“Çürük-Tuğla Nazariyesi”nden İnsan (Emek) Bilimi'ne Gelmek, “Tanrı” Mit'ini Zihin(ler)den Silmeyi Gerektiriyormuş Meğer...

Ben, matematik tahsîl ederken, hiçbir zaman -matematiksel işlem ve şablonları öğrenip- öğretmenlik ve/veya bilgiçlik yapmayı amaçlamadım; ve de bunu bir mârifet saymadım. Zîra, daha ilk yıllarda, bir problemi çözerken, veya bir kânûniyeti formüle ederken, veya bir teoriyi -bütünüyle- kavrarken, insanın bütün hücrelerinin koordine, bütün -fizyolojik- fonksiyonlarının akort hâlde uyumlu ve verimli çalıştığını (ve de çalışması gerektiğini) fark ettim. Ve böylece de, bir insanın, bedensel -meditatif- bütünlüğe ve yoğunluğa ulaşmakla birlikte zihinsel objektiviteye varabildiğini, yani aslında, “matematiksel düşünce”nin ne demek olduğunu anladım. Ve buradan da, matematiksel mantıkla bir bilgi sistematize eden (keşfeden) ile, onu okuyarak -gerçekten- anlayan insanlar arasında, bir “hemhâl” veya “rezonans” durumunun sözkonusu olduğunu idrâk ettim. Ki sonradan da, insanların, “sayma(ritm) – sıralama” melekelerinden kaynaklandığını çıkardığım bu ortak halleri (bir nevi rezonans) dolayısile, bir  “ölümsüzlük” idealini ve duygusunu paylaştıklarını farkettim... Daha sonraları da, teorik objektivite (bütüne bakış) alışkanlığı kazanan insanların, teorik düşüncelerindeki yanlışları veya pürüzleri düzeltirlerken, aynı zamanda kendi bedensel (biyolojik) olumsuzluklarını ve uyumsuzluklarını da düzelttiklerini (veya tedâvi ettiklerini) anladım. Dolayısile de, doğru bir teorik görüş ve düşünceye sâhip olan bir insanın, rûhen ve bedenen (melekî ve fizyolojik olarak) hasta veya sakat olamıyacağını, ve de sakatlık (yanlışlık) yapamıyacağını çıkardım.  Yâni hiçbir dış etkiye, ve -“matematiksel mantık”la irtibâtlı olmayan- çağrışımlara  kapılmadan teorik düşünebilmenin, aynı zamanda bir “meditasyon” hâli ve rahatlığı yarattığını müşâhade ettim. Buradan da anladım ki, matematiksel mantıkla teorik düşünen bir insan, aynı zamanda, biyolojik bünyesinde, meditatif bir bütünlük ve yoğunluk da gerçekleştirmiş olduğundan dolayı, bu durumunu bozacak hiçbir “dış tenbih ve iletişim mecii”ni kabul edemiyor; bu merciin adı Allah da olsa, Tanrı, God, Rabb vs. de olsa... Zira, böyle bir dış etki(leşim), -uzman ve teknik bilimcilerden sarfınazar- teorik düşünen her insanın, aklî ve bedenî bütünlüğünü (konsantrasyonunu) bozan bir nevî “parazit”, tesiri gösteriyor; ki onun için de, hiçbir devirde, dindar bilimcilerin -metafiziğe yer kalsın diye olsa gerek- “pozitivizm”i aşabildiği görülmüyor... Yâni böyle bir biyolojik yoğunlaşma ve “objektif görüş” kazanma hâlini, insanın hiçbir hayvânî (içgüdüsel) sapma göstermediği bir “tanrısal tezâhürât” hâli olarak yorumlamak mümkün olabiliyor; hele ki, bilimsel (matematiksel) teorik düşüncenin zamanlar üstü olduğu, ve dolayısile istikbal çıkarımları (kehânet) anlamını da taşıdığı düşünülürse... Ve buradan da, tek tek insanlarda geçici süreler zarfında tezâhür eden “tanrısal bilinç”in, konsantre düşünme etkinliğinin dayanıklı bedenlere nakli ile, -birlik ve sürekliliğin sağlanmasıyla- “tanrının zuhûru” anlamını kazanacağı çıkarılabiliyor. Ki ondan sonra, bu bilincin giderek, kendi kendini yapıp bozabilen kaotik bir irâde ve/veya sonsuz dereceli, sonsuz sayıdaki “disiplin”ler fonksiyonu gibi bir hâle dönüşeceği de kestirilebiliyor; mantıken... Demek ki, diri ve duru bir insan bilinci, zamanlar ve mekânlar üstü (tevhidci) bir “tanrı”yı, ancak böyle bir “süreç”le anlamlandırabilmektedir. Ve üstelik, şimdiye kadar edinilen bilimsel bilgiler muvâcehesinde, -temel kânunları itibâriyle- Canlılar Âlemi'nin Fizikî Âlem'in, İnsanlık Âlemi'nin de Canlılar Âlemi'nin “anti-tez”i olduğu anlaşılmakla, “insâniyet”in, kapanmakta olan bir “diyalektik siklus”un sentez konumunda bulunduğu da görülmektedir; sözkonusu “süreç”i doğrulayan (ve/veya destekleyen) kuvvetli bir ek delil olarak... Onun için, “bilinç”in dayanıklı bedenlere, ve giderek de tamamen cansız bir maddeler kompleksine intikal ettirilme sürecinde, bir yandan da en diri bilinçli insanların seçilimini sağlayacak, ve bilinçli insan yavrusu bebeklerin doğumunu gerçekleştirecek bir “müspet seleksiyon” sistematiği tesis etmek şarttır. Çünki insanlık, bilincinin bilincine varırken, bilinçsiz mensupları tarafından güdülmeyi