Kürt İsyancılar'a, Hâlisâne ve Âkılâne Bir  Tavsiye Olarak...

Önce, İnsanlık Nedir?...

Evrende bilinçlenen ve bilgilenen yegâne varlık olan “insan”ı, mevcûdâtı yaratan ve devindiren “Tanrı” adındaki bir transandantal şuurun tecelliyâtı olarak anlamak  mümkündür; ve böyle bir anlayış -paradoksal olmayıp- matematiksel mantık bazında doğrudur da... Çünki bir defa, canlılar âlemi, fizikî âlem'in “eylemsizlik prensibi” ve “termodinamiğin ikinci prensibi”  gibi temel kânunlarını inkâr (negasyon) ederek varolmuş, sonra da insanlık, canlılığın “beslenme” ve “üreme” gibi iki ana karakteristiğine -ritm melekesiyle- karşı çıkıp, bu hususta “tabu”lar ihdâs etmek sûretiyle irâde geliştirerek zuhûr etmiştir. Dolayısile de, “evrensel (total) devinim diyalektiği” siklusunun, sentez konumundaki -nihâi- ucu olarak yegâneleşmiştir; insan... Bu da demektir ki, Kâinât'ta, “insan”lıktan başka şuurlu varlıklar aramak, Dünya'yı (veya insanlığı) Evrenin geometrik merkezi sayan, Ortaçağ'ın dinsel anlayışına tepkiyle ortaya çıkmış, pozitivist kafaların uydurduğu bir fantazi veya “abesle iştigâl”dir. Zira bu pozitivist kafalar, Dünya'nın -ve İnsanlığın- “evrensel (total) devinimin ucu” anlamıyla bir “tek merkez” olabileceğini düşünememektedirler...  Hiç kimse, -zamanın izâfîliğinin aldatıcılığına kapılarak- “insan”ı mıymıntı bir varlık olarak görüp, onu “tanrısal”lığa yakıştıramama gibi bir yanlış kanıya saplanmamalıdır. Zira Kâinât'ın 14 milyar yıl kadarlık ömrü içinde, “insan”ın varoluş süresi, “göz açıp kapamak”tan daha kısadır; ve ondan dolayı da, ikinci defa gözünü açtığında, Evren'in -Termodinamiğin II. Prensibi mûcibince- ölüme gidişini tersine çevirecek bir potansiyele sâhip olduğu gâyet açıktır; gelişme ivmesi de gözönüne alındığında... Herne kadar şu sıralar, Kapitalizm ideolojisi mârifetiyle insanlık, “zarar veren ve zarar gören” taraflara sahip vahşî bir rekâbet anlayışıyla, üremeye, çoğalmaya ve şişmeye (fuhşa ve obeziteye) yönelmiş tüketiciler mesâbesine düşmüş olsa da, bu zihniyet aşıldıktan sonra mutlaka, ve kalite farkıyla, “akıl için tarik birdir” anlayışına veya “Tanrısal Yol”a geri dönecek, ve de devrimsel gelişme ivmesini yeniden -ve kalıcı olarak- tutturacaktır. Çünki insanlar, Kapitalist ideolojinin esâretinden kurtulunca, bir atletizm yarışmasındaki gibi, biribirlerine zarar vermeden rekâbet etmeyi, ve böylece de istikbâle doğru bir “Tanrısal Yol” döşemeyi başaracaklardır.   Bunun için esas mesele, Kâinât'ın devinimini sağlayan (veya devinimin ta kendisi olan) Tanrı adındaki transandant (aşkın) şuurun, nerede, ne zaman ve hangi kişilerin şahsında odaklandığını veya yoğunlaştığını (veya yoğunlaşabileceğini) bulabilmek ve de böyle kişilerin seçilimini gerçekleştirebilmek, daha doğrusu bu seçilimin önündeki engelleri kaldırabilmektir... Tarihin ilk aşamalarında böyle adamlar, güçlerini, mârifetlerini fiilen göstererek, -ve bu arada, tanrıların kimi tuttuğunu anlamak için savaşarak- âdetâ bir “doğal seleksiyon”la seçiliyorlar, ve de halklarını yönlendirip kültürlerini oluşturuyorlardı. Ve onun için de kendilerini, tanrı veya tanrının bir yakını veya elçisi (peygamber) olarak nitelendiriyorlardı; ki onların bu iddiaları, muayyen süreler ve çerçeveler zarfında mantıkiydi de... Ancak yanlışlıklar ve “istismar”lar, onların tanrısallıklarının mutlaklaştırılmasıyla, ve de bu yüzden türeyen ardıllarının düzenbazlıklarıyla ortaya çıkıyordu. Zira zaman (ve mekân) içindeki hiçbir varlık, mutlak (yani kendi kendine eşit veya değişmez) olamaz, ve mutasavver dahî olsa, mutlak bir -başka- varlıkla mutâbık veya özdeş düşünülemezdi... Ondan dolayı da gelişmiş uygarlıklarda, böyle adamların -“tarikat” adı verilen sistematiklerde- seçilimi için, bir takım “inisiyasyon” kriterleri veya “insâniyet” ölçüleri ihdâs ediliyordu... Fakat daha sonraları, “para”nın icâdı ve kapitalist zihniyetin ortaya çıkmasıyla, sözkonusu insâniyet kriterleri veya ölçüleri unutuldu; ve dolayısile de, “adam”  olarak sâdece, zor ve hileyle ilk birikimlerini yapıp, sonra da spekülâsyon ve manipülâsyonlarla para kazanan sermâyedarlar ile  hükümdarlar kabul edilir, ve örnek alınır oldu... Ancak bugüne gelindiğinde de anlaşıldı ki, insan seçilimi doğru yapılamazsa (ki Kapitalizm'de yapılamıyor), insânî yaratıcılık geriliyor, ve gereği kadar yeni değerler yaratılamayınca da, kaçınılmaz olarak -peryodik ve hatta katastrofik- iktisâdi krizler, dolayısile de savaşlar meydana geliyor; ve insanlık kendi kendini yiyor. Yâni bir bakıma, dînî nass'larla (dogmalarla) teşvik edilen ve Kapitalist ekonomiye “büyüme” imkânı sağlayan üreme (nüfus artışı), “ekonomi-politik”in iç mantığı mûcibince kapitalistlere, kitlesel insan itlâfı (!) hakkını da veriyor... Demek ki insanlığın karşısına, Rab, God, Allah filân adlarıyla bir ulu “kişi”lik çıkarmak, ve onlardan buna tapınmalarını ve dua (veya niyâz) etmelerini istemekle hiçbir şey hallolmuyor; bilâkis, hem ortaya çıkan “tanrı yârânı” hiyerarşisinin “müsbet seleksiyon”u bozması hasebiyle, hem de -bilimsel “pozitif seleksiyon”un tâyin edeceği- “tanrısal yol”un üzerine bir “herşeye karışan hayâlet (put)” engeli konulmakla, insanlık, kapitalizmin çıkmaz sokaklarında (yapısal krizlerinde) boğulmak isteniyordu; mukadder ve mukaddes  bir “Kıyâmet” adıyla meşrûlaştırılarak... Çünki evrensel devinim diyalektiğine uygun olmayan bir doktrin (semâvî dinler), bir süre sonra -kısır döngüsünü tamamlayıp- kendi kendiyle çelişir ve çıkış amacının tam tersine hizmet eder hâle geliyordu; tabiatıyla... Yâni aslında, “tanrı-kral”lar ve peygamberler, kullandıkları Aristo Mantığı ile nedenlerini anlayamadıkları için, “tabu”ları, “tanrı” adındaki “kişi”liklere atfen serdettikleri bazı sosyal ve ahlâkî kurallar tahtında iptal etmiş veya yıkmışlardı. Ama şimdi, Diyalektik Mantık ile “tabu”lar, -içgüdüleri frenleyen “sayma”, “sıralama” melekelerinin mahsûlü olarak- açıkça anlaşılıp da, önümüzde dosdoğru bir “tanrısal yol” açılınca, dinlerin “tanrı” adındaki şahsiyeti, insanları “tapınç kültü”yle oyalayan yıkılası bir put hâline geldi. Çünki mesela, aldığı oral ve anal hazları, “tanrı”nın ödülü gibi anlayan, ve de bunları çoğaltmaya çalışan bir dindarın, -hangi, şeklî din kurallarına uyarsa uysun, ne kadar tapınırsa tapınsın- hem kendinin, hem de çevresinin melekelerini bozarak, sersemliğe, psikopatiye, seksopatiye ve obeziteye yol açan bir insâniyet zararlısı olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır artık... Ve dolayısile de, insanların “ölümsüzlük” idealinin, “tanrı” adındaki bir şahsiyetin, kendisine yarananlara bahşedeceği  “cennet”le değil, ancak, “total diyalektik devinim” anlamındaki (veya “tanrısal yol”daki) gidişâta yapacakları katkılarla gerçekleşebileceği anlaşılmaktadır... O halde netice itibâriyle denilebilir ki, fizik, matematik ve antropoloji'deki son gelişmeler (keşifler) muvâcehesinde anlaşıldığına göre, dinler ve onlara bağlı olarak Kapitalizm, ve dolayısile de tarihî devirler bitmiştir; bitmektedir artık... Zira bugün, bilimsel olarak anlıyoruz ki, bir “kaos”tan, Büyük Patlama (Big-Bang) denilen olayla birlikte Fizikî Âlem, ve onun “eylemsizlik prensibi” ile “entropinin artışı prensibi” adındaki temel yasaları zuhûr etmiştir. Ve Büyük Patlama'dan sekiz milyar yıl kadar sonra da, Dünya dediğimiz gezegenin yüzeyinde husûle gelen ikinci bir “kaos” neticesinde, bütün zamanları aşacak kadar uzak, veya yok denecek kadar ufak bir ihtimâlin gerçekleşmesiyle protein molekülü oluşmuş ve Canlılar Âlemi'ni yaratmıştır; “üreme” ve “beslenme” dediğimiz temel yasalarıyla birlikte... Ama  - “zaman” dâhil bütün disiplinlerin dışındaki bir hâl olan, ve Grek mitolojisinde yaratıcı boşluk ve/veya Tanrı anlamlarına da gelen- her “kaos”, kendi disiplinlerini veya yasalarını yarattığından, Canlılar Âlemi de bu yüzden, Fizikî Âlem'in “eylemsizlik”le ve “entropi”yle ilgili temel yasalarını inkâr ederek (olumsuzlayarak), Fizikî Âlem'in “anti-tez”ini oluşturmuştur... Ve bu Canlılar Âlemi'nin içinde, oluşumundan 5-6 milyar yıl kadar sonra husûle gelen üçüncü bir “kaos” vaziyetinden de, ritmik davranma ıstırârındaki (veya “ritmik davranma” yasasıyla birlikte)  “insan” zuhûr ve temâyüz etmiştir. Ki bu yaratık da, -sonsuz kere deneme yapmayı gerektirdiği için- refleksif davranışlarla kazanılamayacak olan bir yeteneği kazanıp, hiçbir hayvanın başaramadığı bir şekilde “ateşi kullanmak”la birlikte, aynı “ritm melekesi”nin zoruyla, canlılığın iki temel kânunu olan “beslenme” ve “üreme” içgüdülerinin önüne “tabu”lar dikmiş, ve böylece de (varoluş prensibiyle), Canlılar Âlemi'ni inkâr etme azminde olduğunu göstermiştir. Ve bu şekilde de, Kâinât'ın total deviniminde -diyalektik siklusu tamamlayacak “sentez” ucunda bulunup- “başı çeken (inisiyatör)” görevi ile yükümlü bulunduğunu anlama yoluna girmiştir. Ve en sonunda, “bilim”de  ulaşılan bugünkü aşamada da insanlık, dinlerin, “öteki”leştirilmiş “tanrı” anlayışından kurtulması gerektiğini  açıkça bilince çıkarmıştır. Zaten 20.Yüzyıl'ın başında idrâk etmiş olduğumuz Russell Paradox vâsıtasıyla da, kesin bir şekilde anlamışızdır ki, bir “sıradışı varlık” kabûlü, akla ve bilimsel (matematiksel) mantığa aykırıdır. Sıradışı varlık kabûlü, felsefe, ideoloji ve dinlerin ortak mantığı olan Aristo Mantığı'nın, paradoksal bir zırvasıdır; ve onun için de, daima metafizik referanslara mecbur bırakmaktadır insanları... Netice itibâriyle denilebilir ki, insanların ritmik davranma ıstırârı veya “ritm melekesi”, fizikte “zaman” kavramını, matematikte de “well-ordering principle” aksiyomunu doğurmuş, ve/veya tâyin etmiştir. Yâni, ritmik davranan bir suje (gözlemci) olmadıkça “lineer zaman”ın, ve zaman olmadıkça da  bir objenin (varlığın) sözkonusu olamayacağını gösterircesine; hem de Kuantum Teorisi'nin, “sujenin (gözlemcinin) hâl ve harekâtının, objelerin hallerini belirlediği” şeklindeki prensibini te'yiden... Ve böylece, “tanrı” kavramı artık, bilimsel (matematiksel) mantıkta da yerine oturmuştur: “Bütün zamanların ve total sıralanmanın hem en başında, hem de en sonunda -hem sanal, hem de gerçek olarak- düşünülebilen bir bilinç odağı” gibi bir tanımla... Yâni “hem, insanların bilinçlerinin, ezeldeki sanal odağı (ki insanların ortak kişilik profilini belirleyen ışınlar, o odaktan, O'ndan doğru geliyormuş gibi görünür), hem de insanlığın, âhirde odaklanacağı gerçek -transandant (aşkın)-  bilinci” anlamıyla...  Hem de nedensellik mantığının -eskiden beri- dayatmış olduğu, “bütün nedenlerin nedeni, ve bütün sonuçların sonucu” şeklindeki tanıma paralel olaraktan... Ve nitekim, “insan”ın yeteri kadar yapacağı ve -bilgisayarlara- yaptıracağı “sayma-sıralama” işlemlerinden sonra, her bilinç aşamasına ulaşabileceği de, daha şimdiden, teorik olarak mümkün görünmektedir... Hem zâten, tarihteki bütün büyük uygarlık dönüşümlerinde, nasıl ki, “tanrı” kavram(lar)ı da yeniden veya güncellenerek târif edilmişse, “tarihî devirlerin bitişi” anlamındaki bugünkü büyük dönüşümde de, “tanrı” kavramının, tüm insanlığın kabul edeceği bir bilimsel şekilde tanımlanması, artık mantıkî bir zorunluluktur; Kapitalizm'i, ve -dindarların çok hevesli (!) oldukları- Kıyâmet'e gidişi durdurmak için... Ama tabii ki, kültürel ve/veya folklorik bazda her topluluğa, istediği tanrıya tapma ve istediği ibâdet ritüellerini uygulama serbestîsini de tanıyarak... Zira “öbür dünya” fikri ve “ölüler (yatır)” kültü, insanlıkla birlikte varolmuş ve dinler şeklinde devam etmiştir; onun için bundan sonra, çocuk oyunlarına kadar düşseler de -şekil değiştirerek- sürecek olan, kültürel inanç rezidüleri ve etkinlikleri arasında sayılmalıdırlar...

