Kapitalizm
Ancak, İçselleştirmiş Olduğu “Monoteizm” İdeolojisi ile Birlikte Aşılabilir; ve
Aşılacaktır...
Sonsuzlukla,
zamansızlıkla veya “zaman dışı”lıkla ilgili transandantal (aşkın) kavramlar,
bilimsel (matematiksel) olarak ancak, bir yöneliş (açı) argümanıyla veya sonsuz
bir sıralanma (dizi) şeklinde ifâde edilebilirler. Yâni reel (gerçek) bir
sıradışı eleman veya obje olarak taktim edilemezler; zira o taktirde
-matematiksel mantık itibâriyle- paradoksa (R. Paradox) düşülmüş olunur. Ve
dolayısile de, iddialarını lâfzen sürdürmeye devam edenler, “sıradışı varlık”
kavramına cevaz veren Aristo Mantığı bazında -elâstik metaforlar sokuşturarak-
mugâlâta yapmak zorunda kalırlar; bütün dincilerin, ilâhiyatçıların veya
teologların yaptığı gibi... Demek ki, “tanrı” kavramı da ancak,
“tanrısal yol” olarak bir anlam ifâde edebilir; bilimsel açıdan... İşte, hiçbir
“din”in içinde erimemiş olan, ve de bunu böyle anlayan “tarikat”çılar,
“sıradışı varlık” kavramını mâkûl sayan Aristo Mantığı'nın paradoksallığını -en
azından- sezmiş gibidirler... Kaldı ki “tanrı” kavramı, çok parametreli bir
reel fonksiyon (yâni tasavvur edebileceğimiz her yere, ve her şeye yetişen
-veya maydanoz olan- bir hayâlet) olarak bile düşünülemez. Onun için de
Monoteizm, “gelin, tek bir tanrıya inanalım!” çağrısını ve niyetini ifâde eden
bir ideolojiden başka bir şey değildir aslında... Ve tüm insanlık, böyle bir
inançta ve “tanrı” tanımında, fiilen (ve zorla) birleştirilemeyince de, -ki
bunu, son İslâm bayraktarı Osmanlı bile başaramamıştır- “politeizm”e rücû
edilmesi kaçınılmazdır; herne kadar bazıları, “Mehdi gelecek herkesi müslüman
yapacak”, bazıları da “İsa Mesih inecek herkesi hristiyan yapacak” diye
avunsalar bile... Zira, onların bu beklentilerinin dahî “şirk”, yani
“politeizm” olduğu apaçıktır... Tanrısal Yol ise, esas itibâriyle
bilimsel ve sanatsal etkinlikler ve/veya yaratıcılıklar demektir; ki
“tarikat”çılara göre insan böyle etkinliklerle, gittikçe kendini daha iyi
anlayıp (idrâk edip) bilinçlenmek sûretiyle “tanrı”ya yaklaşmalıdır; kendi
dışında -gayri aklî- bir yaratıcı kurgulayacağına... Bilinçlenmeye müsait olan
insanlar da, bedenî “sayma (ritm)” ve aklî “sıralama” melekeleri sağlam
olanlardır. Melekeleri sağlam veya güçlü olan böyle bireyler, yalan, dolan,
gösteriş ve övünmelerin -yönergelerle- olanaksız kılındığı “panteist zon”
şartlarındaki her insan topluluğunda, objektif olarak temâyüz ederler; hiçbir
kapitalistin ve/veya otoritenin müdâhalesine gerek duyulmadan... Yâni yalan,
dolan, gösteriş ve övünmelerle, “kendini istediği gibi tanıtma ve beğendirme
(illüzyon) atraksiyonları”nı olanaksız kılan ortamlar, -insanlığın oluşum zonu
demek olan- “panteist zon” toplulukları veya kulüpleri olarak
gerçekleştirilebilir...O halde demek ki, eğitim ve bilimsel araştırma
kurumlarının çekirdeği olarak, -bir tür “inisiyasyon” seçilimini
gerçekleştirecek- Panteist Zon Kulüpleri'nin tesisi gerek şarttır. Zirâ
insanlığın -alacakaranlık- Panteist Zon'dan, Kronolojik Târihî Devirler'e
geçişini kısaca anlatmak gerekirse, şöyle bir tasvir yapılabilir: İnsanlar
-hangi fizikî sebepten olursa olsun- toplu olarak yaptıkları müzmin ritmik
tepinmelerle (sonraki ismiyle âyinlerle), sayma (ritim) melekesi ile, onun
zihinsel türevi olan sıralama melekesini kazanınca, bunlardan mütevellid
“zaman” ve “mekân” mevhumlarını edinerek, kendilerini, düzgün olarak akıp giden
bir zaman'ın, ve de üç boyutlu bir mekânın içinde bulunan bir “varlık” olarak
idrâk ettiler. Ve ilk düşüncelerinde de, şu soruya cevap aradılar: Ben kimim, ve nereden
geldim?... Ve bu soruyu da, -sâdece gözlemledikleri hayattan
benzetmeler (analojiler) yapabilme imkânına binâen- şöyle cevaplamak zorunda
kaldılar: Beni, kendini gizlemesini çok iyi bilen bir yüce Allahbaba yaptı (veya yarattı), ve
de Yeryüzü denilen bu mekâna koydu (veya indirdi)... Böyle düşünmek, yaptığı
ritmik hareketlerin meleke kesbetmesi sâyesinde, “zaman” ve “mekân”
mevhumlarına (duygularına) yeni kavuşmuş ilk insanlar için, -tercih değil- bir
zorunluluktu... Tabii bu mantıkla, -nisbeten- güçlü, mahâretli ve ferâsetli
insanlar da, Tanrı'nın özenerek îmâl ettiği veya yarattığı “seçkin kullar”
oluyordu ilk etapta...Ki bu mantıkî genel kanı, bazı seçkin kullar,
“yaratıcımız Tanrı bana, kendini gösterdi” gibilerinden spekülâtif
iddialarda bulununcaya kadar da, zorbalığa ve zulme yol açmıyordu...
Çünki insanlar, mârifetlerini gösterdikten sonra, zâten “tanrının seçkin kulu”
olduklarını ispatlıyorlardı; ateşe rüzgâra hükmeden “şâman”lar gibi... Ama
insanlar “cinsel temas” ile çocuk yaptıklarını öğrenip de, “ataerkil verâset
hukûku”nu icat edince, bazı seçkinler, “hânedân”lıklar kurarak zürriyyetlerini
garantiye alma sevdâsına kapıldılar; bir nevi (ilkel) ölümsüzleşmek
dürtüsüyle... İşte o zaman da, “tanrıyla görüşmek” iddiası veya spekülâsyonu,
O'ndan tâlimât alınabildiği, O'nun ahbâbı (ve hatta akrabası) olunabildiği, ve
de O'nun tarafından elçi (peygamber) tâyin edinilebildiği iddialarına kadar
-rekâbetin gereği olarak- tırmandırıldı ister istemez... Ve o alacakaranlık
devirlerde, melekeleri muhtel olduğu için sık sık “hayâlet” gören büyük
çoğunluk tarafından da kabul gördü böyle iddialar... Ve bu sûretle de, tarihî
devirlerde, bir “toplum çobanlığı” misyonu çıktı ortaya... Ama buna mukâbil,
“Panteist Zon”daki, Şâmanizm veya Animizm denilen, -ve ritmik hareketlerle
“zaman”, adımlamalarla “mekân” mevhum ve ölçülerini, ve de “sayı”ları yaratan-
gurupsal aktivitelerin uzantıları üzerinde de, “tarikat” adı altında eğitim,
idrâk ve/veya inisiyasyon disiplinleri oluşturuldu. İşte bu yüzden de,
tarihî devirler boyunca insanlar, -savaşların ortaya çıkardığı silâhşör
(kumandan) elitleri bir yana koyarsak- Tanrı'nın seçkin kullarını,
“inisiyasyon” imtihanlarıyla belirleyelim diyen “tarikat”çılarla, Tanrı'yla
görüştüğünü (veya görüşenle görüştüğünü, veya görüşenin soyundan geldiğini)
iddia edip, O'ndan -doğrudan veya dolaylı- aldığı direktiflerle “toplum
çobanlığı”na soyunan saltanatçı dindarlar arasında şaşırıp kaldılar. Ki sonradan
kapitalistler de, “insanları kitlesel olarak gütme” misyonunu kolayca
benimseyip içselleştirdiler; dindarların da gönüllü katılımıyla... Ve bu arada,
sözkonusu insan çobanları, tarikatçıları ve onların inisiyasyon usûllerini,
-zaman zaman ve yer yer yozlaşmasından da yararlanarak- mistik, ezoterik,
sapkın cereyanlar olarak damgalayıp lânetlediler; ki hâlâ da -paranoyakça-
ürkütücü efsâneler yayıp, lânetlemektedirler...Tanrısal veya dindar
egemenlerin, insan çobanlığı yapmaları, hem insânî konfor normlarının tesisi,
hem de Dünya'nın bâkir yörelerinin fethedilebilmesi (keşfedilip
kullanılabilmesi) için gerekli, “canlı iş gücü”ne olan ihtiyaç dolayısile,
mantıki ve rasyonel bir misyondu. Ve insanların, sürü (işçi) sâhibi olabilmek
için toplu para (kapital) kazanmayı başlıca hayat gâyesi saymaları, ve kapital
sâhibi olanların da “adam” sayılmaları, gâyet aklî bir anlayıştı... Ama ne
zaman ki insanlık, Dünya'nın her yerini fethetmekle beraber, “cansız iş gücü
(robot)” ve hatta “yapay beyin” de yarattı, işte o zaman, insan popülâsyonunun
azaltılmasıyla birlikte, seçkinlerin de gerçekten kaliteli (inisiye) insanlar
olması gereği ortaya çıktı. Ancak ne var ki, o zamana kadar da insanlık, -son
etapta kapitalistlerin şahsında- “çobanlar” ve “sürü mensupları” olarak
kategorize edilen bir toplumsal düzeni içselleştirmiş, hatta onu, ebedî bir
“tanrısal düzen” gibi kabullenmişti. Öyle ki, halkın (sürünün) -daha çok ve
iyi- tüketim vaadiyle kışkırtılarak, mevcut “çoban”ların alt edilmesiyle (yani
ihtilâlle) bile bu düzen değişmiyor veya aşılamıyordu. Zirâ yeni insanlar da,
iktidar (çoban) mevkiine geçtiklerinde, -kapitalist olmasalar bile- içgüdüsel
hazlar (tatminler) peşinde koşmayı, sülâlelerini iktidar ve/veya servet sâhibi
yapmayı, ve de halka (sürüye) zulmetmeyi, kendilerinde hak olarak görüyorlardı.
