Proletarya Egemenliği'nin de, Milli Egemenlik ve Bağımsızlığın da, Küçükburjuva İdeali ve Ütopyası Olduğu Anlaşılmıştır Artık...

Bundan böyle artık, ne bir “işçi sınıfı” egemenliğinden, ne de bir “millet” egemenliğinden ve bağımsızlığından söz edilebilir... Yâni her türlü nasyonalizm'i de, bütün komünizan doktrinleri de, tarihî devirlerin son ideolojileri olarak görmek lâzımdır artık... Çünki bir defa “işçi ihtilâli (1917)”, kendisini savunmak üzere inşâ ettiği kalenin (Sovyetler Birliği Devleti'nin) içinden teslim bayrağı çekmiş, ve o kalenin gölgesinde bağımsızlık taslayan -Türkiye gibi- milli devletler de, başedemedikleri ve/veya aşamadıkları gericilik akımları (veya Teizm ideolojisi) vasıtasıyla, Kapitalizm'in boyunduruğuna girmişlerdir tekrardan... Zira iş (mal üretimi) anlamındaki emek, salt insânî bir kavram değildi; ve dolayısile de “emeğin kurtuluşu” denilince, “iş”in ve işçinin özgürlüğü anlaşılmamalıydı. Yoksa böyle bir anlayışla, iş yapan ve yaptığı işe karşılık, hayvanca yaşama imkânı kazanan ehlî hayvanların da (meselâ dolap beygirlerinin de) özgürlüğü sözkonusu edilebilirdi; paradoksal bir önerme (propozisyon) olarak... Ama ehlî hayvanların, özgürlüğe değil, sâdece -istenen şartlara- alıştırılmaya, şartlanmaya veya şartlı refleksler kazandırılmaya ihtiyaçları olabilirdi... İnsanlar ve toplumlar için “özgürlük” kavramı ancak, “tekâmül sürecinde inisiyatif sâhibi olmak” şeklinde bir anlam ifade ederdi; ki bu da, -“insanlaşma zonu” veya “panteist zon”daki-  “sayma” ve “sıralama” melekeleri vasıtasıyla gerçekleştirilen, “kozmik emek (yaratıcılık)” etkinlikleriyle kazanılıp ölçülebilirdi. Yoksa, bu etkinliklerin, -üzerinde- gerçekleştirildiği “kültürel baz” dahî, kendi başına bir bağımsızlık ve/veya özgürlük âmili olamazdı; zirâ halklar arasındaki kültürel farklılıklar, karşılıklı etkileşimle giderek silikleşir ama asla keskinleşemezdi; halklar ve toplumlar, geliştiği ve ilerlediği sürece... Ve üstelik, kapalı bir “milli pazar” da, ilerlemeye, gelişmeye engel olurdu... İşte bu yüzdendir ki, insanlara -beygirce de olsa- “iş garantisi” sağlayan, ve “yaşama imkânı” sunan proletarya egemenliği de, insanları muayyen bir kültür çerçevesine hapsederek geliştirmeye (!) çalışan “milli egemenlik” de, kendilerini doğru dürüst savunma (hatta silahlarını kullanma) fırsatı bile bulamadan çözüldüler... Sovyetler Birliği'nin dağılışını, inisiyatör karakterli insanlarda (bilimci ve sanatçılarda), Komünizm ideolojisinin yarattığı düş kırıklığına, Türkiye devletinin dökülüşünü de, kültürel mensûbiyet hissi ile hamâset edebiyatı üzerinden geliştirilen bir “menfî seleksiyon”a veya “negatif insan seçilimi”ne bağlamak mümkündür. Yoksa, “Sovyetler”in yıkılışını, Batı'daki -komşu çatlatan- gösterişçi “tüketim ekonomisi” ve onun kışkırtıcılığı ile izah etmeye kalkmak, serbest bırakıldıklarında -hemen hemen- bütün kızların, “sürmüş sürüştürmüş, takmış takıştırmış” sokak fâhişelerine özenerek yoldan (aile düzeninden) çıkacaklarını savlamak kadar abuk bir yakıştırma olur... Yâni son tahlilde anlaşılmıştır ki, anti-kapitalist mücâdelede (kapitalizmi aşmada), ne “işçi sınıfı” ideolojisi (Komünizm), ne de “milli kurtuluş” edebiyâtı -ve hamâseti- bir işe yaramaktadır... Hem zâten “tanrı” kavramını çözmeden, tarihî bir gerçeklik olarak “din”leri anlamadan -veya kavramadan- da, Kapitalizm'i aşmak pek mümkün değildir. Zirâ, kadîm “tanrı-kral”ların yâdigârı olan “yaratıcı-hâmî Allahbaba” kavramı, tam anlamıyla “kapitalist ortağı” gibi bir görev îfâ etmektedir. Çünki bu inancı içselleştirmiş olanlar, peşinen, kendilerine karşı olan sorumluluklarını da O tanrıya yüklemiş bulunduklarından, yemek-içmek ve çiftleşmek (seks) konularında “kaçamak yapma” hakkına da sâhip olduklarını düşünmektedirler; afacan çocukların, “ana-baba”larına şımararak, onların yasakladıkları aşırılıkları, gizlice yapmayı mârifet saydıkları gibi... Bu sûretle, bedenleri üzerindeki “oto-kontrol”larını (veya “murâkabe”lerini) kaybettiklerinden dolayı, dûçâr oldukları biyolojik ve psikolojik ârızalar (hastalıklar) yüzünden de, baytar gibi hekimlere ve üfürükçü dindarlara muhtaç, ve hatta mahkûm olmaktadırlar... Ama aslında onların, beslenme ve çiftleşme konularında yaptıkları “kaçamak”ları, kapitalizmin “tüketim ekonomisi”ni -avara kasnak gibi- döndüren en büyük etken olmaktadır; bir “kriz çıkmazı”na kadar; hem de ortaya, bir sürü -obez ve seksopat anlamında- insan enkâzı çıkararak... Zâten bu “extra ordiner” kişilik anlamındaki “tanrı” kavramının da,  “para”nın da, “verâset hukûku”nun da mûcitleri aynıdır; kadîm devirlerin “tanrı-kral” hânedanlarıdır. Dolayısile onlardan yâdigâr kalan “müşahhas tanrı” kavramının, kendileri gibi zengin olan bugünkü kapital sâhipleriyle ortaklaşa çalışması da gâyet tabiidir... Ve üstelik, onların ihdâs etmiş bulundukları tapınma ritüelleri de, bugünkü politik iktidarlara mâtuf  “itaat antrenmanı” gibi bir anlama gelmekle, kapitalizme ekstradan bir payanda sağlamaktadır. Onun için “müşahhas tanrı” kavramı, “kapitalizm” ideolojisinde mündemiç öyle somut bir güçtü ki, ona, “seni tanımayrum” demekle hiçbir mesele halledilemezdi. Kaldı ki, işçilerin, kapitalistlere -üretim araçlarına- ortak olmak istemeleri de, insanlıktan tecrit edilmiş, sıradışı “tanrı” anlayışına veya “mit”ine kafa tutmak veya “şirk” koşmak oluyordu. Zirâ -tanısalar da, tanımasalar da- işçileri, iş yapıp mal üretsinler diye besleyip çoğaltan o tanrıydı; veya onun seçmiş olduğu  “kapitalist”lerdi. Dolayısile de esas mesele, “tanrı” kavramıyla “insan” fenomeninin ilişkisini kurmakta düğümleniyordu; ki bu da ancak, “panteist zon”un keşfi, ve “kozmik emek”in idrâkıyla mümkündü... Ama ne var ki, “irade-içgüdü” diyalektik çelişkisini, bilince çıkarıp idâre etmek anlamında bir özgür hayat yaşayamamış -ve zamanlarındaki cinsel taassubun altında ezilmiş- olan Marks da, Lenin de, ve hatta Mustafa Kemal de, bir “yaratıcı, gözetici allahbaba” kavramından (mitos'undan) kurtulamamışlardır; çağdaşları  her güçlü erkek gibi, “kaçamak” yapmak zorunda kalmakla... Zirâ, “gizli (yasak) aşk” mağduru Marks ile, hem “gizli aşk” mağduru, hem de “frengi” ma'lûlü olan Lenin, normal çağdaşları gibi, -çektikleri sıkıntılardan dolayı- Allahbaba'ya tövbe istiğfâr etme yolunu tutmamışlardır ama, buna mukâbil “allahbaba”yı yok sayma isyankârlığına sürüklenmişlerdir. Ki böylece de, bir “a-Te” veya “anti-Teo” zihniyeti geliştirerek, “teo filân diye bir tanrı kişiliği dayatan dinlerin, telkini ve baskısı olmasa, insanların serbestçe seks