Sonra, Bizler Neyiz, Ne Yaptık ve Ne Yapıyoruz?...

1960'larda, “karga” gibi kılavuzlara, ve onların empoze ettiği “şablon”lara uyarak ayaklanan gençlerin en samimi ve inisiyatör karakterli olanları, 1970-80 aralarında  acımasızca katledildiler. Geri kalanları ise, ya münâsip şekillerde ve fiyatlarla satın alındılar ve/veya dejenere oldular; ya da MİT nâmına politik manipülâsyonlar, provokasyonlar ve kayıkçı döğüşleri yapma görevine soyundular; kişisel ve grupsal olarak... Bu durumda, NATO'culara teslim olmak istemeyen -aklı başında- bir Türk'ün tutabileceği tek yol vardı, “bilimsel soyutlamalara ve analizlere girişip, insanlık hakkındaki eski teorileri kritize ederek yeni bir -bilimsel- metodoloji yaratmak..”... Zira Türkiye, Atatürk'ten sonra, -sırtını birilerine dayamak ıstırârı anlamındaki- kişilik (bireylik) zaafiyeti ile mâlûl, ve de etrâfına yâran (çömez, mürid) toparlayarak kişilik edinmek şeklindeki geleneksel (ve dinsel) Kürt zihniyetiyle meşbû olan İsmet İnönü vâsıtasıyla, -Sovyetler'den sakınma telâşıyla- azman devlet ABD'nin kucağına oturtulmuştu. Dolayısile, bağımsızlığı ve özerkliği yeniden kazanmak için artık, “Sovyet”  desteğine bel bağlamak da beyhûde idi... Hem zâten “Sovyetler” de artık, yaratıcılığını veya inisiyatörlüğünü kaybetmiş, ve Kapitalizm'le kısır bir çelişki içine düşmüş, veya bir antagonizmaya saplanmıştı. Bu durumda yapılması gereken, Kapitalizm'in, insanlığın çıkışına (varoluşuna) ters olan çözümsüz çelişkisini (antagonizmasını) bulup ortaya çıkarmaktı; Marxism'i de aşarak, veya “Extension of Marxism” yaparak... Nitekim ben de, sosyalizme dâir ilk kitapları okuduğum 1965 başlarından itibâren, “insanlık hakkında bilimsel fikir yürütebilmek için, insanın hayvanla kategorik farkının (aklın) nesnel olarak belirlenmesi gerektiği”ni anlamış, ve düşüncemi hep bu argüman (yöneliş) etrafında geliştirmiştim; komünizan slogan ve şablonlarla yaratılmış bulunan bir “devrimci argo”nun çekiciliğinde, bana “örgüt” kurdurmaya (veya beni “örgüt” lideri yapmaya) çalışan birçok ajan, psikopat ve “şizoit”in gayretlerine rağmen...  Ama bugün görüyorum ki, BDK'yı teşkil eden kadrolardaki bir takım kişiler, ve hatta PKK'nın bazı üst yöneticileri, 1960'larda ve 1970'lerde bizimle aynı sol ve sosyalist çizgide mücâdele eden Kürt arkadaşlarımızın kardeşleri ve çocukları... O halde demek ki, bugünkü Kürt isyânını, tarihteki gerici (dinci) isyanlarla ilişkilendirmek pek doğru değil... Onun için, bugünkü Kürt isyânını, Türkiye'yi millici çizginin (plâtformun) üstüne taşımak için mücadele veren sol ve sosyalist kadroların, NATO'cular tarafından hunharca ezilmesi üzerine, düzenli geri çekilmesini bilen bazı Kürt kökenli kişilerin, Kürt kültürü zemininde, Kürt kabile (klân) “asabiyyet”inin veya “etik disiplin”inin gücüne dayanarak başlattıkları, bir karşı taarruz gibi anlamak da mümkündür. Yani benim, teorik plâtforma çekilerek sürdürdüğüm stratejik mücadeleyi, “lâik millici” seviyeyi tutturmuş bir kısım Kürtler de, pratikte “şiddet kullanarak kendilerini savunmak” şeklinde devam ettirmişlerdir; diye düşünülebilir... Ancak şimdilerde, ABD adındaki azman devlet Türkiye'yi, -İran'a karşı tasarladığı-  Ortadoğu Bloku'nun köşe taşı yapmak üzere stabilize etmek için, Türkiye halklarını ılımlı bir “İslâmî zemin”de birleştirmeyi düşünmektedir. Ki bunu, açgözlü (görgüsüz) ve ihtiraslı politikacılar vâsıtasıyla ülkeyi (ipotek karşılığı) borç paraya gark ederek yapabilir de... Zira böyle bir (para pompalanan) politikayı (politik kadroyu), seçimlerle değiştirebilmek mümkün değildir; halkın alıştığı ekonomik düzen aynen sürerken... İşte böyle bir süreçte, BDP ve PKK içindeki millici lâik Kürt liderler, anarşizan (amaçsız) bir terörizme saplanarak tecrit olmakla, şıhların seyyitlerin güdümündeki sivil ve askeri bürokratlar hâline gelmek ikilemi karşısında kalmaları kaçınılmazdır. Nitekim muzaffer Atatürk Ordusu'nun bile, bugünlerde -NATO'nun da manipülâsyonuyla- şeyhlerin, imamların güdümüne girmekte olduğunu, hazin bir tarihî ders olarak görüp yaşamaktayız; ki bu âkıbette, geleneksel Kürt