irâdenin -ve aklın- hükmü kalkar, işlevi kalmaz.” şeklindeki basit bir formülâsyon olarak bile... Öğretmiş olsalardı, en azından bugün, seks yaparken sarfedilen sözlerin -akıl ve irâde dışı tasarruflar olduğu için- hiçbir anlamının olamayacağı, bunları ciddiye alıp temînat saymanın salaklık olduğu herkes tarafından açıkça anlaşılır, ve insanlar müzmin tartışmaların, didişmelerin içine sürüklenmezlerdi. Ayrıca, böylesine anlamsız (aptalca) didişmelerin üzerine kurgulanarak “sanat” diye öne sürülen “aşk edebiyâtı” ile de, insanlar, -ahlâkî öğretiler literatüründen ödünç alınmış, ihânet, vefâ gibi kavramlara mecâzî anlamlar yükleyerek- serseme dönmez, döndürülmezdi. Ve peygamberlerin kendileri de, -Cennet'te, seksi çağrıştıran hazzların vaadinde bulunmakla- biyolojik fonksiyonlara (dolayısile hayvanlığa), yâni “tanrı” idrâkı olmayan varlıklara, ebedîyyet hakkı tanımak gibi bir antagonizmanın veya en azından bir “zaaf-ı te'lif”in içine sürüklenmek zorunda kalmazlardı. Dolayısile de, “birey-insan” ölümsüzlüğünün ancak, insanlığın ebedî devinimine ve gelişimine yaptığı katkılarla sözkonusu olabileceği, birey olamayanların ise -bir lidere veya rehbere bağlanmadıkça- hayvanlardan pek farklı bir âkıbete ulaşamayacakları gerçeği açıkça anlaşılabilirdi... Esâsında, kadîm uygarlıkların kurucusu olan “inisiye” râhiplerden sonra, yoz “tanrı-kral”lar da dâhil hiç kimse -nedensellik mantığıyla- bu çelişkiye bir anlam verememişlerdi/dir. O zamanlardan beri rasyonel kafalar, “Allah bizi cinsel organımızla yarattı... Seks zararlı bir aktivite olsaydı, Allah böyle bir organ koymazdı vücûdumuza... Dînin bu husustaki kural ve kısıtlamaları, olsa olsa, toplumsal düzen için düşünülmüş protokoler veya seremonik ritüeller anlamındadır... Onun için, gizli olarak icrâ edildiği -veya poligami'ye cevaz verip evlilik aktini pek de müeyyidelendirmeyen dînî nikâh tercih edildiği- taktirde, seks'in kiminle, ne kadar ve ne şekillerde yapılacağı husûsu, kimseyi ilgilendirmez, ve de kimseye zarar vermez” diye düşünüyorlar. Halbuki, reflekssif (hayvânî) seks olayı, temel “insan”lık şartı (prensibi veya aksiyomu) olan “meleke” faaliyetlerini bozar; ve irâdeyi aşındırır. Üstelik, melekî (irâdî) etkinliklerin -bir nevî rezonans şeklinde- insandan insana sirâyeti dolayısile de, herkesin seks etkinliği, uzaklık yakınlık derecesine göre herkesi bir ölçüde ilgilendirir. Onun için bu hususta bilimsel bir “cevâz” veya “kriter” gerekirse denilebilir ki, “hiç kimsede rahatsızlık, huzursuzluk duygusu yaratmamak şartıyla, istenilen şartlarda ve istenildiği kadar, seks yapmak mubâhtır”; çünki bu, melekelerde ve fizyolojik dengelerde, kalıcı bozukluk yaratmadan yapılan seks demektir, aynı zamanda... Hem de, “melekeler ve irâde ne kadar güçlüyse, o kadar çok -zararsız- seks yapma kapasitesine sâhip olunur” anlamına gelmektedir bu... Ama irâde güçlü olduğu zaman da, seks'e karşı çekingen davranılır ve sûistimâlden (irâdeyi zayıflatmaktan, hatâ yapmaktan) korkulur. Ki bu çelişki, “Samson ve Dalila” efsânesinde, sembolik olarak, bir trajedi şeklinde anlatılmaktadır... Ancak ne var ki, sözkonusu kriterin bilimsel bir nesnellikle -herkese- uygulanabilmesi için de, herkesin duygularının açıkça tezâhür edebildiği bir özgürlük ortamının (mesela “panteist zon kulübü”nün) sağlanması veya yaratılması gerekir. Çünki insanlar ne yazık ki, rûhî (melekî, mental ve fizyolojik) rahatsızlıkları bile -bir şekilde- bir “metâ” gibi satmaya ve satın almaya tenezzül etmektedirler artık... Bu mülâhazalara göre, en