Din'sel ve Metafizik Söylemlerin Akıl ve Mantık Dışı Olduğu, Dolayısile Din(ler)'e “Folklorik Ritüeller ve Efsâne Muhabbeti” Olmanın Ötesinde Anlam ve Misyonlar Yüklendiğinde, Onların Sakıncalı İdeolojilere Dönüştükleri, Anlaşılmıştır Artık ...
İnsanlığın varoluşu ve toplumsallaşması sırasındaki liderler (şâmanlar, inisiye râhipler vs.), muhakkak ki -insanları, kendilerini tâkibe ve taklîde sürükleyen- “inisiyatör” veya “rehber” kişiliklerdi. Ama kadîm uygarlıkların tesisiyle birlikte, bir insan formasyonu ve -yemek yeme, evlenme ritüelleri, selâm verme, görüşme jest ve mimikleri vs. gibi- geleneksel yaşam tarzı tebellür ederken, aynı zamanda bu “insanlaşma süreci”nin anti-tez'i de (inkârı da) oluştu. Dolayısile de, “insan rolü” yapanlara, içgüdüsel tatmin ve hazz vaad etmek sûretiyle onlarda -hayvânî- şartlı refleksler oluşturan “terbiyeci” veya “çoban” liderler (kral'lar) ortaya çıktı; ki bunun idealizasyonuyla da “tanrı” kavramı üretildi... Çünki “insanlaşma süreci”nde veya “panteist zon”da insanımsı grupları, ritmik hareketler (âyinler) yapmak ıstırârı içine girerek, “tabu” denilen -içgüdülere karşı- fiilî çekinceler edinip beslenme ve çiftleşme etkinliklerinden zaman tasarrufu sağlarlarken, aynı zamanda bu hareketlerin bir türevi olarak aklî “sıralama melekesi”ni kazanmakla, “bilim” denilen bir “görüş ve anlayış birliği metodolojisi” icat etmiş, ve de -duygu ve düşünce birliğine vararak- hayvanlığı aşma aşamasına gelmişti... Ama olgunlaşan aklî “sıralama melekesi”nin sâyesinde -resim ve yazılarla- varılan “kayıtlı iletişim” (veya bir nevi tele-komünikasyon) aşamasında ise insanlık, büyük bir “bilgilenme” ve “üretim” patlaması yaşadı. Dolayısile ilk kadîm uygarlıklarda, fiks bir “insan” formasyonu ve insânî yaşam tarzı ile birlikte, -gıdâ olarak- büyük bir “artı-değer” birikimi de ortaya çıktı. Ki işte bu -diyalektik karşıtlık anlamındaki- noktada da kafalar karıştı; ve de gıdâ olarak biriken “artı-değer”, insan gibi yaşamanın -tanrılar tarafından taktir edilmiş- ödülü veya ücreti olarak görüldü. Sanki Tanrı, insanlığın MÖ 3000 veya 4000'lerde gelmiş bulunduğu bilgi ve bilinç seviyesini, tahakkuk etmiş gâyesi gibi görüyor, ve onun için de insanları, o seviyede kalarak yaşamaları ve -yiyip, içip- üremeleri için ilânihâye ödüllendiriyor veya ücretlendiriyormuş gibi... Yani Tanrı, “insan” adındaki bir hayvan türüne iltimas yapmış da, o hayvan türünün, -kendisinin tesis etmiş olduğu- Dünya'nın ekolojik dengesini bozacak kadar faunasını genişletmesine göz yummuş gibi... Aslında bu kafa karışıklığı, aklın başlangıçta, kendi kendini nesnelleştiremeyip öznel (subjektif) değerlendirerek, “Tanrı vergisi” anlamıyla “metafizik”e bağlamasından kaynaklandı; ve bunun sonucu olarak da, -ritmik- panteist âyinler yerini, bir “tanrı-kral”a, veya onun soyutlanmış hâli olan bir “tanrı”ya yönelik olarak gerçekleştirilen “ihtiram” ve “şükür” seremonilerine bıraktı. Çünki “av” teknolojisindeki gelişmeyi ve kültür tarımına geçişi, “akıl” gibi subjektif ve abstre bir insan özelliğine bağlasalar da, bu kavramın içini doldurmak zarûretiyle, -“oyuncakçı dede ile oyuncak bebekleri arasındaki ilişki” gibi bir analojiye mahkûm olarak- metafizik bir şahsiyet anlamındaki “tanrı” kavramına mecbur kaldılar; taa ki, insanlar Dünya'ya sığmayacak kadar çoğalıp, “obez” ve “seksopat” anlamında dejenere olmaya yüz tutunca, aklın, kendini nesnel olarak idrâk edebildiği bu günlere kadar... Ve bundan dolayı da, “insan”lığın nesnel karakteristik özelliği olan, ve onu daima ileri bilinç aşamalarına taşıyan “ritmik davranış (sayma melekesi)” ve “düşünce (sıralama melekesi)” etkinlikleri (yâni “kozmik emek”), pek de değeri olmayan fantaziler şeklinde görülmeye, ve de dinlerden dışlanmaya başladı. Ve hatta bu etkinlikler, amacına tam ters yönde, yani cinsel vuslata gidiş için bir araç olarak kullanılmaya çalışıldı. Ama o zaman, yeni insânî değerler üretecek ve insanları ileri bilinç aşamalarına sürükleyecek “inisiyatör”lerden mahrum kalınca da, -“tanrı-kral”ların ve müstebit hükümdarların, ağır cezâi