gericiliğinin (Şâfî taassubunun) rolü de büyük olmuştur... Kaldı ki, sözkonusu isyancı liderler, gerici (dinci) Kürt kitlelerinin bir kısmını, iknâ ederek kazansalar ve Türk gericileriyle savaşarak bir Kürt Milli Devleti kursalar bile, Küreselcilere, ipotek karşılığı borç verilecek bir müşteri daha kazandırmaktan başka bir şey yapmış olmayacaklardır. Ve de netice itibâriyle, NATO'nun güdümünde “Türk Milliyetçiliği”ne saplanarak -her bakımdan- küçülen bir Türkiye ile, Emperyalizm'e (veya Küreselcilere) ipotek edilerek kurulmuş -lâf'da bağımsız- bir Kürdistan ortaya çıkmış olacaktır. Ama bu “milliyetçi” Kürdistan, Atatürk'ten daha fazla îtibâr gösterilen (biat edilen) bir lider dahî çıkarsa, -Lozan antlaşmasında verdiği söze binâen, bütün borçlarını ödeyen- Türkiye Cumhuriyeti kadar bile “bağımsızlık” yüzü göremeyecektir... Halbuki, gerçekten zulme karşı -ölümü göze alarak- isyan eden kişiler, herşeyden önce insanlığı(nı) savunuyor demektir; ki başlangıçtaki o saf halleriyle, tanrısal bir özgürlük ve bağımsızlık duygusunun timsâlidirler. Ama pratikte yol alırlarken, mutlaka, insanlığın ne olduğunun da bilincine varmak zorundadırlar. Aksi halde, geçmiş tarihî süreçler içerisinde, insanların kitlesel olarak güdülmesinde kullanılmış -ve bugünkü insanların da zihinlerine kazınmış- bulunan, Rab, God, Allah vs. adlarındaki tarihî put (ve ideolojisi) vâsıtasıyla, mevcut egemenlere (kapitalistlere) râm olmaları, ve hatta onların taşeronu  durumuna düşmeleri kaçınılmazdır. Bu âkıbete, yakın tarihten hazin örnekler olarak, Sovyet devrimcileri (Leninist'ler) ile Atatürk devrimcilerini göstermek mümkündür... Onun için, gerçek devrimciler veya ilericiler (inisiyatörler) daima, insanlığın ne olduğunu düşünmek, ve de insanın hayvandan farklılaşması zonunu yaşayıp yaşatmak zorundadırlar. Yâni Antropoloji ilmini, hem bir -didaktik- öğreti ve meditasyon (murâkabe: iç kontrol)  teknikleri eğitimi olarak, hem de insan seçilimi (inisiyasyon'u)  sistematiği olarak hayata (eğitime) geçirmek mecbûriyetindedirler. Ondan sonradır ki, hiçbir tarihî doktrin veya ideoloji (dinler bile), realiteyi etkileyip insanlığın ilerlemesine mâni olamayacaktır... Nitekim, Anadolu birliğini kuran ve bu yarımadaya Türkiye dedirten “Türk Rûhu” da, ilk Dânişmendiye yerleşimlerinden (yâni 1071 öncelerinden) itibâren oluşan Fütüvvet ve Tarikat sistematiğinin, “zâviye” adındaki müessesesinde, “kadem”li (yâni, düzgün ritmik adımlarından, sağlam “ritm melekesi”ne sâhip olduğu anlaşılan)  adam seçme-yetiştirme (inisiyasyon) usûlleriyle, yâni bir nevi “tatbîkî antropoloji bilimi” ile teessüs etmişti. Hatta, Osmanlı'ya, o kadar güçlenme ve yayılma potansiyelini sağlayan da, aynı “maddî ruh”tu... Yoksa Osmanlı'nın, Saltanat oligarşisi tesis ederek Yezidleştikten sonra yaydığı dogmatik (Sünni) din doktrininin, Türklükle yâni bağımsızlık, özgürlük ve yaratıcılık anlamındaki “Türk Rûhu” ile hiçbir alâkası bulunmamaktadır... Bu arada, bir kısım Kürtlerin de (genellikle Zaza'ların), sözkonusu Türk Tarikat Sistematiği'nin tesirinde kalarak, bir takım tarikatımsı yapılar oluşturup, kişisel eğitime ve bireyselliğe önem verdiklerini de görmekteyiz... Ama Güney'deki Kürtler, kadîm uygarlıklardan bakiyye olan kastlarını hiçbir zaman bozmamışlar, dolayısile de, idârî ve dînî liderliği bir arada temsil eden ağa, şıh, çeribaşı gibi başkanlar, kendi soylarından olanların dışında, kimseyi adam yerine koymamışlardır. Ve böylece de, idârecilerine yaranamadıklar halde, kendilerini ifâde etmek isteyen   “birey-insan”ları, bir -dinsel- eğitim alternatifinden de mahrum bırakarak, onların isyancılığı (dağa çıkmayı) gelenekselleştirmelerine yol açmışlardır; her birey'e şövalye olma yollarını açık tutan “feodalite”nin aksine... Ve onun için de, Kürt bireylerinden sâdece, başka iktidarlara veya devletlere sığınanlar kendilerini gösterebilmiş, ve adam yerine geçebilmişlerdir; ama tabii ki, Perslerin tanrısal krallarının, ve Arapların ulvî halifelerinin  hükümrân olduğu bölgelerden çok, Türk Tarikat Sistematiği'nin tesiri altındaki yörelerde... Ve bundan dolayı da, Türklere ayrı bir sempati duymuşlardır...  