genel anlamda “cinsel sapık” odur ki, cinsel etkinliğiyle başkalarında uyandırdığı rahatsızlık duygularından da -ekstra- bir zevk alır. Ama sonunda da mutlaka, mental ve/veya fizyolojik hastalıklara dûçâr olur; şâyet “kriminoloji”nin konusu hâline gelmediyse(çünki bu tipler aynı zamanda potansiyel “kriminâl”dirler)... Ve ondan sonra da gider, insan sağlığı üzerine perâkende “hizmet” malları satan, baytar veya üfürükçü misâli uzmanların ocağına düşer... İşte son ve yoz -hânedan mensubu- “tanrı-kral”lar gibi, onların muhâlif halefleri peygamberler de, “irâde-içgüdü” çelişkisini, ve bu diyalektik çelişkinin yönetimini net olarak anlayamadıklarından dolayıdır ki, insanların akıllarının -cinsel çekim ve etkinlikler yüzünden- gidip gelmesini, meseleye “şeytan” adındaki bir “olumsuzluk faktörü”nü dâhil ederek îzâha çalışmışlardır... Son tahlilde denilebilir ki, ülkemize kronik bir ilerleme temposu kazandırabilmek için, “politika”ya ve temsîlî demokrasinin “seçim”lerine pek îtibâr etmemek ve bel bağlamamak, ama bununla birlikte demokrasiyi, daha bir evrensel anlayışa taşımak üzere de, “panteist zon” kulüplerini mutlaka kurmak lâzımdır. Çünki hangi ülke, -antropolojik psikoloji, pedagoji ve sosyoloji laboratuarı gibi çalışacak olan- “panteist zon” kulüplerini erken kurarsa, o ülke, insanlığın gidişâtında inisiyatif almış olacak ve önlere geçecektir; yakın bir gelecekte... Onun için artık, “politika” denilen yüzeysel kurnazlık düşüncelerinden ve “geyik” muhabbetlerinden daha derine inmemiz, yâni teorik ve metodolojik düşüncelere dalmamız gerekmektedir. Ki bu da, insanlara “panteist zon” aktiviteleri içinde “irâde-içgüdü” çelişkisini bilince çıkarma ve yönetme yollarını göstermek ve bu yolları (metodolojiyi) bulamayanları da, bulanların kılavuzluğuna bağlamak demektir... Üstelik artık açıkça görülmektedir ki, “politika” türü sığ düşünceler ve tartışmalar en sonunda, içinden çıkılmaz bir kavram kargaşasına yol açmıştır, açmaktadır. Çünki “Gemi” batmakta, ve “fare” ebâdındaki insan müsveddeleri, daha yüksek yerlere tırmanabilmek veya daha yüksek mevkilerde (direklerde) tutunabilmek için biribirlerini yemektedirler... Halbuki adam olanlar için yapılması gereken iş, gâyet açık ve basittir; yâni geminin gelmişini geçmişini öğrenip, derinlere inerek su alan çatlakları onarmaktan ibârettir... Türkiye gemisi aslında, taa 1826'larda omurgasından büyük bir yara almıştır. 1808'de ölümden kıl payı kurtulan, 22 yaşındaki bir çocuk (yegâne Osmanlı veliahtı ve sultanı II.Mahmut), tam 18 yıl boyunca Batılılar tarafından -gâvur dönmesi harem kadınlarının da yardımlarıyla- halkına ve kültürüne karşı intikam hisleri ve düşünceleriyle doldurulmuş, ve en sonunda da kendisine, -verilen büyük maddî destekle- vandalca bir “kültürel soykırım” uygulattırılmıştır... O tarihten îtibâren başa geçen, son altı pâdişah -iç dinamikleri yok edilmiş bir ülkede- Batılıların vesâyeti altında Hint racaları gibi saltanat sürerlerken, halkımızı da, biatlı Kürt'lerin katalizörlüğünde Arap sünnîliği ile uyutarak, Hindistan Racalıkları'ndaki kastî halklardan daha itaatkâr bir “tebâ” hâline getirmişlerdir. Onun içindir ki bugün hâlâ pek çok kişi, kendini son pâdişahların kulu gibi görmek ve onlara sempati beslemek eğilimindedir; ki bu eğilimin başını da, Bedegân'ın -Batı destekli- torunları çekmektedir; “paşa baba”larının yüzü suyu hörmetine... Ancak, özgür Türkler bilmektedirler ki, biz -idrâkımızı geliştirmek için- son dinden (İslâmiyet'ten) ne kadar yararlandıysak, 1826'dan sonraki iki yüz