müeyyidelere dayanarak, tesis ettikleri sun'î disiplinlerini saymazsak- insanlar genellikle, mevcut nimetleri paylaşmak ve de içgüdüsel (beslenmeyle, çiftleşmekle ilgili) hazzlarda doyuma ulaşmak için biribirini yiyen -anormal- açgözlü hayvanlara dönüştüler... Bu, “insan kisvesine bürünmüş hayvan”lar, bütün “tarihî devir”ler boyunca varlıklarını sürdürdüler; ve de tabu'ları yok sayıp, “meleke”leri kaale almayarak, sâdece tanrısal mercîlere yönelik olarak gerçekleştirdikleri ihtiram ve şükran seremonileriyle (ibâdetlerle) yasak savarak yaşamayı, tutkulu bir ideoloji hâline getirdiler. Hatta, peyamberler vâsıtasıyla “tanrı-kral”lardan (Firavun'lardan) kurtulduktan sonra bile, sanki -bir yerlerde- kendilerinden saygı ve minnet deklerasyonu bekleyen bir Ulu Kişi (Tanrı mitos'u veya put'u) varmış gibi, “yasak savma” anlamındaki -seremonik- ibâdetlerine devam ettiler. Ve bu şekildeki bir “tanrı” ve “din” anlayışıyla da halklar, sözkonusu “tanrı”nın yeryüzündeki temsilcileri konumunda bulunan cemaat ve devlet yöneticilerine biat eder hâle geldiler... Herkesin tek puanlık “oy”la katıldığı “demokrasicilik” oyunuyla da, bu geleneksel tanrı (kral) anlayışı tekrar tekrar iktidâra getirilerek iyice meşrûlaştırıldı ve benimsetildi insanlara... Yâni son tahlilde denilebilir ki, bugünkü -çoğunluk tahakkümü anlamındaki- “demokrasi” düzeniyle aslında, binlerce yıllık geleneksel düşünce ve inançlar iktidâra getirilmekte, ve bilim adamları da, böyle iktidarlar tarafından esir alınmaktadırlar. Ve dolayısile de, insanlığın, bilinçlendiği nisbette “tanrı” kavramını tashih ederek ilerlemesi önlenmekte, -hatta- dejenere olması sağlanmaktadır. Halbuki bilim ve bilimciler esâret altında olmasalar, dinlerdeki, -“metafizik şahsiyet” gibi kurgulanan- Tanrı kavramının akıl dışı olduğu açıkça anlatılabilir insanlara... Nitekim bu yüzdendir ki, “kapitalizm”in eseri olan son birkaç yüzyıl zarfındaki gelişme, sâdece komünikasyon (ulaşım+haberleşme+oyun) araçlarında -bâriz bir şekilde- görülmüş, ve bu araçların gelişmesi ile popülâsyondaki artışın, biribirini tahrik eden bir kısır çelişki yaratmasıyla da insanlık, açgözlü sömürgen “kapitalist”lerin, “kâr” menfaatleri uyarınca, -Dünya'yı kendine dar edip- kitlesel olarak intiharlara sürüklenir hâle gelmiştir. Yoksa bu süre zarfında, alınan gıdâların -fazlalıklarının atılarak- komprime hâle getirilmesi anlamında da olsa, estetik ve mantıkla ilgili insânî duygu ve düşüncelerden “seks” unsurunun ayıklanması anlamında da olsa, herhangi bir “rafinasyon” olayı gibi kalitatif bir ilerleme sözkonusu olmamıştır. Dolayısile de pek çok insan, “obez” ve seksopat (cinsî sapık) mahlûklar hâline dönüşmüştür,.. Meselâ bugün insanlar artık, -özellikle “cinsel tabu”nun tarihî devirler içindeki izdüşümü olan “ensest ilişki” yasaklarını çiğnemekle- bindikleri dalı keser, veya üzerinde yükselmiş oldukları temelleri tahrip eder hâle gelmişlerdir. Zîra peygamberler, “tanrı-kral”ların ihdâs etmiş oldukları evlilik kurallarıyla “cinsel tabu” meselesinin tamâmen halledilmiş ve aşılmış bulunduğuna öylesine inanmışlardı ki, o yüzden “ensest ilişki” yasaklarına vurgu yapmaya gerek bile duymamışlardı. Hatta Hz.Lût gibi peygamberler, ensest ilişkiyi, sübyancılığı ve eşcinselliği -bir dönem- normal bir yaşam tarzı olarak açıkça yaşamışlardır da... Yâni, son tahlilde peyamberler, cinsel ilişkinin, sosyolojik ve hukûkî çerçevenin dışındaki zararlarına ihtimal dahî vermemişlerdir. Dolayısile de, gizliliği sağlanabilen gayri meşrû ilişkilerin (özellikle de ensest ilişkilerin) üzerine gitmemişlerdir. Onun içindir ki, bugün hiçbir tarihî öğreti bize, cinsel etkileşimin “akla ziyan” vechesini (melekeler üzerinde yaptığı tahrîbâtı), açık bir şekilde bildirmemektedir. Çünki, tabu'ların aşılma sürecinde “tanrı-kral”lar ve onların “kutsal-fâhişe”leri, insanlara tabu korkularını yendirmek için, hem seks'i, sevgi kavramıyla yaldızlamışlar, hem de cinsel ilişkiyi -zararlarını, kötülüklerini örtbas ederek- evlilik kuralları dâhilinde kutsamışlardır. Ve peyamberler de aynı anlayışı devam ettirmişlerdir. Ki