yapabilecekleri” varsayımına (hayaline) binaen, dinleri tarihten silme, veya gereksiz bir tarihî zuhûrât (insanlığın afyon'u) olarak görme eğilimine, ve bir “tanrı tanımaz”lık kabadayılığına sürüklenmişlerdir... Halbuki, “estetik ve moral değerlere istinâden beğenilen kişilere karşı,  ve meşrû şartlarda, iktidarsız ve tatminsiz kalınıp da, olmadık kişilerle ve yerlerde, -hormonal şartların uyumu neticesinde- cinsel iktidârın ve tatminin zirvesine ulaşılması, ve dolayısile de tercihlerin, mantıkî bir sebep olmaksızın yer değiştirmesi” gibi keskin şekillerde de tezâhür edebilen sözkonusu çelişkiyi, dinlerin empoze ettiği “tanrı” mitos'una bağlamak (veya O'ndan bilmek), o çelişkiyi “nedensellik” mantığıyla açıklamaya kalkarak saçmalamaktan, veya “edebiyat yapmak”tan daha komik bir hatâ, hatta aymazlıktı. Çünki bu çelişkiler, biz daha “panteist zon”da iken, “insanlaşma programı” olarak, yâni “ritm melekesi”nin bize yüklediği “yazılım” olarak, bünyemize, zihnimize kaydedilmişti. Zirâ insanlar, tarih öncesinin “tabu”lu zamanlarında -ölümüne yasak olan- cinsel ilişkileri, ya topluluklarından uzak yerlerde ve hayvânî şartlarda, ya da uykulu hallerde, tamamen bilinç dışı olarak gerçekleştirmişlerdir; ki onun için de, tarihî devirlerde bile, kocasız hâmile kalan, ya da “nur” veya “tanrı” tarafından döllenen -mukaddes- kadınların  efsâneleri anlatılmıştır hep... Ama tabii ki sâdece, oğulları “büyük adam” olmuş olanların menkîbeleri... Ayrıca bir de, -araştırmacı antropolog Evelyn Reed'in kitabına kaydettiği şekilde- hayvan gibi görülen düşman kabilelerin tutsaklarıyla (yani hayvanlarla) cinsel ilişki kurulabilmektedir; o alacakaranlık zamanlarda... Demek ki aslında, tarihî bir gerçek  ve gereklilik olan dinler (ve onların “tanrı”ları) değildir, seks yasaklarının müsebbibi... Bilakis, ilk “tanrı-kral”lar ve dinler bu yasakları, bazı ahlâkî ve ictimâi kurallar çerçevesinde yumuşatmış, ve de insanları -meşrû bir şekilde- üremeye teşvik etmişlerdir. Hatta bu sûretle, günümüzde -olağanlaşarak- bir üretim ve yatırım sektörü hâline gelmiş bulunan, “cinsel fetişizm” sapkınlığına yol açmışlardır... Dinlerin hüküm sürdüğü tarihî devirler boyunca, kadınlar, “adam”dan sayılmadıkları ve fikirleri sorulmadığı içindir ki, erkeklerin dillendirdiği insan mentalitesi de sakat gelişmiş ve objektif olamamıştır. Halbuki, “irâde-içgüdü” diyalektik çelişkisini en iyi bilebilecek (veya bilince çıkarabilecek) olan cins, kadınlardı; hormonal peryodlarını açıkça tâkip edebildikleri, ve de “nesebi sahih” çocuklar yetiştirme sorumluluğunu yüklendikleri için... Nitekim, sözkonusu çelişkiyi iyi anlamış olanlarıdır ki, -bu çelişkiyi kullanarak- erkekleri şaşkına çeviren “cinsel büyü”ler yapabilmektedirler... Onun için aslında, bu “komünizm mûcitleri”nin, dinleri tarihî bir realite olarak kabul edip, bunların izâhını ve eleştirisini yapmaları, yani tanrıcılığa, tapınmacılığa karşı (anti-teist) olmaları gerekirdi.  Ancak ne var ki, Marks'lar, Lenin'ler, seks husûsundaki sakat düşüncelerinden ve  ham (subjektif) hayallerinden hareketle, tabuları dahi görmezden gelerek, “ilk insanların da (komünal hayatta) -hayvanlar gibi- serbestçe seks yapmış oldukları” mealindeki bir “tez”e kendilerini inandırmışlardır; cinsel terbiyeyi ve ahlâkı, peygemberlerin ve/veya onların tanrısının emirlerine bağlayan, dincilerin zihniyetine simetrik bir anlayışla... Halbuki, “akıl (irâde)-seks (içgüdü)” diyalektik çelişkisini bilince çıkararak yönetmeyi başarabilseler, ve dolayısile de çektikleri ızdırapların (mâğdûriyetin) müsebbibi olan bir “müşahhas tanrı”  fikrinin altında ezilmeselerdi, kendilerini, “tanrı var mı, yok mu” gibi bir ikileme muhâtap hissetmezler,  ve de bu ikilemde taraf tutmak zorunda kalıp, “kontr-peygamber” kesilerek, ilk insanlar hakkında “bühtan”da bulunmazlardı; insanlaşma (Panteist Zon) sürecini yok (veya Öbür Dünya) sanan peygamberlere inat... Ve de, mit'ik bir “tanrı” kavramı yerine, nihâyeti (sonsuzdaki limiti) transandantal bir mevki olan -insânî gidişât anlamında- bir “tanrısal yol” argümanını ikâme edebilirlerdi. Hatta belki, daha da ileri giderek, beslenmeyle, üremeyle ilgili fiilî yasaklarla (tabu'larla), içgüdülere direncin ifâdesi olan “irâde” arasındaki benzerliği ve ilgiyi farkedip, bunların ritmik davranma ıstırârından veya “ritm melekesi”nden kaynaklandığını da çıkarabilirlerdi... Ve buradan da insanın, kendini -ve birçok eser'i- yarattığı “kozmik emek”inin bilincine vararak, “iş” ve “mal” değerleri üzerinden aritmetik hesap oyunlarıyla, işçiler nâmına kapitalistlere “alacak dâvası” açmaya kalkmazlardı. Ve sonunda, -aşırı “propaganda-ajitasyon”la- işçileri de, bu “gasp edilmiş ücret”lerinin zorla tahsîline  iknâ(!) ederek, birkaç insan neslinin, özellikle de değerli sanatçı ve düşünürlerin  başını belâya sokmazlardı. Ama onların kafası, Aristo Mantığı'na göre forme olduğundan, her haksızlık için, -kesin veya radikal bir şekilde- ortadan kaldırılması gereken “ekstra ordiner” bir engel (merci=tanrı=kapitalist) görme veya varsayma kolaycılığına kaçıyordu. Kaldı ki o zamanlar, henüz daha Aristo Mantığı'nın paradoksu (Russell Paradoks) da keşfedilmemişti... Sözkonusu Komünist peygamberler, dinlerin peygamberleriyle -Panteist Zon'u yok sayma çizgisinde- öyle bir simetri sergiliyorlardı ki, bütün komünizan ilerici (!) zihniyetler de, kapitalist ve dinci zihniyetler de, “para”ya aynı anlamı yüklüyorlardı: Ekonomist veya bankacı kafasındaki insanların, -üzerinde- anlaştıkları bir mübâdele aracı, yâni sâdece “iş” emeğine ve “mal”lara mahsus bir değişim aracı  olarak... Ve böylece de, tam bir mutâbakatla “para”nın, egemenlerin çıkarıp, iş ve mal karşılığı olarak piyasaya sürdüğü, ve değerini de -bazen hilelerle ve örtülü angaryalarla- kendilerinin belirlediği, bir nevi “tahvil” olduğunda (olması gerektiğinde) anlaşıyorlardı; ve bu anlayışla da, “para”nın bîzâtihi kendisinin bir sömürü aracı olduğunda birleşiyorlardı. Ki bu anlayış, inisiye (maddi, fiilî sınavlarla seçilmiş) insanların kurduğu ilk uygarlıkların üzerine oturan “hânedân devletleri”nden beri dayatılmış ve kanıksanmış bir “galat-ı meşhur” idi... Halbuki, sömürünün ortadan kalkması için, herşeyden önce “para”nın, sâbit bir “değer ölçüm aracı” hâline getirilmesi, ve bunun için de, “kozmik emek”in objektif olarak ölçülmesi gerekiyordu... O halde demek ki, herşeyden önce “para”nın -doğru- tarif edilmesi, ve de kamu'nun kontroluna alınması gerekiyordu; tabii, -kozmik emek değerine göre- iyi sıralanmış insanlar anlamındaki “kamu”nun...