Halkın (sürünün) içinde kalanlar ise, kendilerine de birgün, yaratıcı
“hâmî-tanrı”nın arka çıkacağına (veya “kıyak” yapacağına) dair îmân (veya
opsesyon) geliştirip, O'na tapınmayı -ekstradan- iş veya meşgale ediniyorlardı;
avunmak için... Yâni iyi niyetli ve sevecen görünen insanların “çoban” olarak
seçilmesiyle bile, insanlık bilinç kazanamıyor, ve liyâkatli bireyler dahî,
“insan”lığın, bedenî ve aklî melekelerin güçlü tutularak “irâde-içgüdü”
çelişkisinin dengeli yönetilmesi demek olduğunu anlayamıyorlardı. Dolayısile de
insanlar, bazı peygamberlerin tavsiyesi uyarınca, bol bol üremeyi mârifet
bilip, kapitalistlere tüketici ve savaşçı piyonlar sunuyorlardı; parasal
ekonominin iç mantığı mûcibince bir süre “tüketici” olarak kullanılıp, sonra da
savaşlarla harcasınlar diye... Onun için, tanrıcılık (teizm) ve özellikle de
tek tanrıcılık (monoteizm) ideolojisinin açmazlarından kurtulmak üzere, artık
“tarikat” sistematiğini, içine düşmüş bulunduğu gayyâ kuyusundan (veya
mistisizm bataklığından) çıkarıp, pisliklerinden temizleyerek anlamak
gerekmektedir. Ki bu şekilde, -ateşin kullanımı öncesi- “panteist zon”un (yani
insanlığın oluşumunun) sırrına erebilelim... Ama herşeyden önce şu farkı iyi
görelim ve anlayalım ki, tanrıcılık ideolojisi, tanrı adı verilen bir “ulu
kişi”ye ihtirâm anlamındaki tapınma ritüelleri ile lâfzî kural ve öğretilerden
ibârettir. Ve bu ideoloji insanlara, “tanrı” adındaki zât-ı muhterem'e ibâdet,
ve de O'nun seçmiş (!) olduğu kişilere biat ede ede, bu Dünya'da olmasa bile,
bir mutasavver “öbür dünya”da mutlaka bir -güzel- yerlere (cennete)
gelineceğini vaad eder... Tapınmayı ve güçlülere itaati, fiks bir insânî davranış
ve düşünce (inanç) biçimi sayan (ve sanan), dolayısile de insanlığı yerinde
saydıran -ve Kıyâmet'e (helâk olununcaya) kadar da yerinde saydırmaya azmetmiş
bulunan- bu tanrıcılara, “tapınmacı” veya “tapınakçı” denilse, gâyet uygun
olur; sayma (ritm) ve sıralama
melekelerine istinâden, sanatsal ve bilimsel “insânî gelişme” yolları veya
metodları geliştiren, yâni “tanrısal yol”u bulmaya, döşemeye çalışan
tarikatçıların karşıtları olarak... Yâni, “tarikat”ta hiçbir vaad
sözkonusu değildir ama, “semah”, “zikr” gibi ritmik davranış disiplinleri ile,
“ebcet” hesâbı ve “remil” falı gibi sayısal değerlendirmelere (veya -zihnî-
sıralama disiplinine) dayanan bu sistematikte, “inisiyasyon” seçilimi doğru
yapıldığında, toplumlar bir bütün olarak ilerlemekte ve kalite kazanmaktadır;
Dânişmendiye çekirdeğinden fışkırarak üç kıtaya “insâniyet” götüren
Anadolu Türklüğü'nde olduğu gibi... Nitekim, insanı bilinçli varlık yapan
da, onun bedenî sayma (ritm) ve aklî sıralama melekeleridir; ki bunlar
vasıtasıyla sayılar, -daha doğrusu- sayıların ordinal (kalitatif sıralanma) ve
kardinal (kantitatif sıralanma) özellikleri ortaya çıkar. Ve buna paralel
olarak da, sayıların ordinal özelliğiyle birlikte “zaman”, ve kardinal
özelliğiyle birlikte “mekân” mevhûmu edinilir... Diğer yandan, bütün
problemlerin çözümü, ve öngörü (istikbal) olasılıklarının hesâbı da, ister
insan zihninde, isterse bilgisayarlarda yapılsın, esas itibâriyle “sayma” ve
“sıralama” operasyonlarıyla (işlemleriyle) gerçekleştirilir. Ki onun için de,
tarikatçıların “zikr” veya “semah” âyininde insan kalitesini (kademli'liği)
ölçmeleri, ve “remil” açarak istikbâl okumaları, prensip olarak yanlış (veya
saçma) sayılamaz. Bugün artık, saçmasapan olduğu, ve de -sâdece- insanların
avutulup, kitlesel olarak güdülmesine yaradığı anlaşılan, bir düşünce ve
davranış biçimi varsa o da, ister somut bir heykel, isterse soyut bir
tahayyülât şeklinde olsun, bir “tanrı” kişiliğini muhâtap alarak, O'na yalvarıp
yakarmak, ve de tapınmaktır; yâni son tahlilde, -artık kapitalistlerin
vesâyetine geçmiş bulunan- “tanrı-kral”cılık veya “saltanat”çılık
anlamındaki dindarlıktır... Zirâ böyle bir din ve tanrı anlayışı, en
gerzek insanları, dinsel dogmatizmin fanatikleri hâline getirip, egemenlerin (sultanların,
kapitalistlerin) emirlerine âmâde kılarak “seçkin”leştirmekle beraber,
melekeleri güçlü olan ve metodolojik (objektif) düşünebilen gerçek seçkinleri
harcar; harcatır. Ve böyle bir “menfî seleksiyon” da, insanlığın helâk olması
anlamındaki bir “kıyâmet”i, kaçınılmaz bir “kader” hâline getirir; fiilen...
Halbuki, transandantal bir bilinç olması gereken “tanrı”nın, kendine ihtiram
(hürmet-saygı) anlamında ibâdet edilmesini veya tapınılmasını istemesi -yani
insânî zaaf belirtisi göstermesi- kadar saçmalık düşünülemez artık bugün...
Şayet Tanrı, insanlar (veya insanlaşma) için spesifik bir davranış biçimi
öngörmüşse, bunu, yaratılış programımıza yüklemiş olmalıdır; ki bunu da, -ister
istemez çalıştırılan- “ritm melekesi” olarak düşünmek mümkündür...
Bilim,
“Majesteleri'nin Akademisyenleri”nden Kurtarılmalıdır Artık...
Evvelâ
şu nokta iyi bilinmelidir ki, M.Ö. 7.Yüzyılda Pisagor tarafından söylendiği
rivâyet edilen “Kâinât, sayılardan ibârettir” sözü, aslında tarikatçıların
mâlûmâtındandır; “bütün bilgiler aslında, sayma ve sıralama melekeleri (veya
işlemleri) sâyesinde vardır; ve/veya vâsıtasıyla edinilir” mealindeki
anlamlarla... Ve Pisagor da, Hint ve Mısır kültürü almış bir tarikatçıdır. Ve
de O'nun kurduğu, “inisiyasyon” seçilimine dayalı -tarikatçılık anlamındaki-
eğitim sistematiği, ikiyüz küsur yıl sonra kurulan ve bugünkülere örnek teşkil
eden Aristokratik akademi'lerden çok daha bilimseldir. Çünki, bilincin
yükseltilmesi anlamındaki bu eğitim programının içine, -egemenler tarafından
dogmatikleştirilememesi için- bir “antropolojik birey seçilimi” sistematiği
ve/veya metodolojisi de dâhil edilmiştir. Yâni bir bakıma, “tarih öncesi (ateş
öncesi)” veya “panteist zon” ile irtibatlı bir eğitim programı vâsıtasıyla,
tarihî devirler “empas”a alınıp -mükerrerlik imkânsız kılınarak- kesin olarak
aşılmak istenmiştir. Ki bu yüzden de, Pisagor'un kurduğu tarikat, kralların
(majestelerin) dindar âlimleri (kâhinleri), onların ilmine akıl erdiremiyor
diye, hunharca bir katliamla ortadan kaldırılmıştır. Çünki meselâ, müzik
âletlerinin matematiksel bir kesinlikle akort edilebilmesini sağlayarak
(keşfederek), müziğin, tapınaklardan dışarı çıkıp (veya taşıp) halka
mâlolmasına sebep olmakla, büyük bir günah işlemişlerdi, Pisagor ve
şâkirtleri... Zira müzik, halka (avam'a) mâl edilince, ritmin -hayvanlığa,
çiftleşmeye karşı gelen- insanlaştırma işlevi, şarkılara seksî veya müstehcen
sözler yüklenmesiyle, sekse (ve hayvanlığa) öykünme terennümü hâline
dönüştürülmüştü... Onun için, bugün bizim yaptığımız ve yapacağımız iş,
tarikatçıların bilgi ve sezgilerini anlayıp, onları -tarihî bulaşıklarından
temizleyerek- yeni bilgiler ışığında güncellemekten başka bir şey olmayacaktır
aslında... Pisagor'un, Aristo'nun yaşadığı zamanlarda Yeryüzü, daha pek
tenhaydı, ve de hem Dünya'nın -bilinmeyen yerlerinin- keşfi, hem de “insâni
yaşam” konforunun geliştirilmesi için, “kol gücü”ne (yani popülâsyona) ihtiyaç
pek fazlaydı... Ama, benim gençliğimde Dünya nüfûsu iki milyar kadar olduğu
halde, bugün, 7 milyara çıktığı ifâde ediliyor; ve bu yüzden de, Dünya'nın
“eko-sistem”inin iflâs edeceğinden korkuluyor... Yalnız, şu bir gerçek ki,
Dünya'da hiçbir zaman bu kadar yüksek bir popülâsyon olmamıştı, ve de insan
nüfûsu bu oranda artmamıştı... Bir hayvan cinsinin popülâsyonu, içinde bulunduğu
hayat sahasında (fauna'da), bir üst-limit'e sâhiptir, ve o limiti aşamaz; besin
yetersizliğine bağlı olarak, doğumların azalmasıyla... Fakat insan, aklıyla,
ziraat ve hayvancılık kültüründe öyle bir verimlilik (prodüktivite) tırmanması
yarattı ki, Dünya'nın doğal kaynaklarını iliklerine kadar emerken, onların
biribirlerini beslemelerini de olanaksız hâle getirdi; bir aşamadan sonra...