biz de bugün, geleneklerle, dinlerle gelen binlerce yıllık bu zihniyeti aynen benimsemişizdir; Dünya'yı batıracak kadar çoğaldığımızı gördüğümüz halde, -Kapitalizm'in “kâr hırsı”nın tesirinde- “tabu” kavramını yeniden gözden geçirmeyi aklımıza dahî getirmeden... Halbuki “insan”lığın ritmik davranışlarla oluştuğunu ve “tabu”ların da, fiilî bir zorunluluk olarak bu davranışlardan neşet ettiğini anlamak için, “tarih öncesi”ne yapılacak arkeolojik ve antropolojik (veya paleontolojik) sondajlara (kazılara) ihtiyâcımız yoktur. Târih öncesi demek zâten, “zamanlar üstü” bir “kaos” zonu demektir; ki onun için, aynı “anomali”ler günümüzde de sürüyor ve tesirlerini gösteriyor demektir... Mesela bugün, bir insanın yemek yerken veya bir şekilde cinsel etkileşim hâlindeyken -ritmini bozmadan- dans etmesinin ve şarkı söylemesinin, dolayısile de sevinç ve sevgi duygularıyla dolmasının mümkün olamadığını müşâhade ettiğimiz için, beslenmeyle çiftleşmeyle ilgili tabuların da, -anormal bir davranış alışkanlığı diyebileceğimiz- ritm melekesinin oluşumuyla ortaya çıktığını kolayca anlayabilmekteyiz. Ve buradan da, beslenme ve çiftleşme hallerinin, bilinçli (ve irâdî) olma hâli ile çeliştiğini çıkarabilmekteyiz. Üstelik, cinsel hazz ile sevgi duygusunun ayrımını idrâk edememiş olan birinin -“potansiyel” anlamda da olsa- ensest ilişki fâili veya mağduru olduğunu, dolayısile, cinsel etkileşim ve çağrışımlardan kurtulamamak anlamında “objektif (matematik'çe) düşünememe” mâlûlu (hastası) sayılması gerektiğini de anlayabilmekteyiz... O halde bugün her “birey-insan”, insanlığın varoluş çelişkisini, “irâde-içgüdü” çelişkisi olarak idrâk edip, bu diyalektik çelişkiyi yönetmeyi öğrenmeli, ve de bu cümleden olarak, muayyen bir bilinç seviyesine ve irâde gücüne ulaşmamış olan -veya reşit olmayan- insanların cinsel ilişkilerden uzak tutulmaları ve rehberlerin inisiyatörlüğünde insânî uğraşlara yönlendirilmeleri gereğini bilmelidir artık... Ama insanları bu bilince ulaştırabilmek için, onları genç yaşlarında, -“ensest” batakhâneleri hâline gelmiş olan “dar mekân aileleri”nden kurtararak- “Panteist Zon Kulübü” gibi eğitim ve terapi laboratuarlarında yetiştirmemiz gerektiği de iyi anlaşılmalıdır artık... Çünki, bir gencin “birey” olabilmesi için, aklî, mantıkî ve güvenilir ilişkiler geliştireceği bir aseksüel iletişim (veya “kanka”) grubuna veya “yakın çevre”sine ihtiyâcı vardır... Diğer yandan biliyoruz ki, gerektiği kadar “birey” yetiştirilemediği taktirde, bilinçsiz insanların yaşadıkları rûhî dengesizlik halleri, çok az sayıdaki bilinçli ve irâdî insanın melekelerine çok ağır yükler bindirmekte, ve onları kıpırdayamaz hâle getirmektedir. Bilinçli ve irâdî insanlar, rehberlik görevi yapamaz hâle gelirlerse, insanlık -bol bol beslenip şişerek patlayan bir “obez” yaratık gibi- Dünya'yı tıka basa doldurarak mahvolacaktır. Onun için artık, herşeyden önce insanlara, “irâde-içgüdü” çelişkisinin sebep olduğu çeşitli atraksiyonlar demek olan “insanlık halleri” anlamındaki hikâyeler anlatmaktan ve izlettirmekten vazgeçilmeli, ve böylece de insan düşüncesi, “kelebek ömrü” mesâbesindeki insan ömrünün belirlediği dar bakış açısından kurtarılmalıdır... Hele ki, şehvet hissi (ve/veya hırsı) ile taban tabana zıt -insânî- bir duygu olan “sevgi”yi, -sırf binlerce yıl önceki “tanrı-kral”ların ve onların “kutsal fâhişe”lerinin, insanlardaki tabusal korkuları izale etmek için bir kamuflaj unsuru olarak kullandılar diye- hâlâ cinsel hazzlarla karıştırarak, “aşk” adı altında bir sürü bilmece gibi mizansen uydurup oynamaktan da mutlaka kurtarılmalıdır artık insanlık... Ve özellikle de erkekler, zamânın “kutsal fâhişe”lerinin oyuncağı olmaktan, yâni güzellik, sevgi gibi insânî görüş ve duygularla -hayvânî- seks hazzını biribirine karıştırmaktan (yâni cinsel fetişizm ile erken inzâlden kaynaklanan şefkat düşkünlüğü'nden) âcilen kurtulmalı veya kurtarılmalıdırlar. Çünki, -yalan ve dolan'ın, vazgeçilmez çeşni sayıldığı hezeyan ve atraksiyonlardan müteşekkil- “seksle karışık popüler aşk edebiyâtı”nı aşamayan, dolayısile