Kapitalistlerin de, Komünistlerin de Anlayamadığı Kavram: PARA

Aslında bütün “emek” değerlerinin mübâdele (değişim) aracı olarak tedâvüle (dolaşıma) girmiş -para'nın ataları- olan nesnelerin bîzâtihi kendileri de, “insan”ın, iş ve kozmik emek'leriyle hiç yoktan yaratmış olduğu değerlerdi. Ve ondan dolayı da, diğer bütün -insânî- değerlerle değiştirilebiliyor, ama hayvanlar için hiçbir anlamda “değer” ifâde etmiyordu. Çünki, hem güzel görünüşlü olmaları itibâriyle, “insânî görüş=estetik” değerine sâhiptiler, yâni insanın kendini yapılandırdığı “kozmik emek”in madde üzerinden yansımasıydılar, hem de nâdir bulunmaları hasebiyle, aramak ve bazı arındırma işlemlerinden geçirmek gibi “iş” emeklerini gerekli kılıyorlardı; bazı taş ve deniz kabukları gibi “calcul” olsalar da, altın, gümüş vs. gibi metaller olsalar da... Hatta bugün kullandığımız “banknot” hâlinde dahî olsalar, hem yüzeylerindeki çizimlerin estetiği itibâriyle “kozmik emek”, hem de basım işlemi itibâriyle “iş”, bileşenlerini ihtiva eden tam bir insânî değerdirler... Ama “kozmik emek” unsuru veya bileşeni çıkarıldığında, yâni sâdece üreme ve beslenmeyle ilgili malların değişim aracı mesâbesine indirildiğinde “para”, hayvanlar için de -onlara uygun “şartlı refleks”ler kazandırılmakla- bir değer ifâde eder; insanlığın harcanması veya ucuzlatılması pahasına... Demek ki “para”, sâdece “iş” yapmakla değerli kılınamaz. Hatta sâdece “iş” emeği harcanarak üretilen ihtiyaç veya tüketim malları, muayyen bir “stok” hacmine ulaştıktan sonra, “talep”in azalmasıyla değer kaybedeceğinden, paranın da değerini düşürür. Ondan dolayıdır ki, paranın, değerinin korunabilmesi, daha doğrusu, değerinin arttırılarak adedinin çoğaltılması ve yayılması için, mutlaka insânî yaratıcılığa, yâni “kozmik emek”le yeni üretim süreçlerinin ve eserlerin meydana getirilmesine ihtiyaç vardır. Dolayısile de kapitalin, yaratıcılığın finansmanında da kullanılması gerek bir şarttır. Ancak ne var ki, bu işi, bir işçi veya kapitalist kafası isâbetli bir şekilde yapamaz; zira her iki taraf da “iş” emeğinden nemâlanmaktadır; biri “mal” üreteni olarak, öteki de tüketim mallarından -kolay- kazanç sağlayarak... Zirâ kapitalist kafa, insanların “kozmik emek”leriyle yarattıkları verimlilik ve yeniliklerden kaynaklanan, dolaylı ve “kayıt-dışı” değerleri, yani insanlaşma sürecinin mahsûlü olan “artı-değer”i,  yine “kozmik emek (yaratıcılık)” faaliyetlerine yani “insanlaşma süreci”ne değil de, mal üretimine (tüketim maddelerine) yatıran, ve malların bollaşmasıyla değerlenen parayı da, çoğaltarak -tüketim kredileriyle- halka yayan kafa demektir. Ama o sırada, paranın, “kozmik emek” bileşeninin karşılığı olan insânî değerlerin azalmasıyla gizlice enflâsyona uğradığını anlayamayan kafa demektir. Ve de bu, aynı zamanda, mükerreren “kozmik emek” gelirini mal üretimine yatırıp para basarak, resesyona ve krize sebep olmakla birlikte, ortada, obez ve “sekso-manyak” anlamda pek çok insan enkâzı bırakan muzır bir zihniyet demektir... Buna alternatif olmak iddiasıyla ortaya çıkan işçi (komünist) kafası ise, “kozmik emek”i yok sandığından, standardize ettiği malları, muayyen süreler zarfında -dolap veya değirmen beygirleri gibi- ürettirmeyi mârifet sayan, üstelik insan yaratıcılığını bile yönlendirmeye çalışan, ve bu şekilde, sâdece “mal takas aracı” hâline indirgemiş olduğu bir “para”nın, değerini kapalı sınırlar dâhilinde sâbit tutsa da, uluslar arası ticâreti imkânsız kılarak, insanların mukâyese ederek yaratma imkânlarını ortadan kaldıran dangalakça bir insanlık anlayışıdır... Ve buradan da anlaşılmaktadır ki, Kapitalist demek, insanların “kozmik emek”lerini sömürüp, yani onların “insanlaşma” emek ve kapasitelerini, hayvâni tüketimi arttırarak kâr sağlamak için kullanan en muzır gerici demektir. Komünist ise, kozmik emeği tümden yok sayarak, insanları -esas itibâriyle- hayvan gibi gören yobaz demektir. Yâni “kapitalist”, hayvanlığa dönüşü evrimle (!), “komünist” ise devrimle (!) yapalım  diyen habis mürtecilerdir... Kapitalist ve işçi kafası “para”yı, sâdece “mal”ların ve mal üreten “iş”lerin mübâdele aracı olarak gördüğünden, sermâyesi, serveti olmayan insanlara da, alınıp satılan “mal” gözüyle bakıyor, ve bu yüzden, bilimci ve sanatçılardan da, -bir ihtiyâca binaen- “ısmarlama” anlamında eserler bekliyordu. Ki böylece, onları da “mal” mesâbesine indirgemeye çalışıyordu. Ama buna rağmen, melekeleri güçlü insanlar yine de, hiçbir mal üretmeden kendilerini (kozmik emek'lerini) finanse ettirmesini biliyorlardı; ne var ki “kayıt dışı” olarak, ve hatta illegal ödemeler şeklinde... Bunlar, bir şöhret basamağına kadar, kendiliğinden “katılımcı topluluk” veya “cemaat” edinen müzisyenler ile mistiklerdi; eski “şâman”ların, biribirlerinden kopmuş bileşenleri olarak... İnsanlar arasında -meleke rezonansıyla- birlik duygusu (veya rûhu) yaratan bu güçlü kişilikler, tesir sahalarını veya cemaatlerini genişlettiklerinde, “bilimsel eğitim” görüp  “istikâmet (tarik)” sâhibi olamadıklarında, ya dinlerin yeni bir versiyonunu geliştirerek, ya da eski dinlerden birine eklemlenerek, gericiliğin değirmenine su taşıyorlar. Ki buradan da anlaşıldığı üzere, “para”daki “kozmik emek” bileşeni idrâk edilip de gereği yapılmadıkça insanlık, kapitalist kafayla da olsa, işçi kafasıyla da olsa, kendi engelini veya bukağısını (yani gericiliği) kendisi -gizlice- beslemeye devam edecektir; etmektedir... Onun için, insan yaratıcılığına, yâni “kozmik emek”e yatırım yapılması ve paranın değerinin korunması husûsunda, estetik ve geometrik (mütenâsip) görüşe sâhip sanatçılarla, ölçü, kriter koyma ve sâbite keşfetme ferâsetine sâhip bilimcilerin devreye sokulması şarttır. Zirâ insanın, kendisini de yapılandıran “kozmik emek”i demek, meleke kesbetmiş ritmik davranışlar vâsıtasıyla, -insanımsı'ya- sürekli olarak “akıp giden zaman” mevhûmunu, ve de “geometrik mekân” kavrayışını kazandıran emek demektir. Ve onun için de, sanatçı veya bilimci demek, yaratıcılıkta, keşiflerde bulunduğu sürece, “akan zaman” ve “geometrik mekân” içinde yaşadığının idrâkında olup, bundan büyük haz duyan, dolayısile de kendini beslenmeyle üremeyle ilgili hazlara kaptırmayan insan demektir... Halbuki para kazanmayı amaç ve meslek edinen biri, ister istemez dengesiz bir “kumarbaz” kişiliğine bürünmekte, ve dolayısile de, fikir ve estetik yaratma faaliyetlerinden ve hazlarından yoksun,  fuhuşa ve oburluğa düşkün veya meyilli bir insan hâline gelmektedir. Ve bu yüzden de, “paradan para kazanmak” kumarından başını alabildiği zamanlarda, yatırımlarını, seks ve gastronomi hazları sektöründe yoğunlaştırmaktadır; dinî, ahlâkî ve aristokratik kuralların sebep olduğu “yüksek râyiç”ten, bol ve kolay kazanç sağlamak üzere... Onun için kapitalist zihniyet ancak, “para”nın, doğru dürüst adamlar (bilimci ve sanatçılar) tarafından kontroluyla, ve bu arada da, beslenme ve çiftleşme (seks) etkinliklerinin -hem tatbîkât, hem de tahayyülât olarak- ucuzlatılmasıyla  disiplin altına alınabilir; ve alınacaktır... Ama son tahlilde, bu yeni toplum ve devlet düzenlemesinde, köylülerin de, küçükburjuva'ların da, hem işlev, hem de zihniyet bakımından hiçbir katkısı olmayacaktır tabii ki... Çünki, “tarih sonrası” sürecinde “millet”ler, “sosyo-ekonomik” anlamda “oto-dinamik” sâhibi olmakla birlikte, “anti-kapitalizm” ve “anti-teizm” mücadelesinde diğer milletlerle akort (uyumlu) davranan, ve “kozmik emek”leri de değerlendirmek sûretiyle, “gerçek demokrasi” rejimini uygulayan toplumlar olacaktır...

Küçükburjuva ve Casuslar Cenneti Türkiye'de Neler Oldu ve Oluyor?...

Bir kısım medya tarafından sergilenen görüntüye veya vitrine  göre, bizim Milli Kurtuluşçular, Ulusalcılar veya Atatürkçüler hâlâ, “irticâ”ya ve “emperyalizm”e karşı savaşıyorlar, veya direniyorlar; hem de hapislere -bile- düştükleri halde, kahramanca... Ama aslında bunlar, muhtelif devletlerin istihbârat acentalarının, -politika plâtformundaki bazı boşlukları doldurmak üzere- ihâleye çıkardığı, “küçükburjuva hissiyâtını okşayan roller”i oynayan taşeron artistler veya soytarılardır... Zirâ 1952 yılında, NATO kisvesi altında Amerika'ya -pek ucuza- kiralandığından beri, Atatürk'ün muzaffer ordusunun, irticâya ve emperyalizme karşı bizim bağımsızlığımızı -hâlâ- koruduğu iddiaları, boş bir böbürlenme söyleminden (veya balondan) başka bir şey değildi aslında... Ki nitekim bu “bağımsızlıkçı” söylemler fazla dillendirildiğinde, koca koca generallerin nasıl keklik gibi tek tek yakalanarak, apar topar içeri tıkıldıklarını herkes gördü... Nerde kaldı ki, bu NATO'cu generallerin, -ABD misyonlarının danışmanlığında- “komünizm”e karşı provokasyonlar yaptırmak üzere tertip ve teşkil etmiş bulundukları solcu guruplar, Atatürkçü kesilip de bağımsızlığımızı kurtaracaklar?!.. Nâfile; bu “provokatör” tandanslı küçükburjuva'lar, zevâhiri bile kurtaramıyacaklardır artık...