Ama bu sömürüyü, kalite kazanmak veya daha yüksek bir bilince ulaşmak için
değil, sâdece -hayvanlar gibi- çoğalmak için yaptı; kapitalizmin, para
kazanmayı esas alan iç mantığı (veya hayat felsefesi) mûcibince, en kolay
(içgüdüsel) olan ve de diğer pek çok sektörü tetikleyen üretimi (yâni üremeyi)
teşvik ederek... Ve böylece de insanlık, -Kapitalizm'in, ve onun mütemmim cüz'ü
Monoteizm'in rehberliğinde- aklını kurnaz bir hayvan gibi kullanarak, geldi bir
duvara (popülâsyon yığılması ve habitat enkâzı duvarına) tosladı şimdi... Tarihî devirlerin
üst sınırını belirlediği apaçık olan bu duvarın önünde, Kapitalizm'e ve Monoteizm'e dair
eski ezberlerle yol aramanın ve didişmenin âlemi yoktur artık... Onun için, eğitim
sistematiğinin, -“insanlık bilincinin yükseltilmesi” anlamına doğru- temelden
değiştirilmesi, ve de insanlığın, “majestelerin (şimdi ise kapitalistlerin)
akademisyenleri”nin vesâyetinden kurtarılması gerekmektedir artık... Zîrâ
-Dünya tabiatının bozulmasıyla- açıkça anlaşılmıştır ki, Aristokratik eğitim
(öğretim) sisteminin nihâyi biçimi olan “üniversite”lerde çalışan bilimcilere
-branş veya dal adı altında- “at gözlüğü” takılmakta, ve böylece de
onların, sâdece bir yöne bakmaları (yani bir konuda uzmanlaşmaları)
sağlanmaktadır; kapitalistlerce... Yâni bir bakıma, bilimsel çalışmalarda,
kapitalistlerin -hayvânî- çıkarlarına göre iş bölümü yapılmakta, ve dolayısile
de bilim adamı geçinenler, kapitalistlerin dizginleriyle koordine edilip
yönlendirilen araba atları gibi çalışmaktadırlar. Hem de insanlığın,
içgüdülere karşı sayma (ritm) ve sıralama melekeleriyle direnerek kazandığı “akıl”
ve “artı-değer”den, -hayvânî hazlar uğruna- harcamaları için,
kapitalistlere ekstradan kazanç (insâniyet sömürüsü) sağlamak üzere... O halde, bugün geldiğimiz
çıkmaz sokaktan kolayca anlaşılmaktadır ki, “kapital” denilen insanlığın
-ortak- “artı-değer”i artık, mutlaka liyâkatli insanlar tarafından tasarruf
edilmeli, ve -melekeleri güçlü olan- gerçek liyâkatliler ise, antropolojiyi de
kapsayan bir bilimsel metodolojiye göre seçilmelidir; “artı-değer”in, yeni yeni
üretim süreçleriyle ve buluşlarla -gerçekten- değerlendirilebilmesi için...Yoksa,
-Dünya tamamen mahvolmadan önce- “artı-değer (kapital)” sorumlusu gerçek
liyâkatli insanlar ortaya çıkıp da, rasyonel bir nüfus plânlaması
yapamadıkları taktirde, geliştirilecek ilk kararlı (karar verebilen)
bilgisayarlardan insanlık şöyle bir direktif alacaktır: “Ulan şaşkınlar, herşeyden önce, melekeleri
muhtel gerzeklerin doğumlarını önlemek sûretiyle, bir an evvel nüfûsunuzu
azaltın veya âyarlayın!”... Gâyet süratli “sayma-sıralama”
operasyonu yapabilen gelişmiş bilgisayarlar “hikmet-i vücut”larını idrâk
edip, bize hakâret ettikten sonra mı, -demokratik (!) olarak- “bilinç”in
alt yapı'sının (veya zemîn'inin), sayma (ritm) ve sıralama melekeleri
olduğunu anlayacağız?... Yâni bu gidişle, kapitalizmin aşıladığı “demokrasi
tutkusu”, böyle bir anakronizm tablosu, veya “acıklı komedi” sahnesi de
yaşatabilir insanlığa... Halbuki, bilimsel düşünceyle, tek bir “insanlık
bilinci”nin oluşmakta bulunduğunu açıkça gördüğümüze, yâni insanlığın tarihî
süreçlerde tertip ettiği bütün bilgi formatlarını (teori, metod ve kânunları)
değiştirip geliştiren yaratıcı parametrenin, sayma (ritm) melekesi olduğunu
anladığımıza göre, insan kalitesini ölçmekten maadâ, kalitesiz doğumları
önlemek de artık, bir “gerek şart” hâline gelmiştir. Ve dolayısile de, tek tek
insanların, hayvan bireyleri gibi, genel olarak “içgüdüsel aktivite”, özel
olarak “üreme” özgürlüğüne sâhip olamıyacağı (yani “tabu”ların hikmet-i vücûdu)
anlaşılmıştır artık... Ki böylece de, harcanmaları -insanlık nâmına- değer
kaybı demek olan seçkin insanların, “zarar veren-zarar gören” taraflara
sâhip bir hayvânî rekâbet ilişkisine giremeyecekleri, yâni kapitalist
zihniyetin ve rejimlerin ilelebed devam edemiyeceği anlaşılmıştır... Dolayısile
de meselâ, nasıl ki firengi hastalığı salgın halde iken, evlenmeler doktor
raporuna bağlandıysa, bundan sonra “gerzek” insan popülâsyonunu azaltmak, ve “arkaik
zihniyetler” epidemisini kontrola alabilmek için de, doğumların hekim
denetimine ve iznine tâbi kılınması gereği ortaya çıkmıştır. Bunun için,
başlangıçta, bedenî ve aklî melekeleri -muayyen bir sınırın altında- muhtel
olan kadınlara “doğum” yasağı getirilmesi, gâyet rasyonel ve yeterli bir tedbir
olacaktır. Zirâ, ölçülebilen (bilimsel) değerlendirmelerle açıkça
ortaya çıkarılacaktır ki, melekeleri bozuk olan kadınlar, tabusal frenleri
gevşek olduğundan, seksten çok -daha- fazla hoşlanmakta, anne olmayı (ve çocuk
yetiştirmeyi) ise, sâdece gösteriş yapmak ve/veya ona buna yaranmak için (yani
sosyo-patolojik baskılardan dolayı) istemekte veya ister görünmektedirler. Çünki
kadınların hormonal dengeleri ve cinsel peryodları melekelerini (dolayısile
insânî kalitelerini), güçlü melekeler de peryodlarını ve hormonal
dengelerini (dolayısile cinsel çekiciliklerini) bozmaktadır. Ve bu yüzdendir ki
onlar, erkeklerden çok daha fazla ritmik davranış göstermek (yani “oynak”
olmak), veya müzikle, dansla iştigâl etmek zorundadırlar... İnsanlardaki
psikopatalojik ârızalar, sosyal pataloji ile karşılıklı etkileşim içindedirler
tabii ki... Onun için insanlara tek tek “psikoterapi” -veya hipnoz
atraksiyonları- uygulamakla, ne onların sağlığı düzelir, ne de topluma bir
fayda sağlanır; sâdece, uzman (at gözlüklü) psikolog ve psikiyatr'lara iş
sahası (geçim kapısı), ve bazı kapitalistlere de “yiyim kapısı” açılmış olur...
Kaldı ki, inceleme alanını “sosyoloji”ye kadar genişletmekle de mesele
hallolmaz; zira sosyoloji de, tarihî süreçlerin bağımlısıdır. Hatta, tarihî
süreçlerin incelenmesiyle dahî, etüd sahası kapanmış olamaz; çünki tarihî
süreçleri ve onların “gel-git”lerini, veya “yap-boz”larını tâyin eden faktörler
de, “tarih öncesi (ateş öncesi)” zonundadır... O halde demek ki, tek bir
kişinin psikolojisi (hatta tüm sağlığı), son tahlilde, tüm insanlığın nüvesi
olan “Panteist Zon” ile öylesine içiçedir ki, tarihî süreçlerde ve sosyolojik kesitlerde
kazanılmış -mahallî- alışkanlıklar, bunun yanında gâyet yüzeysel, dînî ve
siyâsî istismar konuları (ve araçları) olarak kalır. Ve ne yazıktır ki,
bilimsel (metodolojik) düşünemeyen -melekeleri muhtel- insanların genel
mâlûmâtları ve kanıları da, sözkonusu alışkanlıkların (ve onlara bağlı
özentilerin) ifâdeleridir sâdece... Onun için, insanların ve insanlığın
kurtuluşu (ve özgürleşmesi), Panteist Zon'un keşfiyle (yani bilince
çıkarılmasıyla) mümkündür ancak... Yâni toplumdaki her -genç- bireyin, ait olduğu
“panteist gurup”un ortaya çıkarılıp, oradaki konumunun objektif (bilimsel)
olarak belirlenmesiyle olasıdır; din(ler)in ve kapitalizmin istismârından
kurtulmak... Mesela, Dünya'nın her yerindeki melekeleri sağlıklı bir kadın,
toplumsal hayatta -insânî kalitesiyle- kendini ispat edebildiği için, çocuk
yapmayı ikinci plâna atabilmekte, ama buna mukâbil, cemiyette -seksten başka
bir yolla- varlık gösteremeyen gerzek (bozuk melekeli) kadınlar da, bir erkek
tavlayıp ona çocuk yapmakla, kendilerini empoze etmeye kalkmaktadırlar
topluma... Ki bu iş'te, “tahrikçi” ve “kolaylaştırıcı” karakterlerinden ötürü,
gâyet başarılı da olmaktadırlar... Ve böylece de, gâyet güzel annelik
yapabilecek -melekeleri güçlü- irâdî kadınlarla haksız rekâbete girişmiş
olmakla, pek çok sosyo-psikolojik sorunlara yol açmaktadırlar... Yâni tarihî
bir rezidü olan, kralların, sultanların, ve de kapitalistlerin soy-sop
merakları ve kadın seçicilikleri, hemen herkese zarar veren çok kötü bir örnek
teşkil etmiştir, ve etmektedir... Ama artık anlaşılacaktır ki, babalardan
tevârüs edilen, reflekslerle (becerilerle) ilgili kalıtım, ve dolayısile de
ataerkil soy ağacı, insâniyet (veya insânî kalite) anlamında hiç de önemli
değildir. Esas önemli olan, analar zincirinden -bir nevî rezonansla- tevârüs
edilen meleke gücü, ve dolayısile de anaerkil soy ağacıdır. Ve onun için de, aile
kurma (ve üreme) inisiyatifinin, başlangıçta olduğu gibi, yeniden -seçkin-
kadınlara geçmesi lâzımdır. Ki bu şekilde, hem gerzek insan
popülâsyonu kendiliğinden erisin, hem de övünülecek ve örnek alınacak, savaşçı
veya becerikli (kurnaz) ata figürleri (idolleri) ortadan kalksın...
1901
yılında Bertrant Russell -sonsuz kümeler bazında- Aristo Mantığı'nın
paradoksallığını ispat edince, “sıradışı varlık” veya “tanrı” kavramının veya
tahayyülâtının akıl dışı, ama tarikatçıların “tanrısal yol” anlayışının
(argümanının) ise, gâyet mantıkî ve gerçekçi olduğu açıkça ortaya çıkmıştı.
