Türkiye'nin Savunulması, İnsanlığın Savunulmasıyla Eşanlamlıdır; “Genelkurmay” Taktik Yenilgilerden Yakınarak Pısıp Oturacağına, Bu Stratejik Savunmanın Gereğini Yapmalıdır!..
Anadolu Türklüğü, Dünya'nın tam orta göbeğinde, bütün kadîm ve antika medeniyetlerin rezidülerini de içselleştirerek (hazmederek) neşvü nemâ bulmuş, nihâyi veya sentez durumundaki bir “insanlık kültürü”dür; ki onun bu özelliği de, Türkiye'nin politikayla silâhla değil, esâsen ilimle ve fenle (teknolojiyle) savunulmasını gerektirmektedir... Zira, Dânişmendiye yerleşimlerinden itibâren sosyal düzen, “tarikat” sistematiği ve onun inisiyasyon (zâviye) seçilimi usulleri temelinde tesis edilmiştir; ki bu oluşumların kökeni de, -esas itibâriyle- kadîm Mısır ve kadîm Hint uygarlıklarına dayanmaktadır... Ekonomik düzen ise, “evkâf” -ve sonra da “timar”- gibi “tasarruf (kullanım) mülkiyeti” ile, taa Sumerlerin ve Hititlerin “gıda deposu tapınak” sisteminden gelmiş bulunan “kapan” kurumuna dayandırılmıştır. Çünki o zihniyete göre, Tanrı demek “kamu” demekti, ve dolayısile de bütün arâziler ve mallar kamuya -yani Tanrı'ya- aitti... İnsanlara düşen görev ise, bütün malların ve mülklerin -geçici süreler zarfında- adâletli bir paylaşımla kullanılmasının ve tüketilmesinin sağlanmasıydı sâdece... Onun için de insanların, “insânî liyâkat”larına göre iyi seçilip sıralanması iktizâ ediyordu herşeyden önce... Gıda deposu demek olan “kapan”lar, “para”nın îcâdından önceki -ilk- üreticilerin (Sumer'lerin) tesis etmiş olduğu bir kurum olarak, her zaman “narh” (yâni talep'e göre değil mâliyete göre fiyatlandırma) esâsına istinâden çalışmış, ve de -Batı'lı korsanların ganîmet yığınları gibi- “stok market” veya “borsa” hâline dönüşerek kutsîyyetini kaybetmemiştir; taa ki 1826'da, emperyalist kapitalizmin başımıza geçirttiği, “kalleş kahraman” Osmanlı Sultanı II.Mahmut mârifetiyle imhâ edilinceye kadar... Bugün, o kadîm ve mukaddes kurumdan, kala kala iki semt ismi kalmıştır Istanbul'da; Unkapanı ve Yağkapanı olarak... Yani Anadolu Türk Kültürü, 19.Yüzyılda Avrupa'lı komünistlerin hayal ettikleri “âdil ekonomik düzen”i yaşamış ve yaşatmıştı başlangıçta, ve/veya esas itibâriyle... Ama daha sonraları (Osmanlı'lığın ortalarına doğru), liyâkat seçilimi (inisiyasyon) usûllerinin bozulması, ve “ataerkil verâset hukûku”nun, merkezî otoriteyi “harem entrikaları”na mahkûm edecek kadar yerleşmesiyle, sözkonusu “ekonomik âdil düzen” de bozuldu tabiatıyla... İşte Batı'nın komünist isyancıları ve ideologları, Doğu'ya (esas itibâriyle de Osmanlı'ya) bakınca, bir “hânedân heyülâsı”nın gerisinde, hayal meyal olarak bir “komünal ekonomik düzen” gördüler ama, bunu yaratan ve yaşatan dinamiği (inisiyasyon veya zâviye sistematiği'ni) göremeyip, “köleci toplum” şablonu ile de bağdaştıramayınca, “Asya tipi üretim” filân diyerek saçmaladılar. Sonra da, kurguladıkları -matematiksel- hakkâniyetli veya âdil düzeni (komünist toplum'u), önce kendileri gibi akıllı ve tokgözlü liderlerin (kurucuların) basiretine havâle edip, nihâyette de, bir şekilde (eğitimle) yetiştirilecek, “ihtiyâcının ve ihtiyaç fazlasının bilincinde olan tüketici”lerin faziletine emânet ettiler; bir çocuk saflığıyla... Yani denilebilir ki, komünist babalardan Marks ve Engels dahi, kendilerinin (ve insanlığın) nasıl var olduğunu (veya oluştuğunu) idrak edememiş, dolayısile de “bütüne bakış” veya “objektif görüş” vizyonu kazanamamış olmakla, muhtelif konularda ayrı ayrı gelen ilhamlarla fikir üretip, sonra da bunları biribirleriyle tevil etmeye (nedensellik mantığıyla ilişkilendirmeye) uğraşan peygamber tandanslı insanlardı... Ve Marks'ı, “son peygamber” olarak niteleyenler de çok haklıydılar aslında... Zira O, peygamberler gibi, insan'ın aklıyla birlikte tam teşekküllü olarak yaratıldığına inanmasa da, “deneme-yanılma” metoduyla çok çalışarak -hayvanlar âleminden- temâyüz ettiğini düşünmekteydi. Yâni insan'ın, içgüdüsel ihtiyaçlar ve amaçlar peşinde koşa koşa, içgüdüleri kontrola alan bir “akıl” sâhibi olduğunu zannetmekteydi; ki bu çelişik anlayış da, son tahlilde, “kendiliğinden (apriori) var olmuş akıl” kabûlüydü... Halbuki, içgüdüsel davranışları engelleyen, ve hatta olanaksızlaştıran, -hayvanlığa karşı- bir hareket veya davranış tarzı geliştirilip benimsenmedikçe, dolayısile de “tabu”ların ortaya çıkması sağlanmadıkça, “akıl” gibi, hayvanlığı (hatta canlılığı) inkâr eden anormal bir beyin fonksiyonunun oluşmasına imkân yoktu. Ve nitekim de insanlar, “ritm” gibi bir anormal davranış biçimini -bir şekilde- îcâd edip içselleştirmişlerdi... Ancak ondan sonra, herkesin çıkarını kollayan bir “objektif (matematiksel) düşünce” faaliyeti, insan beyninde yeni bir fonksiyon olarak gelişmişti; ki bu da, esas itibâriyle “sıralama melekesi” idi... Ama ne var ki Karl Marks, insanların içgüdüsel ihtiyaçlarının paylaşım matematiğini yaptıktan sonra, bunun uygulamasını, içgüdülere karşı çıkmakla oluşan bir beyin fonksiyonuna (akla) havâle etmiştir; âdetâ insanlara, “içgüdülere karşı çıkma etkinliğini bırak da, şu içgüdüsel ihtiyaç mallarının tevziini yapıver” der gibi şeytancasına, veya kediye ciğer emânet edercesine... Halbuki peygamberler bile, doktrinlerini emânet ettikleri dindarlarına, bazı ritmik tapınma şekilleri ve “oruç” gibi aklı (irâdeyi) güçlendiren davranış biçimlerini, veya son tahlilde “takvâ cehti”ni şart koşmuşlardır; “akıl, ritmik davranışlarla beslenip güçlendirilmedikçe, sıralama melekesi ile ondan mütevellid düşünce sistemleri bozulmadan kalamaz” düsturu mûcibince... Yâni, “akıl ve onun ürettiği düşünce sistemleri ya davranışlarla geliştirilir, ya da bozuşur” kâidesi uyarınca... Buna göre de kolayca anlaşılmaktadır ki, dinlerin “dogma”ları ile “takvâ cehti” tavsiyesi, antagonist (çözümsüz) bir şekilde çelişmektedir... İşte bu yüzdendir ki, yâni “tanrı-şeytan” çelişkisini, yönetilmesi gereken bir diyalektik çelişki (irâde-içgüdü çelişkisi) olarak anlayamadıkları içindir ki dindarlar, kâh tanrıyla kâh şeytanla özdeşleşmek sûretiyle, yâni her hâlükârda değişmez “tanrı emirleri”ne riâyet edeyim derken, ister istemez bunun dışına düşüp şeytana uymak şeklinde korkunç yalpalar ve tutarsızlıklar yapmışlardır, ve yapmaktadırlar; bir kurtarıcı “Mehdî” beklentisinin tesellisiyle avunarak... Halbuki, kalitatif bir gelişmeyi ( Tanrısal yolda yücelmeyi) ifâde eden “takvâ”, çeşmeden testi doldurmak gibi doğrusal (lineer) bir gelişme veya olgunlaşma olarak değil de, bir kuşun, kanatlarını aşağı yukarı çırparak yükselmesi, veya bir balığın, kuyruğunu bir o yana bir bu yana sallayarak ilerlemesi gibi bir “diyalektik çelişki yönetimi” olarak açıklanabilseydi, insanlar meleke güçlerine göre sıralanır veya hizâya girerler, ve de kişisel yalpalara, zigzaklara düşmezlerdi. Ama ne var ki, “tanrı-kral”lar, peygamberler ve onların ardılı olan hükümdarlar gibi muktedir kişilikler, çelişki mantığına, diyalektik mantığa yabancı, Aristo mantığıyla meşbû idiler... Onun için, sözkonusu zigzaklardan (dinsel