Herşeyden önce, Atatürk'ün, hastalandıktan sonra, o zamana kadar kendisiyle “velînimet-çömez” ilişkisi içinde uyumlu çalışmış olan İsmet İnönü'den rahatsızlık duymasının çok mânidar olduğunu düşünmeliyiz. Çünki o bilinçte ve o çapta olan bir adam, kendini hasta hissettiğinde, eserini ve sorumluluklarını, güvendiği birine devretmek ister; ama asla didişmek istemez... O halde demek ki, Atatürk'le İnönü karakterleri arasındaki “doku uyuşmazlığı”, lokomotif irâde biraz teklediğinde hemen su yüzüne çıkmıştır. Zirâ Mustafa Kemal, aldığı Türk Tarikat Sistematiği (Bekdaşi Dergâhları) terbiyesiyle, gâyet açık görüşlü ve önyargısız bir kişilik geliştirmişken, Kürt İsmet, genetik olarak, ürkek ve -aşırı- kuşkucu bir “kastî” zihniyeti sürdürmekteydi... Nitekim İnönü, başbakanlıktan azledildikten sonra evine çekildiğinde, gösterdiği ilk siyâsî eğilim, İngiliz ve Amerikan -diplomatik- misyonlarıyla yakın temasa geçmek şeklinde tezâhür etmiştir; herhalde “gazaba uğramak” korkusuyla... Kaldı ki, kendisi hakkında “ağır hasta” rivâyetini çıkaran da yine kendisidir... Onun içindir ki, Atatürk'ün bazı arkadaşları kendisini, -dingildek bir kişilik olarak- Vaşington'a büyükelçi atamakla, Türkiye yönetiminden uzaklaştırmak istemişlerdir... Ama sonuçta İnönü'nün çok yönlü temasları ve politikaları başarılı olmuş, ve kendisi, Atatürk'ün ölümünden hemen sonra cumhurbaşkanı seçilmiştir... İsmet İnönü cumhurbaşkanı olur olmaz II.Dünya Savaşı başladı; ki kendisi bu savaşta tarafsız kalmak istiyordu; hem Atatürk'ün vasiyeti uyarınca, hem de risk almaktan korkan kişilik özelliği itibâriyle... Ancak ne var ki, bunun için, vizyonu -veya öngörüsü- olan, tutarlı bir politika geliştirebilecek müstakil kişiliğe ve metodolojiye sâhip değildi. Onun için de, bir nevi “rüzgâr gülü” tarafsızlığı güderek, Ankara, Istanbul gibi büyük şehirlerimizin, yedi düvelin ajanlarıyla dolmasına göz yumdu; ki o zamandan beri Türkiye, bir “ajan cenneti” olmaktan, küçükburjuva'larımız da ajan muhbirliği veya taşeronluğu yapmaktan kurtulamadı... Savaş bitip de, Sovyetler Birliği'nin diktatörü Stalin, “Türkiye'nin başındaki diktatörcük”ten, yaptıklarının (çevirdiği dolapların) hesabını sormaya ve ödetmeye kalkınca, İsmet İnönü hemen bir hâmî aramaya başladı; sığınmak üzere... Ve de o sıralarda yeni kurulmuş (1949) olan NATO'ya yamanmak için, ne istenildiyse onayladı; hatta, taa Kore'lere kadar  asker göndermeyi bile taahhüt etti... O süreçte ayrıca, Köy Enstitüleri projesini “komünizan” bularak durduran da, dînî eğitime -imam hatip okullarıyla- yol açan da, bizzat İnönü'nün kendisi oldu... Yâni İsmet İnönü, Atatürk'ün devrimlerine karşı çıkmış Rauf Orbay'lar, Kazım Karabekir'ler  gibi muhâlif (muhâfazakâr) liderlerin -bir ölçüde- rövanşını almakla yetinmedi, aynı zamanda, Atatürk'ün yâdigârı muzaffer Türk Ordusu'nu NATO'ya (aslında ABD'ye) kiralama sözleşmesini  yapmakla da tarihe geçti; iktidârı Demokrat Parti'ye devretmeden önce... Böylece, Atatürk'ün bütün prensiplerini ve ideallerini çiğnedikten sonra da, kendisi ve partisi (CHP) için, içi boş bir “Atatürkçülük”  ideolojisi uydurmuş, daha doğrusu, “oportünizm” denilen “fırsat yaratma” düzenbazlığına Atatürk'ün ismini vermiştir; ki bu da, Atatürk'ün mânevi şahsiyetine yapılmış en büyük haksızlık ve hakâret olmuştur. Zirâ Atatürk, zamanında gâyet isâbetli ve tutarlı hamleler başarmış bir inisiyatör liderdi... İnönü'nün bu tutumu, bir yandan gericilere iktidar yolunu açarken, diğer yandan,  -küçükburjuva tabakası zemininde- “Atatürkçülük” adıyla pek çok fraksiyonun türemesine de vesile oldu; “Atatürk olsaydı, şöyle düşünür, böyle yapardı” mealindeki spekülâsyonlarla... Dincilerin iktidâra yerleştiği şimdilerde ise, “sol”dan dönmelerin de katılımıyla, savaşçı olduğu kadar “dîni bütün” de olan bir “Atatürk” imajı yerleştiriyorlar zihinlere... Aslında “Atatürk” kişiliğinin “dindar” versiyonu da, “aslanlar gibi kafeste (hapiste) yatarak savaşan (!)” versiyonu da, gericilere veya dincilere karşı  duyulan haset ve kızgınlık hisleri muvâcehesinde ortaya çıkmış yapay imajlardır. Ve de küçükburjuva hissiyâtının, hem harbe hazırlanması, hem de gazının alınması bakımından, sâdece, tepemizdeki dincilere ve onların ağababası emperyalistlere hizmet etmektedir; Ortadoğu'yu yeniden düzenlemek (!) üzere hazırlanan “savaşlı operasyon”un bir îcâbı olarak...

Bilimsel (Objektif) Düşünememek, Eğitimle Düzeltilemeyen Fıtrî Bir Hatâdır:

Aslında insanların çoğu, -tâbir câizse- “defo”lu olarak doğarlar; ki bunu da, her bilim adamının idrâk etmiş olması gerekir. Zirâ bir düşünür veya bilimci, bu gerçeği açıkça anlayıp ifâde edemiyorsa, kendini objektif (bilimsel) olarak değerlendiremiyor, dolayısile de kendinde -peygamberler gibi- metafizik bir üstünlük veya seçilmişlik vehmediyor demektir; ki bu da onun, ırkçılığa, ve metafizik “seçkin”lik güden, Judeo-Amerikan zihniyetine yatkınlığını gösterir... Yâni spesifik konularda (uzmanlık alanlarında) ne kadar dâhiyâne buluşlar yapmış olurlarsa olsunlar, “insanlık”larının bilincine varamayan herkes, gerçek bir âlim değil, kapitalistlerin güdüm sahası içinde çalışan, “subjektif görüşlü” spesiyalistlerdir aslında... Ki, teist (dindar) ve kapitalist yandaşı, mahcup gerici  anlamındaki bu kişilerin, -şâyet kurmuşlarsa- kurdukları teorilerin ömürleri de fazla uzun olamaz... Zira, bu “defolu”lar aslında, “insanca yaşama” yazılımı veya programı yüklenmemiş, ve bir bakıma rûhen prematüre doğmuş insanımsılardır. Yâni, annelerinin rûhî (melekî) zaafiyeti dolayısile, kendilerine -sayma (ritm) ve sıralama yetileri anlamında- meleke transferi yapılamamış insanlardır. Böyle insanların ömrü, başkalarının davranışlarından anlam çıkarmaya çalışmakla, ve de -içgüdüsel anlamdaki “faydacı” mülâhazalarla- ya onları taklit etmekle, ya da onlarla refleksif etkileşime girerek didişmekle geçer; zirâ kendi düşünceleriyle, -ve de bir “metodoloji” uyarınca tartışarak- yollarını bulamazlar. Fakat, buna rağmen de, diğer insanları, kendi objektiflerinin içindeki kobaylar gibi görüp, onlara karşı müstehzî tavırlar takınarak üstünlük taslarlar; psikopatça... Dînî ideolojiler ve düzenler, bu gibi insanların topluca güdülmeleri için ortaya çıkmış fikir ve yapılanmalardır. Ama sonradan, ortaya çıkan “verâset hukûku” ve kapitalizmin mârifetiyle güdenler veya çobanlar da gerzekleşince işler tersine dönmüş, ve bu sefer akıllı insanlar zorla güdüme sokulur, ve cemiyetler (insanlık) geriye götürülür hâle gelmiştir... Küçükburjuva denilen toplumsal kategorideki bireylerin büyük çoğunluğunun da kişisel karakteristiği böyledir aslında... Bu gibi insanlar -genel seçimlerle de olsa- bir memleketin başına geçti mi, o memleketin bağımsız kalması mümkün değildir; ki İsmet İnönü de böyle biriydi işte... Bu tip insanların “dış politika” anlayışları, güçlü devletlere yaranmak, güçsüzleri de küçümsemek ve “adamdan” saymamak esasına dayanır. İçişleri'ndeki yönetim anlayışları ise, avaneleri, çömezleri ve yalakaları devletin kilit mevkilerine getirmek, ve bu şekilde de, bütün siyâsi akımları kontrol altında tutup manipüle etmek şeklinde tezâhür eder. Ki böylece de, “birey” insanlara geçit vermeyen (ve harcayan), ama sâdece  en oportünist küçükburjuva'ları seçip yükselten, bir “menfî seleksiyon” sistematiği tesis edilmiş olur... Türkiye'nin bugün geldiği noktada, büyük “küçükburjuva ideologu” İsmet İnönü'nün açtığı yoldan, mürteciler, geniş bir “küçükburjuva + köylü” ittifâkı şeklinde iktidâra oturmuştur. Bunlar dış politikada Amerika'ya, “İsmetizm”in sınırlarını da aşan derecede itaatkâr davrandıkları için, çok daha kolay ve fazla borç para bulabilmektedirler; ki onun için de, Amerika -bunları “son kullanma tarihinde terketmek” anlamında- plânını değiştirmedikçe, mevcut rejim içerisinde, bunların iktidardan indirilmeleri pek mümkün değildir... İşte bundan dolayıdır ki, aslında “İsmetizm”in çıkmaz yollarında dolanan Atatürkçüler, “kendi -provokatif- oyunuyla alta düşmüş gâfil pehlivan”lar gibi acı acı yakınmakla birlikte, -aynı metodlarla- güreşe de doyamamaktadırlar. Bütün hayatlarında, -metodolojik düşünüp yeni fikirler üretmeden- provokasyonlarla netice almaya alışmış olanlar, bu tür “ayak oyunları”nın tiryâkisi olurlar tabii ki... Halbuki, iktidarda bulunan gericilerin şefi R.Tayyip Erdoğan -1 Şubat 2012'deki tüm medya yayınlarında- açık açık, “dindar nesiller yetiştireceğiz” dedi; ki buna karşı aynı açıklıkta bir cevap verilmesi, ve tavır koyulması gerek... İnönü zamanında gericiler bu kadar pervâsızca fikir (niyet) beyân edemiyorlardı; Atatürk'ün -siyâsetteki- râyihâsından bile korktukları için... Ve ondan dolayı da, İnönü ve onun Atatürkçüleri, “lâiklik” başlığı altında rahatça kıvırtabiliyorlardı; ve hatta -oy toplamak için- el altından “gizli dindar” olduklarını bile yayarak, gericilere “takiyye” yolları göstermiş oluyorlardı. Ama dinciler, düşünce ve niyetlerini bu kadar açık olarak ortaya koyduktan sonra, Atatürkçüyüm diyenler de artık “din” anlayışlarını açıkça ortaya çıkarmak, ve hiç olmazsa Atatürk'ün denemiş olduğu gibi,   -Lüteryen anlamda- bir “din reformasyonu” projesini güncellemek zorundadırlar... Aksi taktirde, Dünya çapındaki bilimsel çalışmalarla, insanlığın, tarihî Teizm (tanrıcılık) ideolojisini ve dolayısile Kapitalizm'i aşarak “tarih sonrası”na geçmesi için verilen mücâdeleye -en azından- köstek olmamalıdırlar...