de kafa karışıklığından (bir nevî serhoşluktan) ve üzüntüden zevk alır hâle gelen “psikopatalojik vaka” anlamındaki bu insanlar, hiçbir zaman “evrensel varlık” veya “uzaylı” hâline gelemeyeceklerdir... Demek ki insanlar artık, tüm insanlığın oluşumu ve gelişimi ile Canlılar Âlemi ve Fizîkî Âlem'in devinim süreçlerini, biribirleriyle bağlantılı bir bütün olarak düşünmeye ve -bilim kurgu şeklinde de olsa- yazmaya başlamalıdırlar. Ki böylece de, aynı zamanda, tek bir insanın, “kelebek ömrü” mesâbesindeki hayatı süresince -diğer insanlara benzer şekilde- yaşadıklarının, hiç de (dert edilecek kadar) önemli olmadığını, bir insanın öneminin ve ölümsüzlüğünün (veya kalıcılığının) ancak, onun genel gidişâta ve bilinçlenmeye yaptığı katkı oranında sözkonusu edilebileceğini anlamalıdırlar. Ki bunun için de herşeyden önce, “mass-medya” kuruluşları, büyük tarihî dönemeçlerin fikrî ve davranışsal yaratıcılıklarının tanıtıldığı programlara ağırlık vermeli, ve bu meyanda, tarihteki büyük dönemeçlerde, “tanrı” kavramlarının mutlaka anlam (ve isim) değiştirdiği husûsu da önemle vurgulanarak hatırlatılmalıdır... Ve aynı zamanda insanlar, “seks”i de, biyolojik olgunluk yaşlarında, hayvânî bünyenin fizyolojik dengesi îcâbı olarak -müşterek akılla önceden belirlenmiş şartlar çerçevesinde- yapılması gereken, “sportif oyun” mâhiyetindeki eğlenceli bir “def-i hâcet” şeklinde anlamaya ve uygulamaya başlamalıdırlar. Yoksa bu işi, bir nevî “aldatma-aldanma” oyunu olarak görmek de, bir “aşk” mûcizesi olarak yüceltmek de, kendini bilen (yâni estetikle, mantıkla ilgili idrâklarını gerçekleştirir ve yaşarken büyük keyif alan) insanlar için düşünülemeyecek -ve sonu mutlakâ hüsrânla biten- bir yanılsamadır. Çünki, bilinçli insanlar bilirler ki, gerçek mutluluk, cinsel hormonların “med-cezir” durumlarına göre değişen seksüel hazz atraksiyonlarından değil, melekelerin ve de bunlarla ilintili olan immün sisteminin gücüyle sağlanan fizyolojik dengeden neşet etmektedir; dolayısile de seks etkinliklerini, fizyolojik dengeyi bozmayacak şekilde -ve miktarda- yapmak lâzımdır... Onun için de, “aşk edebiyâtı”nın editörlüğünü, cinsel bunalımlarını (irâde- içgüdü çelişkisinin şaşkınlığını) yaşayan kuşakların elinden alıp, -psikolojik ve mental olarak- sakatlanmadan yaşlanmış olgun insanlara vermek zamanı gelmiştir artık... Psikopatalojik hezeyanları -fikir özgürlüğü nâmına- okuyarak, bunalımlara sürüklenmesin genç insanlar diye...
Aristo Mantığı'nın Aşılmasıyla, Metafizik ve Dinsel Kurguların Akıl Dışı Olduğu Anlaşılmıştır Artık...
Bulgusal ve deneysel antropoloji bize, İnsanlık Âlemi'nin -üzerinde yükseldiği veya dayandığı- kaotik zemîninde (veya çekirdeğinde), beslenmeyle ve çiftleşmeyle ilgili Tabu adındaki fiilî yasakların olduğunu, ve bunların da “ritm melekesi” dediğimiz amaçsız (anormal) davranışlardan neşet ettiğini göstermiştir. Ki buradan da biz, Antropolojik Âlem'in, “beslenme” ve “üreme” karakteristikleri ile tanımlanan Biyolojik Âlem'in inkârı veya negasyonu (anti-tez'i) olduğu sonucunu çıkarıyoruz... Ve bu “negasyon” neticesinde kazandığımız “akıl” ile de, Biyolojik Âlem'in, Fizikî Âlem'in “anti-tez”i olduğunu keşfederek, Evren'in total deviniminin diyalektik formülüne ulaşıyoruz... Bu buluş çok önemli!.. Çünki bu şekilde insan düşüncesi ilk defa, Aristo Mantığı'nı evrensel çapta aşıyor, ve dinler dâhil hiçbir “metafizik” düşünce alanına, en ufak bir ihtimâl payı -bile- bırakmıyor. Zîrâ bu diyalektik mantıkta, ne, “boşluk” veya “yokluk” gibi bir “sıradışı eleman”a, ne de “mutlak eşitlik” gibi bir kavrama yer var... Ondan dolayı da, bu mantıkta, insanın ve mevcut âlemlerin dışındaki bir “Tanrı” kavramı da, hatta O'nunla didişen bir “Şeytan” kavramı da abes hâle geliyor... Yâni nasıl ki eskiden, matematikte “0” diye bir sayı bilinmez veya “sıradışı” sayılırken, dolayısile de her sayının kendi kendine “özdeş” olduğu sanılır ve/veya “mutlar eşitlik” diye bir kavram vehmedilirken, sonraki “cebir” matematiğinde, her sayının ancak “0” modülüne nazaran kendine eşit olabileceği anlaşılmışsa, Kümeler