krizlerden), sâdece geçici zaman süreleri zarfında, doğru inisiyasyon (zâviye) usûlleriyle doğru adam seçilimi yapabilen tarikat kolları kurtulabilmiştir; ki Anadolu -ve Balkanlar- Türk Kültürü'nün oluşumunda da, bunlar başrol oynamışlardır; genellikle de “Bekdâşî”lik adı altında... Yâni, son tahlilde denilebilir ki, hiçbir toplumsal düzen, insanlığın oluşum zonu (panteist zon) muvâcehesinde geliştirilecek bir seçilim (inisiyasyon) sistematiğine dayandırılmadıkça, hakkâniyetli, sürekli (bunalımsız) ve verimli olamaz. Hukuk ve ideolojiler, ne kadar idealistçe düşünülmüş ve mükemmel yapılmış olursa olsun, eninde sonunda -diktatörlük olmasa da- en azından, demokrasi kisvesi altında oligarşiler yaratır. Çünki, hayvanlıktan çıkış (kurtuluş) zon'unu bilmeyen, unutan veya hesâba katmayan insanlar, doğal olarak “akıllı hayvan” gibi davranacak, ve de aklını sâdece hayvânî (içgüdüsel) çıkarlar yönünde kullanacaktır. Ve bu yüzden (aklı ve “süregiden zaman” mevhûmu yüzünden), hayvâni doğal peryotların da dışına çıkacağından, -içgüdüsel faaliyetler ve hazlar açısından- doymak nedir bilmeyen, ve de bilmem kaç kuşak sonraki torunlarının rızkını depolamaya kalkan, bir acâyip (anormal) hayvana dönüşecektir... İşte Kapitalizm, bu “acâyip hayvan”ın ideolojisidir; yâni “acâyip hayvan”ı yaratan ve ondan beslenen bir -sakat- zihniyettir aslında... Bu zihniyetle mücâdele, “acâyip hayvan”ın karşısına “inisiye insan”ı çıkarmakla yapılabilir ancak... Çünki, melekelerinin gücünü -daima- ispat ederek yaşayan (yaşamak zorunda olan) bir “inisiye insan”ı, hiçbir “acâyip hayvan” fiyatlandıramaz, dolayısile de satın alamaz ve/veya kontrol edemez. Onların (kozmik emeğin) değerini, ancak kamu vicdânı belirleyebilir; meselâ, hayatları boyunca alacakları, -içgüdüsel çıkarlardan arındırılmış- sempati oyları vâsıtasıyla... Kaldı ki kendileri, kalite kontrol eksperleri olarak harcayacakları “iş” emekleriyle de, ayrıca “ekonomi” sistematiği tarafından ücretlendirileceklerdir... Demek ki, son tahlilde Anadolu Türk Kültürü, antropolojik esaslara bağlı, anti-kapitalist ve evrensel bir kültürdü; kültürdür. Ama, bir aşamadan sonra, gerek inisiyasyon usûllerinin yozlaşması, gerekse kapitalistlerin hilelerde (manipülâsyon ve spekülâsyonlarda) ustalaşması yüzünden, emperyal -veya küresel- sermâyenin kapitülâsyonu altına düşmüştür. Ancak ne var ki şimdilerde, ilerleyen bilim (ve antropolojik araştırmalar) sâyesinde, inisiyasyon usûllerinin çok daha doğru ve/veya bilimsel olarak geliştirilebilmesi olanağı da doğmuştur. Ki bu durum da bize, kapitalist devletlerle hukûkî bir çelişkiye ve çatışmaya düşmeden, kapitalizmle mücâdele imkânını kazandırmıştır; “acâip hayvan”ın karşısına “inisiye insan”ı çıkarmak sûretiyle...
Kapitalizm'den Beslenen “Acâyip Hayvan”larla Mücâdele Evrenseldir:
Paranın, değişim aracı olarak tedâvüle girdiği antik çağlardan beri, -zâhiren insan gibi davranan- bu “acâyip hayvan”a karşı mücâdele, her zaman ve her yerde yürütülmektedir aslında... Ki bu arada, Hz.İsa'nın, Havra'daki tezgâhları dağıtması olayını da, bu mücâdelenin efsânevî bir parçası olarak görmek lâzımdır... Ama bizim atalarımızın, altınperest Bizans tekfurlarına ve yöneticilerine karşı verdiği mücâdele ise, çok daha somuttur; ve güncellenmeye de elverişlidir... Meselâ ben, bu mücâdeleden -genetik ve tarihî kalıtımla- tevârüs ettiğim bir hissiyâtla, sözkonusu “acâyip hayvan”ı hep yadırgamış, ve onları anlayabilmek (çözebilmek) için, kendime de hiçbir “sır saklama” ve “özel hayat” hakkı tanımaksızın, insanlığı (insanları) köküne veya kökenine kadar incelemişimdir. Ama bu iş için de, “irâde-içgüdü” çelişkimi çok iyi idâre etmem gerekmiştir; ki bunu da, -analar zincirinden, bir rezonans olayı hâlinde gelen- güçlü melekelerim sâyesinde başarabilmişimdir. Veya başka bir deyişle, hem güçlü melekelere sâhip olduğum, hem de -atalar silsilesinden gelen- geleneksel görgü ve terbiyemize ters düştükleri için, Kapitalizm yaratığı, bu “acâyip hayvan”ları çok yadırgamış, ve kendimi de bir “obje” olarak gören bir objektiflikle onları incelemişimdir.. Ve de sonuçta onları, net bir şekilde karakterize edecek kadar anlamışımdır: Bu mahlûklar, kullanmak (veya ihtiyaç) için değil de, özellikle gösteriş (nispet) yapmak için mal almalarıyla; beslenmek için değil de, muhtelif tat duyguları ve tiryâkilikler edinmek ve de bunun övgüsünü (propagandasını) yapmak üzere yemek yemeleriyle; ayrıca, sıkıntıdan kurtulmak ve rahatlamak için değil de, aldıkları varsayılan hayvânî hazla -bir mârifet veya kazanımmış gibi- böbürlenmek için seks yapmalarıyla kendilerini ele vermektedirler. Ki böylece de adam gibi insan olanlarda, tiksintiye varan bir küçümseme hissi uyandırmaktadırlar... Ancak ne var ki, bu -sakat- davranışlar, “pazar”ı genişlettiği ve talep yarattığı için, kapitalistlerin elindeki kitle iletişim araçları tarafından normal veya meşrû gösterilmekte, özendirilmekte, ve hatta kredilerle teşvik edilmektedir. Aslında, bir malın tedâvül değerinin, kullanım değerinden çok yüksek olan farkına, “arzu, ihtiras, kıskançlık ve haset değeri” adını vermek yerinde olur;ki bu değerlerin (!) toplamı da, bir toplumun “çürüme (iğtişâş) hızı”nın ölçüsü anlamına gelir aynı zamanda... Ayrıca, -anal ve oral cihetlerden- alınan hayvânî hazların subjektif olduğunu, paylaşılamıyacağını, dolayısile de meleke rezonansından mütevellid sevinç, sevinme ve sevme gibi anonim duygularla karıştırılamıyacağını, her aklı başında insan bilir; bilmesi gerekir. Zira cinsel boşalım veya rahatlama hâlinin, çok sıkışmışken tuvalette “def-i hâcet” ederek rahatlayan bir insanın hâlinden pek de farklı olmadığını, sâdece burada “tabu”lardan gelen “irâde” freninin daha güçlü olduğunu, dolayısile bu işle (seksle) övünmenin, hem tuvaletten çıkan bir insanın övünmesi gibi komik, hem de “irâdemi yendim (veya iptal ettim)” anlamıyla böbürlenmesi gibi acınacak bir olay olduğunu anlayamamak hamâkattir. Mesela bu hususta ibret alınmak üzere, cinsel ilişkinin üremeye (çocuk yapmaya) yaradığının idrâk edilmesinden, ve de resmen kutsanan “evlilik” gibi bir müesseseyle “tabu”ların aşılmasından çok sonraları dahi, bazı büyük insanların bu hayvansal ilişkiden olduğunun (doğduğunun) bir türlü kabul edilemediği, ve o insanların analarının, “nur”dan veya “tanrı”dan hâmile kaldığı efsânelerinin uydurulduğu da unutulmamalıdır... Kaldı ki “seks” işinde -aynı zamanda- meleke zaafiyeti yaşandığı için, insanların kendilerine de, yakınlarına da, doğrudan veya dolaylı olarak zarar verdiklerini, dolayısile her tatminkâr ilişkiden sonra çiftlerin, psikopatça sevinç gösterileri yaparak, çevrelerinin “etik disiplin”ini bozup, kendilerine de küskünlük yolu döşeyeceklerine, biribirlerine yeniden saygı duyuncaya kadar, bir süre (meselâ bir iki gün) ayrılarak kendilerine gelmelerinin (içlerine dönmelerinin) daha doğru olacağını her “akıl” idrâk edebilir... Zaten, aklı baştan çıkaran “seks” olayına girişin de, çıkışın da en sıhhatli