Küçükburjuva Komünistliği'nin Sonu...

Atatürk,, Kurtuluş Savaşı'nda verdikleri desteğe binâen, Sovyetler'e karşı daima kadirşinas davranmış ve “ahde vefâ” göstermiştir. Ve bu yüzden de, Türk komünistlerine mesâfeli durmuş ve onları fazla sıkıştırmamış veya “sıkboğaz” etmemiştir... Hatta, meselâ Kerim Sadi gibi birini, Başkan Ahmet Cevat Emre vâsıtasıyla Türk Dil Kurultayı'na -maaaşlı olarak- katılmaya çağırtabilmiştir... Hiç unutmam, 1969-70 yıllarında bir dinci gazeteci (ismi aklımda değil) bana, “bu adam komünisttir ama, Atatürk'ün bin liralık maaş teklifini -prensip olarak- reddetmiş bir komünisttir” demişti; kendisini övercesine... Ancak ne var ki İsmet İnönü, Sovyetler Birliği ile aramızı bozup da, Amerika'ya tam teslim olunca, korkusundan, Türkiye'deki sol (sosyalist ve komünist) hareketlerin üzerine nisbetsiz (orantısız) güç kullanarak gitmiş, ve komünistlere karşı taharrî (gizli polis) ve “ajan-provokatör”ler vâsıtasıyla -âdeta- adam adama markaj uygulamıştır. Öyle ki, her -namlı- komünistin burnunun dibine kadar, yani, ya bir ortaklık vesilesiyle işyerinin, ya da çok mûnis ve canayakın bir dost kisvesiyle evinin içine kadar bir taharrî yerleştirmeden içi rahat etmemiştir; O pinpirikli adamın... İşte bu nedendendir ki, sâdece bu memlekette -iyi ajanlık yapsın diye- Aziz Nesin'ler gibi şöhretli sanatçılar, Mahir Kaynak'lar gibi medyatik bilimciler yetişmiş veya yetiştirilmiştir... Ve sonra da, “yeraltı” ve “yerüstü(resmî)” kaynaklardan, -mafyöz yöntemlerle- para pompalanıp, gâyet vülgarize “sol” propaganda ve ajitasyonlarla küçükburjuva güruhları toparlanmıştır; gerekli görülen yer ve zamanlarda... Yâni, o zamanların Ankara valisi Nevzat Tandoğan'ın -meşhur-, “bu memlekete komünizm gelecekse, onu da biz getiririz” sözü, boş bir lâf değil, duruma vaziyet etmiş bir “ajan-provokatör”ler şefinin ifâdesidir aslında... Böylece, bir yandan lider olabilecek entelektüel solcular, şöhretli “ajan-sanatçı” ve “ajan-bilimci”ler tarafından kontrol edilirlerken, diğer yandan da aşağı tabakalardaki öfke birikiminin veya potansiyelinin gazı alınmış veya basıncı düşürülmüştür. Bu kadrolaşma hareketinin, kişisel para birikimleriyle emeklerin bir araya getirilerek gerçekleştirildiği yolundaki söylem (ve iddia) ise, küçükburjuva'ların, -müzmin hayalcilikleriyle- kendilerinin uydurup kendilerinin dinledikleri bir “uyku veya uyutma masalı”ndan başka bir şey değildir. Ama buna rağmen, bu kadroların (!) başına her zaman, ilmi kendinden menkûl -ancak üzerine çıkıp konuştuğu zemînden bîhaber- bir solcu aydın (!) bulunup, lider diye oturtulabilmiştir; kariyer ve şöhret arzuları gıdıklanarak... Özellikle 1960'dan sonra Türkiye'de, güçlü bir medyatik (popüler) sol, daima var olmuştur ama, mutlaka  MİT'in kontrolunda ve hatta güdümünde faaliyet gösterebilen, ve dolayısile de, tutarlı (metodoloji sâhibi) olup, kalıcı kazanım veya birikim sağlayamayan kısır bir “sol”dur bu... Onun için şimdilerde Atatürkçü kesilen solcuları da yadırgamamak gerekir; çünki onlar zâten, orijin itibâriyle İsmet İnönü'nün (yani Atatürkçülük mûcidinin) tesis etmiş olduğu “Milli Emniyet ve MİT Komünistliği”nden gelmedirler... Bunların içerisinde, -profesyonel gizli ajanlardan sarfınazar- üç ayrı tür küçükburjuva (ve köylü) bulunur. Birinci tür, bir süre -jargon ve stil olarak- “solculuk” öğrendikten sonra, sağcılara veya kapitalistlere uygun fiatlara satılan “stajyerler”, ikinci tür, kronik (hasta) oportünist ve kariyerist olan “demagoglar”, üçüncüsü ise, bazen kendilerini öldürtecek kadar inatları tuttuğundan, içinde çalıştığı fraksiyona, yâd edilip övünülecek isim bırakan psikopatalojik “kahramanlar”... Zaten bu grupların liderleri de, her zaman kendini haklı ve başarılı gören, ve de “yanlış”ın, başkalarının hatâlarından veya olayların (ve realitenin) gidişâtından kaynaklandığını düşünen psikopatik kişiliklerdir. Böyle olmayıp da, “inisiyatör” anlamda gerçek lider olsalar, altlarındaki -politik- zemînin geriye doğru kaydığını hissettiklerinde, “ileriye gidiyoruz, gideceğiz” nidâlarıyla umut tâcirliği yapacaklarına, o zeminden (veya banttan) inip, inisiyatiflerini fikrî alanda soyutlamalar yaparak sürdürür, ve de sosyo-politik zemîni geriye sürükleyen (veya saran), derinlerdeki bozukluğu anlamaya çalışırlar. Bunu yapmıyor da, hâlâ politik konum ve şöhretlerini muhâfazaya çabalıyorlarsa, tabii ki netice itibâriyle, global satrançta bir piyon, bilimsel mantıkta da  “epsilon (ihmal edilebilen figür)”  hâline indirgenirler... Genellikle köy ve kasaba seçkinlerinin çocuklarından çıkan bu kastî tipler, çok erken yaşlarda psikopatalojik (otokritik'sizlik) belirtilerini dışa vururlar. Ve meselâ, birinden dayak yediklerinde, “bana bir şey olmadı ki” veya “acımadı ki” gibi ifâdelerle tepki verirler; sanki her  hâlükârda kendilerine bir zarar verilemez, ve de ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar muhâtapları başarılı olamazlarmış gibi bir -boş- inanca sarılarak, veya îman (!) geliştirerek... Onun için bunların, hapishânelere atıldıklarında, -hele ki kendilerini alkışlayan üç beş kişiyi de gördüklerinde- nasıl bir “boş gurur”a kapıldıklarını herkes bilir; hatta bu “özgüven(!)”le, sorgucularını çileden çıkartarak kendilerini öldürttüklerini de... Hatta hatta, bu patalojik tiplerden bazılarının, “cenâze merasimim güzel olsun” diye vasiyet ettikten sonra intihar ettikleri bile görülmüştür, görülebilir; “psikopataloji” literatüründe... Yer altı dünyasının “baba”ları, bu psikopat tipleri çok iyi teşhis ve tespit edebilmekte, ve de gereken işlerde veya yerlerde kullanmaktadırlar; istihbâratçılar mı kullanmıyacaklar?!.. İşte siyasi tutuklamalarda işkenceden ölenlerin (veya öldürtülenlerin) bir çoğu, bu tipten çocuklardır... 1984 yılında, meşhur Metris Cezaevi'nde, “insanlık onuru işkenceyi yenecek” sloganını ilk defa duyduğumda aklıma bu psikopat çocuklar gelmiş, ve de mideme bir bulantı hissi saplanmıştı hiç unutmam... Zirâ bu ifâde, “acımadı ki” tepkisinin başka bir şekli veya versiyonuydu; yâni “onurlu bir insan, işkenceden etkilenmez” gibi bir anlama gelmekteydi; ki işkencecileri çileden çıkarmak için birebirdi... Halbuki normal insanların sözü dinlenebilseydi -ki bunun için gerçek bir örgüt disiplini gerekti- işkence tehdidine karşı haykırılacak, “işkenceciler insan olamaz” filân gibi bir slogan, çok daha etkili ve faydalı olabilirdi...