Teorisi'nde de bugün bir “boş küme”, elemanlar dizgesi içerisine dâhil edilmiştir. Ve böylece de, fizik bilimi açısından bir “mutlak boşluk”tan bahsedilemeyeceği gibi, “matematiksel mantık” veya “sembolik mantık” açısından da, sıradışı bir “boş”luk kavramının kabul edilemeyeceği (paradoksal olduğu), ve üstelik geometrik olarak da, uçları açık bir “Uzay”dan bahsedilemeyeceği (Uzay'ın, “küre yüzeyi”ne emsal oluşturduğu) anlaşılmıştır artık... O halde demek ki, mevcûdâtın hâricinde bir “metafizik alan” ve “tanrı” kabûlü, akıl ve mantık dışıdır... Ama şâyet “metafizik” teriminden, “henüz tarif ve izah edilememiş fizikî kavram ve olaylar” kastediliyorsa, o zaman da böyle konularda, en son buluş ve keşiflerle örülecek bir “bilim kurgu” disiplini uyarınca fikir yürütmek, yâni “destekli atmak” lâzımdır... Onun için netice itibâriyle, eğer peygamberler şu son asırlarda yaşasalardı, Russell Paradoks'un bilince çıkarıldığı sıralarda, ya düşüncelerini tashih etmek zorunda kalacaklar, ya da büyük matematikçi Cantor gibi cinnete gireceklerdi, diye düşünmek mümkündür... Yâni aslında bütün Tanrı'sal dinamikler, “fizikî alan” içinde tecelli etmekte, ve kalitatif anlamda gerçek bir ilerleme (veya gelişme) de ancak, -iç içe gerçekleşen- kaotik negasyonlar şeklinde vukû bulmaktadır. Dolayısile de, insan(iyyet) irâdesi ve bilincinin, genel (Tanrı'sal) devinimin başını çeken bir inisiyatör konumunda bulunduğu anlaşılmaktadır. Ve onun için de “Tanrı”, insanlık bilincinin varacağı “transandantal limit” noktası olarak tarif edilebilmektedir ancak... Ve “tanrısal rota” argümanı da, Fizikî Âlem (Tez) – Biyolojik Âlem (Anti-Tez) – Antropolojik Âlem (Sentez) şeklindeki diyalektik formül ile net ve doğru olarak tesbit edilebilmektedir. Ki buradan da, insanlığın varoluş amacının, fizikteki “entropi” ve “eylemsizlik” kânunlarını -canlı varlıkların fiilen yaptıklarını anlayarak- bilinçli olarak tersine çevirmek veya inkâr etmekle birlikte, insan aklının (ve bilincinin) -ölümsüz- inorganik maddelere intikâlini gerçekleştirmek olduğu çıkarılabilmektedir... O halde artık, -beslenme ve çiftleşmeyle ilgili- hayvânî hazzlar almayı ve çoğalmayı hayatın esas gâyesi sayan, dolayısile de Dünya'yı anormal derecede kalabalıklaştıran bütün doktrinlerin ve dinlerin, “dönemi bitmiş ve yolunu şaşırmış rehberler” olduğu açıkça anlaşılabilmektedir. Çünki meselâ, bütün biyologlar, kimyagerler ve hatta fizikçiler, bir yaprağın, ne kadar mûcizevî işler başardığını öğrenirler, ve hayrân olurlar bu bitki parçasına; genç yaşlarında... Ve de hayretler içinde kalıp büyük bir tecessüs duyarak, bu sırrı çözmek için can atarlar; ki zâten Tanrı da onlara bunu emretmektedir aslında... Zîra, insanlarda bu kadar -iç güdüsel hazlardan ârî- heyecan ve merak uyandıran bir hedef (foto-sentez olayı) Tanrı emri sayılmazsa, ne sayılabilir ki?!.. Kaldı ki o “yaprak”, koskoca Fizikî Kozmos'un ölümüne çâre reçetesini de, içinde saklamaktadır; çünki “foto-sentez” olayı, bütün fizikî olayların tersine olarak, “entropi”yi azaltmakta ve enerji yoğunluğu sağlamaktadır... Ama ne yazık ki “Kapitalizm”, o genç ve diri insanları, kolay ve çabuk kâr getirecek işlere yönlendirir; onların -hayvânî- beslenme, üreme ihtiyaçlarını ve beklentilerini kullanmak sûretiyle... Mesela onları, insanların -ölüm korkusu ve acziyyet dolayısile- en kolay aldatılarak sömürülebildiği “ilâç sanayii” alanına yönlendirir... Ve de unutturur onlara Tanrısal emri... Çünki, “hapçı-iksirci hekim” ikonu, binlerce yıl süresince herkesin şuur altına yerleşip, genel kanı hâline gelerek, “komprime devâ”lar için büyük bir talep potansiyeli yaratmıştır. İlâç sanayii de, -herkesin teslîmiyet duygularıyla bağlı bulunduğu- bu ikonun istismârı üzerine kurulmakla, kapitalistlere büyük bir sömürü ve/veya “haksız kazanç” alanı açmıştır; geniş bir emekçi kesime geçim imkânı, birçok bilimciye de “sus payı” olarak dağıtılmakla birlikte yine de süratle büyüyen bir kapital oluşturacak kadar... Ve böylece de, Tanrı'nın en muhteşem tecellisi olan “insan aklı”, Fizikî Kozmos'un ölümüne