Dolayısile, o zamandan beri de, din(ler)in tamamen “kapitalist” ve/veya
“emperyalist” zorbaların bir istismar aracı olduğu -ârif olanlarca-
anlaşılmaktaydı. Ancak ne var ki, bu istismarın kötülüğü, -herkesin anlayacağı
şekilde- somut olarak ortaya çıkmamıştı henüz... Ama artık, insan
popülâsyonundaki patlama ve doğal çevredeki bozuşma, “duvar” gibi bir gerçeklik
olarak karşımıza dikilmiştir; dolayısile de, iktisâdî ve siyâsî krizlerin
kronikleşerek, insanları -dinsel ön yargılardan üretilen bahânelerle- kitlesel
olarak biribirlerine kırdıracağı âşikâr hâle gelmiştir. Onun için, bundan sonra
artık, -en azından- devletlerin dinsel propagandalara âlet olmamaları, ve de
din karşıtı bilimsel çalışmaları teşvik edip duyurmaları gerekmektedir. Yoksa
fanatik dindarların -yüzsüzce- yaptıkları ve yapacakları, “işte ne güzel,
peygamberimizin müjdelediği (!) Kıyâmet gününe yaklaşıyoruz; tedbir almaya, bu düzeni
ve gidişâtı bozmaya ve Allah'ın yazdığı kadere karşı gelmeye kalkmayın” mealindeki
mugâlâtalara katlanmak, akla ihânet etmek olur... Akla ihânet etmeye ve
insanlığı ortadan kaldırmaya ahdetmiş bir “din” ideolojisini ve “tanrı”
anlayışını redd ve cerh etmek artık farz (gerek şart) olmuştur. Çünki,
matematiksel (sembolik) mantığa göre varlıklar “eşit” olamazlar, ancak tam
(iyi) sıralanırlar; yani mutlaka, herhangi ikisinden biri önce, diğeri sonra
gelmek üzere... Dolayısile de, “sıradışı varlık” kavramı, sonsuz “küme”ler bazında
paradoksaldır; yani “akıl dışı”dır; bu hususta, muhayyel bir sıradışı varlık
(tanrı) düşünmek bile -bir gasp ve talan ekonomisinin üzerinde yapılmadıkça-
“akıl hastalığı”na yol açar; veya delâlet eder. Onun içindir ki, monoteist ideoloji
(dinler), -bir şekilde- doğru seçilmiş (seçkinleşmiş) önderlerin, gayri mantıkî
teviller ve mistik (hipnotik) telkinlerle yapacakları frenlemeler
olmadığı taktirde, -ekonomik kriz dönemlerinde- mutlaka kollektif
cinnetlere yol açar; meselâ tutkulu Mehdî beklentisi ve Kıyâmet özlemi
şekillerinde... Zirâ “sıradışı varlık” anlamında bir “tanrı” kabul edenler,
bilimsel (matematiksel) mantık mûcibince, insanlığı (bilinçlenme dizisini)
sonlu varsayan, ve dolayısile de sonlandırmaya -sonunu görmeye- çalışan
psikopatalojik kişiliklerdir; ki bunlar aynı zamanda, insanların melekî
rezonansını (dolayısile akıl sağlığını) bozan “parazit” merkezleri gibi bir
işlev görürler... İşte Kapitalizm, insanları dinler vâsıtasıyla “aklen mâlûl” hâle
getirdiği içindir ki, onları opsesyon hâlindeki meczuplar olarak, kolayca güdüp
sömürebilmektedir... Bütün büyük tarihî -ve sosyolojik- dönüşümlerde, “tanrı”
kavramı değişmiş veya değiştirilmiştir; ve nitekim peygamberlerin de yaptıkları,
“tanrı-kral”ların -kendilerine (zâlimliklerine) râm etmiş oldukları- “tanrı”
anlayışının izlerini, hem toplumsal hayattan hem de zihinlerden silmekti
aslında... Zirâ, zalimlerle mazlumlar için “tanrı” -kavramı- aynı olamazdı;
aklen ve mantıken... Ve de, rutin
çalışma hayatı ve geleneksel yaşam içerisindeki kitleler, -önderler tarafından-
“biz egemenlerin tanrısını tanımıyoruz; veya tanrı anlayışını paylaşmıyoruz”
mealinde bir deklerasyon yapılmadıkça uyarılamaz ve uyandırılamazdı. Kaldı ki, bugünlerde yaşamakta
olduğumuz dönüşüm, bütün tarihî devirlerin kapanışı (ve Panteist Zon'un keşfi)
gibi, olağanüstü (zamanlarüstü) bir anlama ve öneme sâhiptir; dinlerin de,
Kapitalizm tarafından özümsenip “tanrı-kral”lar zihniyetine indirgenmiş
olmasıyla... Veya “tanrı” kavramının, “günah çıkarma mercii” anlamına
indirgenip, insanlara -yasalar ve “kamu rızâsı” hilâfına görüntü
vermeden- her türlü yanlışı yapma (günâhı işleme) serbestîsi tanınarak,
insanlığın sâdece “para birikimi” ile ölçülür hâle -yani insanın “metâ” hâline-
getirilmesiyle... Ve dolayısile de insanların, hayvânî hırslar ile vicdânî
pişmanlıklar arasında bocalayan -ve psikosomatik hastalıklarla boğuşan- “ruh
hastaları” yapılmalarıyla...
Sekterizm
ve Kariyerizm'den Münezzeh Bir “Bilimsel Çalışma”, Talebeyken Başlar.
Gerçekten
bilim adamı olmak isteyen, öğrenme ve anlama iştiyâkı ile meşbû bir genç,
herşeyden önce kendine bir rehber (mürşid) arar; araması gerekir. Ama şunu da
-peşînen- bilir ki, yolundan gideceği insanın kalitesini kendisi değerlendiremez;
zirâ, değerlendirebiliyor olsa, o insan kendisine mürşid olamaz... Kaldı ki,
hocasını (mürşidini) anlayabildiği -yâni onun seviyesine geldiği- an, kendi
yolunu (metodolojisini) bularak, müstakilen fikir ve fiil üreteceğinin de
bilincindedir... Demek ki, medrese çömezi olmamaya ahdetmiş bir gencin,
başlangıçta, öğreneceği bilgilerden çok daha önemli olarak, bir “seleksiyon”
görevi yapması iktizâ etmektedir; hem kendinin bilinçlenmesine, hem de bilimin
-doğru dürüs- ilerlemesine katkı anlamında... Onun için de, herşeyden önce
yapması gereken iş, -kabaca- seçmiş veya beğenmiş olduğu “hoca adayı”nın
çalışmalarını, otorite konumundaki -diğer- bilim adamlarının görüşüne
sunmaktır; sunmak olmalıdır. Hatta kendisi, bir otorite tarafından
-yetiştirilmek üzere- seçilmiş olsa bile, yine de “hoca”sını, diğer otoriteler
nezdinde sınamalıdır... Ondan sonradır ki, hocasının -özgün çalışmalarını
bihakkın anlamasa bile- değerini, objektif olarak ortaya çıkaracak, ve hatta
herkese de göstermiş olacaktır... Çünki, eğer “hoca adayı” ile diğer şöhretli
âlimler arasında doğrudan ilişki sağlayabilirse ne devlet; zirâ “bilim”
tanımına uygun bir -açık- tartışmada (meselâ bir seminerde), tartışanların
değeri, herkesin anlayabileceği bir açıklıkla ortaya çıkacaktır... Yok şâyet,
“hoca adayı”, yapıtlarını, düşüncelerini savunmak husûsunda kıvırtır, veya
diğer otoriteler, türlü bahânelerle, bir bilimsel tartışmadan kaçarlarsa, o
zaman da, bahâneleri izale etmek bâbında gösterilecek çabalardan sonra,
herkesin değeri açıkça (hem de sıralanarak) anlaşılacaktır... Bu ihtimallerin
dışında, her iki taraf da biribirinin çalışmalarına âşinâ, ve biribirinin
taktirkârı çıkarsa, o zaman da o talebe, hayatının -daha- başlangıcında,
yaratıcı insanların buluşmasına, ve dolayısile bilimsel çalışmalarda
verimin artmasına vesile olarak, bilime büyük bir katkı yapmış olacaktır. Çünki
gerçek bilim adamları atletlere benzemekte, ve onun için de kendilerine yakın
performansta (formda veya kalitede) olanlarla bir arada bulunup çalışmaktan
büyük haz almakta ve motivasyon kazanmaktadırlar. Etrafları câhil çömezlerle
dolduğunda ise, -bir süre sonra- yaratıcılıklarını kaybedip, ya çekilmez
(nemrut) öğretmenler, ya da rutin teknik konulara gömülmüş bürokratlar hâline
dönüşmektedirler. Zira, “gerzek”lerin meleke bozukluğu, salgın bir hastalık
gibi sirâyet ederek, onların da meleke gücünü ve yaratma heyecanını
zayıflatmaktadır. İşte bu durumu bilen -ve hisseden- gerici güç merkezleri ve
bilimci taslakları da, yiyim ve geçim sahalarını korumak maksadıyla, bunları biraraya
getirmemeye çalışmaktadırlar. Özellikle de emperyalist devletler, kendi nüfuz
sahalarındaki ülkelerde, iki değerli bilimcinin bile biraraya gelmemesi için
-ajanları vasıtasıyla- ciddi bir şekilde uğraşmaktadırlar; hem o ülkede bilimin
gelişmemesi, hem de değerli bilimcileri tek tek avlayarak ülkelerine çekebilmek
için... Ve de o geri ülkelerin gerzek ve hain yöneticilerine, “her değerli
bilim adamını, diğerlerinden ayrı yerlere (üniversitelere) gönderin ki, hepsi
de ayrı ayrı pek çok çevreye ışık saçsın” mealindeki mugâlâtaları kabul
ettirerek, kolayca yapmaktadırlar bu -adam yürütme (kapma)- operasyonlarını...
Halbuki, sanat gibi bilim de, esas itibâriyle bir rûhî (melekî) rezonans
olayıdır; ve onun için de, âdetâ bir “yoğurt mayası” gibi, -yoğun olarak
konulduğu- bir noktadan (veya odaktan) yayılması iktizâ eder... Ben,
kendi hayat pratiğimde, yukarıda belirttiğim usullerle kendime rehber seçtiğim
-ve onlar tarafından da asistanlığa (ve yetiştirilmeye) lâyık bulunduğum- Cahit Arf, Masatoşi İkeda,
Cengiz Uluçay gibi üç değerli matematikçinin (hatta herhangi ikisinin
bile), nasıl biraraya getirilmediğine bizzat şâhit olmuşumdur. Kaldı ki, benim
bile onlardan biriyle uzun süre çalışmama -türlü entrikalarla- mânî
olunmuştur... Daha sonraları, değerli felsefe profesörü Macit Gökberk'in “ortak seminer” yapmak
teklifinden, matematik âlimi geçinenlerin nasıl kaçtığına, Kerim Sadi'nin müşterek plâtform
arayışlarından, sosyalist ve komünist taslaklarının nasıl kaytardıklarına da,
bizzat teşebbüslerin içinde yer alarak şâhit olmuşumdur... Ama bugün artık,
gençlerin kafaları da “biat” kültürüne göre âyarlandığı için, hiç kimsenin
aklına, otorite kisvesindekileri sorgulamak ve araştırmak gelmiyor. Dolayısile
de, çocukların (talebelerin) kafaları, “hangi hocayı yağlasam da, gözüne
girerek kendimi taktir ve taltif ettirsem” kurnazlığına çalışıyor. Ki böylece
de, yağlanmaktan en çok hoşlanan, ve/veya yağcılarının artmasından
nemâlanabileceğini düşünen oportünist, kariyerist düzenbazlar selekte olarak,
bir “değersiz seçkinler” oligarşisi (gerzekler aristokrasisi) teşkil
ediyorlar... Yâni son tahlilde, en müspet bilim dallarında, konularında bile,
“hoca-talebe” ilişkisi “al gülüm-ver gülüm” şeklindeki kapalı devre bir
“alış-veriş” ilişkisine dönüyor. Ve de, “dogmatik ezberler ile geviş getirme”
veya “gurup mastürbasyonu yapma” gibilerinden skolâstik, mistik ortamlar
oluşuyor; kapitalistlerin, emperyalistlerin kucağında... Kafaları “cemaat
üyesi” veya “ajan” formatına göre âyarlanmış insanlar, bana da çok geldiler, ve
geliyorlar. Ve de “hocam sizin fikirlerinizi çok beyeniyorum” mealindeki
sözlerle taktirlerini beyân ediyorlar; sanki anlamışlar gibi... Anlamış
olsalar, niye beni -yani “hoca”yı- yağlama (poh pohlama) zahmetine girsinler;
veya -daha doğrusu- küstahlığına tırmansınlar?.. Gerçekten anlamış olsalar,
teorinin (metodolojinin) bir ucundan girerek, kendileri de aynı minvâl üzre
fikir ve fiil üretmeye çalışırlar; “hoca”nın yükünü hafifletmek üzere...