yolunun, -lâfzî flörtten çok- frekansı düşürülen ve frekansı yükseltilen süreçler zarfındaki ritmik davranışlar (yani dans ve müzik) olduğu, kadîm devirlerden beri insanlığın mâlûmudur... Üstelik reşît insanlar şunu da bilirler ki, bir cinsel münâsebette (veya karşılaşmada) partner, tatminkâr bir performans gösterdiğinde, onun -aldığı hayvânî haz için değil de- kendisini sevdiği için bunu yaptığını düşünmek de, herhalde akıl kârı değildir; ve zâten, “büyü” denilen olay da, böyle yanılsamaların manipüle edilmesiyle maddi güç hâline gelmektedir. Zira akıllı insanlar, anne, baba, kardeş, evlât ve kankardeşlere karşı hissedilenler ile, bilimsel ve sanatsal etkinliklere ve eserlere karşı duyulan benzer duyguların, -tamamen subjektif- hayvânî hazlarla olan farkını ayırt edebilecek ferâsete sâhiptirler. Dolayısile de, birisine karşı duyulan -gerçek- sevgi duygusunun şiddetiyle, seks çekim gücünün biribiriyle ters orantılı olduğunu kolayca anlayabilirler; ensest ilişki yasağının, birilerinin emriyle değil, -ritm melekesinden mütevellid- fiilî bir çekince (fren) durumu olarak ortaya çıktığını da idrâk ederek... Ama ne var ki, bugünkü popüler kültürde “sevgi” veya “aşk” kavramı, içine seksin de, “bedâhat huzûru”nun da, en ulvî duyguların da sokuşturulduğu bir “amalgam metafor”a dönüştürülmüştür. Öyle ki artık, bir insan, bir diğerine “seni seviyorum” dese, kastını ve niyetini anlamak için mutlaka iyice süzmek ve hatta yoklamak gerekmektedir. Fakat buna rağmen, geniş bir “pazar” açtığı için, “cinsel fetişizm” alabildiğine körüklenmektedir. Ve bu şekilde de, estetik objeler ile sevinç ve sevgi ifâde eden sözcükler, “çiftleşme” etkinliği ile ilişkilendirilerek, her türlü sapıklığın ve “tabu” ihlâllerinin (ensest ilişkilerin) yolu açılmaktadır. Çünki, cinsel münâsebeti -kadîm kayıtlara ve kutsal kitaplara kadar geçmiş bulunan- müstehcen “üst-yapı”sından temizleyerek (!), insânî (estetik ve etik) değerlerle ilişkilendirmekle, ona insânî bir boyut veya kalite kazandırılamaz. Ama bu tutum, insânî değerleri ve davranışları erozyona uğratır ve dejenere eder; hem de bütün psikopatları ve seksopatları “sûret-i hak”tan göstermekle birlikte... Onun için, cinsel temas etkinliklerinin kültürel üst-yapı'sı, müstehcen olmak (ve kalmak) durumundadır; hiç kimse kibarlık yapıyorum diye, insânî değerleri “seks”e bulaştırarak, insanları fetişizme ve sapıklığa sürüklemesin. Zira, seks olayının muharrik gücü, hormonal etkilere göre oluşan bir takım şartlı reflekslerden mütevellid “şehvet hırsı”dır; ve dolayısile de, bunun “üst-yapı”sı inestetik ve immoral olmak zorundadır. Onun içindir ki, “insanlığa geri dönüş”ü başaramayacak olanlara, yâni melekeleri muhtel olanlara, çok eski devirlerden beri cinsel ilişki (ve evlenme) tavsiye edilmemiş, ve hatta yasaklanmıştır... Ama bu apaçık gerçeğe rağmen, herkese seks yaptıracağım (insan hakkı'dır) diyerek bu hayvânî etkinliğin üzerine, “ritmik rezonans” kaynaklı (yani seksi engelleme ve tabu yaratma olayından mütevellid) estetik ve moral değerler yüklemeye kalkarsanız, insanları ya iktidarsız ya da sapkın yaparsınız. Ki en sonunda da, -bugün olduğu gibi- kapitalistlere, büyük bir “cinsel fetişler” ve “cinsel iktidar ilâçları” pazarı hediye edersiniz; insanlığa hiç gereği ve faydası yokken... Cinsel fetişizm sâdece, buluğ çağındaki (20-24 yaşlarına kadar) flört etkinliklerinde, “yaratıcılık deneyleri” anlamına da geldiği için, doğal bir süreç olarak görülmelidir; ama hiçbir teşvik ve yönlendirme yapılmadan... Onun için, “akıllı hayvan”la mücadelede ilk yapılacak iş, “cinsel fetişizm”e karşı çıkmak, ve dolayısile de cinsel ilişkiyi -doğal ve tatminkâr kılarak- her anlamda ucuzlatmaktır; ama tabii ki, sürümü artsın diye değil... Bunun için de, herşeyden önce kurulacak Panteist Zon Kulüpleri'nde gençlerin kafasını, cinsel ilişkinin, halk indinde ayıp, Hakk (Tanrı) indinde de günah sayıldığından dolayı kötü ve tehlikeli bir etkinlik olduğu şeklindeki “galat-ı meşhûr”dan temizlemektir. Yâni böyle kanıların, “tabu”lu Panteist Zon'daki çilemizi doldurduktan sonra, “lineer zaman”lı ve “yazı”lı tarihi devirlere girerken, -yaşanan panikleme peryodlarından çıkarılan derslere binâen- ilkel atalarımızı, “tabu” kapsamından çıkarılmış seks husûsunda korkutarak disipline etmek için geliştirilmiş mülâhaza veya senaryo ezberleri olduğunu açıklamaktır. Sonra da onlara, seksin zararının, -melekeleri bozarak- aklı ve irâdeyi zaafa uğratmasından dolayı olduğunu anlatıp, irâde gücünden fazla yemeden (eksiltmeden) nasıl ve ne kadar seks yapılabileceğinin yollarını göstermek ve/veya arattırmaktır. Böylece de onları, toplumdan -ve tanrıdan- gizli bir şekilde, veya “hile-i şeriyye” şeklinde seks yaparsam bu zevk yanıma kâr kalır şeklindeki yanlış kanıdan veya şeytânî kurnazlıktan kurtararak, kendine karşı sorumlu olan otokritik sâhibi bireyler hâline getirmektir. Kendini bilen böyle insanların artması ve seçilime uğramasıyladır ki, o toplumda yalan, dolan, hilekârlık, sahtekârlık vs. kalmaz. Çünki, aklı başındayken seks yaptığını sanan biri, her türlü akıl dışı işi de, -tepki ve müeyyidelerden kurtulmak için her türlü kurnazlığa başvurmak sûretiyle- normalmiş ve meşrûymuş gibi yapabilir. Zira aklın temelinin, süregiden zaman (ritm) duygusu ve sıralama tenâsübü (uygunluğu) olduğunu anlayamayan insanlar için, her türlü alışkanlığın, şartlanmışlığın -her hayvan için sözkonusu olan- refleksif (tepkisel) karşıtlığı da, “anlık nedensellik” mantığı (!) gibi bir anlamla akıl kârıdır. Yâni son tahlilde, hangi işi aklın sıralama melekesiyle, hangi işi içgüdülerin refleksleriyle yaptığını ayırt edemeyen insanlardan -birey olarak- hayr gelmez... Melekeleri muhtel olanlar için yapılması gereken, onları hem ritmik aktivitelerle -daimî- terapiye tâbî tutmak, hem de irâde ve oto-kritik sâhibi olan akranlarını taklit ve tâkip ettirmektir... Bütün bu mücâdeleleri, ve bununla birlikte “inisiye insan” seçilimini, dışarıdan hiçbir müdâhale olmaksızın Panteist Zon Kulübü içerisinde, objektif (bilimsel) yönergelerle gerçekleştirmek mümkündür artık... Ki böylece de insanlığı, “acayip hayvan” sultasından, ve dolayısile de Kapitalizm ve dinlerden kurtarmak olasıdır... Bu bâpta son olarak, hayat pratiğimden edindiğim şu -önemli- bilgiyi de paylaşmak isterim ki, toplumdaki cinsel sapıklıklar ve bunalım nereden kaynaklanıyor herkes anlasın: Ben 15-16 yaşlarımdan itibâren, hiç yerinde duramayan, ve de -boş zamanlarımda- hep kız kadın peşinde koşan bir çocuktum. Şurada burada gördüğüm ve beyendiğim bir kadın poposunu, ellemeden rahat edemezdim. Sonra da, mümkün olursa, o poponun (daha doğrusu, bel-kalça-bacak tenâsübünün) sâhibiyle tanışmayı, ve daha ileri ilişkiler geliştirmeyi denerdim; ki bu denemelerimde, çok dikkatli davranıp, “tâciz” gibi algılanacak âni yakınlaşmalara (aşırılıklara) tevessül etmediğim için de, hiçbir zaman nâhoş bir tepkiyle karşılaşmazdım. Zira sıhhatli melekelerim sâyesinde aramızda, ritmik