Yâni Kürt toplumsal üniteleri veya aşiretleri, Batı'daki -dînî ve idârî liderliklerin ayrı olduğu- feodalite'ye değil, kadîm Hint, Sümer, Âsur, Pers imparatorluklarındaki veya uygarlıklarındaki, doğrudan “tanrı-kral”lara karşı sorumlu olan başkanlara (çeribaşı'lara) sâhip “kast”lara benzerler aslında... Onun içindir ki Kürt kastları (aşiretleri), İslâmiyet döneminde de, doğrudan Sultanlarla anlaşmış ve arkaik toplumsal düzenlerini bozdurmamışlardır. Ve bu arada, en ufak bir şüpheye de mahal bırakmamak için, “kraldan fazla kralcı” kesilerek, İslâmiyetin Saltanat versiyonlarının ilki olan -ve de güdüme müsâit tek tip insan yetiştirmeyi amaçlayan- “sünnî”liğin en koyusunu (Şâfii'liği), kendilerine din olarak almışlardır... Yâni son tahlilde denilebilir ki, Kürtlerin geri kalmasının başlıca sebebi, Ortadoğu'da kadîm kastî yapılarını bozdurmamış yegâne halk  olmalarındandır. Ve bu yüzden, “tarikat” sistematiği de bu topluluklarda tam anlamıyla (Zâviye seçilimiyle vs.) tutmamış, ve de ancak “tarikat” adı takılmış cemaatlerin oluşmasına yol açarak, “tarikat” konseptinin yozlaşmasına hizmet etmiştir... Benzer sahtekârlığı ve sûistimâli Osmanlı Saltanatı da yapmış, ve Hacı Bekdaş Velî, Yunus Emre vs. gibi -ceht üzre oldukları için namaz kılmayan, içki içen, dans (semah) eden, yâni aslında insanlığı, “insan oluşumu”nu anlamaya çalışan- Türk Tarikat Sistematiği'nin ulularını, Sünnî mezheptenmiş (yâni fiks müslümanlardanmış) gibi lânse ederek halkların kafasını serseme çevirmişlerdir... Yâni netice itibâriyle denilebilir ki Türkiye, yozlaşarak saray entrikalarına mahkûm olan Osmanlı Hânedânı ve Kürt kastlarının el birliği ile  geri kalmış veya bıraktırılmıştır aslında... Mesela Osmanlı'nın son zamanlarında da, Doğu'nun güvenliği, Padişah adına görev yapan Aziziye, Hamidiye  isimli Kürt birliklerine, Istanbul'un âsâyişi, Kürt bekçi ve zaptiyelerine havâle edilmiştir... Yâni aslında, 1826'da Yeniçeri Oçağı imhâ edilip Türk Tarikat Sistematiği'nin bel kemiği olan Bekdaşî'lik de yasaklandıktan sonra, Türkler veya Türk Rûhu, emperyalist devletlerle sosyo-ekonomik işbirliğine giren satılmış padişahlara esir düşmüştür. Ki bu esâretteki gardiyanlığı da, eski Osmanlı devşirmelerinin torunları olan göçmenler ile yeni devşirilme (asimile) Kürtler yapmışlardır... Bir ara (I. Dünya Savaşı sonunda), Sovyet ihtilâlinin rüzgârı, ve Atatürk gibi bir  inisiyatör kişiliğin dirâyetiyle, bağımsız ve özerk bir Türk devleti teşkil edilmişse de, O'nun ölümünden sonra başa geçen Kürt İsmet (İnönü) mârifetiyle (!) tekrardan Batı'ya ve NATO'ya teslim olunmuştur. Yâni bugün Kürt gerillaları, bir ordu ile savaşıyorlarsa, bu ordunun eğitiminin de, karargâhının da NATO'nun kontrolunda olduğunu unutmamalıdırlar. Ve Türk gericilerinin (dinci ve milliyetçilerinin), “PKK'yı Amerika destekliyor!” diye yırtınmalarının, bizim için hiç bir anlam ifâde etmediğini de bilmelidirler... Demek ki bu gerçekleri açıkça görüp, tespit ve kabul etmeliyiz herşeyden önce; ufkumuzun veya görüş sahamızın vuzûha kavuşması için... Ve bu arada Türkiye'nin -göçmen veya mülteci (sığınmacı) insanların hissiyâtıyla körüklenip, asimile olmuş Kürtlerce savunulan- bir ilkel milliyetçilikte çakılıp kalmasının sorumluluğunu da, Kürt aydınlarıyla birlikte paylaşmalıyız; en büyük Türkçülük ideoloğunun (Ziya Gökalp'in) Kürt olduğunu da hatırlayarak... Yâni demem o ki, Kürt aydınları, kalkışmanın heyecanına kapılıp, Batı'nın da dolduruşuna gelerek, ucuz hamâsetten “tarih” bilgisi üretmeye kalkmamalıdırlar; Türkçüler ve -hatta- Atatürkçüler gibi hüsrâna uğramamak için... En iyisi, bugün de devam etmekte olan “isyan”ın, 1960'lardaki çıkış çizgisini hatırlayıp, o günlerden beri -gâyet izole ve zor şartlarda- kafa patlatan Türk düşünürleriyle de kolaborasyona girerek hedefi, “evrensel insâniyet” seviyesine kadar yükseltmektir... Savaşan taraflardan verilen bütün canlar, ancak bu sûretle oluşacak “insâniyet rûhu”na şahâdet eden elemanlar olarak, bir anlam ifâde edeceklerdir...

Nereden Geldik, Nereye Gidiyoruz; veya Gitmeliyiz?... 