Halbuki bunlar, ya kendilerine çağrışım yaptırmış olan birkaç ibâreyi alıp,
üzerine hayallerini monte ediyorlar, ya da papağan gibi ezber yapıyorlar. Adam
olsalar, “hoca”nın fikirlerini tam anlayamadıklarında gidip, herkesin otorite
olarak bildiği veya gördüğü kişilere sorarlar, tartışma ortamı yaratarak gerçek
değerlerin anlaşılmasını sağlamak üzere... Ama öyle yapmıyorlar da, hayvânî
veya ajansal bir sezgiyle şöyle düşünüyorlar: “Bu adamda bir çekicilik
(karizma) var; ben bir şekilde buna yaranayım, nasıl olsa bu birgün yüksek
mercilerin dikkatini çekip onlarla anlaşacaktır, işte ben de o zaman yolumu
bulurum” anlamında... Ve böylece de, tabandan başlayan bir “yaranma”
hiyerarşisi veya zinciri, en sonunda -cemaaat veya kürsü başkanlığı, ve hatta
başbakanlık filân gibi mevkilerden- emperyalizmin merkezine kadar bağlanıyor.
Ki o merkeze bağlanan bir fikriyâtın, lâfzı ne olursa olsun, muhtevâsı veya özü
itibâriyle insânî ve ilmî olmadığı da açıkça ortaya çıkıyor... Ben
etrafımda halkalanmış olanlardan bazılarını (en hallicelerini), anlı şanlı
akademisyenlerin üzerine sevk ettiğim halde, sonuçta onların -suya sabuna
dokunmayan- mavallarını dinleyip bana iletmekten başka bir şey yapamadılar;
veya yapmadılar. Daha sonraları, benim bir yerlere yaranamayacağımı anlayınca
da, sıvışıp gittiler; hem de -bazıları- beni “paranoyak”lıkla bile ithâm etmeye
kalkarak... İşte ben bu gibi insancıklara, -hissi sâiklerle değil-
zorunlu, mantıkî çıkarım olarak, “geri zekâlı”lar veya “ajan tandanslı”lar
diyorum; ki çoğunluktadırlar... Ve çoğunluğun “gerzek”, “psikopat” “şizoit” ve
“gammaz”lardan müteşekkil olmasıyla da, toplumun demokratik (halk oylamasına
bağlı) olarak ilerlemesi imkânsız hâle gelmektedir; gelmiştir. Onun içindir ki, şâyet
“bilim” özgür olmaz, yani bilimsel çalışmaların içine objektif “inisiyatör
seleksiyonu” yapacak bir metodoloji -ve sistematik- dâhil edilmezse toplumlar,
geleneksel kanılar üzerine geviş getiren “mal”lar topluluğuna dönerek,
demokratik (!) olarak çökeceklerdir. Nitekim, tarihin bu son ve en uzun
ekonomik krizinden de, “artı-değer (kapital)”in değerini düşürmeyecek
kalitedeki değerli insanların -sürekli- seçilimi için, bir “müspet seleksiyon”
sistematiğinin kurulmasının, “gerek şart” hâline geldiği açıkça
anlaşılmaktadır; ilk aşamada, müteşebbis (inisiyatör) olmayan -gâsıp ve/veya
spekülâtör- kapitalistlerin yerine geçecek “nâib”leri ortaya çıkarmak üzere... Ama tabii ki herşeyden
önce, -kapitalist düzende- kariyer ve itibar kazanmış olmakla birlikte,
insanlığa karşı sorumluluğunu unutmamış ve şerefini kaybetmemiş bilimcilerin
ortaya çıkıp, “demokrasi”nin orijin itibâriyle bile, seçkinler (antik
site vatandaşları) arası bir anlaşma rejimi olduğunu hatırlayarak, -hiç de
seçkin olmayan- kapitalistlerin, ve de sürünün (halkın) seçtiklerinin
(politikacıların) güdümünden kurtulmaları gerek...
Örnek
Alınacak Bir “Hoca-Talebe” İlişkisi:
1962'nin
Şubat'ına gelip de, önemli derslerin sınavlarını bitirince, sâdece “akademik
kariyer” edinmek sûretiyle bilim yapmayı düşündüğümden (düşünebildiğimden)
dolayı, rehber hoca bulamamamın (bulunmamasının) sıkıntısıyla, -ve üstelik,
epeyidir “ebeveyn”imle de alâkayı kesmiş bulunduğumdan ötürü- büyük bir
boşluğun içine düşmüş ve işi aylaklığa vurmuştum. Öyle ki meselâ, 22 Şubat'ta
Alb. Talat Aydemir'in yürüttüğü tankların sesini ilk duyanlardan biri de
bendim; 21 Şubat akşamından oturduğum “poker masası”nda; Fatih'te... Çünki bir
yıl kadar önce Cahit Arf, askerlerle gericiler ittifâkının
üniversitelerde yaptığı -gerzekçe- düzenlemelere dayanamayarak istifa etmiş ve
ortadan kaybolmuştu... İşte tam o sıralarda, -yeni kurulmakta olan- Ege Üniv.
Fen Fakültesi'nin Fizik Bölümü'ne laborant asistan olarak girmiş bulunan, yakın
bir arkadaşımdan (Ergün Akyelli'den) bir mektup aldım. Mektubunda, “buradaki
matematik departmanında -titr'siz ve kadrosuz olarak- hocalık yapan bir Japon
var; değerli birine benziyor, istersen gel bi gör” gibilerinden bir teklifte
bulunuyordu. Ki ben de ona cevâben, üç tane problem gönderdim; ve dedim ki, şu
problemi şu kadar, bu problemi şu kadar, diğer problemi de şu kadar zamanda
çözmesi lâzım; kendisini bir dene bakalım... Bunun üzerine arkadaşımın bana
bildirdiği zaman süreleri beni çok etkiledi; ve 1 Nisan 1962'de atlayıp gittim
İzmir'e; Ege Üniversitesi'nde, Masatoşi İkeda adındaki -kadrosuz,
ünvansız- matematik hocasını, verdiği cebir dersinde asiste etmek üzere... O
zamanlarda oralarda, hatta bütün Türkiye'de, “teorik cebir”den anlayan yoktu;
herkes, ortaokul ve liselerde gördüğü 8. veya 9. yüzyıl cebirini “cebir” olarak
bellemişti. Kaldı ki İst. Üniv. Matematik Enstitüsü'nün kurucularından ve Cahit
Arf hocanın da hocası olan Prof. Ali Yar bile, cebir teorilerini
derlediği kitabına Modern Cebir adını vermişti... İkeda bu geriliğimizi, bir
orijinal çalışmasını Ege Üniv. Yayınlarından çıkarmak isteyince -şaşırarak-
anladı. Zira, Almanca yazdığı çalışmasına, kısa bir Türkçe özet de eklemek
isteyince gördü ki, koskoca Enstitü Direktörü bile, cebir terminolojisinden
anlamıyor. Ve onun için de benden yardım istemek zorunda kaldı.. Ama buna
mukâbil de, üç beş terimin Türkçe karşılığını söyledim diye, büyük bir hassasiyet
ve âlicenaplık göstererek, bana teşekkür yazdı; eserinin dip notunda (Ege Üniv. Fen Fak. İlmî
Raporlar Serisi No: 8-1962)... Aslında, İst. Teknik
Üniversitesi'nden gelmiş -ve “advanced calculus” çerçevesinin dışına çıkamamış-
olan Enstitü (veya Kürsü) direktörü Doçent M.K.'nın, İkeda'dan, “teorik cebir”
dersi vermesini istediği de yoktu; ve isteyemezdi de... Adamın esas amacı, bu
üniversitenin matematik bölümünde de, İst. Tek. Üniversitesi'nde olduğu gibi
(kadar) lise cebiri okutmak, ve de lise hocası olan eski arkadaşlarını
akademisyen yapmaktı... Zâten, geçici vizelerle oturma izni alabilen bu Japon
turisti (ve/veya emigrantı), Üniversite'ye teknik eleman olarak almalarının,
ama aynı zamanda onun iki ileri ülkede (Japonya ve Almanya) kabul görmüş “doçent”liğini,
ve hatta Dünya literatüründen tescilli bilim adamlığını görmezden gelmelerinin
esas (pragmatik) sebebi, -sâdece- O'nun istatistik bilgisinden yararlanmak
istemeleriydi. Zirâ bütün fakültelerin kariyerist kodamanlarının hazırladıkları
yıllık çalışma raporlarında, kendilerini başarılı göstermek için, bilimsellik
(objektiflik) alâmeti sayılan istatistiklere, ve cafcaflı (mübâlâğalı) grafikler
veren istatistik fonksiyonlarına ihtiyaçları vardı... İkeda bu raporları
hazırlarken hem üzülür, hem de -işin komikliğini benimle paylaşarak- eğlenirdi;
“bak Ali bey, bu verilere şu fonksiyonu uygulasak adam işinden (mevkiinden)
olacak, ötekini uyguladığımızda ise, süper başarılı görünecek; ama benim de
onlara bağımlılığım var” gibi sözlerle... Hatta o sıralar O'nu, başka adam
bulamadıklarından, Yüksek Hemşire Okulu'na da istatistik hocası olarak tâyin
etmişlerdi; ki ben gelince, o işi bana devretti de öyle kurtuldu... Bütün bu
angaryalara rağmen İkeda yine de, o matematik enstitüsü'nü adam etmesini
bildi... Önce, engin literatür bilgisine istinâden ısmarladığı kitaplarla, bir
etüdyenin arayacağı eserlerden müteşekkil bir kütüphâne yarattı. Sonra da,
“analiz” dersi için Almanya'dan değerli bir -emekli- profesörü (Lothar Koschmieder'i) getirtti. Ve ondan
sonra bana da, ileriki bilimsel çalışmalara başlangıç ve zemîn olması için, Galois Teorisi üzerine bir seminer
yaptırdı... Hiç unutmam o seminerde, -hem câhil, hem de akademik usûl ve
nezâketten bîhaber olan- bizim direktör M.K., duraklayıp düşündüğüm bir esnâda
araya girip ukalâlık yapmaya (kendini göstermeye) kalkmıştı da, benden bi güzel
azar işitmişti; refleksif olarak... Talebeler önceleri, -haklı olarak- direktör
mevkiindeki, uzun boylu, âlim havalı, ve İkeda'ya üstten bakan bu adamı bir şey
sanıyorlardı; ama ben geldikten sonra, İkeda'ya gösterdiğim bâriz saygıdan da
etkilenmişlerdi. Onun için bir gün, birkaçı gelerek bana sordular, “Ali bey,
M.K.'mı daha değerli bilim adamıdır, yoksa İkeda'mı?” diye... Ki ben de onlara