Ben bu polisiye “küçükburjuva solcusu” gurupların ne menem bir şey olduklarını ilk defa Kerim Sadi hocam vasıtasıyla duydum ve izledim... 1969-70 yıllarıydı, Kerim Sadi bu guruplardan bir çoğuna, müstear isimlerle yazılar veriyordu; yayın organlarında aynen yayınlamaları şartıyla... Ama bir gün, MDD'ciler diye anılan bir gurup, birden bire bölünüverdi bir amip gibi; Kırmızı Aydınlık'çılar ve Beyaz Aydınlık'çılar diye... Ve ortaya çıkan her iki gurup da, Kerim Sadi'yi kendilerindenmiş gibi lânse etmeye, ama daha da kötüsü, yazılarına tahrifât ve sansür operasyonları uygulamaya başladılar. İşte bunun üzerine, hem o hareketli ortamda pasif kalmamak, hem de tefekkürüne müstakil olarak devam edebilmek için Kerim Sadi bana, Katkı Dergisi'ni çıkarttırdı; 1970'in Eylül'ünde... Ondan sonra, iki tane “askeri müdâhale” süreci yaşadık ve de geldik 2000'lere...  2002 seçimlerinde AKP, büyük bir ekseriyetle Meclis'e girdikten sonra, bu partinin aynı zamanda, ABD tarafından da güçlü bir şekilde desteklendiği anlaşılınca, bu “gerici” ilerleyişinin aslında, -Global çapta hazırlanmış- derin bir dalga olduğu ortaya çıktı. Bunun üzerine, evvelden beri, AKP liderlerinin Amerika tarafından,Türkiye'de iktidâra getirilmek için hazırlandığını yazan bizim “küçükburjuva solcuları” ile bir iletişim kurayım dedim; her ne kadar onlar o sıralarda, kendi hayallerini ve kurgularını, -Attila İlhan gibi romantik bir şâirin dolduruşuyla-  devrim yapacak “derin dalga” gibi görmeye başlamış olsalar da... Ve de sonuçta, saygın bir akademisyen olan Osman Çetinkaya vâsıtasıyla irtibat sağladım kendileriyle... Bu arkadaşın olumlu mesajlar getirmesi üzerine de, teorik bir -ortak- zemin hazırlamak üzere, onların Bilim ve Ütopya adlı dergisine bir yazı gönderdim; bir şey anlamasalar da, hiç olmazsa “ütopya” kategorisine sokarak yayınlarlar düşüncesiyle... Ama uzun bir süre tuttuktan sonra yazımı, “çok ütopik” diyerek iade ettiler... Yazıda, “akıp giden zaman” nosyonunun, tamamen insan yapımı bir kavram olduğunu, ve insanın “ritm melekesi”nden kaynaklandığını, fakat bugünkü zaman biriminin (saniye'nin) ise, bir “gün”lük peryodun Sümer mitolojisindeki kutsal sayılara bölünmesiyle elde edildiğinden, yanlış ve zararlı bir “ölçü” olduğunu anlatıyordum. Ayrıca “hafta”lık peryodun da, aynı mitolojik takıntılar mûcibince ortaya çıktığından, bugünkü çalışma temposuna uymadığını izâha çalışıyordum... Bizim küçükburjuva taifesinin, yaptığım bilimsel açıklama ve tespitleri, değil anlamak, hayallerine bile sığdıramamaları, onların ne seviyede bir papet (kukla) olabilecekleri hakkında yeterli bilgiyi verdi bana... Ancak o sıralarda, bir de baktım ki, bunların Aydınlık dergisinde Kerim Sadi hakkında bir biyografi yayınlandı; nedense... Bir çok yalan yanlış bilgileri ihtiva eden bu biyografiyi tashîhen bir yazı kaleme aldım bu sefer; ve de gönderdim... Ama sonuçta, 21 Aralık 2003 tarihli ve 857 sayılı Aydınlık dergisinin 50. sayfasında yayınlanan yazıma baktığımda bir de gördüm ki, Kerim Sadi hocanın Aziz Nesin ile olan mücadelesini, ve de Aziz Nesin'in ajan olarak deşifrasyonunu anlatan ifâdeler, tümüyle yazıdan çıkartılmış... Üstelik, yazar olarak, benim ismim de tahrif edilmiş; Ali Ergin Gürkan olarak... Bu, benim çok iyi bildiğim, tipik bir taharrî (gizli polis) tavrı ve küstahlığıydı; ve de bu tavırla bana, “ya bizden ol, ya da uzak dur” mesajı verilmek isteniyordu; ki ben de öyle yaptım ve ondan sonra, bütün ilişkimi kestim onlarla... Ama neyse ki, bir süre sonra, helâl süt emmiş bir emekli MİT'çi açıkladı; “Aziz Nesin'e maaşını, ben elden verirdim” diye... Ancak Aydınlık'çılar yine de utanmadı; utanamazlardı zirâ, MİT'in aynı kanalına bağlı oldukları ayan beyan ortaya çıkmıştı; ve böyle bir -münbit- kanalı da, benim için kesecek değillerdi herhalde...

Siyâsî serüvenlerine -kırk küsur yıl önce- Milli Demokratik Devrim sloganı ve özlemiyle başladıktan sonra, Sovyetler Birliği Devleti'nin baskısına direnemeyerek, ve aynı zamanda da Sovyetçi komünistleri “deşifre” hâle getirip “illegal”e itmek üzere, “anti-Sovyet” Kültür Devrimi taraftarlığıyla Maocu kesilen, ama “Sovyetler” çöküp de, bizim Milli Devlet'imiz de sallanmaya başlayınca, Atatürkçü, Ulusalcı gibi yaftalarla Milli Kurtuluş Savaşı çizgisine gerileyen -İnönü yâdigârı- fırıldak “küçükburjuva solcuları”mızın, yaptıkları da, söyledikleri de ciddiye alınamaz. Yâni Enternasyonal İşçi İhtilâli'nin fiyaskoyla sonuçlandığı, dolayısile desteğinin sözkonusu olamıyacağı bir zamanda, hem de Milli Bağımsızlıkçı (veya kurtuluşçu) bir akım geliştirmeye çalışan Kürt halklarına da aynı hakkı tanımadan, -körü körüne- güdülen bir Milli Kurtuluşçu'luk politikasının ciddiyeti ve/veya gerçekliği düşünülemez; hatta tam aksine, provokatif olduğu bile düşünülebilir... Kaldı ki meselâ, şefleri, önderleri hapse atıldıktan sonra,  hiç zayıflamayıp da, üstelik yeni “mass-medya”tik organlarla güçlenen (aslında güçlendirilen)  bir teşkilât (!), gerçek ve/veya ciddi olabilir mi?!.. Onun için aslında, “Silivri”den hamâset yapanlara yüklenmiş olan görevin (veya rolün), hemcinslerini tuzağa çekmek için öten “çığırtkan kuş” rolü olduğu açıktır.  Çünki gerçek savaş veya savaşımlarda, içeri düşenler (mahpuslar), kendilerinin, “safdışı” anlamına geldiklerini, dolayısile sessiz (tavırsız) kalmaları gerektiğini unutup da, cezaevinden “milli kurtuluş harekâtı” yönetmeye (!) kalkarlarsa, ancak bu şekilde izah veya tasvîr edilebilirler; Abdullah Öcalan gibi, gizli pazarlıkları ortaya çıkmadıkça... Mesela biz, 12 Eylül 1980'e doğru, hem oportünist, likidatör Maocular'a, hem de gizliliğe (illegaliteye) mecbur kalmış Sovyet komünistlerine angaje olmamak, ve de “inisiyatif  bizde” diyebilmek için, -o günlerde ilericilik yaftası olan- “komünist”liğimizi açıkça ilân edip içeri girdiğimizde, hiç sesimiz çıkmamıştı. O kadar sessiz kalmıştık ki, Aziz Nesin adındaki uyanık (istihbâratçı) zât bile, hapishânedeki ikinci yılımızı bitirirken, basına (gazeteci Ahmet Kahraman'a) mülâkat verip, “bir zamanlar kendilerini açıkça komünist diye ilân eden Katkı'cılar vardı, hiç kimse dokunmuyordu onlara” filân gibi zırvalar döktürerek, bizim hakkımızda, ajanlık îmâsında bulunmuştu, “kişiyi nasıl bilirsin, kendin gibi” meseli mûcibince; hem de -siyâsi tavır göstermemek için olsa gerek- Playboy dergisinde... [Cevabını da, Playboy; Aralık 1986; sayı:11, sayfa:18'de almıştı]

Küçükburjuva solcularının yaptıkları “vatan, millet, Sakarya, Atatürk” edebiyatının ve hamâsetinin, gençlik, ve özellikle de genç subaylar üzerinde gâyet menfî etkileri olmaktadır. Çünki, böyle bir -şedît- ajitasyon, muayyen bir süre dâhilinde harekete geçmeyi, ve/veya fiilî bir mücadeleye (kavgaya) girmeyi gerektirir; aksi halde ise, kişinin zihnindeki, -ajitasyon malzemesi yapılan- toplumsal ve insânî değerleri erozyona uğratır. Ve bu sûretle de Ordu'muzun, -tarihimizde zafer yüzü görmemiş tek  ordu olan-  Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye'ye, ve/veya Amerika Birleşik Devletleri'nin Anadolu Lejyonu'na dönüşmesine yol açar... Öte yandan, böyle bir ajitasyonla TSK'yı, 1920'lerdeki gibi bir “küçükburjuva ihtilâli”ne teşvik etmek de beyhûde bir çabadır. Çünki bir defa, öyle bir “kapalı rejim”in, bugünkü Dünya  konjoktüründe meşrûiyyet zemini yoktur; ve dolayısile de, küçükburjuva idealizmini realize etmek üzere yapılacak bir “darbe”nin tutunabilmesi imkânsızdır. Zirâ “darbe”ye karşı doğacağı muhakkak olan dinci ve Kürtçü reaksiyon, derhal NATO'dan ve/veya Amerika'dan destek görecek, ve de icâbında Ankara, Miloşeviç'in Belgrat'ına, veya Saddam'ın Bağdat'ına döndürülecektir; maazallah... Ankara böyle bir “silahlı -darbe- bastırma operasyonu”nu, 21 Mayıs 1963'te, Alb.Talat Aydemir'in darbe teşebbüsü üzerine yaşamıştı ufak çapta... Ancak, o zaman, bizim jetlerimiz tarafından vurulan Ankara meydanları ve sokakları, bu sefer, tahrip gücü yüzlerce kat daha güçlü füzelerle vurulabilir; Amerikan gemilerinden...