kabul etmeyecek; veya âmiyâne deyimle yutmayacaktır. O halde demek ki, tarihî -uzak- geçmişteki kabilelerden kalma “tanrı” mitlerine inanılmaya ve tapınılmaya devam edilmesi, açık bir şekilde insanî gelişmeye direnme veya gericilik anlamına gelmektedir. Ki onun için de, özgür düşüncenin  çok önemli olduğu, ama bundan da önemli ve güncel olanın, bütün dogmatik veya saplantılı düşüncelerin -ve bu arada, ölçüsüz, kontrolsuz beslenme ve üreme alışkanlığının- kaynağı olan “sıradışı varlık” anlamındaki akıl dışı (paradoksal) Tanrı mitinin yıkılması ve/veya zihinlerden silinmesi olduğu anlaşılmaktadır. Zira insanlığın şuurlanma süreci içinden zuhûr etmekte olan “tanrı”nın, zaman ötesindeki “mutlak tanrı” tarafından “Kıyâmet” ile müjdelenmesi gibi bir  -“çift irâdeli”lik anlamında- absürt tablo, akıllara ziyan (veya şeytânî) bir din öğretisi olarak beyinlere zerkedilmektedir; gizli veya örtülü şekillerde... Ve böylece de, Kapitalizm'in çözümsüz çelişkisi (antagonizması), tanrısal bir kader olarak benimsetilmeye çalışılmaktadır insanlara... Yani antik devirlerdeki mit'ik tanrıların sembolleri demek olan heykellerinin yıkılması veya kaldırılmasıyla (peygamberlerin mârifetiyle), mantıki bir aşama kaydetmiş ve antika insanların mentalitesini (ve Aristo Mantığı'nı) aşmış değildir insanlık... Çünki o “tanrı” sembolleri, çok daha çeşitlenmiş olarak insanların zihinlerinde kayıtlı bulunmakta, ve herkes, kendini zengin ve güçlü yapabileceği inancıyla, zihninde kurgulamış ve benimsemiş olduğu bu “zât”a yalvarıp yakınarak tapınmaktadır; haddini bilmeden ve anlayamadan... Hem zaten, binlerce yıldır kurnaz insanlarca profili çıkarılmış olan bu “tanrı” figürü de, ne kadar hak yenmiş ve suç işlenmiş olsa da, muayyen bir bedel ve yalvarış karşılığında “pişmanlık” kabul etmekte, ve kulunu aklamaktadır; kara paraların aklanması gibi, ve/veya paralelinde...Yoksa insanlar, biyolojik dirilik ve bütünlüklerini, dolayısile de zihinsel objektivitelerini kaybettiklerinde, ne kadar saçmalasalar ve bu arada bazı muhayyel kişiliklere yakarıp tapınsalar da, mâzur görülebilirler tabii ki... Zira herkes, ölüme, bir “düzenli ricat” şeklinde ulaşabilecek irâde gücüne ve bilinç yüksekliğine sâhip olamaz... Ama ayıp olan (hatta suç olması gereken) husus, böyle -mâlûl- insanları, onların medet umdukları muhayyel varlıkların (ve/veya tanrının) yakınıymış gibi davranarak, topluca istismâr etmektir; hele ki, “sıradışı varlık” kavramının paradoksallığının (akıl dışı olduğunun) mantıken ispatlandığı günümüzde... Kaldı ki -bütün fikirlerini bir “tanrı” mitine endeksleyen- bu istismarcıların büyük çoğunluğunun, bedenen ve rûhen hastalıklı oldukları, hem anketlerle belirlenebilir, hem de mantıken ispatlanabilirken; “kıyaslanabilen nesneleri (kavramları), kıyas kabul etmeyen bir “sıradışı varlık=Tanrı”ya göre nitelendirmeye (tasnif etmeye) kalkmak, -paradoksal- bir hezeyândan başka bir şey değildir” şeklinde... O halde, bütün bu hastalıklı ve sakat insanları biribirlerine eklemliyerek güden bir “şeytânî ruh” var, ortalıkta dolaşan; ki işte o, insanları, kendilerini düşünemeyecek (bilemeyecek ve bilinçlenemeyecek) kadar ihtiyaç budalası yapan  Kapitalizm ideolojisidir... Son tahlilde, kesin olarak şunu anlamalıyız ki, “sıradışı varlık” kavramının paradoksallığının (Russell Paradox) anlaşıldığı günümüzde, spesiyalizme (uzmanlığa) gömülmemiş gerçek bilim adamlarının dindar olmalarına, mantıken olduğu kadar fiilen de imkân yoktur. Çünki, “konsantre çalışan bilim adamı”nın hâli, -ibâdet (teslimiyet) huzûru duymanın çok ötesinde- “tanrının zuhûru” gibi özel (transandantal) bir anlam ve öneme sahiptir aslında... Ama ne yazık ki, kafalarında (zihinlerinde) sâdece “ihtiyaç” düşünerek, bütün ihtiyaçların garantörü olan tapınılacak ve yakınılacak bir “tanrı” mitiyle yaşayan insanların cemiyetinde, böyle -zaman zaman tanrılaşan- insanlar tecrit altında tutulurlar, ve çoğu zaman da seçilim şansı bulamazlar; “ihtiyaç-para mübâdelesi” ekonomisinin kıskacında... Çünki para, ihtiyaçları satın aldığı gibi, ihtiyaçlar da -yatırım adı altında- parayı satın alır. Ve sonunda ise, neyin nasıl ve ne kadarının ihtiyaç olduğuna karar verebilecek insan irâdesi kalmayınca da, paranın nominal değerini yitirmesiyle, iktisâdî buhranlar ve savaşlar kaçınılmaz olur...