hareket etme ve senkronize düşünme anlamında bir rezonans, dolayısile de bir kontrol temâsı (yani bir nevi büyü) gerçekleştirirdim... Fakat hiçbir zaman, sanat, edebiyat konuları, sosyal etkinlikler, devrimci söylem ve ajitasyonlar, veya “din-îman” muhabbetleri gibi kamuflajlar altından, seks yoklamaları yapmak gibi bir sinsiliğe, ikiyüzlülüğe (çatlaklığa veya şizoitliğe) aslâ tenezzül etmedim; edemezdim; hele ki üniversitede “matematik” gibi bir bilimsel “düşünce disiplini”ni seçtikten sonra... Ama bu arada, -özellikle- sanatsal ve bilimsel konuları, flörtlerine malzeme veya cinsel yoklamalarına kamuflaj yapanların, bu alanların terminolojik ve metodolojik kavramlarını, -sulandırarak- nasıl birer abuk metaforlar hâline dönüştürdüklerini de teessüfle izledim... O zamanlarda birçok arkadaşım, başıma ahlâk hocası kesilir ve beni -herhalde kıskançlıktan olsa gerek- ayıplar ve kınarlardı; ki ben de o yüzden, zaman zaman düşünür ve üzülürdüm; “acaba ben anormalmiyim?” diye... Hatta bazen, genç kızlara sarkıntılık yapan morukların çirkin davranışlarını gördüğümde, istikbâlimi görür gibi olur ve sıkılırdım; “ilerde ben de, böyle mi olacağım?” diyerekten...Ama sonradan, bilimsel İEB teorisini geliştirmekle birlikte anladım ki, bu memleketin bir kuşak insanlarının alayı (kadını- erkeği) psikopat ve seksopatmış meğer...Gel zaman git zaman, yaşlarımız elliyi altmışı aşınca, ben kızdan kadından elimi ayağımı çekerek -eski tarikatçıların “mücerret” dedikleri şekilde- yalnız yaşamaya başladım. Ama beni gençlik yıllarında, “kız kadın kovalıyor” diye eleştirenler ise, kadınsız yapamayan, onu boşayıp ötekini alan “azgın veya kudurmuş teke” tablosu sergilemeye başladılar; hem de -yine- bana şaşarak... Ulan yâni şimdi, benmiyim anormal olan, azınlıkta kaldığım için; yoksa çoğunluk olanlarmı?!.. İşte, çoğunluk anormal olduğu içindir ki, insâniyetle ilgili teoriler anlaşılamıyor ve tasvip görmüyor; demokratik (!) olaraktan... Ve de ileri yaşlara gelmiş insanların çoğunun aklı, tenâsül uzuvlarına takılıp kalmış olduğundandır ki, kariyer ve statü sâhibi anlı şanlı -görünümlü- adamlar arasından bile, din, politika, umûmî kültür (!) ve magaziner sanatlar gibi “sallamalık mevzûlar” dışındaki konularda, söz söyleyebilecek (yani metodolojik düşünebilecek) hiç kimse çıkmıyor; çıkamıyor... Onun için, aman çocuklar (erkek çocuklarım), siz siz olun da, -kesinlikle- mastürbasyon yapmayın; çok izole ve tehlikeli ortamlara düşmedikçe... Ve de, benim -gençliğimde düşündüğüm- gibi geniş bir açıdan düşünün ki, o tenâsül uzvunuzun deposunu -münâsip şekillerde- boşaltmak ve ereksiyonunu indirmek için can atan pek çok kız ve kadın mevcuttur; ve sizin cinsel organınızdan, onların da alacağı, veya hakkı vardır (yani onların da tatmin olması lâzımdır); toplumun dengesi ve selâmeti bakımından... Ama siz onlara ulaşamıyorsunuzdur belki, fakat unutmayın ki, erkeklik uğraşının (aktivitesinin) onda dokuzu aramak, -tavında olanı- bulmak ve teşebbüs etmek, veya “iş koymak”tır; ve zâten, insanın aklında (hâfızasında) kalan da, -tamamen bilinç dışı, refleksif bir hayvâniyet bölgesi olan “orgazm” ânı ve civârı değil- kovalama, elleme, yoklama sürecindeki (yani hayvanlığa hazırlık sürecindeki) etkileşimdir. Ki bu “hâfızadan geri besleme (feed-back) durumu” da, çok “av”lanmış ve dolayısile “tav”ında olan kadınların farkını anlayarak, görsel ve kokusal fetişlere aldanmamış olmayı gerektirir... Fakat, bütün bu ilişkilerde esas mârifet (veya erkeklik), -bir kadınla tanışmaktan çok- ünsiyyet peydâ ettikten sonra, gerektiğinde, kırıp dökmeden ondan kurtulabilmektedir... Bir erkek gençliğinde, delikanlılığında, -yüksek ereksiyon hâlindeki penisiyle- öyle yoğun (ve yüksek gerilimli) bir erkeklik faaliyeti (yani kovalamak, yakalamak, ellemek, yatırmak vs.) içinde yaşamalıdır ki, yaşlandığında, bir iki damlalık meniyi, pörsümüş bir penisten dışarı atmak bahânesiyle, -erkeklik taslayarak- “kadın bedeni ellemek” isteği gibi, gâyet kompleks bir ihtiyaç hissine kapılıp, kaşar karıların ağız kokusunu çekmesin, veya genç kızları parayla, şöhretle istismâr etme yoluna sapmasın. Ve de resimlere veya “dikiz”lere bile ihtiyaç duymayacak derecede, hâfıza kayıtlarında yeteri kadar, gerilimli beden temaslarına ve -muhtelif pozisyonlarda- kadın görüntülerine sâhip olabilsin... Zira insanlar, biyolojik yenilenmenin ve reflekslerin yavaşladığı, melekelerin bozulmaya yüz tuttuğu ileri yaşlarda, biriktirmiş oldukları bilgilerden -aklî melekeleri sâyesinde- yeni fikirler kompoze edip üretmeye çalışacaklarına, melekelerini felç edercesine cinsel etkileşimlere girmeleri, hem kendileri, hem de toplumları için büyük bir nâkısa ve/veya zarardır...
Türkiye Problematiği, İnsanlığın Kaotik Problemidir:
Formülleştirilmiş bir problemi çözmek, bilmece çözmek gibi bir olaydır aslında... Çünki o -tür- problemler, belirli bir teorinin içinde bulunan, ve dolayısile de o teorinin metodolojisi veya mantığıyla determine, muayyen bir çözüme sâhip olan problemlerdir; o çözüm ortaya çıkarılmış olsa da, olmasa da... Ama kaotik olayların, muamma gibi olan meselelerini halledebilmek, o kadar kolay değildir. Zira herşeyden önce, o kaotik durumun problematiğini veya teorisini kurmak, ve de metodolojisini veya genel mantığını ortaya çıkarmak gerekir; ki ondan sonra esas mesele, formüler bir problem olarak vaz edilebilsin... İnsanla ve toplumla ilgili problemler de esas itibâriyle kaotiktir, yani bir problematik (problemleştirme) meselesidir; yâni, “panteist zon” dediğimiz bir “kaos” modülü veya çekirdeği ile, onun etrafındaki “co-set”ler şeklinde ele alınması, ve de bu “yan-küme”ler içindeki problemlerin, “kaos” modülüne indekslenerek formüle edilmesi, ve bu “kaos”un da deneysel olarak sürekli kontrol altında tutulması gereken bir problematiktir. Zira, sosyoloji, psikoloji gibi insanla ilgili bütün konuların ve meselelerin, “panteist zon” kaosu içinde, “feed-back” etkileşimi hâlinde bulunduğu bir izdüşümü vardır mutlakâ... Onun için, böyle problemlerle uğraşan birinin, “panteist-zon” modülüyle sürekli irtibatta olacağı için, hiçbir subjektif tercihinin bulunmaması, ve hatta bir “özel hayat”ının bile sözkonusu olmaması iktizâ eder. Çünki hayatlarını kompartımanlara bölerek yaşayan insanlar, “vâroluş” geçmişini unutmuş, şizofrenik tiplerdir; ki tarihi devirlerde tüm insanlık -panteist zon'u yok sayarak- böyle (şizofrenik) yaşamıştır...Yâni insanlığı anlamaya ve adam olmaya çalışan birinin, -sâdece- kendine ait olan, ve başkalarıyla paylaşamayacağı hiçbir sırrı olamaz; olmamalıdır. Zira gizlenen her sır, tarihî (sosyolojik) veya antropolojik (psikolojik) kesitte, kapatılmış veya karartılmış bir bölge demektir. Mesela, insâniyet üzerine -bilimsel olarak- düşünen bir kimsenin, aile çevresi, iş çevresi, yakın arkadaş (dertdaş) çevresi vs. gibi sosyal ve psikolojik kompartımanları olamaz; veya hayatı kompartımanlara bölünmüş böyle biri, insanlık hakkında “objektif görüş” sâhibi