gerçeği açıklamak zorunda kaldım: “M.K., bilimsel açıdan İkeda'nın eline su
bile dökemez (yani ibrikçisi bile olamaz)” şeklinde... Hatta o sıralarda,
tesâdüfen bir kitapçıda bulduğum, İngiltere baskılı bir fizik -ders- kitabında
M.İkeda isminin referans olarak geçtiğini de gösterince, öğrenciler benim
sözümden tamamen emin oldular; ki bu kitaptan, henüz İkeda'nın bile haberi
olmamıştı. Zira, “matematik” gibi soyut çalışmaların, kısa zamanda -hele, fizik
gibi tatbîkî bir branştaki- ders kitaplarına intikâl etmesi, hiç de sık
rastlanan bir olay değildi; değildir... Ben o sıralarda, Alman profesörü de
asiste ettiğim, ve anlatmakta olduğu “analiz” dersinin tatbîkâtını
yaptırdığımdan, öğrenciler arasında epeyi prestij sâhibi olmuştum. Hatta o
aralar, M.K. da beni yanına çekmeye çalışmıştı; ama benim, ondan
öğrenebileceğim bir şey yoktu; zira öğretmenlikten kariyer edinmiş bir
akademisyen bozuntusu olmak istemiyordum... Fakat sonradan anladım ki, bizim
üniversitelere elemanlar, “ya öğretmenlik ve kariyer, ya da bilim” gibilerinden
bir ikilemle karşı karşıya getirilerek seçiliyormuş (!) meğerse... İşte bu
yüzden M.K., fenâ halde garez oldu bana... Öyle ki, masamın temizliğinden
sorumlu hademeye (Hasan kardeşime) bile, “Ali beyin masasını temizleme”
şeklinde gizli (illegal) emirler vererek, beni yıldırma siyâseti gütmeye
başladı... İkeda'nın, -o, sorumluluk duygusu yüksek insanın- beni (yani
asistanını) korumak husûsunda elinden bir şey gelmiyordu; resmî, bürokratik,
veya idârî olarak... Zira, daha vatandaşlığa kabul edilmemiş bir “emigrant”,
yani sığınmacıydı bir defa... Üstelik vatandaşlığa kabul edilmeden, O'na kadro
ve titr verilmesini de hiç kimse istemiyordu; çok çeşitli nedenlerden... O da,
bu durumda, bilim dünyasıyla iletişimini -o zamanki komünikasyon zorluklarına
rağmen- çok sıkı tutuyor, ve de harıl harıl orijinal tezler ve problemler
üzerine çalışıp eserler üretiyordu. Ve bu yüzden de, kendisine değişik
ülkelerden gönderilen kitap ve dergileri, “sansür heyeti”nden kurtarabilmek
için, vaktinin bir kısmını İzmir Emniyet Müdürlüğü'nde geçiriyordu. Hatta bazen
de, o zamanki Doğu Almanya ve Sovyetler Birliği gibi ülkelerden gelen
-matematikle ilgili- matbû eserleri Emniyet'ten çıkarabilmek için, bir
“komünist zanlısı” gibi soruşturma konusu oluyor, ve ifâde veriyordu. Ki bu
cümleden olarak, matematik terminolojisinin Grek alfabesinden alınmış olması,
Grek alfabesinin de Kiril (Bulgar, Rus) alfabesine benzerliği dolayısile, kitap
ve dergilerdeki -matematikle ilgili- formüllerin şifre olup olmadığı husûsunda
derin (!) sorgulamaların ve tartışmaların yaşandığını da dün gibi
hatırlıyorum... İşte tam bu sıralarda, yönetimle takıştığımı, ve dolayısile de,
kariyer yollarının bana kapanmakta olduğunu gören İkeda, bu -idârî-
engellemelere çâre olarak, takip etmekte olduğu Dünya çapında önemli bazı
matematik dergilerinde yayınlatılabilecek kıratta bir çalışma yaptırmak istedi
bana... Zîrâ, bürokratik veya idârî engellerin, bilimsel çalışma kalitesiyle
aşılabileceğini düşünüyordu o zamanlar; ki zaten kendisi de, akademik ünvan
kullanmadan, sâdece -daha o zamanlar- marka olmuş “M.İkeda” ismiyle
yayınlatıyordu çalışmalarını... Onun için beni de, -Akademik kariyerizm
entrikalarını aşmam için- kendisi gibi ünvansız bilimci yapmak üzere, o zamanki
yayınlarda güncel olan p-sylow grupları konusunda bir problem verdi bana... Ki bu,
basit (fazla literatür bilgisi gerektirmeyen), ama zor (çok parametreli ve/veya
ihtimalli) bir problemdi... İkeda bu problemi verdi ama, gözünü de ayırmadı
benden... Probleme ne zaman ve ne kadar dikkat verdiğimi tâkip ediyor, ve o
gergin atmosferde, -bir an önce bir şeyler başarmak arzusuyla- “fikr-i
sâbit”lere kapılmamdan korkuyordu. Ve onun için de, beni fazla “yüklenmiş” veya
“dalmış” gördüğünde, -kafamı dağıtmak için- evine dâvet edip viski ikram
ediyordu; Japonya'dan gönderilmiş bol iyotlu yosun bisküisi ile birlikte... Ama
ne yazık ki, kısa bir süre sonra o problemin -Almanya'lı ve/veya Hollanda'lı
vs. birileri tarafından- çözüldüğünü öğrendik; ki böyle bir -reel- durumda bile
İkeda, üzülmemem için beni teselli etmek inceliğini gösterdi; “Ali bey rekâbeti
kaybettin diye düşünüp üzülme, ne de olsa onlar üç kişi birlikte çözmüşler”
mealindeki sözlerle... İkeda bana, -o genç yaşıma rağmen- hep “bey” diye hitap
ederdi; “Japon nezâketi”yle... Ben de ona, herkesin yaptığı gibi “İkeda” diye
değil, “hocam” şeklinde hitap ederdim... 1963 yazına doğru İkeda, “çok önemli
bir çalışma yayınladı” dediği ODTÜ Fen Ede. Fak. Dekanı Prof.Cengiz
Uluçay'ı, konferans vermesi için çağırırken, Enstitü (Kürsü veya
Bölüm) başkanımız M.K.'da, çocukluk arkadaşı -mütedeyyin- bir lise hocasını,
“doktor asistan” olarak alıp tepemize oturtmak için, dekanlık ve rektörlük
nezdinde kulis yapıyordu; yapıyormuş meğerse... Matematik profesörü (ve/veya
âlimi) olmaya heves etmiş, ve de bu işe kafayı takmış olan bu zât (F.A.), bir
gün, elinde bir deste -matbû- broşürle gelip, bunları bize, “doktora çalışmam”
diye tek tek imzalayarak dağıttı; 6 yıl evvel İstanbul'daki bir Bâbıâli
matbaasına bastırttığı eserini... Yâni -anlayacağınız- adamcağız altı yıl
önce “doktora”sını yapmış bitirmiş de, kabûlünün veya tâyininin gerçekleşmesi
için, bir okul arkadaşının, bir matematik kürsüsünün başına geçmesini
beklemiş... İkeda'nın, bu esere (!) göz attığında, nasıl “sfenks” kesildiğini
hiç unutmam; ve benim de, o zamanki jargonumuz mûcibince ağzımdan dökülen
sözcüklerin, “ben bunu kenefte (tuvalette) çözerim” şeklinde olduğunu... İşte
bu adamın -imtihan mimtihan da dâhil- tâyin formaliteleri ikmâl edilirken,
benim böyle bir “doktor asistan” tâyinine sessiz kalmayacağımı, ve adamı
talebeler indinde rezil edeceğimi iyi bilen İkeda da faaliyete geçti. Ve önce
Cengiz Bey'le şahsen tanıştırıp, sonra da O'nun konferansını -teype kaydederek-
broşür hâlinde bastırmak görevini verdi bana... Daha sonra da, beni ODTÜ'ye
alması için Cengiz Uluçay'a tavsiyede bulundu; Uluçay'ın, kendisini israrla
ODTÜ'ye -kürsü başkanı olarak- çağırmasına istinâden... O konuşmalara şâhit
olan -İkeda'nın eşi- Emel Hanım'ın bana naklettiğine göre, Cengiz Bey, “Ali iyi
matematikçi olur mu?” gibi sorularla kesin referans sorduğunda İkeda, “Ali bir
şey olur, ama matematikçi mi olur, onu bilemem” şeklinde cevap vermiş...
İkeda'nın bu teşhisi ve öngörüsü -son tahlilde- çok doğru çıktı. Demek ki O,
daha o zamanlardan anlamış, bu memlekette hem matematikçi (veya bilim adamı)
olup, hem de kariyerizmin, politik atraksiyonların kol gezdiği üniversitelerde
barınabilmenin zorluğunu... Nitekim kendisi de, istediği problemleri, mesâi
arkadaşlarını ve talebelerini seçme özgürlüğünden mahrum bırakılmış, ve de son
tahlilde, “istatistikçi” olarak başladığı Türkiye mâcerâsını, “şifreci” olarak
bitirmek zorunda kalmıştır... Yâni bizimkiler, -bilimsel üretim alanında- altın
yumurtlayan (ve yumurtlayacak olan) bir tavuğu, kesip yiyen yamyamlar gibi
davranmışlardır O'na; teşbih yerindeyse...
1963
sonbaharına doğru İkeda bana, “hadi sen ODTÜ'ye geç, seneye de ben geleceğim”
dedi; ki ben de Ekim başında oraya intikal ettim; ve de herşeyden önce,
İkeda'nın yüzünü kara çıkartmadım. Bir defa, Cengiz Bey'in doktora talebeleri
için verdiği dersten A derece ile geçtim. Ama daha da önemlisi, başında,
Associate Profesör ünvânıyla Erdal İnönü'nün bulunduğu Fizik Departmanı'nda
yapılan bir kollokyum'a dâvet edildim. Ki burada da, Erdal Bey tarafından
tertip edilmiş -ve kuantum fizikçileri için elzem- olan bir “S-Matriks”in determinant (sayısal
değer) formülünü buldum; sonsuza kadar büyütülen boyutlarda sayısal değerler
veren bir “rekürsiyon formülü” olarak... Ne gariptir ki, Erdal
İnönü, o kollokyumda hiç bulunmadı. Onun yerine problemi, asistanı -Macar
fizikçi- Dr.İmre sundu katılımcılara; “müşterek çalışmamızdır” diyerek... Ama
daha sonraları, Erdal Bey'in bu çalışmayı tamamen kendine mâl edip “gerçek
profesörlük” tezi olarak kullandığını acı acı yakınarak anlatacaktı Dr.İmre...