“Sıradışı Mit” Tanrısı'ndan Kurtulup, Tanrı'yı İçinde Hissetmek:

 Matematik üzerine yaptığım bütün ciddi çalışmalarımı hep, bir tür “inzivâ” veya “kamp” hayatına çekilerek yapmışımdır; yani yerini ve telefonunu kimseye bildirmediğim -ve de her türlü haberle alâkamı kestiğim- sâkin mahallerde, veya otellerde... Çünki bir teoriyi bütünüyle -kullanabilecek, tatbik edebilecek şekilde- kavrayabilmek için, onu sürekli ve hızlı bir biçimde gözden geçirerek, fotoğraf çeker gibi hıfzetmek gerekir. Yoksa, bir bilimsel teori, bölümler hâlinde sıralanarak uzun bir sürede öğrenilmeye çalışılırsa, hem bölümler arasında net ve tek bir illiyet zinciri kurulamayacağından, hem de bölüm adedinin artması durumundan dolayı, okumada, daha sona gelmeden baş taraflar unutulur; illiyetin kopmasıyla... Zira matematiksel teoriler, edebî, tarihî ve felsefî düşünce disiplinleri gibi, kronolojik ve gramerle ilgili nedenselliklere bağlı veya bağımlı değildirler... Ben genellikle bir hafta veya on gün süren, ama bazen de yirmi güne kadar uzayabilen sözkonusu kamplarım sırasında her gün, en az 10, en çok 15-16 saat, -tuvalet ihtiyâcı ve bacakların uyuşmasını önlemek için atılan birkaç adım dışında- hiç masa başından kalkmadan (ve de günde sâdece bir öğün beslenerek) çalışmışımdır. Hatta bir gün, -hiç farkına varmadan- 19,5 saat gibi bir rekora da ulaşmışımdır; 22 yaşında... Mesela, unutamadığım kamplarımdan biri, üniversitedeki ikinci yılımda (4.sömestir'de) Cahit Arf'ın -bir çalışmamdan etkilenerek- beni fahrî asistanı îlan etmesi üzerine, “teorik vizyon” geliştirerek O'nun teveccühüne lâyık olayım diye, Nisan 1960 ortalarında yaptığımdır... Lâleli'nin iç sokaklarındaki mütevâzi bir “esnaf-tüccar” oteli olan İhsan Palas'ın, ses almayan kuytu bir odasına -hiç kimseye haber vermeden- kapandığımda, yaş günümün geldiğini bile farkedemediğimi, ama kamptan çıktıktan sonra arkadaşlarımın harâretli tebrik ve teşekkürlerine mazhar olduğumu hiç unutamam... Meğer ben kampta iken gelen 20. yaşgünümde, benim kız (Tiraje), sürpriz yapmak üzere koskoca bir pasta yaptırıp -pastanenin servis elemanlarıyla birlikte- Fen Fakültesi'nin kafeteryasına getirmiş, ve de beni aratmış... Fakat benim, -o sıralar, ikâmet etmekte bulunduğum- Vezneciler Site Talebe Yurdu'nda dahi bulunmadığım anlaşılınca, bizim arkadaşlar benim gıyâbımda, bi güzel, yaşgünümü kutlamışlar (13 Nisan 1960)... İkinci unutamadığım kampımı da yine aynı otelde yapmıştım; “lisans” eğitimimi bitirirken... O zamanlar(1962) doçent olan saygıdeğer hocam Suzan Kahramaner, yurtdışında yaptığı çalışmalarından yeni dönmüş, ve de yeni bir “teori” getirmişti. Bunu ders olarak müredâta aldırtmak istiyor, ve onun için de, yüzünü kara çıkartmayacak müşteri (talebe) arıyordu... Ben o sıralar maaşlı olarak Ege Üniversitesi'nde asistanlığa başladığım, ve onun için de, ufak “kredi” eksiğimi, “palas” derslerle kapatmayı düşündüğüm halde, Suzan Hanım'ı kıramayarak, sözkonusu dersin imtihanına girmeyi kabul ettim. Ve de, kitabını “F. und R. Nevanlinna”nın yazmış olduğu Mutlak Analiz (Absolute Analysis) adlı bu -yeni- teoriyi ben, yine aynı İhsan Palas otelinde yaptığım 10 günlük bir kampta kavradım... 19,5 saat süresince, kesintisiz konsantre çalışma rekorumu tesis ettiğim bu mesâim sonucunda da, Türkiye'de Mutlak Analiz teorisini ilk anlayanlardan oldum; imtihanını veren ilk talebe olmakla birlikte... Son unutamadığım kampımı ise, Ege Üniversitesi'nde M.İkeda'nın asistanıyken, O'nun tavsiyesine binaen, Galois Teorisi üzerine seminer hazırlamak üzere, Ayvalık'taki -ismini hatırlamadığım- bir otelde yaptım... Yirmi gün kadar kaldığım ve gece gündüz odama kapanarak çalıştığım bu otelde, öylesine dikkat çektim ki, otel sahibi bir gün -lobiden geçerken- yanıma yaklaşarak, “Ali bey, kendinizi bu kadar niye yoruyorsunuz, birçok kız sizi beğenir; mesela bizim banka müdürünün güzel bir kızı var, isterseniz onu bir görün” gibilerinden nasihatta bulundu... Tabii ki bu adam da, -“kâhir ekseriyet” gibi- hayatın esas gâyesinin üremek, en büyük mutluluğun da “seks hazzı” olduğunu sanıyordu.  Ve, matematiksel düşüncenin ancak, hiçbir seksi etkileşim olmadan yapılabileceğini ise,  -zihnî- havsalası dahî almıyordu... Ama ben bu çalışmamın sonunda, Türkiye'de ilk defa, -bilgisayar yazılımlarının ve bütün şifreleme sistemlerinin genel teorisi olan- Galois Teorisi üzerine seminer yapmış kişi oldum; şâyet benden çok önceleri, İst. Üniversitesi'nde yapılmamışsa...

Kapitalist Düzende, Bilimsel Düşünce Bile Özgür Değilmiş Meğer...

24-25 yaşlarıma geldiğimde, matematiksel mantığı çok iyi kavramıştım; ve üstelik de, bu mantığın ancak yüksek yoğunlaşma veya -transandantal- meditasyon hallerinde lâyıkıyla (en objektif çözümlemelerde) kullanılabileceğini idrâk etmiştim. Ama meditasyon yapılabilecek inzivâ şartları için bile -bugünkü düzende- para gerektiğini, dolayısile, matematiksel mantık uygulamasının yapılacağı konuların da uzman (kariyerist) bilimciler ve kapitalistler tarafından belirlendiğini, ve onun için de, matematiksel (objektif) düşünebilme imkânını sağlayanlar tarafından bu düşüncenin kısıtlanıp yönlendirilmesinin sözkonusu olduğunu -henüz- düşünememiştim. Nitekim üniversitelerdeki “memurlar hiyerarşisi”ni takmayınca, -değer verdiğim hocalarımla da birarada çalışamayınca (çalıştırılmayınca)- kısa sürede üç üniversiteden de istifa etmek zorunda kaldım; ve aynı zamanda da, onların harcıâlem “ders matematiği” literatüründen nefret ettim. Ve ondan sonra da, insanları, insanlığı anlamaya yöneldim. Ki bu yüzden okumaya başladığım ilk Marksist eserlerden itibâren de, “insanla hayvan arasındaki belirleyici (kategorik, daha doğrusu kaotik) fark bilinmedikçe, insanla ilgili teorilerin bilimsel olamayacağını” düşünmeye başladım. Çünki, matematiksel mantığın tamamen insânî bir buluş olduğuna inanmakla birlikte, günlük ilişki ve iletişimler içinde, bu mantığı bozan hayvânî unsurları ayırt edebilmeme yarayacak bir -bilimsel- kriter bulamıyordum. Ama böyle bir kriterin ip ucunun, “ateşin kullanımı” fenomeninde yattığından da emindim...