yıla yakın bir süre de, hem -Arap sünnetlerinden gelme ibâdetleri, katı nass'ları ve uydurma hadisleri ile- dîni saltanat payandası olarak kullanan son Osmanlı'nın zulmüne hedef olmakla, hem de Atatürk'ten sonra demokrasi adına başa geçen -Âyan ve Bendegân çocuklarının liderliğindeki- din bezirgânlarının sosyo-ekonomik baskısı altında kalmakla, gereken “diyet”i veya bedeli fazlasıyla ödedik. Onun içindir ki, son dîni ve dolayısile “dinsel devirler”i aşmak, tarihen ve ilmen, hem hakkımız hem de görevimizdir artık... Hem zâten İslâmiyet'e “müminîn” olarak gelmiştik (yâni biatçı olmamıştık), şimdi de yine müminîn olarak -dinleri îzah eden- bilim'e geçiyoruz... Son olarak şu nokta iyi anlaşılmalıdır ki, Ortadoğu mahrecli dinleri aşmak ve/veya dinden çıkmak, ateist (Tanrı karşıtı) olmak demek değildir; yobazların iddia ettiği gibi... Tam karşılığı “anti-tanrı”cılık olan “ateizm” akımı veya modası, bilim ve mantık dışı -anarşistçe ve nihilistçe- bir “entellektüel şımarıklığı”ndan başka bir şey değildir aslında... Çünki, hem Tanrı adıyla bir varlıktan bahsedip, hem de onun yokluğuna inanma iddiası gütmek kadar ahmakça bir mantık veya anlayış olamaz... Bizim İslâmiyet'ten önce de Tanrı'mız vardı, sonra da -ebediyete kadar geliştireceğimiz- Tanrısal argümanlarımız olacaktır tabii ki... Tanrı kavramını, Arab'ın “Esmâ-yi Hüsnâ”sına hapsetmek, veya o sözcüklerin yaptırdığı ve yaptıracağı çok çeşitli çağrışımların anlamlarından -absürt- bir slüet (veya profil) çıkarmaya çalışmak, herhalde akıl kârı değildir... Ayrıca “îman” olayını da, sâdece dine bağlamak, abesle iştigâldir. Objektif metodlarla ve apaçık ispatlarla geliştirilen iz'ân anlamındaki ilime, hele ki din(ler)i de îzah ederek aşan bir bilime inanmak kadar güçlü bir îman olabilirmi?!... Bilim de, Allah'ın (veya Tanrı'nın) -insanları yola sokmak için- ihdâs ettiği bir disiplin niye olmasın; veya sayılmasın?!.. Yakın bir gelecekte, bu husustaki kavram kargaşası da aşılacak ve “elhamdülillah dinsizim, çünki bilim yolundayım” diyen “birey-insan” sayısı, yâni -“inisiye” anlamındaki- gerçek seçilmişler veya elitler artacaktır. Ve bu gelişmeye paralel olarak, Diyânet İşleri Başkanlığı da, sünnî Arab akîdesine göre davranan bir “fetvâ mercii” olmaktan çıkarılıp -her dîne eşit mesâfede duran- Kültür Bakanlığı'nın bir alt dairesi mesâbesine indirilecektir tabii ki...

 

İslâmcılık ve Kürt Milliyetçiliği gibi tarihî ve mahallî cereyanları, -nereden ve ne kadar güç alırlarsa alsınlar- “tarih öncesi”ni (ve/veya panteist zon'u) irdeleyip “tarih sonrası”nı hedef alan, evrensel bazda -ve global çapta- bir “insânî inisiyatif”le geride bırakmak, önemsizleştirmek ve indirgemek, daima mümkündür... Ama bu akımları, Türk Milliyetçiliği veya Atatürkçülük gibi, dönemi ve heyecânı geçmiş, ve de Atatürk'ten sonra uydurulmuş hamâsî söylemlerle aşmaya veya dizginlemeye çalışmak, tarihi tekrarlamak gibi bir “komedi” olmanın ötesinde, soytarılık anlamına gelir; gelmektedir. Ki profesyonel politikacılarımız ve politikaya -gizli gizli- heves edenlerimiz de bu soytarılığı, “demokratik, laik, hukuk devleti” dekoru -veya vitrini- önünde iyi yapmaktadırlar; el hakk... Dünya'nın orta göbeğindeki bu vatanımıza, bugün de sâhip çıkacaksak, - Dânişmendiye, Yavuz Selim Han ve Atatürk zamanlarında olduğu gibi – global çaptaki dönüşümlerin odağı (veya kaynağı) olmayı da göze alabilmeliyiz. Çünki Dünya çapında bir inisiyatife sâhip olmadan, böylesine stratejik bir bölgede, insanı -uzun süre- barındırmazlar...

 

Ali Ergin Güran: 13/05/09