Onbirinci Yüzyıl ortalarında atalarım, Kuzeydoğu Anadolu'nun iç kesimlerinde, daha doğrusu, sonradan Dânişmendiye diye ünlenen yörenin kırında şehirinde, zamanın en ileri insâniyet düzenini kurmuşlardı; oraların yerlisi olan Rum ve Ermeni halklarını da entegre ederek... Önceleri Fütüvvet, sonraları da Tarikat denilen sistematikle sağlanan sözkonusu düzen, insanların liyâkat esâsına göre seçilimini (ayıklanmasını), emvâlin mâliyet üzerinden fiyatlandırılmasını, ve de arâzînin (meraların, tarlaların) -sâdece- kullanım (tasarruf) hakkını  ön görüyordu. Yâni zenaatkârlığın yozlaşmasına, spekülâtif kazançlara, ve asalak mirasçı zümrelerin oluşmasına (dolayısile Kapitalizm'e) geçit vermiyordu... İşte, 1071 yılının Ağustos ayındaki Malazgirt Savaşı'nda Sultan Alpaslan'ın kazandığı zafer, bu Türk yerleşimlerinin ve/veya yönetimlerinin yardım çağrısı üzerine, ve de Büyük Selçuklu Devleti'nin, Bizansla -teritoryal bölge paylaşımı- rekâbeti yüzünden, ve biraz da tesâdüfen, mecbur kalmış olduğu bir “fütuhhat tastîki” işleminden başka bir şey değildi aslında... Yoksa, Dânişmandiye'lilerin din anlayışıyla, -Alpaslan'ın, Emir'i olduğu- Abbasi Hilâfeti'nin din anlayışı arasında dağlar kadar fark vardı... Yâni son tahlilde, Anadolu fethini fiilen -yeni sosyo ekonomik düzenlemelerle- başlatan, Dânişmendiye yerleşimleri, Bizans'in silâhlı kuvvetlerini dağıtarak onların yolunu açan da, Büyük Selçuklu Sultanı Alpaslandır; ki Kürtler, işte böyle bir kritik dönemeçte omuz vermişlerdir Türklere (Anadolu Türk Rûhu'na); işin esâsını bilmeden ve tam bir sâfiyetle... Bu dönemeçten sonra Dânişmendiye'liler süratle toparlanarak, ilk Haçlı Seferi'ne karşı çıkan Türkmen komutan Kılıçarslan'a, hem lojistik, hem de muhârip kuvvet olarak büyük destek vermişlerdir. Ama buna mukâbil, Haçlı dalgaları durulduktan sonra, soylarının Selçuklu sülâlesine dayandığı meşkuk olan, saltanat tutkunu, asâlet sevdâlısı Konya Türkmenleri, Dânişmendiye'lileri büyük yıkıma uğratmışlardır; hem de ağır zırhlı Haçlı Şövalyelerini paralı asker olarak yedeklerine almak sûretiyle... Neyse ki, 1243 Kösedağ Savaşı'nda Moğollar, Anadolu Selçuklu Sultanı'nın ordusunu hezîmete uğratınca, Dânişmendiye Türk uygarlığı, -ferâseti yüksek- “Osmanlı” uç beyliğinden menfez bularak, Cihanşümûl bir imparatorluğa, daha doğrusu Memâlik-i Müttehide'ye can suyu olmuştur. Zira, Dânişmendiye Fütüvveti'nin Seyfîyûn kolu Yeniçeri Ocağı, Şurbîyûn kolu (veya Ahîlik) esnaf ve zenaatkâr loncaları, ve Kavlîyûn kolu da Bekdâşi dergâhları olarak resmen müesseseleşmiştir Osmanlı'da... 1514'de Yavuz Selim Han, “seyyit”lik iddiasıyla tarikat benzeri (taklidi) bir teşkilât kurarak, Anadolu Türkmenlerini ve Zaza'ları iğfâl eden Safevî'lere karşı Çaldıran savaşını kazanıp, 1 numaralı yeniçeri olarak Bekdâşi tarikatını kurtardığı zaman da Kürtler, hayırhah davranarak Türkleri desteklemişlerdir. O sıralar, büyük dedem -Dânişmendiye kökenli- Mevlâna Bekdaş Efendi de, hem Yavuz Sultan Selim'in yoldaşı ve Surre Alayı imamı, hem de İmâm-ı Sultan olarak Yeniçeri'lerin de imamı ve yaşayan Pîr'i sayılıyordu; ki daha sonraları, İstanbul Bekdâşiliği'nin ve dergâhlarının kurucusu olarak, -ismen- Hacı Bekdaş Veli ile karıştırılan bir büyük Pîr hâline gelmiştir... İşte Osmanlı'ya her bakımdan rehberlik (danışmanlık, hocalık, imamlık) yapanlar, Dânişmendiye kökenli ve “ehl-i tarik” olan bu insanlardı; ve Istanbul'un fethinde de, bunların rolü büyük olmuştu. Öyle ki, 16. Yüzyıl ortalarında, Istanbul'un meskûn alanlarının -yaklaşık- 1/3'ü, sözkonusu atalarımın îmâr ve vakfettiği mahallerdi... Ama ne var ki, 1826'daki kopma veya kırılma noktasında bizimkiler, köhnemiş Saltanat'ı ilgâ edelim de, yerine -Fransa'daki gibi- bir “cumhuriyet” rejimi ihdâs edelim mi diye düşünürlerken, çabuk davranarak gâvurlarla (emperyalistlerle) anlaşan Sultan II. Mahmut tarafından -seyfî, kavlî ve şurbî anlamdaki bütün müesseseleriyle birlikte- hunharca imhâ edilmişlerdir. Ki böylece de, bizim “objektif olarak liyâkatli adam seçme (inisiyasyon)” usûllerimiz ortadan kaldırılıp, Kapitalistlerin, kendi “adam”larını seçme entrikalarının -dolayısile emperyalizme bağlanmamızın- yolu açılmıştır. Ve onun için de, 1826'dan beri Türkler (Türklük), özgürlük yüzü görmemişlerdir; Sovyet İhtilâli'nin rüzgârıyla yaptıkları 15-16 yıllık bir “Milli Kurtuluş” kalkışması hâricinde... Herşeye rağmen teşebbüs ettikleri bazı reform etkinliklerinde de, büyük ihânetlere ve yıkımlara uğramışlardır: Mesela, İmâm-ı Sultan Mevlâna Bekdaş soyundan gelen Erzurum Müşîr'i Osman Paşa, Sultan Abdülmecid'i iknâ ederek bir “doğu reformu” projesine giriştiyse, ve hatta -altın- nakit olarak Saray'dan tahsisât bile aldıysa da, seferden bir gün önceki gece verilen vedâ ziyâfetinde zehirlenerek katledilmiş, ve bununla birlikte Kuzguncuk'daki yalısarayı (Batı katpostallarındaki adıyla Kuzguncuk Palas) da kundaklanmak sûretiyle, çoluk çocuğu  (yani ninelerim, dedelerim) perîşân edilmişlerdir; emperyalistlerce güdümlenen -ve yemlenen- “derin devlet” güçleri tarafından... Artık anlayın ki, size “Türklerle savaşıyorsunuz, onun için şu gaddarları her biçimde aşağılayın” diye talkın verenler de, size karşı “gaddar Türk” kesilen göçmenleri ve asimile Kürtleri manipüle edenler de, aynı Küreselci mihraklardır. Yâni aslında sizler, Amerika'nın hayırhah tutumu ve dolaylı desteğiyle, NATO'cu güçlerle savaşıyorsunuz; ve de karşınızda hasım Türk olarak (Türk kisvesinde) gördüğünüz insanların