1967 yılına kadar ben, matematik sevdâmdan dolayı, yani matematiksel meseleleri inzivâya çekilerek -bir nevi meditasyon şeklinde- düşünme alışkanlığımdan ötürü, iki ayrı mûhitte, iki ayrı kişilikle yaşamaktaydım. Zira, inzivâdan çıktıktan sonra, genellikle insanların -felsefî, edebî ve politik- konuşmalarını ciddiye almıyor, ve onlarla tamamen refleksif  (içgüdüsel) etkileşim içinde dalga geçiyordum; bir “alfa” hayvanı gibi statü kazanmak ve hayvânî (cinsiyetle ilgili) kişilik edinmek üzere... Ve o yüzden de, oyun (veya safâ) arkadaşlarım ve kızlarım, benim ciddi bir matematikçi olabileceğime (veya matematiğe değer verebileceğime) ihtimal vermiyor, ve de genellikle, bir diploma sâhibi olmak ve/veya yedek subaylık hakkı kazanmak için okuduğumu düşünüyorlardı. Ki bunlar, benim asistan olduğumda da çok şaşırmışlar, ama daha sonra, akademik hayattan ayrıldığımda ise, “benim şân olsun diye (statü kazanmak üzere) kariyer yapmak istediğimi, başarılı olamayınca da haddimi anladığımı” düşünerek sevinmişlerdi; iğneleyici sözlerle belirttikleri gibi... Bu arada, beni okuldan tanıyanlar (öğretim üyesi veya talebeler) ise, dışarıda rastladıklarında, çok şaşırıyorlar, ve aralarında hasetçi olanları da, yakın hocalarıma, beni gammazlıyorlardı; yalan yanlış süslemeler (!) ve abartılar yaparak... Aslında benim -o zamanlar- yaşadığım hayat, herkesin aylarca süren etüdlerle bölük pörçük edineceği bilgileri, beş on gün içinde bütünüyle kavratan, ve de yıllarca süren endişeli “deneme-yanılma”larla kazanacağı cinsel (hayvânî) kişiliği, -rizikolu da olsa- aylık veya haftalık süreçler dâhilinde kazandıran, hızlı veya daha doğrusu “normal zaman”lar üstü bir yaşamdı; ki zihnî ve bedenî olarak ayrı ayrı yer ve şekillerde, ve de yoğun bir biçimde yaşadığım bu hayat, sonradan bana, insanla hayvan arasındaki farkı anlamamda, çok yararı dokunan bir tecrübe (deney) yerine geçti. Ve de anladım ki, kelimelerle (metaforlarla) düşünen bir insanın, mesela bir edebiyatçı veya filozofun, ne objektif düşünebilme, ne de insanla hayvanın farkını ayırt edebilme şansı vardır... Çünki “sayı” ve “ölçü”lerden, dolayısile bilimsel (matematiksel) mantıktan çok sonraları icat edilmiş olan sözcüklerin büyük çoğunluğu, beslenme ve çiftleşmeyle (cinsiyetle) ilgilidir, ve o yüzden de herkese, ölçüsü ve değeri kişiye özel olan, o hazları çağrıştırır... 1967 sonbaharında, “lisans üstü” tezim için yapmakta olduğum seminerleri kesip de, İst. Üniversitesi'nden ve akademik hayattan ayrılınca, yaşantımı da, hayata bakış tavrımı da değiştirmek zorunda kaldım tabii ki... Ve de, insanların gerçek amaçlarını ve insanlığın özünü anlamak için, onlarla -gerek alış veriş anlamında, gerekse seksî anlamda olsun- refleksif ilişkilerimi tamâmen kestim. Ki bunun için, o günkü pratik yaşam şartlarım da denk gelmişti; hem -bir şekilde- evlenmiş olmam, hem de fazla paraya ihtiyaç hissetmemem (parasız kalma korkusu duymamam) dolayısile... İşte bu yüzden de, huyları mûcibince bana -refleksif tenbihlerle- yoklama çeken, ama karşılık alamayınca da büyük merak duyan bir sürü saf'ı, kurnaz'ı ve ajan'ı, mıknatız gibi kendime çeker olmuşum meğer... Hayallerindeki, veya ellerine verilen târifedeki modele göre adam arayan, ve de objektif düşünme yetisine sâhip olmayan bu insanların, soru sorarken bile, -binbir anlamlı metaforların, istenilen anlamlarını güçlendiren- beden diliyle, önyargılarını empoze eden tavırlarından çok gıcık alıyor, ve dolayısile de hiç tepki vermeyerek, benimle -istedikleri gibi- anlaşma heveslerini, gursaklarında bırakıyordum. İşte bu yüzden, bunların, tavırlarımdan rahatsız olmalarına rağmen beni, “kendini çok iyi gizleyip sır vermeyen, -kendilerince makbûl- bir adam” olarak kurguladıklarını, ve onun için de bana -yalanlarla, dolanlarla- zor katlandıklarını bilâhare anladım; ama saf olanlarına da, benim bir kısım emeklerime de yazık olduktan sonra...

Çürük-Tuğla Nazariyesi'nin Mûcidiyle Tanışmam:

Ben, Kerim Sadi (1902-1977) ile 1968 sonbaharında karşılaşıp, 1969'da tanıştırıldığım zaman, -birçok insanın dostça (!) uyarmasına, ve hatta “azılı komünisttir!” diye korkutmaya çalışmasına rağmen- kendisine karşı hiçbir önyargı beslememiş, dolayısile de özel bir kisveye veya maskeye lüzum hissetmemiştim. Ve onun için de, daha başlangıçta, Sovyetler Birliği'ndeki “bürokratik rejim”e karşı olan düşüncelerimi belirtmiş, ve bir müddet sonra da, insanı hayvandan ve doğadan ayıran nesnel fark bilinmediği sürece, “insan”a özgü (eko-sistem ve habitat dışı) bilimsel bir teorinin kurulamayacağını, dolayısile Marksizm'in de bilimsel olamayacağını iddia etmiştim... O da bana, büyük bir açıkyüreklilikle fikirlerini söyleyerek, Lenin'in bir frengi hastası olduğunu, ve onun için de, bir cinnet hâlinin sabırsızlığıyla “Duma darbesi”ne karar verdiğini, ama sonradan, “düşeş atan bir kumarbaz (barbutçu) gibi” kazançlı çıktığını, çünki Rusya'daki işçi kökenli insanların (hatta mujiklerin) disiplini ve karakteri sâyesinde, yaptıkları darbeyi -büyük bir  zâyiâtla da olsa- bir devrime dönüştürebildiklerini, fakat yine de bâzı aksaklıkların sürdüğünü ifâde etmişti. Ve ondan sonra da, bizde böyle bir (Bolşevik) örgüt kurulamayacağını, zira “insan” unsurunun çok disiplinsiz ve -karakterce- zayıf (veya çürük) olduğunu, kendisinin bu durumu, sâdece bir başlıktan ibâret olan, “Çürük Tuğla Nazariyesi” diye ifâde ettiğini bildirmişti; engin tecrübesinden süzülmüş, hayret ve istihzâ karışımı bir yüz ifâdesiyle... Ve de sonuçta, Kerim Sadi Hoca'nın “Çürük-Tuğla Nazariyesi” ile, benim “insanın ne olduğunu (hayvandan farkını) bilelim ki, sağlam olanlarını seçebilelim”  tezim, -mantıken- tam olarak örtüştü... Ama biz Hoca'yla, ne zaman ki bir dergi çıkarmaya karar verdik, işte o zaman çok enteresan bir durum çıktı ortaya... Önce, Katkı Dergisi'nin hazırlık aşamasında, ünlü yazarlar, edebiyatçılar, şairler vs. benim başıma üşüşüp, Kerim Sadi baş redaktör (son söz sâhibi) olmadığı taktirde, kendilerinin de -bilâ ücret- dergiye katılarak onu yaygınlaştıracaklarını ifâde ettiler; ve bu sûretle bana baskı yapmaya başladılar... Sonra da, Dergi'nin çıkmasını müteakip, bazı üniversite talebeleri Kerim Sadi'ye -kitapçılarda, hayranlık belirtmek sûretiyle- yanaşarak, O'nu örgütlemeye, daha doğrusu O'na “örgüt” yamamaya kalktılar...