olamaz. Onun içindir ki, benim de hayatım, kompartıman kompartıman -bölünmüş- değil, tek bölümlük bir büyük antropoloji laboratuarı gibi geçti; veya yaşandı. Ve bu sebepten de, bütün insanların kompartımanlarını görebildim; hem çağdaşım olanlarla, hem de eski çağların insanlarıyla devamlı bir “diyalog hâli”nde yaşayarak... Ve bu arada şunu da anladım ki, birinin insanlık hakkında objektif fikir serdedebilmesi için, tarihi -sâdece- kitaplardan öğrenmesi yetmez, eski çağların insanlarıyla biyolojik ve kültürel anlamda gen akrabalığına da sâhip olması gerekir. Çünki tarih kitapları, sâhiplerin, hâkimlerin, egemenlerin yazdığı (yazdırdığı) gâyet subjektif kanıları aksettiren kayıtlardır... Ancak ne hazindir ki, Türk aydınları, -tıpkı “sömürge” aydınları gibi- hep problem (daha doğrusu “bilmece”) çözmeye alıştırılmışlardır; Batılıların çömezi (talebesi) olarak yetiştirildikleri için... Bunlar, Batılıların ideolojik teorilerini bir şablon olarak bellerler, ondan sonra da tarihsel ve sosyolojik gerçeklerimizi bu şablonun içine tıkıştırarak, onun nedenselliğine göre neticelere varmaya, ve de insanlarımızı bu neticelere uydurmaya çalışırlar. Halbuki, insanlarla ilgili bilimsel teorilerin, deterministik değil, kaotik olması, yâni “kaotik bir modül (panteist zon) üzerinden problemleştirme” anlamında bir “problematik” sistemi olması iktizâ eder. Dolayısile, psikolojik, sosyolojik ve tarihi teorilerin de deterministik (kâideci) değil, “panteist zon” modülündeki değişkenlere bağlı olarak değişen fonksiyonel teoriler olması gerekir... İşte onun içindir ki, Batılıların insanlık üzerine uydurdukları bütün teorileri, Marksizm de dâhil olmak üzere doğru değildir; bilimsel açıdan... Bunlar, üstün bir pozisyondan vaz edilmiş -gâyet subjektif- güdüm yönergeleridir aslında... Zira Batılıların insanlık hakkındaki teorileri de, tıpkı fizik teorileri gibi deterministtir; yâni katı kuralcıdır; ki bu da onların, güdücü veya emredici bir subjektif pozisyondan düşündüklerinin delili ve/veya ispatıdır. Çünki, inceledikleri “insanlık” alanının veya “küme”sinin elemanları (insanlar), bir madde gibi edilgen değil, oto-dinamiğe sâhip objelerdir... Dolayısile, buradan da, onların asıl maksadının, insanları kendilerine tâbi kılmak üzere, onların davranışlarını determine etmek olduğu açıkça anlaşılır... Demek ki, Batılıların felsefî ve ideolojik teorileri, aslında, güttükleri (veya sömürdükleri) ülkelerin aydınlarına, yöneticilerine yutturulmak üzere hazırlanmış reçetelerden başka bir şey değildir.
Türk Ordusu, Anadolu Türk Kültürü'nün Bekçisidir; NATO'nun Doğu Lejyonu Değil...
Yeniçeri ordusu, Ocağ-ı Bekdâşiyân olduğu, yani Anadolu Türk Kültürü'nün mayası olan Tarikât sistematiğinin silâhlı kolu (Seyfîyân) anlamını taşıdığı ve/veya geleneğini sürdürdüğü için, satılmış Osmanlı hânedânı ile Batılı monarşilerin gizli ittifâkıyla ortadan kaldırılmıştı... Bugün de Atatürk'ün muzaffer ordusu, bir halk kalkışmasının karakterini taşıdığı, ve simgesi durumunda olduğu için likide edilmek istenmektedir; NATO ile, satılmış son Osmanlı'nın mevâlîsinden üremiş -Batı köpeği- gericilerin ittifâkıyla... Şâyet Kurtuluş Savaşı'mız zamanındaki ordumuz mensuplarının (veya komutanlarının) dindarlığı bu vatanı kurtarmış ve de TC Devleti'ni kurmuş olsaydı, bugün -Atatürk ve CHP diktasından (!) sonra, yeniden- iktidara gelen aynı îman gücü (!), memleketi parsel parsel pazarlayıp TC'ye ipotek koydurmazdı. Demek ki, ya bugün iktidarda bulunan dindarlar sahtekârdır, ya da Kurtuluş Savaşı'nı yapan ve yöneten insanlar, -lânse edildiği kadar- dindar değil... Aklı başında hiç kimse, ölümüne çatışma (veya savaş) hâlindeyken insanların çıkardıkları canhıraş seslerin, “Hurrâ!” veya “Allah Allah!” şekillerinde olmasıyla, onların akıl ve faziletlerinin, ve de komutanlarının dindarlık seviyelerinin ölçülebileceğini düşünemez; NATO'cu şaşkın, Org. İlker Başbuğ'dan başka... Ama şunu, akl-ı selîm sâhibi her insan kabul eder ki, son padişah “demokrasi”ye geçip de, oylama yaptırsaydı dahî, halktan demokratik olarak (!) bir “Kurtuluş Savaşı” kararı çıkartamazdı... Demek ki aslında, -sinsi bir şekilde- erozyona uğrayan ve uğratılan, Atatürk'ün “bağımsızlıkçı” zihniyetidir. Ve üstelik, son zamanlarda Atatürkçü geçinenlerin büyük çoğunluğu da, sahtekâr ve düzenbaz olmuşlardır; ki bunlara, Atatürk'ü dindar gibi göstermeye kalkan Ulusal'cılar ve bazı generaller de dâhildir... General demek, büyük -askerî- birlikleri sevk ve idâre eden, gerektiğinde sıcak çatışmaya sokan, ve îcâbında bunlara istîlâlar yaptıran, ve işgâl ettiği -teritoryal- bölgede sivil halkın yaşamını ve düzenini de korumakla yükümlü olan bir komutan veya başkan (şef) demektir. Ki bu özelliğinden dolayı da, bir generale sâdece silâhlar ve savaş taktikleri hakkındaki bilgiler yetmez; onun ayrıca, insana ait sosyoloji, ekonomi ve hatta psikoloji gibi bilgilere de -en azından- âşina olması gerekir... Ancak köklü bir tarihe sâhip olan, ve dolayısile, pek çok fatih (mareşal) çıkarmakla birlikte, bu fatihlerin insanlık mirası olarak bıraktıkları emânetlere de sâhip bulunan bir ülkenin silahlı kuvvetleri, eğitim müfredâtını, ve terfî sistematiğini, “mareşal” tandanslıların temâyüz edebileceği ve önlerinin açılabileceği şekilde tertip etmek durumundadır. Yoksa, mareşallerin kaotik ortamlarda -Mustafa Kemal gibi- kendiliğinden ve tesâdüfen ortaya çıkmasını beklemek, büyük bir insanlık mirasına sâhip olan Türkiye için, göze alınamayacak bir risk, ve hatta hamâkattir. Zira düşünülsün ki, Osmanlı bile bir zamanlar -kardeş katli pahasına- mareşal sultan ayıklıyordu, başa geçirmek için... Mareşal (fatih) demek, bütün general vasıflarından maadâ, aynı zamanda tarih yazan veya yapan bir lider demektir. Ve bu anlamıyla da, tüm insanlığı zamanlar üstü bir perspektiften görebilen ve -bir tarihçi ve hatta antropolog gibi- düşünebilen insan demektir... Onun için, böyle seçkin insanları ortaya çıkarabilecek bir eğitim müfredâtı da mutlaka -melekelerin gücünü ölçen ve takviye eden-- bir “inisiyasyon” programını ve imtihanını ihtiva etmelidir. Ki ancak bu şekilde, askeri eğitim kurumları, -üstlerine başarılı görünmek ıstırârında olan- “komutan” sultasından kurtarılıp, insanların maddî ölçülerle objektif olarak değerlendirildiği, özerk bilim yuvaları hâline getirilebilir; ve bu sûretle “mareşal” tandanslı gençlerin de yolu (veya önü) açılabilir... Halbuki “hâl-i hâzır”da, Harbokulları'ndaki gençlere, hem -bütün aydınlara yapıldığı gibi- bilim adı altında bir takım gütme ve güdülme klişeleri ezberletiliyor, hem de NATO'nun konseptleri (veya tâlimnâmeleri) yutturuluyor. Ve böylece de Türk Ordusu, Pax Amerikâna'nın Anadolu Lejyonu hâline getirilmiş oluyor... Nitekim bugün, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin, silâhlı bir çatışmaya girmeden, -psikolojik harekâtla- mağlûp edilmiş olduğu, ve de hemen hemen bütün generallerinin, gerek hapis zoruyla, gerekse anlaşma yoluyla esir alınmış bulunduğu