çoğu, son -dejenere- Osmanlı'nın ricât ederken, dînî hamâsî söylemlerle peşine takarak getirdiği, binbir milletten -yarı asimile- kişilerdir. Bunların arasında (veya başında) mostralık olarak görülen üç beş Türkmen'in de, II. Dünya Savaşı sonrasında, Dünya'dan bîhaber olarak -“on yıllar”ca- dağlarda saklanmış Japon askerlerinden bir farkı yoktur aslında... Bu tür teatral tertiplerle asıl yapılmak istenen şey, kapitalizme kökten karşı olan Türk sivilizasyonunu ve/veya zihniyetini yok etmek, ve bunu yaparken de “Türk” adını kötülemektir... Böyle bir oyunda aktör olmak (veya rol almak) kimseye hayır getirmez... Onun için uyanın da, bu “kirli veya bulanık savaş”ın esas sebebini ortaya çıkarıp, gerçek veya bilimsel fikrî “üst-yapı”sını oturtalım yerli yerine... Ondan sonra ancak, “savaş”ın şeklini ve gereğini, zihin açıklığıyla -yeniden- düşünmek mümkün olabilir... Çoğunuz hukukçu, iktisatçı, mühendis, doktor, öğretmen, edebiyatçı ve sanatçısınızdır; kültürel kökeninizin ve sosyo-ekonomik gereksinimlerinizin yönlendirmesiyle... Ama kafalarınız, herne kadar teknik ve felsefî formasyonda -yani pozitivist zihniyet (ve onun mütemmimi “mistik art niyet”), ve de Aristo Mantığı ile- şekillenmiş olsa da, bilimsel tecessüs sâhibi olanlarınız, sora sora bütün bilimsel doğrulara ulaşabilir pekâlâ... Yeter ki “samimiyet”, esas düsturumuz veya prensibimiz olsun... Yoksa, “milliyetçilik bazında çatışma” gibi bir antagonist (çözümsüz) çelişkinin içinden, kendi dinamikleriyle (iç dinamiklerle) çıkabilmek mümkün değildir. Dolayısile de böyle çelişkiler ancak, dış dinamikler tarafından yönlendirilir ve çözülür. Zira böyle çelişkiler, dağ keçilerinin “toslaşma inadı” gibi bir şeydir ki, oto-kritiği yok eder... Onun için taraflardan birinin mutlaka, diğerine “anti-tez” olabilecek bir argümanla ortaya çıkıp inisiyatif alması gerekir; ki 1071'lerde, 1514'lerde -bu coğrafyada- bizim aldığımız cihânşümûl inisiyatifi, şimdi de Kürtler almalıdırlar; kozalarından (kast'larından) yeni çıkan “kelebek”ler olarak; ve de tüm insanlığa, yücelme (kalitatif ilerleme) yollarını göstermek üzere... Yoksa, tırtıl seviyesinde kalıp, mâlûm -politik- zeminlerde sürünerek biribirlerini yememeli, veya elin çakallarına yem olmamalıdırlar... Aslında Kürt İsyânı bugün, Dünya kamuoyuna mâlolmuş bir harekettir. Onun için de, Küreselci finans kapital ağaları bu harekete, kendilerine uygun bir mecrâ açmak için uğraşmaktadırlar; en sâdık müttefikleri dindarlarla birlikte... Bunlar, dili, dîni, kültürü bir olan, tek bir hükmî şahsiyet (Kürt devleti) görmek istiyorlar karşılarında; yağlı bir müşteri (tüketici) olarak... Vasatî tahsildeki ve zekâdaki bir Kürt de, Türk milliyetçiliği içinde erimektense (asimile olmaktansa), Emperyalizm'e “daimî borçlu tüketim kölesi” olarak bağlanmak yeğdir diye düşünmekte; kendince haklı olarak... Ama bugünkü Kürt İsyânı'nın, ayrılıkçı bir rotaya kilitlenmesinin, Kürtlerin kendi tarihî yol haritalarından sapmaları, ve de daima destek vermiş oldukları,Dânişmendiye (sivil yerleşim düzeni) mahreçli ve Nizâm-ı Âlem amaçlı Cihanşümûl Türk (veya İnsâniyet) inisiyatifine ihânet etmeleri anlamına geleceği gâyet açıktır... Onun için, normal olarak beklenir ki, Kürt İsyancıları, ak ile karayı biribirlerinden ayırt edebilsinler; ve de, NATO'nun ağır -eğitim(!)- presinde “mankurt”laştırılmış Türkler ile, kırk küsur yıl boyunca fikriyâtını iğfâl ettirmeden, târihî, insânî Türk inisiyatifinin bilimsel metodolojisini (teorisini) geliştirmiş olanları biribirinden tefrîk ederek, ikincileri tecritten kurtarsınlar; hareketlerinin popülaritesine istinâden... Sizin askerî (gerilla) kanadınız, lojistik ihtiyaçları dolayısile politika yapmaya, politik plâtformda kalmaya mecburdur... Öte yandan, mutasavver özerk Kürdistan'da yönetici olmak için çalışan siviller de, politika yapmak ve o zeminde kalmak zorundadırlar; son tahlilde, emperyalistleri muhâtap almak sûretiyle... Ama şu da bir gerçektir ki, politika yapan taraflardan biri, isteyen, diğeri de veren (vermeye muktedir olan) konumda bulunduğu için, uzlaşmaya ancak, veren tarafın manipülâsyonlarıyla, yani onun çizdiği yol haritası üzerinden varılır... Böyle bir “emperyalistçe çözüm”ün ilk ve en önemli şartı da, size geçmişinizi, tarihî ortaklıklarınızı, ve bu meyanda, insanlığın ortak paydası olan “tarih öncesi”ni, -daha doğrusu, “ateş”in kullanımı ve “dil”lerin oluşumu öncesindeki “Panteist Zon”u- unutturmak ve gözardı ettirmek olur; ki bu şekilde size, “kendini alabildiğine özgür sanan, ve de özgürlüğü tüketim imkânları olarak anlayan  açgözlü bir tüketici” kimliği giydirilebilsin... Bunları biz, NATO'ya girdiğimiz 1952'den beri yaşadık; taksitle mal almanın, ne güzel bir îcat (!) ve kolaylık (!) olduğu bilgisini ve alışkanlığını edinip içselleştirerek... Onun için, son tahlilde anlaşılıyor ki, silâhlı veya silâhsız olarak politika yapanlara, tarihî ve insânî yönde “kerteriz mevkii” veya “deniz feneri” teşkil etmek üzere, mutlaka bir “bilim kurulu” çıkarmalısınız aranızdan... Ama tabii ki, “bilim”in, felsefe, ideoloji, hukuk ve dinlerden farkını ortaya koyan tanımını bilen veya yapabilen, yâni “çok anlama çekilebilen metaforik (mecâzî) kavramların, mutlak ve sıradışı varlıklara cevaz veren  Aristo Mantığı ile örülmesi” şeklindeki düşünce sistemlerini, bilim veya bilimsel sanma gafletine düşmeyen, yani kendini, bütün objelerin (veya objektifin) dışında olan bir tanrısal suje zannetmeyen gerçek bilim adamlarını