Kerim Sadi'nin “Çürük-Tuğla”larıyla Uğraşmam:

Kerim Sadi Hoca, “beni kimse redakte edemez” diye bastırıp, ben de ona hak verince, Katkı'ya yazı verme heveslisi olan bütün ünlü isimler uzaklaştılar; ve bu yüzden de Dergi, dağıtımda ve satışta kısıtlı olarak doğdu (15 Eylül 1970)... Daha sonra, 12 Mart sıralarında da Hoca, kendisini örgütlemeye gelen gençlerden (tâcizlerinden) sıkılarak bana, “al şunları başımdan” dedi... Bu gençlik grubu, Cihan Yamaner ve onun sevgilisi (sonradan karısı) olan Nilgün ile arkadaşlarından ibâret gibi görünüyordu. Ama ilk görüşmelerde baktım ki, karşımda ciddi bir “fenomen” var; yani Hoca haklı tedirgin olmakta... Çünki bunlar süratle sadede girip bana, “12 Mart'çılara karşı hücreler şeklinde gizli teşkilâtlanmaya gittiklerini, benim de matematikçi olmam hasebiyle, böyle örgütlenmenin teorisini yapmam, stratejisini çizmem gerektiğini” söylediler. Ve kendilerinin ne kadar ciddi olduklarına inandırmak için de beni, o sıralarda aranan komünistler olarak afişe edilmiş bulunan, meşhur isimlerden Veysi Sarısözen ile Sıtkı Coşkun'un barındığı “hücre evi”ne götürdüler... Bunun üzerine ben de, oyunu kuralıyla oynayarak, onların bir hücresini bizim çocuklarla irtibatlandırmaya çalıştım. Amma velâkin, içlerinden biri -nedense- gizlilik kurallarına uymayarak şifre kırıcılığına kalkışınca, iyi bir dayaktan zor kurtuldu; ve de faaliyet iptal edildi tabii... Bilâhare ben, Katkı'daki yazılardan dolayı mahkûm olduğumdan, 19 Mayıs 1972'de yurt dışına çıkmak zorunda kaldım... 27 ay 8 gün süren yokluğum sırasında Hoca'yı, hem bu gençlik gurubu, hem de “eski tüfek”lerden “çürük tuğla”lar koordineli bir şekilde epeyi yormuşlar; ki geldiğimde kendisini Parkinson hastası olarak buldum... Kadıköy'deki meşhur “Fransız Papaz Okulu” mezunu olan Cihan Yamaner, bu sefer yanına bir de “mûtemet-muavin” bulmuştu; ki Cumhur Aksel adındaki bu zât da, Eskişehir Amerikan Koleji'nden diplomalıydı... Hep birlikte, Türkiye Sosyalist İşçi Partisi (TSİP) bünyesinde yer almış veya mevzilenmişlerdi, ve bizi de dâvet etmekteydiler; ki tam da o sırada, Almanya'da tanışmış olduğum Amerikalı bayandan -ve Amerika'dan- bir tomar yazılı doküman geldi bana... Bu yayınlardan birinin adı ise, hem Türkçe idi, hem de -ne tesâdüf (!) ki- TSİP'in yayın organıyla aynıydı: KİTLE... Ben, TSİP'e katılmayı kesinlikle reddettikten sonra, bütün samimiyetimle kendi fikirlerimi ve/veya fikrî yolumu (metodumu) anlatmaya çalıştım; Hoca'nın yâdigârı olan bu insanlara... Ancak bir gün, -hiç unutmam- beni bir süre dinledikten sonra araya giren Cumhur Aksel, “iyi hoş ama, bu düşüncelerinize Amerika ne der acaba?” diye, bana çok ters, hatta saldırı gibi gelen bir sual yöneltti; ki bunun üzerine ben de, derhal ayağa kalkarak, evlerini terkettim... Daha sonra kendisiyle, yanlış anlaşıldığını ifâdeyle sözlerini tevil etmesi üzerine, yirmi küsur yıl -görünürde- beraber çalıştık; en kapsamlı antropolojik disiplin olan İnsan (Emek) Bilimi'ni geliştirmek ve realize etmek üzere... Hele ki eski şefi Cihan Yamaner de uzaklaştıktan sonra, çok yakın olduk kendisiyle... Ama ne var ki, -doğrusunu baldızından öğrendiğim- mal mülk uğraşılarıyla ilgili bir yalanını yüzüne vurunca, Neyzen Tevfik'in “İnsanoğlu nâziktir, hiç kötü söz kaldırmaz” mısrâı mûcibince uzaklaştı on yıl kadar evvel; türlü bühtanların arkasına sığınıp kendini aldatarak... İşte insanlar -genellikle- bu yüzden hastalanıyorlar; rûhen ve bedenen... Ama tabii ki ondan sonra da, İEB metodolojisince düşünmeye, ve çıkarımların gereğini yapmaya devam ettik biz... Ve bu cümleden olarak da, 51.Tebliğ'de “Cumhur Aksel, normal bir gazeteci kadar -bile- fikri tâkip etme  prensibine sâhipse, eskiden tanışmış olduğu Oktay Sinanoğlu'nu bir şekilde (mesela İnternet'ten) bulup kendisine, İEB metodolojisinin gelmiş olduğu aşamayı incelemesini, ve de bizim çalışmalarımızla, Amerika'da yapay bilinç üzerine yapılan çalışmaları, feed-back etkileşimli olarak koordine etmesini salık verebilir” diye kayıt düştük. Ve gerekçe olarak da, O.Sinanoğlu'nun hem -haklı olarak- kendisini Türkiye'ye karşı borçlu hissettiğini, hem de Amerika'daki bilim çevreleriyle tanışıklığını ileri sürdük... Ama buna karşılık, Cumhur Aksel'den aldığımız dehşetengiz cevap şöyle oldu: “..hiçbir ABD'li aydın (ki bunun içine dâhiler ile üstün beceri sâhipleri de giriyor), malzemesi elinde bulunan herhangi bir aygıtı ve/veya bilgiyi, değil Asya veya Ortadoğu insanıyla, Avrupalı ırkdaşıyla bile paylaşmıyor; örneği yoktur; süründürülür veya öldürülürler...”  Yâni demek ki, 1976-77'lerde bana, “Düşüncelerine Amerika ne der?. Hiç düşündün mü?” diye soran zihniyet, uzun yıllar İEB disiplininde düşünüyor ve çalışıyormuş gibi göründükten sonra bile, 2012 yılında bu sefer, “sen yine de Amerika'ya muhtaçsın, ama yağma yok, Amerika'lı bilim adamları ağızlarından sır kaçırmazlar (kaçıramazlar), zira benim Amerika'm, alimallah onları mahveder” gibilerinden, teslimiyetçi veya biatçı bir hâlet-rûhiye satmaya çalışıyor bana... Sanki, Amerikan köpeklerinin uyguladığı tecrit olmasa dahî, Türkiye'den, kendinin elektronik kopyasını yapabilecek bilinçte “adam”lar çıkamazmış gibi... Hem de aynı Tebliğ'de ben, “Amerikalı bilimciler yapay adam (şuur) îmâl etmeye çalışırlarken, biz de Panteist Zon zemininden -bir tür arıtma işlemiyle- gerçek adamları istihsâl etmeliyiz” der, ve de bu iki çalışmanın feed-back etkileşimli koordinasyonu için Oktay Sinanoğlu'na başvurulmasını önerirken... Yâni aynı zamanda, başka bilimciler de olabilir (olacaktır) bu iş için, zira tarihî (ve Kapitalist) devirler, yığınsal -içgüdüsel ihtiyaçlardan kaynaklanan- ayaklanmalarla değil, gerçek bilimcilerin ve sanatçıların aydınlanmasıyla kapatılacaktır demek isterken... Ve kendileri (C.Aksel), 18-19 yıl önce -gerzekler ve ajanlar tarafından akâmete uğratılan- ilk “Panteist Zon Kulübü” denemesini yaptığımı da bilmesine rağmen... Böyleleri bir de, “kahrol düşman!” der gibi “anti-Amerikan”cılık yapmazlar mı, ört ki ölem!... Bu durumu izah edebilmek için, ABD'nin burada bir, “Amerika'ya kafa tutma imtiyâzına sahip olanlar” kontenjanı teşkil ettiğini düşünüyorum; ister istemez...