çâre ararken, -“entropi”yi azaltarak enerji yoğunlaşması sağlayan “foto-sentez” olayının çözümüyle- kendi ömrünü de radikal bir şekilde uzatabileceğini gözardı ederek, insanın mevcut organik bedeninin “kelebek ömrü” mesâbesindeki yaşamını, bir iki “saniye” daha uzatabilmek için uğraşmak dalâletine sapmış; saptırılmıştır, kapitalizm tarafından... Halbuki “ilâç sanayii”ne yapılan yatırımın %5'inden daha azıyla, çok daha yararlı bir “Hıfz-ı Sıhha” veya “Sağlık Koruma” programı geliştirmek mümkündür... Kaldı ki, “hayvan” denekler üzerinden elde edilen -ilk- istatistîkî verilere dayalı olarak uygulanan “deneme-yanılma” metoduna göre ürün geliştiren bu sanayi dalındaki kazancın büyük bir kısmı da haksız kazançtır; çünki uygulanan metod'daki yanılma payı çok yüksektir. Ve de iyi bilinmektedir ki, “haklı kazanç”, insanlığa yeni bir şeyler öğretmekle, herkesi biraz daha insanlaştıran kazanç olduğu halde “haksız kazanç”, kazananlara bile, hayvanlıklarını hatırlatmaktan başka bir yarar sağlamamaktadır... Onun içindir ki, “Semâvî Dinler”deki “Şeytan”ın en bâriz ve müessir tecellisi sayılması gereken “Kapitalizm” tarafından iğfâl edilmekle, genç “bilim adamı” namzetleri de, giderek -diğer insanlar gibi- kanıksamaktadırlar “yaprak”ın varlığını... Sonra da meselâ, Tanrı'nın yaprağı, sâdece oksijen üretsin ve de hayvan yemi veya gölgelik olsun diye yarattığı şeklindeki genel kanıyı paylaşma rahatlığına gömülerek, haksız kazançtan aldıkları payla -doyumsuz- hayvânî arzularını tatmine çalışmaktadırlar; Tanrı'ya bile kafa tutan bir “Şeytan”a uymanın, hiç de “zûl” sayılmayacağını ispatlarcasına... Demek ki mutlakiyet rejimlerinde, binlerce yıldan beri olduğu gibi, bugün de aynı dinsel ideoloji -demokratik (!) bir şekilde- politikacılar vâsıtasıyla iktidar olmakta, ve de bilim adamlarını köle gibi kullanmaktadır aslında... Çünki Grek sitelerinde ortaya çıktığında, kölelerin oy kullanamadığı bir biçimde olan “demokrasi” rejiminde, -kapitalistler tarafından- “serbest işçi” adını almış kölelere de oy hakkı tanınınca, bu köleler de doğal olarak “besleyen, çoğaltan, güden” anlamındaki bir “Tanrı”nın dinini benimseyerek, böyle bir tanrı adına hizmet (!) eden kapitalistleri iktidar yapmışlardır; ve yapmaktadırlar otomatikman... Dolayısile insanları besleyip, barındırıp, çoğaltmakla yükümlü bir Tanrı nâmına yöneticilik yapanlar da, yeni değerler yaratacak, yeni ufuklar açacak bilimsel çalışmaları -âdeta- yasaklayıp, buralara yatırılması gereken toplumsal “artı-değer”i, hayvânî hazlar uğruna harcamayı (çarçur etmeyi) tercih etmişlerdir; tanrısal ayrıcalıklarının göstergesiymiş gibi... Ve bu yüzden de, bilim adamlarını genellikle, “tüketim ekonomisi”nin kâr maksimalizasyonunda kullanılacak bir araç gibi görmüşlerdir... Öyle ki, meselâ geçen asrın iki büyük bilimsel açılımının ikisi de, “kapitalizm”in rutin gelecek plânlamaları veya yol haritaları çerçevesinde gerçekleşmemiştir... Nükleer Fizik araştırmalarında kazanılan ivme, askerî gereklerden (atom bombası yapma isteğinden), uzay projeleri de, Sovyetler Birliği'nin, Amerika'ya siyâsi şov veya üstünlük gösterisi yapma ihtiyacından kaynaklanmıştır... Halbuki bilimsel çalışmalar, bilimsel tecessüs ve heyecanlara göre plânlansaydı, herşeyden önce “foto-sentez”in keşfi, “komprime gıdâ” üretimi, ve seks ile sevgi duygularının ayrıştırılması meseleleri öne çıkacak, ve bunlar, diğer bütün sorunları kapsamlarına alabileceklerdi. Ki bu arada, gıdâ üretiminin folklorik ilkel bir üretim biçimi olmaktan çıkarılmasıyla, ve insânî “sevgi” duygusunun “seks” hazlarından ayrılarak, “ensest” yasaklarının korunmasıyla da insanlık “obezite”den ve her türlü “seksopati”den kesin olarak kurtulma ve “beslenmeyen, üremeyen tanrısal varlık” olma yoluna girecekti. Dolayısile “birey-insan”lar tanrısal sırlara erme yolunda çalışmaktan büyük keyif alan aşkın bir “evrensel varlık” olmaya doğru yükselirlerken, toplumları da “tarih sonrası” şartlara göre forme edeceklerdi; ki yine de edeceklerdir...
Bütün Bu Evrensel Fikirlerin Dayandığı Zemin veya “Arkaplân” Hakkında...