açıkça görülmektedir. Bu durum, Yeniçeri Ocağı'nın imhâsından çok daha hazindir; çünki tamamen içeriden ele geçirilmiş ve göçertilmiş, hantal ve savunmasız bir ordu görüntüsü vardır ortada... Zira bu ordunun generalleri, hiçbir bilimsel düşünce disiplini veya metodolojisi görmeden, öğrenmeden sâdece teknik formülâsyonlar belleyerek yetişmişlerdir (!).. Ama patronları (ABD), onların ezberlediği formüllerin üreticisi veya üreteci durumundaydı; ve onun için de icâbında -bugün olduğu gibi- kedinin fareyle oynadığı gibi oynayabilirdi onlarla; ezberlerini bozarak... Kaldı ki bu generallerin çoğu da, okudukları okullarda ya iltimasla, ya da başarılı görünmek isteyen okul komutanlarının re'sen yaptıkları torpillerle sınıf geçmiş ve kıdem almışlardır. Çünki meselâ ben, 1965-66 ders yılında Dz.Harbokulu'nda, teğmenler için seçmeli ders olarak müfredâta alınmış bulunan “Matriks Teori”yi -ilk defa, kitabını yazarak- okuttuğumda, hiç kimse bundan bir şey anlamamıştı da, bütün sınıf çakmıştı; hiç unutmam... Ama buna rağmen Okul komutanı, -kendisi- başarısız görülmesin diye, bazılarını mutlaka geçirmemi emretmişti... Bunun üzerine de, benim, “kişiler arasında adâletsizlik yapamayacağım” şartıma binâen, şöyle bir “torpil kriteryumu”nda anlaşmıştık kurmay başkanıyla... Mutâbakatımız, notlar çizelgesindeki en yüksek notu “100”e çekmek sûretiyle, notlar arasındaki farklara müdâhale etmeksizin çizelgeyi sündürmek, şeklindeydi... Ama buna rağmen, 40 civârında olan en yüksek notla beraber, bir iki tane, 10 ile 20 arasındaki en düşükleri de geçer not'a ulaştıkları halde, yine de dört kişi geçmişti... Böylece komutanlar “başarılı görüntü”lerini korumuş, ben de nâmusumu (adâlet duygumu) kurtarmıştım; ama aslında, bütünüyle çürüyüp çökmekte olan koskoca bir organizmaya (TSK'ya) bir fiske de biz vurmuştuk; o zamanlar... İşte TSK'da, bir virüs gibi yayılan bu “zevâhiri kurtarmak” zihniyetidir ki, onu -içini boşaltarak- kâğıttan veya balondan bir kaplana döndürdü... Halbuki aynı sıralarda, bekâr subaylar lojmanındaki yatakhânelerde, gece yarılarına kadar -lâfla- vatan kurtarılıyordu; 27 Mayıs 1960'dan kalan devrimcilik heyecânıyla... Bu yatakhâne sohbetlerinde ben, bir “yedeksubay” olarak, konuşmaları bir teorik çerçeveye sokmaya çalışsam da, “muvazzaf”lar hep, “hamâset duygudaşlığı” üzerinden anlaşmaya, ve bir “grup âidiyeti veya mensûbiyeti” hissi ile birlik oluşturmaya meylediyorlardı. Çünki bir defa, bilimsel teori ne demek, bilmiyorlardı; hatta basit bir şifreleme (ve hücreleme) algoritmasını bile kolay anlayamıyorlardı. Zira çocukları, teknik öğrenimin “alt-yapı”sı sayılabilecek “spor”la fazla yoruyorlardı ama, teorik düşüncenin “alt-yapı”sı veya bedensel (davranışsal) hazırlığı olan “meditasyon”la tanıştırmıyorlardı bile... Dolayısile, kendi vücudunun biyolojik ve fizyolojik parametre ve fonksiyonlarının kontrolunu ve akortunu yapamayan (yani kendi bedenine karşı objektif olamayan) bir zihin de, çok elemanlı, çok değişkenli (parametreli) ve çok fonksiyonlu bir bilimsel teoriye, -hatta felsefî ve ideolojik teorilere bile- bütünü aynı anda görecek kadar objektif bakamıyordu tabiatiyle... Onun için, sol literatürden ve Atatürk'ün söylevlerinden derleyip belledikleri -anakronik- üç beş klişe de, sâdece “grup içi jargon” olarak bir anlam ifâde ediyordu. Ama bu durum, o genç subaylarda büyük bir “kahramanlık vehmi” yaratıyor, ve bu vehimden -yâni kendini gaza getirmekten- kaynaklanan “özgüven” hissi de, kız tavlamada çok işe yarıyordu... İşte onları böyle bir devrimcilik veya örgütçülük anlayışına çeken (veya iten) en büyük -bilinç dışı- sâik de buydu; yâni seks ile insânî (ulvî) hisleri karıştırmalarıydı... Ve onun için de, seks hayatlarındaki en ufak bir aksaklık bile, o kutsal (!) örgütlerini dağıtabiliyordu... Bu “ateşli devrimci” gruplar daha sonraları, içlerinden çıkan ispiyonların kurbanları olarak tasfiye edildiler Ordu'dan... Ancak ne var ki, bu şekilde tesis olunan ispiyonaj sistematiği (menfi seleksiyon) yüzünden de, bir süre sonra, en üst karargâhlara kadar yükselmiş generallerin -bile- lûgatında, “sırdaşlık” diye bir kavram kalmadı; onun yerini -ABD açısından- “jeopolitik gerçekler” aldı... İşte bugünkü “darbecilik dâvâları” rezâletine böyle gelindi... Halbuki Ordu'daki kıdem usûlleri, o eski “Tarikat”ımızın “kademli”lik seçilimi gibi, -yürüyüşten- ritm melekesinin gücünü değerlendiren “inisiyasyon” esaslı bir sistematik olsaydı, Genelkurmay Başkanlığına gelecek kişiler, “inisiyatör (mareşal)” karakterli ve/veya vasıflı insanlar olacağından, böyle rezâletler yaşanmıyacaktı. Çünki, mesela Amerikalıların A,B,C diye sıraladıkları “taktik alternatifler” plânlamanın ötesinde, indeksleri (veya değiştiricileri) tarih öncesine kadar gidebilen, ve de hukukla, taktik engellemelerle indirgenemeyecek olan sonsuz sayıda “strateji”ler üretebileceklerdi... Ancak ne var ki, “mevcut envanter”deki generaller, enselendiklerinde, bir B-plânı'nı bile yürürlüğe koyamayarak, “bize karşı psikolojik savaş yapılıyor” gibi garip yakınmalarla, “aslında biz -hapishânede- Atatürk'ün izinden gidiyoruz” gibilerinden tuhaf övünmelerle bir nevi “pasif savunma”ya mahkûm oldular...
Bedenî ve Aklî Melekeleri Sağlam Olan, Eğitimden Sorumlu, Yürekli ve Vatansever Bir Muvazzaf General'e !...
Bir defa şu noktayı iyi anlayın ki, gericilere (dincilere) komplo kurmaya kalkmak, salaklığın veya gizli (mahcup) dinciliğin başlıca göstergesidir; ki bu salaklığı (veya hainliği), Yaşar Büyükanıt ve İlker Başbuğ komutasındaki Genelkurmay Başkanlığı açıkça icrâ etmiştir; bazı merkezlerin teşeronuymuşcasına... Yâni gericilere (dincilere) karşı hem komplolar hazırlamış, hem de -medyada, internette- kişisel karalama ve hakâret kampanyaları yürütmüştür; sonradan geri tepeceği âşikâr olduğu halde... Halbuki gericiler zâten, antagonist (çözümsüz) çelişkiler ve paradokslar içinde bocalayan, ve de bunları türlü mugâlâtalarla örtmeye çalışan zavallılardır; ki bu durumu, her -gerçek- bilim adamı bilir. Ama ne var ki, dinin dogmalarıyla şartlanmış, ve de matematiksel mantığa yabancı kalmış kafalar bunu anlayamaz... Yâni gericileri teşhir ve tasfiye etmek için, onların ördüğü mugâlâta perdesini kaldırıp, uzlaşmaz çelişkilerini, -yanlış ise doğru, doğru ise yanlış sonucunu veren- paradoksal önermelerini, ve dolayısile düzenbazlıklarını, ortaya çıkarmak çok kolay ve yeterlidir aslında... Bu yapılamıyorsa, yapılamamışsa, ve üstelik bizim “www.bekdasikodu.org” sitesi de görülmemiş veya görmezden gelinmişse, TSK'nın en üst karargâhı bile, dindarlarla aynı dogmaları -zımnen de olsa- paylaşan generallerle dolmuş demektir; ki bundan sonra iş, Ordumuzun yeni isminin açıkça Muhammet Ocağı (yani, yeni Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye) olarak ilân edilmesine kalmıştır; molla komutanların bütün görevleri devralmasıyla birlikte... O Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye ki, zafer yüzü görmemişti hiçbir zaman; uyanın!...