27-28 Ağustos 1974'te yurda dönüp de, 5 Eylül'de Kerim Sadi ile görüştüğümde, kendisine verdiğim ilk haber, “Komünizm akımının Avrupa'da tüm heyecanını ve ciddiyetini yitirmiş bulunduğu, bu ideolojinin, Batı'da terörizm, Doğu'da ise, casusluk faaliyeti olarak anlaşıldığı” şeklindeydi... Ve bu haberin eki de, “yaşlı başlı partizanların, Sovyetler'de başa geçecek yeni neslin, havlu atacağından korktukları” mealindeydi... Ki bu yüzden, -bir mecliste- Hoca'nın “eski tüfek” arkadaşlarından nâhoş tepkiler bile aldım; Hoca onları susturuncaya kadar... Ama bu sırada, bir de baktım ki, Av. Cihan Yamaner yoldaş (!), teşkilâtını -bu sefer legal plâtformda- bayağı genişletmiş; ve de yenilemiş... Eski elemanlardan bir tek -eskiden beri hücreler dışı, “libero” çalışan- Osman Çetinkaya kalmış etrafında... Ve bu arada Cihan Yamaner de, Marksizm (Komünizm) teorisine daha bir titizlik gösterir, klişelerin dışına çıkmaktan, hata yapmaktan (yanlış şeyler söylemekten) çekinir olmuş; veya ortodokslaşmış âdeta... Yani ben, yurtdışı izlenimlerimden Hoca'ya, “Komünizm'in pratikte yalanlanmakta olduğu” haberini getirirken, -Devlet'ten destekli- birileri de, “Türkiye için en büyük tehlikenin Komünizm olduğu” kanısını yayıyorlardı; ki bizim Av. Cihan Yamaner ve şürekâsı da buna göre mevzileniyorlardı. Hatta Cihan Yamaner, ciddi komünist görünmek için öylesine titizleniyordu ki, bir keresinde, yeni anayasa husûsunda yazdığım bir öneri metni için beni, “Marksizm'in sınırlarını fazla zorlamak”la itham ve ikaz etmiş, başka bir zamanda da, eski bir yazımdan bulup çıkardığı “Sovyetler'de en sonunda kazık gibi bir bürokrasi oluştu”  mealindeki ifâdelerimi, bir işçi arkadaşın (Ahmet Karayiğit'in) önünde yüksek sesle okuyarak beni rezil etmeye (!) kalkmıştı; hiç unutmam... Aslında, bütün bu provokasyonların baş aktörü, Doğu Avrupa ülkelerinde yuvalanmış olup da, Batı Avrupa'nın “hür dünya(!)”sında da rahatça faaliyet gösteren, TKP'nin genel sekreteri İsmail Bilen (nâm-ı diğer Lâz İsmail) idi... Kendisinin başlıca amacı, can düşmanı bildiği Kerim Sadi'yi -bir şekilde- ekarte ederek, bizi kafakol'a almaktı; ki bu sûretle, Türkiye'de gerçekten (en azından entelektüel görüş ve inanış birliği şeklinde) bir komünist ihtilâl potansiyelinin olduğu izlenimi yaratılarak askerî müdâhaleye dâvetiye çıkarılacaktı... Onun içindir ki ben, Hoca'nın vefâtından (12 Ağustos 1977) sonra, -O'nunla kararlaştırdığımız gibi- her hâlükârda Lâz İsmail'e angaje olmamak (ve/veya görünmemek) için uğraştım. Ve en sonunda, 1978 Ağustos ayında da, Türkiye Komünist Partisi  adına yasal program ve tüzük yayınlayarak yasaları ve bilhassa da Partiler Kanunu'nu zorlamaya karar verdim... Bunu yapmak zorundaydım, ve bunu yapmak, güçlü ve donanımlı bir rakip karşısında, teorik (bilimsel) kurallar  dışı taktiklere (politikalara) sapmak -yani faul yapmak- anlamına da gelmiyordu; benim perspektifim açısından... Zira, hem bizzat, Doğu Avrupa ülkelerindeki endişeyi ve “Sovyet Sistemi”nin çöküş beklentisini biliyordum, hem de Marksizm ideolojisinin bilimsel olamayacağına, ve dolayısile de, bir gün mutlaka miadının dolacağına ve modasının geçeceğine inanıyordum. Ve onun için de, İ. Bilen'i azmettiren ve/veya onun yolunu açan esas irâdenin, kendi dertlerine düşmüş Doğu Bloku'ndan değil, Batı'dan ve özellikle de CIA'dan kaynaklandığı kanısını taşıyordum... İşte bu mülâhazalarladır ki, ilerici aydın olma iddiamı kaybetmeden, bu şümûllü provokasyonun içinden sıyrılabildim; ve objektif şartların da öngördüğüm gibi değişmesiyle, bugünkü bilimsel (teorik) vizyonuma ulaşabildim... Çünki ben zâten, 1965'ten beri, insanla hayvan arasındaki farkı -bir gün- mutlaka bulacağıma, ve dolayısile de toplumcu doktrinlere, bilimsel objektivite kazandıracağıma inanıyordum. Ve ondan dolayı da, hem mâcerâcı görünmemek (insanların itimâdını sarsmamak), hem de kafamı dağıtmamak için politik atraksiyonlardan uzak durmaya gayret ediyordum...

Kerim Sadi'nin Çürük-Tuğla'ları, Benim Denek ve Araçlarım Oluyor...