seçerek... Ve de bu kurulu, üreteceği fikirleri, Dünya'daki seçkin bilim adamlarının görüşlerine sunması şartıyla çalıştırarak... Ancak o zaman Kürt Hareketi, üzerindeki Emperyalist baskıyı (ağırlığı) dengeleyip, insâniyet nâmına inisiyatif (tam özerklik) kazanabilir; ve de “Kürt Olmak Adam Olmak Demektir” gibi bir şiârı kullanabilir. Zira, Kapitalizm'in -müzmin ekonomik krizlerle kendini belli eden- yapısal çelişkisi ancak, bütün bilim dallarının anası olan  antropoloji biliminin geliştirilmesi, ve de bununla birlikte, yaratıcı insan seçiliminin objektif (bilimsel) olarak yapılabilmesiyle çözülecektir. Çünki “kapital” denilen “artı-değer”i insan, ritmik âyinler yapmak sûretiyle, bedenî “ritm melekesi” ile onun türevi olan aklî “sıralama melekesi”ni (yani akıl) kazanarak, ve de bu sebepten, “tabu” denilen fiilî yasaklar edinip bünyesini yapılandırırken -yani insanlaşırken- üretmiştir. Onun için, ideal formuyla zuhûr etmiş veya bir tanrı tarafından îmâl edilmiş bir “akıllı (kurnaz) hayvan”ın, üzerine oturup, hayvânî keyfince kullanabileceği, -ve de diğer insanları güdebileceği- bir değer (veya manca) olarak görülemez, görülmemelidir “artı-değer” veya “kapital”...  Kapitalizm, “artı-değer”i böyle gördüğü içindir ki, onun aşılmasına hizmet etmeyen her hareketin (veya kalkışmanın) gerici olduğu ve “emperyalist komplosu” şeklinde anlaşılması gerektiği rahatça söylenebilmektedir... Türklerle Kürtler, Amerikan Kızılderili kabilelerinin seviyesine düşerek, töresel ve kültürel bazdaki -siyasî- rekâbetlerle biribirlerini yememelidirler; “Beyaz Adam”ın, “para” adındaki manipülâsyon aracının da güdümüyle... Bizim Anadolu'da (bin yıl önce Dânişmendiye'de) temellerini attığımız sivilizasyon, -sâdece bir “kültür” olmanın çok ötesinde- ölümsüz bir insâniyet medeniyetini işâret etmektedir; aynen Kadîm Mısır gibi... Çünki, insan seçilimi (inisiyasyon) yapan bir “tarikat” sistematiğine dayanıyor, ve dolayısile de kültürü (günlük yaşam pratiğini ve de popüler değer ve kuralları), zamana göre güncelliyebiliyordu... İşte biz bugün, gelişmiş bilimsel bilgilerle yeniden (kalite farkıyla) o seviyede bir  cihanşümûl “devlet”, yâni kapitalistlerin subjektif tercihlerinden bağımsız olarak seçilecek “inisiye (seçkin)” insanların yöneteceği bir “devlet” kurmak için uğraşmalıyız; hep beraber... Bugün tepemize -Osmanlı misâli- bir hânedan geçirmek gibi bir mecbûriyetimizin olmaması, mutasavver devletimizin, gerçekten “ebed-müddet” olmasını, ve de “nizâm-ı âlem”in tesisi için çalışmasını sağlayacaktır. Yeter ki, Atatürk'ün kurduğu devleti ele geçirip, kendilerince forme etmeye çalışan gerici (dinci) güruhtan -bir şekilde- kurtulabilelim... O taktirde, kültürel olarak farklı coğrafyalarda, folklorik (örfî) hayatı idâre edecek özerk yönetimlerin oluşmasında da, “gericilik” ve “bölücülük” anlamında hiçbir mahsur kalmayacaktır... Kaldı ki -bilimsel tanıma uygun- böyle bir devleti oluşturmaya kalkışmak, “tarihî devirleri kapatan devrim” anlamını taşıyacağından, Dünya'daki bütün -gerçek- bilim adamlarının da mecbûrî desteğiyle gündeme oturacaktır. Böylece de Globalistlerin “milliyetçilik” mavalları, politik değerini yitirip “mass medya” gündeminden düşecektir; kahvehâne gündemlerine doğru... Zira bugün -liyâkatli- bütün bilim adamları, İnsan'ın, “ritm melekesi” kazanarak ( ve bundan, aklî “sıralama melekesi” türeterek)  şuurlanan, ve şimdilerde de, gittikçe hızlanan bilgisayarlardaki “sayma-sıralama” operasyonları vâsıtasıyla, şuurunu cansız maddeye intikal ettirmekte olan, canlılığın “üst-limit” formu olduğunu gâyet iyi bilmektedirler; herne kadar kapitalist devletlerin baskısı veya terörü (aç bırakma veya statü kaybettirme tehdidi) yüzünden, -hâlâ- “üç maymun”u oynasalar da... Onun için bütün mesele, bir Kürt'ün, yâni kendini Kürt hisseden ve kabul eden birinin, bunları anlayabilmesinde düğümleniyor... Çünki kastî Kürt kafasının (zihniyetinin), objektif (bilimsel) düşünebilmesi, hatta “bilim”in ne olduğunu bilmesi -bile- pek olası değildir... Yoksa bilimden ve burada ifâde ettiklerimden anlayan Kürtler çıktığında, 16. Yüzyıl'da Istanbul'un 1/3'ünü imâr ve vakfettikten sonra, “1826 vak'a-i şerriyesi”ni müteakip, emperyalist uşağı son padişahlara esir düşen fâtihân bir sülâleden gelip de, -aradaki Atatürk devrimine rağmen- 1964 yılında, bir Amerikan binbaşısının -hîleyle- yaptığı mülâkat neticesinde (24 yaşından itibâren) tekrardan ve bizzat, NATO'nun (ve dolayısile CIA ve MİT'in) gözetimi ve ambargosu altına giren bir Türk olarak, onlarla bütün bilgi ve tecrübe birikimimi paylaşmaktan, büyük bir  sevinç ve onur duyacağım...

Türklerin “Atatürkçülük” konformizmine yatarak geri kalması (ve NATO uşağı olması), ve dolayısile de ilerleme, gelişme menfezlerini tıkaması yüzünden, patlayan Kürt asabiyyeti (etik disiplini) vasıtasıyla ortaya çıkan çelişki ve çatışmalardan, bir “Dünya Devrimi” istihsâl etmek, emperyalizm için ne kötü (kendi oyunuyla tuş olmak gibi), ama insanlık için ne güzel (neşeli) bir sürpriz olur; olacaktır?!...

Bu vesileyle, şu husus da anlaşılacaktır ki, köklü ülkelerin tarihlerini ve insanlığın -zaman ötesine giden- uzak geçmişini bilmeden, “bilim”in nasıl geliştiğini, ne yöne doğru evrildiğini anlamadan, sırf istihbârat örgütleriyle “birey-insan”ları ve tarihî kökleri olan insanları mimleyip (tecrite alıp), ülkelere, halklara politik ve ekonomik komplolar düzenlemekle Dünya (İnsanlık) yönetilemez artık...

Ali Ergin Güran: 30/09/11