Ayrıca şunu da iyi anlamanız gerekir ki, Recep Tayyip Erdoğan, “politikacı”lık veya “düzenbaz”lık anlamında bir dâhidir. Onun içindir ki, “insanlık zararlısı” olan bu zâtı, bu memleketin başından demokratik veya “memokratik” yollardan götürmek (uzaklaştırmak) mümkün değildir. Zira o, “fareli köyün kavalcısı” gibi kitleleri -illüze ederek- kendine bağlamaya devam edecek, ama bununla birlikte Dünya'nın güç merkeziyle de uyum içinde çalışacaktır; ki nitekim kendini -Amerika'nın- Büyük Ortadoğu Projesi'nin eşbaşkanı ilân etmiştir kaç defa... Amerika'nın stratejisi, “kabataslak” olarak gâyet açıktır: İran, İslâmiyetin son ve cihanşümûl bir din olduğunda, yani “tevhid” dini olduğunda ısrârını sürdürdükçe Türkiye'de de bir tür dindarlık sultasının sürdürülmesine müsaade edilecek; ve de A-plânı olarak bu iki ülkenin savaştırılmasına çalışılacak... Ama Türkiye bir şekilde İran'la anlaşmaya kalkarsa, o zaman da B-plânı devreye girerek, Yahudi takviyeli son Haçlı Seferi ile St.Muhammet Kilisesi'ne haddi bildirilecek... Kapitalizm, insan kitlelerini geleneksel (etnik veya dinsel) eğilimlerine göre güttürüp, sonra da kriz zamanlarında bunları, -yığınlar hâlinde- biribirleriyle savaştırmaya ve kırdırmaya mecburdur. Çünki artık, mevcut sermaye karşılığı olarak yeteri kadar insânî değer (yeni üretim süreçleri) yaratılamıyor; kaliteli (yaratıcı) insanların seçilememesi, seçkinleştirilememesi yüzünden... Ve o zaman da kapitalistlerin çoğu, büyük talep potansiyeline sâhip, “asgarî ihtiyaçlar”dan olan mallara -geçici zaman ve zemin aralıklarında- spekülâtif değerler yükleyerek biribirlerini kazıklama yoluna gidiyorlar; ki böylece de ekonomik krizlere sebep oluyorlar. Ve ondan sonra da, yeni bir başlangıç veya açılım için savaş çıkarmak yolunu tutuyorlar... Nasıl ki, “coğrafi keşifler” zamanında, Avrupa'ya yığılan altın, gümüş vs. gibi servetlerin karşılığı olarak teknolojik icatlar yapılamasaydı, yeni bir kaos ve yeni bir Haçlı Seferi dalgası ortaya çıkacaktıysa... İşte bu perspektiften bakılırsa, kolayca anlaşılır ki, Türkiye gibi bir ülkenin kurtuluşu aynı zamanda, insanlığın kapitalizmden, dinlerden ve krizlerden kurtuluşuyla da örtüşmektedir; örtüşecektir. Ve bu hususta R.T. Erdoğan da, bize taktik hedefleri gösteren rehber gibi bir görev îfâ edecektir; ister istemez... Ki bu arada, çıkılan insâniyet plâtformunda “Kürt Meselesi” de, hâliyle çözüme kavuşacaktır... Onun için, “bize psikolojik saldırı yapıyorlar” filân gibi yakınmaları bırakın da, Dünya'ya daha fazla rezil olmadan beni iyi dinleyin artık!... Burada başçavuşun eşeği şaapmıyor; bütün stratejik plânların ve psikolojik harp vâsıtalarının hakkından gelebilecek, -46 yılda meydana getirilmiş- bir bilimsel metodoloji konuşuyor... Bânîmiz Atatürk'ün, “hatt-ı müdâfaa yoktur, sath-ı müdâfaa vardır” vecizesini günümüze uyarlarsak, Türkiye'nin (insanlığın) savunulmasının artık tek bir branşla (mesela askerlikle) değil, branşlar ve kurumlar üstü bir cepheden, veya antropolojik perspektiften (vizyondan) yapılması gerektiğini anlarız. Ki zâten ben de, Türkiye'nin gerilemesini, gericileşmesini, son elli yıldır günbegün izlemiş, ve bununla birlikte, bütün bilim dallarını biribiriyle irtibatlandıran İnsan (Emek) Bilimi gibi bir -bilimsel- metodoloji geliştirmiş biri olarak, bunu projelendirebilirim... Onun için artık, Türkiye'nin -Atatürk çizgisinden- geriye, gericiliğe doğru kaymasını, bir bozgun olarak değil, bir muhâkeme veya tefekkür molasında yapılan, bir “düzenli ricat” olarak anlayabiliriz; hiç moralimizi bozmadan... En azından ben, bunu böyle anlıyorum; ve -Atatürkçülük kisvesiyle dahi olsa- Atatürk'e ihânet etmeyerek, sonuna kadar hür -düşünceli- yaşamış olmaktan da, büyük bir huzur ve onur duyuyorum, âhır ömrümde...
Herşeyden önce şunu anlayın ki, bugün, Türkiye'nin olduğu kadar, bütün Dünya'nın da “adam”a ve onların yaratacağı yeni değerlere ihtiyacı vardır; her zamandan daha fazla... Esâsen, “adam” azlığından ve yeni değerler üretilemediğindendir ki, “finans kapital” kendi kendini ve insanlığı yemektedir. Zira, yeni değerler (teknoloji) yaratılmadıkça, insanlığın total “artı-değer”i olan “finans kapital”, reel olarak büyüyemez, dolayısile de spekülâtif kârlara ve sömürüye yönelir. Veya diğer bir deyişle, kapitalin reel olarak büyüyebilmesi için, yaratıcı insanların ortaya koyacağı yeni değerleri karşılaması (finanse etmesi) gerekir... Ama ne var ki, şimdiye kadar insanlar, ürettikleri yeni şeylerin pazarda veya bir kapitalist gözünde (indinde) değer kazanmasıyla yaratıcı (kreatör) sayılıyor, dolayısile de yaratılanın gerçekten yeni bir değer olup olmadığı -hatta faydalı olup olmadığı bile- muğlâk (belirsiz) kalıyordu. Ve o yüzden de, bir nevi “sahtekârlar alışverişi” yoluyla yine spekülâtif kazançlar ve reel olmayan büyümeler (şişmeler) meydana geliyordu... Fakat bugün artık, insanlığın oluşumunun veya “panteist zon”un anlaşılmasıyla birlikte “insânî değer (insanın değeri)” ölçüsü objektif olarak ortaya çıkmıştır; ve onun için de, kapitalist ekonominin “kumar muğlâklığı”na, dolayısile de kapitalizmin spekülâtif ve manipülâtif câzibesine son verme fırsatı doğmuştur; tarihte ilk defa, ve de tarihî devirleri kapatmak üzere... Onun için, siz siz olun da, askerî okul veya akademilerin müfredâtına bir an önce kapsamlı bir “antropoloji” dersi koydurun. Böyle bir yenilikçilik veya ilericilik sizlere yakışır; çünki zâten tarihimizdeki bütün ilerici fikir ve bilimsel bilgiler de, ülkemize sizin vâsıtanızla yayılmıştı... Ayrıca, böyle bir teklifi yapmak, bana da yakışır; zira okullarınızda (Dz. Harbokulu, 1965-66), tam bilimsel bir teoriyi (matriks teori) ilk defa ben okuttum; hem de kiabını yazarak... Kaldı ki, liselerde -ezelden beri (!)- okutulan Newton'un “kütle tarifi” yerine Einstein'ın gelişmiş kütle tarifini koyduran da benim; Balıkesir Lisesi'nde, 1968 yılındaki bitirme sınavlarında -hapis tehditlerine rağmen- sorduğum sualle, Milli Eğitim Bakanlığı'nı, bu yeni tarifi müfredâta almak zorunda bırakarak... Yâni -tamamen orijinal olan- İEB metodolojisinin inşâsından maadâ, mevcut kurumlar içindeki ilericilik çabalarında da öncülüğüm veya inisiyatörlüğüm olmuştur. Hatta ne garip bir tecellidir ki, bana akademik unvan vermekten çekinmiş olsalar da, otorite konumundaki bazı akademisyenlerin, profesörlük tezlerine, orijinal katkılar yaptığım da olmuştur; sevâbına... Onun için şimdi ben diyorum ki, bu dersi vermeye hevesli veya istekli olacak akademisyenlerin, mâlûmât âlimliği taslayarak, -oturmamış bir metodoloji, ve paleontolojiye saplanan görüşler yüzünden- bir “sallama antropoloji” anlatmaması için de, bu dersin münderecâtını, ayrıntılı ve net bir şekilde tespit etmelisiniz öncelikle... Mesela, 1) Taş Devri (ateşin kullanımı öncesi) insanlarının psikolojisi ve sosyolojisi; 2) Tarihî devirlerdeki sosyal-antropoloji; 3) Tarihî devirler içindeki, “taş devri”nin “panteizm”inden, veya “uluruh”çuluğundan gelen insan davranışları ve inanışları; 4) Tarihî devirlerdeki, meditasyon ve inisiyasyon teknik ve usûlleri; 5) Matematik ve fizik gibi tabii bilimlerin, “taş devri”ndeki orijinleri veya temelleri; gibi beş bölüm hâlinde yapabilirsiniz bu tespiti... Tabii ki böyle bir dersi, tek bir dalda uzmanlaşmış (yani at gözlüğü takmış) bir bilim adamı veya akademisyen veremez. Ama artık, bugünkü Dünya'nın karmaşık problemleri de, ancak üç beş “dallanmış” bilimcinin -özel fonlarla- bir araya getirilmesiyle çözdürülebilmektedir; kapitalistlerce... Dolayısile, antropoloji gibi bir konu da, gerçek bir bilim hâline getirilecekse, bu ancak, muhtelif bilimsel dallardaki uzmanların kolaborasyonu ile yapılabilir. Ve de bu konunun (insâniyet konusunun) doğru dürüs bir bilimsel disiplin hâline getirilmesiyle de, insanlığın bütün problemleri çözüm yoluna sokulabilir; özel yatırımlar ve subjektif manipülâsyonlar yapılmadan... Çünki böyle bir ders, sâdece bir öğreti olarak kalmayacak, aynı zamanda bilimsel düşünebilen ve/veya matematiksel mantığı iyi kullanabilen (yani melekeleri sağlam olan) insanların -objektif- seçilimini de gerçekleştirecektir; giderek...