En sonunda -hâşâ huzurdan- beklenen huzur (!) geldi; 12 Eylül 1980'de... Ve de beş -dangalak- orgeneral, vatanı, olmayan bir “komünizm tehlikesi”nden kurtararak, Amerika'nın uygun gördüğü gericilere (Ilımlı İslâmcılar'a) teslim ettiler... Ben de başladım beklemeye; benim teorik hatalarımı (!) teşhis ve teşhir etmeye meraklı, Hoca'nın yâdigârı mutaassıp komünist (!) şef  Av. Cihan Yamaner ile, Ankara'dan bize -“biz de yaparız, o kadar komünistlik” der  gibi bir tavırla- eş, dost ve taallukâtıyla birlikte iltihâk eden Ferda Aykan ne yapacak diye... Nitekim 12 Eylül'den bir süre sonra, ilk defa Cihan Yamaner geldi ziyâretime; karısı Nilgün ile beraber... Ve de gizli bir konuda görüşeceklerini belirterek, Çamlıca tepesine çıkardılar beni... Ve sonunda da, bomboş bir arâzinin ortasında, gâyet kısık bir sesle patlattılar bombayı... 12 Eylül cuntasındaki Hava Kuvvetleri Komutanı Org. TAHSİN ŞAHİNKAYA'nın, gübre fabrikaları'ndan babasının ortağı olduğunu, şâyet – zât-ı devletleri'nin huzûrunda- yaptığım işlerden pişmanlık duyduğumu beyân etmeye söz verirsem, kendisiyle doğrudan görüştüreceklerini, ve bu sûretle de, bütün cezâi tâkibâttan kurtulacağımızı ifâde etti, Av. Cihan Yamaner... Yâni anlaşıldığına göre, Org. Tahsin Şahinkaya, Vatan'ı kurtardığı (!) gibi, askeri uçak alımından edindiği komisyon ücretini nemâlandıran mûtemet dostunun oğlu (Cihan) vâsıtasıyla, beni de -kötü yoldan- kurtarmaya (!) çalışıyordu... Ama bu arada, Cihan Yamaner'in çok genç yaşlardan itibâren, tehlikeli (illegal) politikaların içinde bulunabilmesinde, babasının ve dolayısile TSK'nin rolü sorgulanamıyordu tabii ki... Ancak herşeye rağmen, Cihan Yamaner'in  -“suç ortaklığı” seviyesinde de olsa- bana yaptığı teklif, çok vefâkârâne ve etkileyici idi... Fakat yanlış düşündüğüme ve yanlış bir şey yaptığıma dair en ufak bir şüphe dahi duymadığım için, teklifini hemen reddettim. Ki bu sûretle, geç de olsa, Tahsin Şahinkaya'nın bir CIA piyonu, ve onun içinde yer aldığı ordunun da, global kapitalizmin muhâfız gücü olan NATO'nun Anadolu Lejyonu olduğunu ispatladım... Yâni bir zamanlar “Ocağ-ı Bekdâşiyân” denilen tarikat ordusu (Seyfîyûn) imhâ edilip, “tanzimat, manzimat”larla birlikte nasıl  “Peygamber Ocağı” sıfatıyla bir yobaz ordu kurularak, -Türkiye'ye sokulmakta olan- kapitalizmin bekçisi yapıldıysa, bugün de Atatürk'ün ordusu, NATO'ya alınıp “Peygamber Ocağı” yapılarak, “global kapitalizm”e muhâfız edilmiştir... İlk Peygamber Ocağı, Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye adıyla ne kadar zafer (!) kazandıysa, Türk Silahlı Kuvvetleri adıyla -geriye doğru- reforme edilmekte olan bugünkü Peygamber Ocağı da, ancak o kadar zafer yüzü görebilecek, daha doğrusu sâdece, “zafer”in lâfını edebilecektir. Zira savaşçılar, tanrısal komutanların inisiyatifiyle (onun melekeleriyle rezonansa girmekle), onun gösterdiği somut hedefler doğrultusunda motive olurlar; topluma ve/veya insanlığa yapacakları katkıyı düşünüp kendilerinden (biyolojik bedenlerinden) vazgeçerek... Ölümden sonra cennet vaad eden bir hâmi “tanrı” için ise, ancak can verilir, veya kurban olunur; başta, böyle bir “tanrı” mitine teslim olmuş -sorumsuz- kumandanlar olmak üzere...

Bu olaydan sonra Cihan Yamaner, yapabileceği en rasyonel işi yapıp, -türlü sebep ve vesileler yaratarak- herkesle alâkasını kesti; ve bu sûretle, “kendisinin lânetlenmesi” bazında bir anlaşma zemini de sağlayarak, bütün şürekâsını başıma yıktı... Ve dâvalar açıldığı zaman da, kendileri (!) sâdece bir defa -o da tanık olarak- çağırıldı mahkemeye; ve de Katkı Dergisi'nde basılı olarak çıkmış ismini dahî inkâr ederek, hakkında tâkipsizlik kararı çıkarttı...