Tarihin en büyük Cihan mareşallerinden olan II.Murat, Varna'da ve Kosova'da “Haçlı” ordularını iki defa yenmeseydi, ülkesinde -“tevhid”i amaçlayan- Cihanşümûl bir “fikir özgürlüğü” ortamı sağlayıp bilim adamlarını toparlayamayacak, ve bu arada, atalarımdan olan, ve Mısır Memlûkları'nın hışmına uğrayarak zindanlara düşmüş bulunan Molla Gürânî'ye de “hayat sahası” açamayacaktı; ve dolayısile ben de olmayacaktım... Sultan II.Mehmet, Konstantiniyye'yi feth edemeseydi, “Fatih” olmayacak, dolayısile hocası Molla Gürânî de var olamayacaktı; ki o halde de şahsım ve fikirlerim -sözkonusu dahî- olmayacaktı... Yine Cihan mareşallerinden olan ve “velî” mertebesinde bir Gâzi (Eren) sayılan Yavuz Selim Han, Çaldıran, Mercidâbık ve Ridâniye savaşlarını kazanamasaydı, diğer atalarımdan olan, Saray ve Surre Alayı imamı ve de şehzâde I.Süleyman'ın hocası Mevlâna Bekdaş Efendi diye bir zât da olmayacak, dolayısile o zaman da ben -yine- olmayacaktım... Bu atalarımın tesis ettikleri vakıflar olmasaydı, bir sülâleye ve/veya elit kültürüne ait, bağımsız bir fikir ve düşünce geleneğine sâhip olamayacaktım. Ki bu meyanda, Mevlâna Bekdaş Efendi Vakfiyesi'nden de öğrendiğimiz gibi, atalarımızın, -tüm Dünya'nın fiilen ve fikren “tevhîd”ine yönelik daimî mücâhede içindeki fâtihân kişiler olduklarından- hiçbir mezhebe bağlı bulunmadıklarını, hem devamlı olarak “ictihad” yetkisi kullanıp, hem de Tanrı'yı, Esmâ-i Hüsnâ çerçevesinde kalmaksızın düşündüklerini, dolayısile Tanrı mevhûmunu geliştirmeye çalıştıklarını, ama buna rağmen “marjinal” veya “ekstrem” duruma düşmediklerini, ve ceza görmediklerini de bilemeyecektim... Ayrıca Türkiye'deki din anlayışının, dejenere olmakla dinamizmini kaybederek içine kapanan, ve en sonunda da (1826'da) tamamen Emperyalizm'e satılan son Osmanlı Padişahları'nın mârifetiyle sekterleşip bir resmî mezhep -veya kilise- mesâbesine indirgendiğini de anlayamayacaktım... Kaldı ki, güçlü vakıflara dayanan, böyle bir “seçkin kültürü”ne sahip olmasaydım, 1826-Kültürel Soykırım âfetinden sonra, satılmış padişahların -bende'lerinden- yetiştirdikleri gibi, “içi yobaz, dışı gâvur” bir şizofren tip olarak, düşüncesiz ve güdüme muhtaç mahlûkâtın arasına katılmış bulunacaktım... Ama bütün bunlardan -yüz yıl kadar- sonra, bir diğer “Gâzi-Eren” Mareşal Mustafa Kemal çıkıp da, Rusya emekçilerinin isyânından da aldığı destekle, işbirlikçi Hânedân'ı kaldırıp müstevlîleri kovmasaydı, ben yine var olamayacaktım tabii ki... O halde ben, Nizâm-ı Âlem kurmayı amaçlamıış Cihan Mareşali (Gâzi-Eren) inisiyatör hükümdarların açtığı hayat sahasında neşvünemâ bulmuş, ve de özerk vakıflarla bağımsız bir maddi temele oturarak, yaklaşık beş asır boyunca çıkardığı inisiyatörlerle hayatiyetini korumuş seçkin bir kültürün orijinal fikriyâtının son temsilcisi olmaktayım. Ki bu fikriyât da, Kuran ve Sünnet tefsirleriyle çıkılan, Dünya ve insanlık çapındaki fiilî (gazâ'î) ve fikrî tevhid yolunda, amaca ulaşılamayınca, üstelik de “1826” gibi korkunç bir felâketle, kültürel zemînimiz de mahvolunca, din(ler)in radikal bir biçimde realiteden ve bilimden koptuğunu, ve artık en iyimser (hayra yorucu) tevillerle bile gelişmelerin dînî izahlarının yapılamadığını farkederek, “tevhid”i bilimde aramaya başlayan -Tarikat menşeyli- bir düşünce sistematiğidir... İşte 1826'dan sonra, “Din zâhirden bâtına girmiştir.” hükmünü veren de, Cumhuriyet'e geçildiğinde bu hükmü, laiklik şiarı altında, “herkesin dini, kendisi ile Allah arasındadır” gibi bir anlayışla sürdüren de, aynı tevhidci düşünce sistematiğidir. Ki en sonunda da, bilimlerin tevhîdi yoluyla Din(ler)i izah etmeye, dolayısile de, Doğu'nun “Mistisizm”i ile, onun “anti-tez”i mâhiyetindeki Batı'nın “Rasyonalizm”inin sentezini yapmaya muaffak olmuştur; bu düşünce sistematiği... Onun için ortaya koyduğumuz cihanşümûl “sentez” de ancak, yine bir Cihan mareşalinin sağlayacağı “hayat sahası”nda gerçekleşebilir; veya realize edilebilir. Bu Cihan mareşali şâyet, hâl-i hâzır en büyük Dünya gücü Amerika Birleşik Devletleri'nin başkanı konumundaki kişilerden çıkacaksa, o zaman Amerika, fikir ve bilim adamlarını merkeze (metropole) çağırarak kendine (finans kapital niyetlerine) hizmet eder hâle getirmekten, yâni “emperyalizm”den vazgeçecek, ve de her yaratıcı insanı, kendi kültürü içinde, kendi projeleri ile değerlendiren gerçek bir Global İnteraktivizasyon Merkezi olacak demektir. Ki zâten, bir “Nizâm-ı Âlem” projesinin -yüzyıllar boyunca- geliştirildiği topraklardan başlayarak realize edilmesi kadar da doğal bir şey olamaz... Yok eğer Amerika, -Globalizm adı altında- emperyalistliğe devam edecekse, bizim cihanşümûl fikirlerimizi, -demokrasi adı altında- kültürel kastlara seçtirdiği, dînî, örfî değerlere bağlı muhâfazakâr “çeribaşı”lar vâsıtasıyla boğmaya çalışacak, ve dolayısile de ülkemizin -insânî yönde, yâni “dikey”- gelişmesine engel olacak demektir. Ki o zaman da, ya Türkiye'den, ya da başka bir büyük ülkeden, bu fikriyâtımızı muhâfazaya almakla Cihan Mareşali olacak bir askerî inisiyatörün çıkması, insanlığın selâmeti açısından gerek ve yeter şart hâline gelecektir. Çünki elimizdeki proje, bir zamanların Cihan Mareşalleri (veya Fâtihân-ı Âlem) tarafından onaylanmış “Nizâm-ı Âlem” projesinin güncellenmiş hâlidir aslında... Ve onun için de, Nizâm-ı Âlem projesinin uygulama şekli anlamındaki “Global İnteraktif'izasyon Merkezi”ni kuracak irâdelere taktim edilmesi gerekmektedir... Yâni son tahlilde, bugünkü bütün meselelerin esâsı, politik manevraları veya soytarılıkları gerektirmeyecek kadar basittir, yalındır; tarihî perspektiften bakılıp bilimsel metodoloji kullanıldığında... Ama “bilim” dallandırılıp, her “uzman” bilim adamı, diğerinin branşından bir şey anlayamaz hâle getirilmişse, bilim adamları (!) da doğal olarak “fikriyât”larını bütünlemek üzere, bilimin ve bilimsel düşüncenin üstünde bir “metafizik” alan veya dinsel düşünce (daha doğrusu kurgu) sistematiği var sayacaklardır; ya da bilimin üstünde bir “sözsel düşünce sistematiği” vehmedip, “bilim felsefesi” filân gibi adlarla düşünce atraksiyonları icat edeceklerdir. Ki böyle bir “şizofrenik kafa”yla da, politikanın labirentlerine sürüklenmekten, girdaplarına kapılmaktan kurtulamayacaklardır tabii... İşte bizdeki hâl-i hâzır bilimciler, bu türden olan ve de “din ayrı, bilim ayrı” diyerek, “çatlak:şizofrenik” olduklarını itiraf eden -mâzur- kişilerdir. Bunların tesbîtini ve en doğru teşhisini, bundan 7-8 asır evvel Koca Yunus (Emre) yapmıştır:
İlim ilim(i) bilmektir,
İlim kendin(i) bilmektir;
Sen kendini bilmezsin,
Bu nasıl okumaktır?..
Yâni, “ilim”in tarifini, ve de insanın (kendinin) nesnel karakteristiklerini bilmezsen, okuman ne işe yarar ki; veya böyle bir tahsilin anlamı nedir ki?!.. diyor Koca Yunus... Ve hatta, “senin okuduklarınla, bedenî ve zihnî sağlığını koruyamaz, üstelik hasta olduğun hallerde dahî doğru düşünebildiğini zannederek, onun bunun âleti (fetvâcısı) durumuna düşersin ey gâfil!” anlamında “sîga”ya da çekiyor allâmeyi, ve toplumlara lider olma heveslilerini... Gerçekten de Yunus Emre'nin anlatmak istedikleri, yâni kendini bilmeyen -biatçı- insanların geleneksel kurgusu olan “Oyuncakçı Baba” mümâsili bir “Yaratıcı:Allahbaba” kavramının, “akla ziyan” olduğu, ve de Türk-Tarikat Sistematiği'nin evvelden beri idrak etmiş bulunduğu gibi tüm mevcûdâtın, vahdet hâlinde ve insan aklının inisiyatörlüğünde devindiği husûsu, bugün çok daha net anlaşılabiliyor... Ve de açıkça görülüyor ki, kafasının içinde bir hâmi “Allahbaba” imajı (hayâli) taşıyan her insan, -Demokratik(!) bir şekilde- yönetici , başkan, hatta kıral da olsa, asla lider ve bilim adamı olamıyor; ve de uzun süre kendini gizleyemiyor (takiyye yapamıyor). Çünki yol ayrımları ve hüküm tercihleri karşısında kararsız kalarak, “halk (çoğunluk) dalkavukluğu” yapmak, sığınacak üst merci aramak ve paralize olmak gibi -zor- durumlara düşmek sûretiyle deşifre oluyor... Halbuki “Hak”kı içlerinde hissedenler, bir problem karşısında kalınca, hiçbir dış tesir ve çağrışımdan etkilenmeyecek kadar derin bir “murâkabe”ye vardıktan sonra, mevcut veri ve parametrelerin hepsini birden göz önüne getirmek sûretiyle bilimsel (ölçü'lü ve metodolojik) olarak düşünürler; ve de doğru kararı bulurlar...
Ali Ergin Güran: 14/08/09