ODTÜ o zamanlarda, tamamen bir Amerikan üniversitesi olma havalarındaydı; ki o
yüzden -işi ifrata kaçırıp- dînî bayramlarımızda bile, Türk bayrağıyla birlikte
Amerikan bayrakları çektiriyorlardı direklere... Ayrıca “kurum içi seks” de
mubah görülüyordu; o zamanlarda Amerika'da da olduğu gibi; [Amerika'lılar,
“kurum içi seks” ilişkilerinin iş verimini düşürdüğünü deneyerek anladılar ama,
bunun aslında “ensest” gibi bir olay olup, ekonominin ötesinde zararlar
verdiğini hâlâ anlayamadılar sanırım]... Onun için de, genç asistan ve sekreter
kızlar, âdeta bir “salgın hastalık mikrobu (veya virüsü)” gibi dolaşıyorlardı
etrafta... Zîra bunlardan birine yaklaşıp da, onun “sekso-fizyo-psiko”lojik
ârızalarını, veya başkalarıyla olan eski ilişkilerini öğrendinizmi, mutlaka
onunla evlenmeniz (yani sizin de hasta olmanız) gerekiyordu. Çünki aksi
taktirde, bu kızlar olmadık şirretlik ve yalanlarla taraftar toplayabiliyor, ve
de meselâ, 2-3 ay boyunca evinde (koynunda) yatırıp kaldırdığı bir adam
hakkında, “zorla evimi işgâl etti” tezini kabul ettirebiliyorlardı millete...
Yahut da, bölüm başkanı mevkiinde bulunan bir “eski seks patneri”nin, -sırrının
fâş olduğu zannıyla- insana kanca takmasına sebep olabiliyorlardı... Yani
hastalıklı -sosyolojik- bünye, sağlıklı birini barındırmıyordu içinde; ya hasta
ediyor, ya da dışlıyordu. Ki benim başıma gelenler de bu misallerdeki
gibiydi... Yâni o tarihlerde ODTÜ'de, kariyerizm rekâbetinin içine, mebzûl
miktarda politik ve seksolojik unsurlar da karışmıştı. Ve o yüzden de, o
üniversitede yükselmek, kariyer edinebilmek, ve bir mevkide tutunabilmek için,
“bilimci”likten çok, politikacı ve istihbâratçı -yani köşesiz- olmak
gerekiyordu... Cengiz Uluçay, “milliyetçilik” damarı olan, yâni “köşeli” bir
insandı. Onun için de, bir gün gözüne battı Amerikan bayrakları; özellikle de
dînî bayramlarımızda direklere çekilenleri... Bunu bir toplantıda dile
getirmesi üzerine de, kendisine karşı sinsice bir kampanyanın açılmasına sebep
oldu... O sıralar İsmet İnönü başbakandı, dolayısile de onun oğlunun (Erdal'ın) profesör
ve dekan yapılması üzerinde -başbakan dâhil- büyük çoğunluğun zımnî ittifâkı
vardı. Zira İsmet İnönü, taa cumhurbaşkanlığı zamanından beri, küçük oğlunun
“atom âlimi(!)” olacağına, olması gerektiğine takmıştı kafayı... Kendisinin
profesörlük tezini ben tamamlamıştım; Cengiz Bey'in dekanlıktan
uzaklaştırılması için de, “Amerika karşıtlığı” kozunu -el altından- kullanmak,
gâyet rasyonel ve meşrû bir rekâbet veya politika olacaktı; ki nitekim, öyle de
oldu... Cengiz Bey, “lânet olsun!” dercesine âniden istifa edince, onun yetiştirdiği
bütün asistanları da topluca istifa ettiler, protesto mâhiyetinde... Bu arada
beni de sıkıştırmalarına rağmen, hiçbir politik tavra angaje olmak
istemediğimden istifa etmedim... Ama ne var ki, bu protestocular, bir hafta
veya on gün geçmeden, Cengiz Bey'in -dekanlık- makâmına vekâleten oturmuş
bulunan Erdal İnönü'yü tebrîke gittiler. Ve bu tebrik (veya “biat”) ziyâreti
sırasında da, İnönü'nün ısrarlarına (!) dayanamayarak istifalarını geri
aldılar; kontratlarının yenileneceği vaadine binaen... Ki böylece de, hem
Cengiz Bey'e vefâkârlıklarını, ve “milliyetçilik”lerini göstermiş, hem de -onu
safdışı bırakmış olan- Erdalcı politikanın, yâni hem Amerikan bayrağı altında
biatçı “takunyalılar”ı himâye edip, hem de Atatürkçülük satmak şeklindeki
politikanın yanına geçerek kariyerlerini sağlama almış oldular. Bilim adamlığı
kisvesi altında yapılan bu “kıvraklık”lar, beni çok şaşırtmıştı o zamanlar...
Benim, istifa protestosuna katılmamış olmam, “Cengiz Bey'den ayrı da
çalışabilirim” mesajını taşıyordu zâten... Ayrıca ben, İkeda'nın, Cengiz
Bey'den bağımsız olarak da gelebileceğini düşünüyor, ve onu bekliyordum. Yâni
koskoca bilim adamlarının -konum ve ilişkilerinin- politik merkezlerden,
istihbârî bilgilere dayanılarak yönlendirildiğini bilmiyordum o zamanlar... Onun
için, Cengiz Hocam'ın -politik manevralarla- yerine geçip oturmuş birini (Erdal
Bey'i), re'sen gidip tebrik etmem, yalakalık olur diye düşündüm. Bunun üzerine,
Erdal Bey'in özel sekreteri, birkaç defa gelip,-israrla- benim kendisini
tebrike gitmem gerektiğini söyledi. Yâni Erdal İnönü âdeta, idâresi altında
çalışacak insanlardan, peşînen bir “biat” jesti görmek istiyordu... Ben ise,
sekreter kızın israrlarına karşı, “Ben istifa etmedim. O halde kendisi, dekan
olmuş biri olarak, benim Üniversite'ye yararlı biri olduğuma/olacağıma
inanıyorsa, kontratımı yenileyeceğine dair bildirimde bulunmak üzere beni
makâmına çağırsın da, öyle gideyim; ve o sırada da tebriklerimi sunayım” diye
cevap veriyordum... Nihâyette, hem kontrat yenileme süresinin bitimine kadar Erdal
Bey'in beni çağırmaması, hem de İkeda'nın gelemiyeceğinin anlaşılması üzerine,
“askere gidiyorum” gerekçesiyle istifa ettim ODTÜ'den... Erdal İnönü beni
-A.S.Tiyatrosu'nun fuayesinde- eşi Sevinç Hanım'a tanıştırırken yaptığı,
“değerli asistanımız” şeklindeki taktimde samimi olup, gerçekten kadir kıymet
bilseydi, profesörlük tezine ortak olmuş benim gibi birini dışlamaz,
çalışmasına ufak bir teşekkür yazmakla, ve de -İngiltere veya Amerika için-
bulacağı bir bursla yolumu açardı... Ama o bunun tam tersini yaptı; ve benim
müracaat etmiş olduğum NATO bursunun verilmesini bile sağlayamadı, veya
sağlamadı. Hem de İkeda'nın tavsiyesi üzerine Cambridge Kings College'de
buluşmak üzere beni çağıran ünlü bir profesörden, gâyet olumlu bir akseptans
aldığım halde...
Ben
küçüklüğümden beri, Babam tarafından -matematiksel- problem çözmeye
alıştırılmış bir “problem canavarı”ydım âdeta... Mesela, lise ikinci ve üçüncü
sınıflarda, fizik derslerindeki yazılı imtihanlara katıldığımı hiç
hatırlamıyorum; hocamız Necati Geçginli (Sinek Necati)'nin özgün problemler
hazırlama, ve de bunları çözenleri ödüllendirme huyu veya merakı yüzünden...
Ayrıca, Cahit Arf'ın gözüne girmem ve iltifatlarına mazhar olmam da,
Üniversite'deki ikinci yılımda, Kümeler (Cümleler) Teorisi üzerine, herkese
(talebe ve öğretim üyelerine) açık olarak sorduğu ve bir hafta mühlet verdiği
problemi, sâdece benim çözmüş olmam dolayısile gerçekleşmiştir... Gözümün
önüne, elemanları, relâsyonları ve operasyonları ifâde eden notasyonları, ve de
bunlardan müteşekkil kanun formüllerini veya şablonlarını aldım mı, gâyet hızlı
bir şekilde, bunlardan seçme ve sıralama (kombinasyon, permütasyon) yaparak,
sorulan sorunun cevabı olan şablonu (veya formülü) çıkarabiliyordum. Eğer Erdal Bey, benim
içimdeki “problem canavarı”nın çalışma ritmini ve konsantrasyonunu bozmamış ve yolumu
kapamamış olsaydı, kazanacağım -kronik- başarıların sürüklemesiyle, insanlar
arası ilişkileri, “kurnazlık ve politika oyunları” olarak ayrı tutan, yani bu
hususta, “iş başka, hayat başka” diyerek ikiyüzlü davranan, -at gözlüklü-
spesiyalist bir akademisyen olacaktım herhale... Ama artık anlamaktaydım ki, kimse
benim gözümün önüne, hazırlanmış (kotarılmış) bir problem getirmeyecek;
Babamın, ve son olarak da İkeda'nın yaptığı gibi... Zâten “kelin merhemi olsa,
başına sürer”di; yâni bir kariyerist akademisyen, niye hazırlop bir problemi
başkasına, -kariyer edinmesi veya geliştirmesi için- versindi ki?.. Nitekim
“adviser” konumundaki akademisyenler (Prof.'lar) daima, kariyer yaptıracakları
asistanlarına veya talebelerine, ya bilimsel değeri düşük (veya olmayan)
tezleri verdiler, ya da kendi çalışmalarının ayrıntısı olan meseleleri
hallettirdiler; kendi çıkarlarına... Hatta bazen de, talebelerinin,
asistanlarının keşiflerini yürüttüler (intihâl ettiler)...Ve böylece de
üniversitelerin bilimsel kalitesi gittikçe düştü; ki bizdeki bu düşüş uçurum
mesâbesinde oldu, son 50 yılda... Onun için o zamanlar artık, gözümün
önünde, matematiksel simgelerin sahası (veya sayısı) çok daralmış, ve onların
yerini insanlar ve insan davranışları almıştı; ki bu durum da, bir problemle
değil, bir muammayla karşı karşıya olduğumu, ve herşeyden önce, “antropoloji”yi
de kapsayan bu muammayı (problematiği) problemleştirmem, daha doğrusu
problemler sistematiği (teori) hâline getirmem gerektiğini göstermekteydi. Ama
insanlar, matematik “notasyon”ları gibi sâbit figürler veya objeler olarak
değil, çok varyasyonlu “denek”ler olarak girmişlerdi objektifime... Zira,
insanların söyledikleri, çok anlamlı elâstik metaforlarla, içgüdüsel veya
sevgisel tezâhürler demek olan jest ve mimiklerinin ne anlama geldiğini
çıkarabilmek için, -heykel gibi durup- onlara tepki vermemek gerekiyordu,
objektif gözlem yapmak üzere... Ama, bu taktirde de muhâtabın sözsel ifâdeleri
zayıflıyor, jest ve mimikleri sönükleşiyor, dolayısile de “obje”, merâmını hiç
anlatamaz (yani belirsiz) hâle geliyordu. Ki buradan, insanların da -hayvanlar
gibi- refleksif etkileşimle komünikasyon oluşturdukları fikrine
varılabiliyordu... Yâni insanlarla iletişim (etkileşim) hâlindeyken,
matematikçe (matematiksel mantıkla) düşünülemiyor, -meditasyon (veya heykel)
hâlinde- matematikçe düşünürken de, insanlarla iletişim kurulamıyordu... Ama bu, “açmaz” gibi
görünen duruma rağmen, ortada bir gerçek de vardı ki, o da insanların, “matematik”
gibi müşterek ve evrensel bir disiplin (mantık veya metodoloji) yaratmış
olmalarıydı. Ve bunu başarabilmek için de, mutlaka müşterek -fiks- bir noktadan
(davranış biçiminden) hareket etmiş olmaları gerekiyordu... İşte ben bu
düşüncelerle -mekanik bir disipline gireyim de kafamı dinliyeyim diyerek-
1964'ün sonbaharında askere gittim... 1965'in ilkbaharında da, disiplin cezası
alarak bir odaya tıkılınca, hayatımda ilk defa Marksizm'e dair kitaplar okumaya
başladım. Ve de gördüm ki, adamlar nedensellik mantığıyla “Tarihi
Materyalizm” diye bir sistem kurmuşlar, ve insanlığın, üretim ilişkileri ve
araçlarının geliştirilmesiyle, “komünal toplum”, “köleci toplum”, “feodal
toplum” ve “burjuva toplumu” aşamalarından geçerek tekâmül ettiğini ve
edeceğini savlıyorlar. Ama aynı mantığı, hayvanlıktan insanlığa (komünal
topluma) geçişte kullanmıyor veya kullanamıyorlardı... O zaman kafamda bir
kıvılcım parladı, ve dedim ki, işte bütün ideolojilerin havada kalmasının ve
dinsel mugâlâtalara boyun eğmelerinin sebebi bu olsa gerek: İnsanla hayvan
arasında mutlaka, -ateşin kullanımını ve aklı da izah edecek- bir kategorik
fark veya bir kalitatif sıçrama olmalı... Ve aynı zamanda şunu da düşündüm ki,
insanla hayvan arasındaki bu fark, kesin ama kolay idrâk edilemeyecek kadar
basit, sıradan ve alışılmış (kanıksanmış) bir şey olmalı; suda yüzen balığın,
suyu farkedememesi gibi...