Küçükburjuva solcularının, Atatürk'ü dindar göstermeye çalışarak da bir yere varmalarına veya iktidar alternatifi olmalarına imkân yoktur; zirâ bu işi gericiler de pekâlâ yapmaktadırlar... Yâni netice itibâriyle, küçükburjuva solcuları, sâdece komplo teorilerine ve istihbâratçı dedikodularına çalışan kafalarıyla, gelip bir çıkmaz sokağa saplanmışlardır. Bu “çıkmaz” durum o kadar açıktır ki, hasımları pozisyonunda görülen dinciler, onları “kontr-gerilla”cılık  veya “gladyo”culukla suçlar ve hatta yargılarken, onlar da savunmalarını aynı suçlamaların üzerine inşâ etmektedirler. Çünki her iki taraf da, aynı devlet kademelerinden geçerek, ve aynı manipülâsyonlarla güdülerek -tertipçilik, komploculuk anlamında- “politikacılık” yaptığı için, iktidar kavgasında yenen de, yenilen de hasmını “gladyo” dedikleri bir “kötü-ruh”un tesirinde kalmakla suçlamaktadır; bâriz bir “kör döğüşü” veya “kayıkçı döğüşü”  örneği olarak... Ki böylece, her iki taraf da biribirini, emperyalizmin kuklası olarak itham (ve ihbâr) etmektedirler; “merd-i kıptî” misâli...

Tarihî Tsunami'ye Karşı, Yapılması Gerekenler:

Bugün, küçükburjuva kafasıyla (zihniyetiyle) içinden çıkılamayacak, çok ciddi bir tarihî problemle (ve/veya dönemeçle) karşı karşıya olduğumuzu, Türklüğün hayâtî sorunu anlamına da gelen bu meselenin hallinde, -sâdece “hukuk” ve “provokasyon”a eren- “devlet memuru” aklının, yani “asker”in olduğu kadar “istihbâratçı” kafasının da yetmiyeceğini anlamalıyız artık... Zira, yüz küsur yıllık bir tefekkür ile, onun, yetmiş küsur yıl sürmüş tatbîkât çabalarına dayanan bir fikriyât veya ideoloji (komünizm) çökmüştür, insanlığın “zihniyet” tabanında... Böyle bir çöküntünün, tarihin derinliklerinden kabaran, “tsunami” gibi dev (derin) gericilik dalgası yaratması, gâyet tabiidir; ki şimdilerde adına “Büyük Ortadoğu Projesi” de denilen dalga, bu dalgadır işte... Buna karşı, mu'tâd politik ve ideolojik esintilerden mütevellid dalgalarla -yani ezberlerle- başedebilmek mümkün değildir. Küçükburjuva zihniyetinin ürettiği politik, ideolojik esintilerin yarattığı dalgalar, böyle bir tsunaminin yüzeyinde, oynaşan çırpıntılar gibi kalır; ki onun için de tsunami, kendini hiç fark ettirmeden bunların altından kayar gider, insanlığa vereceği zararları gerçekleştirmek üzere... Tarihte bir çok defa insanlığın inisiyatörlüğünü yüklenerek büyük dönüşümler gerçekleştirmiş olan “Türk” rûhu, bugün yeniden dirilecek veya zuhûr edecekse, bu, Ortadoğu mahreçli Monoteizm ile buna eklemlenmiş Kapitalizm  ideolojilerini -negasyon anlamında- aşan  bir insânî (bilimsel) zihniyet olarak tezâhür edecektir. Ki ondan sonra Kürt milliyetçileri de, bizim stratejik rotamızı ve inisiyatifimizi izleyerek, kendi arzu ve hedeflerini yeniden gözden geçireceklerdir. Zirâ Müslümanlık, kapitalizme uymamakta, kapitalizm de, Yahudilik ve Protestanlık'tan ayrılamamaktadır... O halde, -yüzyıllar boyu kılıçla yapamamamıza râğmen- İslâmiyetin evrenselliğinde israr eder de, onu tek merkezden sistematize etmeye kalkarsak, bu süreç dâhilinde, bir yandan İsrâiliyât sapması derinleşirken, diğer yandan da, kapitalist eğilimli “protest veya reformist İslâm” akımlarının türemesi kaçınılmaz olacaktır. Ve üstelik de, İsrail devleti ile, Yahudilerin tarihî reaksiyonerleri Arap'ların, Fars'ların -kısır- silâhlı didişmelerine bulaşmamıza, veya bu kısır çekişmelerin içine iteklenmemize yol açacaktır...  Bugünkü Judeo-Amerikan zihniyetinin (veya emperyalizminin) oluşturmak ve kullanmak istediği, ve hatta şimdiden ismini bile -“ılımlı İslam” diye- koyduğu İslâm, budur işte; “mürted”leştikleri ve eski dinlerin içinde erimeye başladıkları için, teslîmiyetçi, konformist başkanlar çıkaran, ama bununla birlikte, farklılıklarını ve varlıklarını ancak saldırganlıkla ispât etmek zorunda kalan cemaatler de üreten bir İslâm... Onun için, Kapitalizm'in, ve de esâsı Yahudilik olan Monoteizm'in tasallutundan, daha açıkçası Judeo-Amerikan Emperyalizmi'nden kurtulmak için, “Müslümanlık”ları, mahalli kültürel etkinlikler bazında tutmak, ama Devlet katında da, Kapitalizm'e ve Teizm'e karşı bilimsel olarak mücadele etmek zorundayız; insanlığın inisiyatörü olarak, bağımsız varlığımızı sürdüreceksek... Ama bunun için, şimdiden bilimsel hazırlıklarımızı, teorimizi ikmâl edip yol haritamızı çıkarmalıyız; ve de bugünkü gerici iktidârı politik oyunlarla devirmek için, -pek fazla- zaman ve güç harcamamalıyız. Çünki bu iktidar, bir yerlerden -bol bol- aldığı borçların ödenme ihtimâlini de tükettiğinde, veya provokatif bir “savaş” neticesinde kendiliğinden düşecek, ve elebaşıları da, memleketi -zımnen veya şifâhen- ipotek ettikleri ülkelere kaçarak, o beğenmedikleri “İttihâd”cılardan daha kötü ve rezil durumlara düşeceklerdir; biyolojik bedenlerine akseden -uzlaşmaz- çelişkiler dolayısile hastalanıp ölenlerin dışındakiler... Ki  bu durum da bize, dincileri çıktıkları deliklere -yeniden- sokmak, ve de “din”i yine mahalli folklorik etkinlikler düzeyine indirmek fırsatını verecektir. Ekonomik ipotek altına sokulmuş ülkemizin kurtarılması ise, Judeo-Amerikan emperyalizmine karşı Dünya çapında oluşturacağımız bilimsel “anti-tez” ile mümkün olacaktır. Yoksa, genel seçimlerle ve hatta “darbe” ile, yeniden -ilerici(!)- bir küçükburjuva kadronun iktidâra getirilebilmesi mümkün değildir; bu ülkede artık... Yâni bir bakıma, 1920'lerde nasıl ki, Dünya çapında patlak veren enternasyonalist işçi ayaklanmasına dayanarak inisiyatif alıp bağımsızlığımızı kurtarmışsak, bugün de, bilimde başlayan devrimsel değişim ile, onunla ilgili olarak ortaya çıkacak, uluslar arası “entelektüel başkaldırı”nın desteğiyle inisiyatif alıp müstakil varlığımızı -yeniden- ispat edeceğiz. Çünki, bilimin ulaştığı bugünkü nesnellik (objektivite) aşamasında, yâni bilimcinin (sujenin), kendini de objektifin içine aldığı bir nesnellik anlayışıyla artık, hem Kapitalizm'in ekonomik krizlerinin yapısal ve kronik bir ârıza (hastalık) olduğu anlaşılmıştır, hem de insanlar arasında “eşitlik”in değil, “iyi sıralanma”nın prensip veya amaç edinilebileceği gerçeği ortaya çıkmıştır...  Kaldı ki aynı zamanda, “komünizm” adındaki ütopik ideolojinin tatbikâtı olan Sovyetler Birliği'nin ânî çöküşü, ve “anti-kapitalist” düşünce ve davranışların da -âdeta- ayıplı hâle gelmesiyle dizginsiz kalan emperyalistler, “11 Eylül” provokasyonuyla başlattıkları saldırılarını, Afganistan'ın ve Irak'ın bilfiil işgâliyle devam ettirip, şimdi de “Arap baharı” adını verdikleri bir “zincirleme reaksiyon” politikası şeklinde sürdürmekle, tarihî derinliği olan stratejik -Davut ve Süleyman peygamberlerin zihniyeti uyarınca mutlak hegemon güç olmak- niyetlerini fâş etmişlerdir. Onun için bu adamların zihinsel yapısını, ve bu yapıyı forme etmiş olan geçmişlerini de, objektifin içine almak gerekmektedir... Muazzam kalıcı eserler bırakmış en büyük kadîm medeniyetin vârisleri olan Mısırlılar bile -kendi topraklarında- bir millet olarak dirilemezken, yaklaşık iki bin yıl önce devletleri yıkılıp kendileri Dünya'nın her tarafına sürgün edilmiş bir “kastlar topluluğu (koalisyonu)”, nasıl olur da topraklarına geri dönüp yeniden devletleşebilir?.. Bu, “monoteizm” ideolojisinin, “kapitalizm”le bütünleşmiş olmasının bir neticesidir; ve de Dünya'yı ele geçirmeye ahdetmiş olan bu Judeo-Amerikan emperyalizmi, burnumuzun dibinde bir “tramplen” devlet (İsrael) kurmuştur... Artık anlaşılmalıdır ki, “monoteizm”i tashihe kalkan Hz.İsa da, Hz.Muhammed de,  İsrâiliyât'ı, “evrensel insâniyyet”  ideolojisi hâline getirmeye muaffak olamamışlar, ve onun için de doktrinleri, bir “ütopik insanlık ideali” olarak kalmıştır. Çünki “monoteizm”, aslında bir “kastî dinler ideolojisi”dir; ve onun için de “tek tanrıcı” dinler mahalli (lokal) kalmak zorundadır. Mitleştirilmiş tanrı anlayışına dayanan bu dinsel ideoloji, Müslümanların da, Hristiyanların da yaptıkları onca büyük savaş ve katliâmlarla dahî, bütün halkların kabul ettiği tek bir inanç sistemi (tek tanrıcılık) olarak realize edilememiştir. Zirâ bir “mit”, her kültür açısından ayrı ayrı -veçhesiyle- görülür, ve farklı farklı tarif edilir... Ancak ne var ki, bu zihniyet kapitalizmle eklemlendiğinde, biribirinin mütemmim cüzü hâline gelmekte, ve ortaya Judeo-Amerikan adını verebileceğimiz bir emperyalist ideoloji veya zihniyet çıkmaktadır. Bu zihniyet, “görünmez tek tanrı” miti ile “bu tanrının zengin insanları sevdiği” kanısına inanmak esâsına dayanmaktadır; ki böylece de, Yahudilerin “seçkin kavim” oldukları inancı ile, Protestanların “tanrı zenginleri sever” mealindeki inançları karşılanmış (tastik edilmiş) olmaktadır. Ki böyle bir zihniyet karşısında, aynı “görünmez tek tanrı” mitine inansalar bile, Katoliklerin de, Müslümanların da, ve hatta Ortodoksların da, Judeo-Amerikan mentalitesinden bağımsız bir düzen tesis edebilme şansları yoktur; ancak yozlaşma imkânları (!) vardır. Zirâ zenginlik, “görünmez tek tanrı” mitiyle özdeşleştirilmiş, ve o “tek tanrı”yı ilk isimlendiren (ve kişileştiren) de Yahudiler olmuştur; mesela Rabb diye... Ve bu “din” anlayışının, insanlığın başına belâ olmasında, Hz.İsa'ya ihânet eden, pagan orijinli protestanların da (özellikle Kalvinist ve Püriten'lerin), rolü büyük olmuştur...