Emperyalistlerin veya Küreselcilerin yaptıkları ve yapacakları bütün psikolojik taarruzlara karşı verilebilecek en anlamlı ve radikal (ve de müessir) cevap budur işte... Çünki böyle bir dersi ihdâs ettiğiniz ân, Irak'ta başınıza geçirilen çuvalı çıkarıp, Küreselcilerin başına geçirmiş olacaksınız; hem de hiç silah kullanmadan... Zira, gündeme getirilecek böyle bir “antropoloji” dersi, “Bilim Dünya'sı”nda bomba etkisi yaparak herkesi kendine getirecek, ve de -bir şekilde- bütün bilim adamlarının katılımını sağlayacaktır. Ki ondan sonra da Kapitalizm, bilimciler tarafından kuşatılarak -bir nevi- intihâra mecbur edilecektir. Çünki bir defa, tüketim ve gösteriş manyaklarını “adam” diye yutturamayan, ve “örnek” gösteremeyen bir kapitalist zihniyet, hızla iflâsa sürüklenecektir. Sonra da mesela, sürü gibi güttükleri dindarların, esas çobanlarının (peygamberlerin), “taş devri”nden bile habersiz olan, veya o zamanlarda da kendileri gibi düşünenlerin (başka peygamberlerin) yaşadığını var sayan, dolayısile de -ahlâkî kuralların, bu peygamberler tarafından, Tanrı'ya atfen vaz edildiği (ve/veya dikte edildiği) inancını yaymalarıyla- ardılları tarafından kolayca istismar edilen garibanlar oldukları anlaşıldığında, kapitalistlerin eli daha da zayıflayacaktır. Çünki ahlâkî kuralların, peygamber emirlerinden değil, ritmik âyinler (danslar) neticesi ortaya çıkan “tabu”lar gibi fiilî yasaklardan (engellerden veya frenlerden) neşet ettiği, dolayısile de bunların düzenlenmesi veya güncellenmesinin, din adamlarının patentinde kalamayacağı anlaşıldığında kapitalistler, din adamlarını çoban, dinleri de “kitle güdüm aracı” olarak kullanamayacaklardır...
Bakın general!.. “28 Şubat Süreci”ndeki -bir türlü somutlaştırıp da itiraf edemediğiniz, ve de adam gibi bir özeleştiri yapamadığınız- hatânızın esâsı neydi biliyormusunuz?... Hukuk mantığı ile dinlerin mantığının aynı (Aristo Mantığı) olduğunu bilmemeniz; hatta Aristo Mantığı'ndan ve -hele ki- Matematiksel Mantık'tan tamâmen bîhaber olmanızdı... Dolayısile de, gericileri hukukla geriletmeyi, sindirmeyi düşünmeniz ve denemenizdi; ki “icâbında bin yıl sürecek” diye böbürlenerek yaptığınız “savlet”iniz sonucunda, gericiler sizi hukukla kuşatıp esir aldı... Çünki Aristo Mantığı, “mutlak eşitlik” prensibi ve “sıradışı varlık” kavramı gibi genel kabulleriyle paradoksaldı; ve netice itibâriyle de, yerinde sayanlardan (gericilerden tutuculardan) yana yontar veya çalışırdı. Onun için de ilericiler daima, bilimin ışığında kânunları yenilemek, güncellemek zorundaydılar... Sizlerin Aristo Mantığı'nı, ve onun gerici (paradoksal) bir mantık olduğunu bilmemeniz, çoğunuzun dogmatik bir kafaya sâhip, gizli, mahcup, veya ılımlı (uyumlu) birer dindar olduğunuzun işâretidir; bir defa daha... Nitekim, gericiliğin veya dinciliğin tanımını bile yapamıyorsunuz doğru dürüs... Halbuki gericilik, “dini sâdece kültürel (folklorik) bir etkinlik olarak görmek ve yaşamak yerine, onun dogmalarına istinâden üretilmiş ve üretilen fikirlerin gerçekçiliğini ve geçerliliğini iddia etmek”tir aslında... Zira insanlığın başlangıcından beri, ölüler veya mezarlar (yatırlar, türbeler) kültü hep olmuştur; ama kimsenin aklına, bunun gerçekçiliğini sorgulamak veya iddia etmek gelmemiştir; sâdece çeşitli ritüeller olarak yaşanmıştır, ve yaşanmaktadır. Dinlerin gerçekçilik iddiası (veya şımarıklığı), bir zamanlar devlet doktrini olmalarından, dolayısile de yeniden devlet doktrini olabilir (hatta olmalıdır) vaadinden kaynaklanmakta, ve onun için de, bir sömürü aracı hâline gelmektedir; fırsatçı düzenbazların elinde... Onun için, Atatürk'ün “hayatta en hakîki mürşit ilimdir” vecîzesini içselleştirebilecekseniz, yani gerçekten Atatürkçü (veya Atatürk ardılı) olabilecekseniz, önce “bilim”in -felsefeden ve ideolojilerden ayrımını da belirleyen- tanımını öğrenecek, sonra da bir bilimsel metodolojiyi (teoriyi), küresel ve hatta evrensel çapta tatbîkâta sokmayı başarabileceksiniz. Zira, bilimsel teorilerin yersel (izole) tatbikatları, hiçbir yarar sağlamaz ve de teoriyi doğrulamaz... Ki işte ben de, bunun yolunu gösteriyorum sizlere... Tıbbiye, Mühendis Mektebi gibi birçok eğitim (öğretim) müessesesini ilk defa siz kurduğunuz gibi, Tarikat'ın, “herkes her bilgiyi anlayamaz” düsturu ve Zâviye (inisiyasyon) seçilimi mûcibince geliştirilmiş olan, en modern “antropoloji” eğitimini de siz başlatın, başlatmalısınız; insanlığın en muhtaç olduğu bu zamanda... Zira, “tapınç (niyâz)” kültüyle, ve kapitalist zihniyetle meşbû olan hiçbir kafa, göstereceği her türlü çabaya rağmen, bazı bilgileri öğrenemiyeceğini, dolayısile de bazı statüleri kazanamayacağını anlayamaz. Ve onun için de, böyle bir dersi, kendi eğitim kurumlarının içine sokturmaz. Çünki, Aristo Mantığı'na, dolayısile de hukuk ve din mantığına terstir bu düşünce... Ama Ordu'nun, böyle bir “düşünce-davranış” disiplinine kuvvetle ihtiyâcı vardır; hem kurmay subaylar arasından “mareşal” tandanslıları ayıklayabilmek, ve dolayısile üst komuta kademelerine -konformist, kariyerist ve oportünist generaller yerine- “inisiyatör” komutanlar geçirebilmek için, hem de Atatürk Ordusu'na, her türlü gericilik (dincilik) sızmasına veya epidemisine karşı, kesin bir bağışıklık kazandırmak için... Yani son tahlilde, Antropoloji (insâniyet bilimi) denilen “düşünce-davranış” disiplini öyle bir bilgidir ki, onu ancak -fıtraten- adam olanlar anlayabilir; ve de adamlaşamayacak enciklerin doğumlarını önlemeye çalışır...
Osmanlı mevâlisinden üremiş, ve Atatürk düşmanı olarak yetiştirilmiş olan “köy-kasaba” tosuncuklarını -imamlarının riyâsetinde- ele geçiren Amerikan emperyalizminin bizi gütmesine asla izin veremeyiz... Biz, son dinin son bayraktarları (inisiyatörleri) olarak Viyana'ya kadar gitmiş, ve dönmüşüzdür... O zamanlarda gerçekleştiremediğimiz “tevhid”in, bugün -Amerika'nın güdümünde- hayalini kurarak kendimizi kullandırtmayız... Bundan böyle bizim görevimiz, son dinin -bile- “tevhid”i sağlayamadığının bilincinde olarak, dinlerin devrini, yani tarihî devirleri kapatmak, ve de “bilimsel tevhid”i gerçekleştirmek üzere, insanlığa önderlik etmek olmalıdır; olacaktır...
KEŞKE, TSK'DAN KAFALI VE CESUR BİR GENERAL ÇIKSA DA, TÜRKİYE'NİN -EN AZINDAN FİKİR ÜRETME BAKIMINDAN- ÖZGÜR OLDUĞUNU, VE DE ATATÜRK ORDUSU'NUN ÖNDERLİK VASFININ DEVAM ETTİĞİNİ İSPATLASA!...
Ali Ergin Güran: 16/08/11