Askerliği
bitirdikten sonra, matematik üzerine yaptığım çalışmaları ve edindiğim bilgi
birikimini, -ufak da olsa- bir akademik kariyere dönüştürmek maksadıyla,
İst.Üniversitesi'nde Cahit Arf'ın doçenti olarak tanıdığım Orhan İçen'e
başvurdum. O da bana, şu seminerlere başla, bir yıl içerisinde bir “lisansüstü”
derecesi alırsın herhalde dedi. Ama ben seminerlere başlayınca da, kendisi ayak
sürümeye başladı; ille de eğitim çalışmalarına katılmam (yâni
öğrencilerin sınav kâğıtlarını okumam), ve dolayısile öğretmenliğe alışmam
husûsunda beni iknâ etmek üzere... Yâni Orhan Bey'in, beni öğretmen yapmadan,
bana bir kariyer derecesi vermeye hiç de niyeti yoktu; “belleten” anlamındaki
öğretmenlikten nefret etmeme rağmen... Öyle ki, benim seminerde yaptığım bir
“ispat” ile, kendisinin buna karşı çiziktirdiği mülâhazalarını, -kendi
kürsüsünün kadrolu elemanları olan- izleyicilere oylattıracak, yâni “demokratik
matematik(!)” gibilerinden yeni bir branş uyduracak kadar niyetsizdi; benim
özgür kalarak kariyer edinmiş bir matematikçi olmam husûsunda... Bunun üzerine,
benim, herşeyden önce insanla hayvan arasındaki kategorik farkın bulunması
(bilinmesi) gereğine olan inancım daha da arttı, üniversitelerden sıtkımın
sıyrılmasına paralel olarak; ve âdeta bir “îman” hâline geldi. Bu ayrımın, bir
gün mutlaka farkına varacağıma dâir öylesine güçlü bir inanç vardı ki içimde,
ondan sonraki -yaklaşık- yirmi yılı, fikrî ve politik cereyanlar içinde, yeni
bir dünyayı keşfe çıkmış birinin tecessüs heyecanıyla, bir serüven gibi
yaşadım. Ve de en sonunda, 1985 yılında -yine- bir ilkbahar ayında, yatmakta
olduğum Çanakkale E Tipi Cezaevi'nde “evreka!” dedim: İnsan, ritmik hayvandır. Yâni
insan -dalgalı- ritm denizinde yüzmektedir; bir balık gibi... Öteki hayvanlarla
arasında olan kategorik (kalitatif) fark budur. Ve “ritm melekesi” kavramı,
ateşin kullanımını da, aklı da, müziği de, matematiği de izah etmektedir... İkeda bana, yıllar önce
Russell Paradoks'un ayrıntılı izahını yaparken, aynı zamanda müziğin
matematikle olan yakın akrabalığından da bahsetmiş, ve ayrıca Pisagor'un
kaybolduğu veya yakıldığı sanılan kitaplarıyla, bugün bizim için sır gibi
görünen pek çok meselenin çözümlerinin de yok olduğunu -düşündüğünü-
söylemişti. Yâni, söylenti olarak bize ulaşan “Kâinat sayılardan ibârettir”
sözünün mutlaka bir açıklaması (muhtevâsı) vardı Pisagor'un kafasında; diye
düşünürdü İkeda... İşte ben, tanımladığım “ritm melekesi” kavramıyla, bütün
bunları -biribirleriyle alâkalandırarak- izah edebilmiştim artık... Aynı
zamanda bilimin, felsefe ve ideolojilerden farkını, dinlerin maddi sebebini de,
tek bir “ritm melekesi” kavramıyla izah edebiliyordum... Yâni insan,
alacakaranlık “panteist zon”da, ritmik hareketler (âyinler) yaparak akıllanmış
ve insanlaşmıştı; ki, zaman ve mekân mevhumlarını doğurmuş olan böyle
davranışları, -müzik ve dans adları altında- hâlâ da sürdürmekteydi; “panteist
zon”un zamanlar üstü olması hasebiyle... Zira, zaman ve mekân mevhumlarını
yaratan sayma (ritm) ve sıralama melekeleri, zamanlar üstü bir davranış
etkinliğiydi; öyle ki, sayma ve sıralama yetisini zihindeki bir volan gibi
düşünürsek, arada sırada -bir ıstırâr hâli olarak- fiilen ritmik hareketler
yapmadığımız ve volanın momentumunu takviye etmediğimiz taktirde, bu volan, bir
raddeden sonra yavaşlar ve dururdu; insanların yeniden hayvanlaşmasına yol
açarak...Onun içindir ki insanlar -en azından- müziksiz ve danssız
yaşayamazlardı; ve bundan dolayı da, zihinlerdeki volanı tepikleyecek, -sanatta
ve bilimde- melekeleri güçlü insanların seçilip öne çıkarılması, insâniyetin
selâmeti ve gelişimi açısından gerek şarttı... Buradan böylece, bilimin
tarifinin ve insan seçiliminin (inisiyasyon'un) doğru yapılmadığı taktirde, bilimsel
çalışmaların, konu ve usûller olarak, otoritelerin subjektif tercihleri
ve çoğunluğun geleneksel eğilimleri uyarınca, içinden çıkılmaz labirentlere
veya çıkmaz sokaklara sürükleneceği de açıkça anlaşılmaktaydı.
Netice
itibâriyle ben, “akademik kariyer” rayından çıkınca, doğal olarak İkeda ile
yollarımız ayrıldı. Ama uzaktan da olsa izleyip anladım ki, kendisine genel
olarak ısmarlama ve rutin işler yaptırmışlar; kütüphâne ve yeni üniversite
seksiyonları kurmak, öğrencileri didaktik derslerle doldurup sınavlarla
yoklamak, şifre algoritmaları tertip etmek gibilerinden...Yani ünlü Alman
matematikçi Hasse'nin ekolünden gelen İkeda'ya da, aynen Cahit Arf'a yaptıkları
gibi, seçtiği talebeleri etrafına toplayıp da, istediği konudaki muamma ve
problemler üzerinde onları akortlu bir şekilde çalıştırarak bir ekol oluşturma
fırsatı -ve imkânı- vermemişler; hasetçilerle istihbâratçılar... Temenni ederim
ki, bana 1962-63 yıllarında -henüz daha evlenmeden- isimlerini bildirmiş olduğu
oğulları Sinan ve İlhan, O'nun yolunda bir varlık göstersinler... İkeda ile son
olarak, hapisten çıkıp da birkaç kitapcık kaleme aldıktan sonra, 1996-99
yılları arasında, bir arkadaşla kitaplarımı göndermek sûretiyle iletişim
kurdum. Çünki O, TÜBİTAK'da çalışıyordu; ben ise mimli bir mahkûm eskisiydim...
O arkadaş (Cumhur Aksel) vasıtasıyla aldığım mesajlar şöyleydi: Erdal
İnönü'nün yakın temâsı tahtında, Devlet'in lüzum gördüğü şifreleri üretmek için
çalışıyordu, sözsel fikriyâtla uğraşmadığı, uğraşamadığı için, ancak matematik
terminolojisi ile sorulacak sorulara cevap verebiliyordu, orada kendisine
verilen asistanların, “mutlak değer” terimini “mutfak değer” şeklinde anlayacak
kadar câhil olmalarından yakınıyordu, ve son olarak da birkaç yıl içinde
öleceğini söylüyordu; ki nitekim birkaç yıl sonra da vefat etti... Ve de
ben hep hayıflandım: Dünya'da grup teorisini en iyi bilenlerden biri olan
M.İkeda'yı, şifre algoritmaları çıkarttırmak için kullanmak yerine, niye onun
-şifrecilik işini yapabilecek- birçok grup teorisyeni yetiştirmesi için yolu
açılmadı ki?... Bu tutum, altın yumurta yumurtlayan, ve de yumurtlayacak olan
bir tavuğu kesip yemek gibi bir yamyamlığa benzemiyor mu?!.. Ben akademik
hayatta olsaydım, İkeda gibi yüksek seviyede bilimsel (objektif) düşünebilen
birinin, kullanılan veya idâre edilen pozisyonlara düşürülmesine asla göz
yummaz, ve “kullanan” veya “yönlendiren” mevkilerde bulunması için elimden
geleni yapardım. Ve gâyet doğal olarak o da beni, lâyık olduğum kariyer
basamağına çıkmam için gerekeni yapardı; eskiden gösterdiği çabalar gibi... Ama
üniversitelerde yönetim mevkileri, sürünün (halkın) seçtiği politikacıların
adamlarıyla doldurulduğu içindir ki ben, hayvana hayvan diyebilmek, yani
hayvanla insanın farkını teşhis edebilmek üzere, objektifimi, antropolojiyi de
kapsayacak kadar açmak veya genişletmek zorunda kaldım. Ve de ilim yuvalarının
artık mutlaka, eski tarikatçıların “inisiyasyon” seçilimine benzer bir
“bilimsel insan seçilimi” sistematiğine indekslenmesi gereğini ortaya
çıkardım... Nur içinde yatsın, değerli hocam ve sevgili ağabeyim MASATOSHİ
(GÜNDÜZ) İKEDA !...
Ali
Ergin Güran: 22/11/11