Bütün bu mülâhazalara binaen, bugün için âcilen yapılabilecek en pratik görev, Dünya çapında bir “konferans” toplamaktır: Lozan Konferansı, Avrupalı emperyalistlere karşı, bütün mazlum milletler nâmına, -İşçi İhtilâli'nin sonucunu beklemek üzere yapılmış- bir “ateşkes” konferansıydı; ki Sovyetler Birliği de dâhil olmak üzere alınan “ekonomik yenilgi” dolayısile, bütün kararlarıyla birlikte fiilen geçerliliğini yitirdi... Bugün toplamamız gereken konferans ise, Judeo-Amerikan Globalistler'in, nihâyi stratejik -plân- dayatmalarına karşı, insâniyet nâmına verilecek kesin bir bilimsel cevap niteliğinde olmalıdır ve olacaktır. Ki onun için de, bu konferansa, Dünya'daki -Set Theory'ye vâkıf- ünlü matematikçiler, Kuantum Teorisi'ne vâkıf fizikçiler, psikiyatriden anlayan hekimler, tarihçi ve tarih öncesi (pre-history) uzmanları, ünlü antropologlar  ve “sosyal-antropolog”lar, terapist ve meditasyon ustaları, ve de ünlü ama “serbest eleştirmen” niteliğindeki ekonomistler dâvet edilmelidirler...

Anti-Kapitalist ve Anti-Teist İnsâniyet Konferansı'nın tartışma konuları; gündemi:

  1. Bilindiği gibi Aristo Mantığı, 1901'de keşfedilmiş olan Russell Paradox gereğince aşılmıştır. Onun için de “Mutlak Eşitlik Prensibi” mülgâ, “sıradışı varlık” kavramı da “keenlem yekün”dür... Bunların yerine, Matematiksel Mantık'taki “İyi Sıralanma (Well-Ordering)” prensibi ikâme edilmiştir... Bu durum muvâcehesinde, Aristo Mantığı, günlük hayattaki uygulamalardan ve alışkanlıklardan nasıl temizlenebilir?
  2. İnsanlar, kaotik bir “panteist zon” ortamında, devamlı yaptıkları ritmik hareketler (âyinler) neticesinde kazandıkları “ritm melekesi” ile birlikte neşvü nemâ buldukları, ve bundan dolayı da hem, beslenme ve çiftleşme etkinliklerine, “tabu” adındaki “engel-yasak”lar getirdikleri, hem de “zaman” ve “mekân” mevhumlarını edinerek “düşünme” yetisi kazandıkları halde, bu oluşum sürecini gözardı ederek objektif bir insanlık görüşüne (bilimsel görüşe) varabilirler mi?!.. İnsanlar “panteist zon” şartlarında nasıl seçilime uğramışlardır, ve uğrayabilirler?..
  3. Kullandığımız zaman birimi “saniye”, zamanın sâdece “peryod” olarak bir anlam ifâde ettiği şeklindeki -hayvanca ve kölece- önyargıyla, ve de Sümerler'den kalma mistik anlamlı (politeist) sayılar vâsıtasıyla icat edilmiş, “a-ritmik” bir “ölçü”dür. Ve onun için de, sağlıklı insanların, -ritm melekelerini rezonans hâline sokarak- zamanı saate bakmadan da anlayabilme imkânlarını ortadan kaldırmakta, ve hatta onların biribirleriyle senkronize (eşzamanlı=uyumlu) çalışıp yaşamalarını engellemektedir.  Onun için acaba, kadîm Mısır'ın, insanlara mûcizevî eserler yaptırtan (yarattıran) davul temposunu yeniden keşfetmek ve kullanmak mümkün değilmidir?!... Ayrıca, yine Sümer mitolojisinin, kutsal sayılarına ve günlerine uydurulmak üzere tespit edilmiş olan, ama bugünkü iş ve yaşam temposuna nazaran çok uzun ve hantal bir peryod hâline gelmiş bulunan 7 günlük “hafta” peryodunu da, 5 güne çekmekle, yani üç gün “iş”, iki gün “serbest etkinlikler” olmak üzere tertiplemekle, “iş” emeğinde (mal üretiminde) verimlilik artışı, “kozmik emek”te de yaratıcılık patlaması sağlanamaz mı?!..
  4. İnsanlara, onları passif denekler olarak ele alıp, baytarlık gibi hizmet veren, ve de daha çok ilâç endüstrisine hizmet eden ilâç terapistlerinin yerini, -büyük oranda- onlara “oto-terapi (meditasyon)” öğretecek eğitmenlerin alması, daha aklî ve insânî değilmidir?!..  Ayrıca da, tüm meditasyon tekniklerinin bir temel kılavuzu veya metodolojisi çıkarılamazmı -sahtekârların yolunu kesmek için- acaba?!...  
  5. emek = iş + “kozmik emek”  denklemi mûcibince, insanların “ritm melekesi” bazında gösterdikleri “yaratma etkinlikleri=kozmik emek” ölçülmedikçe, kapitalist sömürü ve müzmin ekonomik krizler önlenemez tabii ki... İnsanların, bidâyetteki “totem”li  zamanlarında, ve hatta “toplayıcı” ve “avcı” oldukları dönemlerinde, “iş” emekleri sıfır veya sıfıra yakınken bile, ritmik hareketler (âyinler) şeklinde “kozmik emek” harcayıp bedenlerini, ve en başta da, kazandıkları “sayma (ritm)” ve “sıralama” melekeleriyle, ellerini -ilk üretim aracı olarak- yarattıklarını, ki bu şekilde de ateşi kullanmayı ve ondan yararlanmayı öğrendiklerini, yâni “insan”ın, “mal” üretmeden önce de -spesifik anlamda- değerli olduğunu, onun için mal üretmeden de (ve kendini “mal” yapmadan da) değerli olabileceğini bildiğimize göre, “kozmik emek”lerin objektif olarak ölçülmesi ve/veya insanların bu emeğin değerlerine göre sıralanması nasıl yapılabilir?.. Yâni en azından, ritm melekesi -doğuştan- güçlü olup da, hayatı, hem düşünsel hem de davranışsal süreçlerde, aksamayan bir ritmle, bütünlük içinde yaşayan insanlarla, alışılmış veya ezberlenmiş “rutin iş” veya “düşünce kalıpları”nın dışına çıktı mı, paralize olan insanlar arasındaki fark, objektif olarak değerlendirilemez mi?!..

Bu konferans gündemi, -Dünya'nın neresinde olursa olsun- gerçek (bağımsız) bir bilim adamına iletildiğinde, gündemin içeriğindeki konuları görüp de, ilgi ve heyecan duymaması imkânsızdır... Onun için, “ilerici”liğe, “devrim”ciliğe hevesli normal küçükburjuvalar, herşeyden önce, “bilmemek ayıp değil, öğrenmeye çalışmamak ayıptır” düstûrunun gereğini yapmalıdırlar. Yoksa, “memur” kafasıyla, “bir yerlerde -yine de- bir hâmî Devlet vardır; ve de birgün ortaya çıkıp bizi kurtarır” gibilerinden opsesyonlara takılıp kalmamalıdırlar. Zirâ bir memlekette, fikrî bütünlüğe ve inisiyatife sâhip adam -gibi adamlar- kalmazsa, orada “devlet” de kalmaz; onun yerine bir “koloni yönetimi” ikâme edilir; kimsenin rûhu -bile- duymadan...

ALİ ERGİN GÜRAN: 21/02/12