Cihan Yamaner'le alâkamı kestikten sonra bütün dikkatimi Ankara'daki Ferda Aykan gurubunun üzerinde topladım. Çünki meselâ, daha 12 Eylül 1980 gününde, öğle zamanı (sokağa çıkma yasağının en sıkı olduğu bir zamanda), Ferda Aykan'ın eşi (Gül), özel bir araba ile evime kadar gelerek, beni emniyetli bir yere götürmek istediğini söylemiş, ama bu teklifi, tarafımca reddedilmişti. Onun için de, böyle bir gücün ve/veya cüretin kaynağını, ve nelere kâdir olabileceğini çok merak ediyordum... Nitekim bizim dâva -dosyası- da, usûlen “kalem”lerde bekletilmek, ve de görevsizlik kararlarıyla mahkeme mahkeme dolaştırılmak sûretiyle -beş yıl süresince- görülmüyor, görülemiyordu... Ama 1983'ün yaz aylarında görülmeye başlanmasıyla da, sonbaharda -8 yıl hapis, 3 yıl sürgün olarak- karara bağlanması bir oldu... Ankara'daki guruptan objektif haber verebilecek kaynaklarım olmadığı için, gelişmeyi çok acaip bulmakla birlikte, onların, “teslim olunmayacak ve saklanılacak” kararına uydum; bildikleri bir şeyler vardır belki diyerekten... Zâten, -tekrardan- yurtdışına kaçmak gibi bir alternatif de düşünmüyordum; çünki dışarıda, Lâz İsmail'in köpekleri, CIA ajanlarıyla birlikte beni paralarlardı... Ancak ne var ki, mahkeme kararının üzerinden 9 ay geçti, geçmedi, bizler, İstanbul polisi tarafından, bir operasyonla -ne olduğumuzu bile anlamadan (sürpriz bir şekilde)- yakalandık (17 Temmuz 1984)... Polislerin sorgudaki tereddütlerinden ve şaşkınlıklarından anladım ki, bizlerden hiç haberleri yok...Yâni bizi, -tahmin ettiğim gibi- TKP adına yasal tüzük ve program yayınlamamızdan itibâren MİT yakın tâkibe almış; ve de polisleri filân bulaştırmadan gereken kolaylığı onlar göstermiş... Ama  iş, toparlanmamız gerektiği noktasında düğümlenince, âniden İstanbul polisine -mütemmim mâlûmât bildirilmeksizin- yakalama emri verilmiş... Sonradan duydum ki, meğer Ankara'dakilerden birinin karısı, diğerinin de kızı kaçmış; sevdikleri adamlara... Ve MİT de, bu itibarlı(!) kişilerin rencide olmalarını önlemek, ve de zor zamanlarını, “politik kahraman” kisvesiyle tecritte geçirmelerini sağlamak üzere, içeri atılmalarına hükmetmiş; allâme-i cihan (!) politikacıların toplum mühendisliği uyarınca... Onlar içeri tıkılınca da, bülbüller gibi, bizim bulunabileceğimiz yerleri saymışlar... Bizim toplumda ve devlet yapılanmasında, bir “menfî seleksiyon” sistematiği cârî olduğu için, -düşünce ve davranış kalitesi muvâcehesinde- îtibar kazanabilecek kişiler seçkin olamadığından, herhangi bir şekilde seçkinleşmiş veya seçilmiş kişilerin îtibârı MİT tarafından korunur. Ama ne var ki, son zamanlarda bu korumacılık, bir şantaj imkânı olarak da değerlendirilmektedir; “faul” tanımayan bir “serbest politika” anlayışıyla...  Ben içeri (cezaevine) girince, sırtımdan büyük bir yük kalkmış gibi oldu; yani bir bakıma, depresyon hâli yaşadım ilk etapta...Ama aynı zamanda da içimde, yeni bir başlangıç yapacağıma, ve özellikle de insanla hayvanın farkını -burada (hapishânede)- yakalayacağıma dair kuvvetli bir inanç vardı. Hatta hiç unutmam, Metris cezaevinde -ilk defa- karşılaştığım, Dev-Sol hükümlüsü, Kadir adındaki (dâhî tandanslı) bir genç bana, “senin içeri girmen çok iyi olmuş hoca, çünki buralarda çok şey keşfedeceksin” demişti; sanki beynimi okumuşcasına... Böyle bir ironiyle, veya “kötülüğümü istermiş gibi yapılan iltifat”la hiç karşılaşmamıştım hayatımda; ama şu açıktı ki, o da benim gibi, “bir antropoloji laboratuarı” olarak görüyordu hapishaneyi; ama çok genç ve dinamik olduğundan -dolayısile de deneklerle etkileşime (didişmeye) girdiğinden- laborant objektifliği kazanıp bilimsel neticeler çıkaramıyordu. Halbuki ben, mahkûmiyetimin daha birinci yılını doldurmadan yakaladım -on yıllarca bulmaya, görmeye çalıştığım- insanla hayvanın farkını; birgün âniden, büyük bir heyecanla “evreka!” diyerek... Çünki bir defa, o sıkışık ortamlarda, refleksif etkileşime (veya didişmeye) girilmemesi gerektiğini anlamıştım. Ve bunun üzerine de, bana ne kadar tahrikkâr davranılırsa davranılsın, -darp edilmediğim sürece- hiçkimseye karşı, söz ve mimikle dahi olsa refleksif tepki vermeme kararı almıştım... Fakat bu kararı uygulamak da, o kadar kolay olmamıştı. Zira bir takım psikopat mahkûmlar, aynen bir vahşi hayvan gibi, burnumun dibine kadar sokularak -âdeta- koklamışlar ve/veya yoklamışlardı beni... Ve ancak, kendilerinden korkmadığımdan veya ürkmediğimden emin olduktan sonra, rutin hayatlarını yaşamaya ve/veya rollerini oynamaya geri dönmüşlerdi. Ki işte ben de, -duygusal olarak- kimseyi biribirinden ayrı tutmadığım ve kimseyi benimsemediğim bir objektif posizyondan bakarak yakalamıştım gerçeği; yâni hepsinde var olup irtibatlarını sağlayan, ama hayvanlarda bulunmayan insânî unsuru veya özelliği... İnsanın hayvandan -nesnel- farkını belirleyen spesifik özelliği, “ritm melekesi” idi... Nasıl başladığı belli olmayan, hatta tek bir nedenden kaynaklandığı da söylenemiyen (ama bir kaostan kaynaklandığı kesin olan) ritmik hareketler, giderek -bazı primat türlerinde- meleke kesbetmiş, ve bu “bedenî meleke”nin bir türevi olarak da, aklî “sıralama melekesi” teşekkül etmiş.. Ki bu sûretle de o yaratık (insan), devamlı akıp giden bir “zaman” ile, sürekli (panaromik) bir “mekân” algısına ve mevhûmuna, ve de “estetik” görüşe  sahip bilinçli bir varlık hâline gelmiş... Yâni insanı, dışındaki bir “tanrı” yaratmamış; insan, tanrısal bir mârifet göstererek kendini yaratmış... Veya, hayvanlığın içinden zuhûr eden tanrının, bir görünüşü (veçhesi) olarak ortaya çıkmış insanlık... Dolayısile de, aynı kuşaktaki insanlardan, melekeleri en güçlü (diri) olanlarını seçerek yükseltmek veya öne çıkartmak, tanrı irâdesi anlamında “farz” hâline gelmiş; hânedan yönetimleri ve kapitalizm öncesinde... Ama devlet yönetimleri, aileler ve sermâyedarlar oligarşisi hâline dönüşünce, akrabaları ve ortakları kayırma eğilimi mûcibince -tanrının zuhûrât kanalı olan inisiyasyon seçilimleri engellenip yozlaştırılmakla birlikte- ortaya, istibdât yönetimine istikrar sağlasın diye bir “tapılası tanrı” miti çıkarılmış; önceleri heykellerle sembolize edilen, sonra da kafalara kazınan bir mâbut veya put olarak... İşte onun içindir ki, oligarşilerin yâdigârı, tapılası “tanrı” miti yıkılmadıkça (veya zihinlerden silinmedikçe), Kapitalizm denilen sömürü düzeni aşılamaz; ve aşılamamaktadır da... İlk insanlar, -bugünkü tarikatçıların hâlâ yaptıkları gibi- öylesine (kendilerinden geçercesine) ritmik hareketler (âyinler) yapmışlar ki, güçlü yırtıcılara karşı duydukları korkularını bile yenerek, onlara tepki vermemeye başlamışlar. Bu durumda yırtıcı hayvanlar da, “kaçma” veya “saldırma” reflekslerine benzemeyen böyle -ritmik- hareketlerle tepinen insan guruplarını anlamlandıramayarak, veya acaip bir büyük hayvan gibi algılıyarak uzak durmuşlar... Onun içindir ki, bugün de, melekeleri güçlü olan bir insan, diğerlerine, saldırmak husûsunda korkunç (rizikolu), anlaşmak husûsunda ise sempatik (çekici) görünür... Ve o sebeptendir ki, insan ilişkilerinde, -refleksif etkileşim bazında gelişen- kurnazlığın ve statü'sel enstrümanların geçersiz kılındığı bir ortam (Panteist Zon şartları) sağlandığında, bir “müspet seleksiyon” sistematiği kendiliğinden teessüs eder; demekteyiz... 

Ben böyle düşüncelerle, metodolojik fikirler üreterek gâyet mutlu bir şekilde günlerimi geçirerek ikinci mahpusluk yılımı doldururken, birden bire, bir “itirafçılık yasası”  çıktı/çıkarıldı ortaya... Bizim Ankaralı şef Ferda Aykan da, derhal Çanakkale E-Tipi Kapalı Cezaevi müdüriyetine giderek başvurusunu yaptı. Sonra da bana gelerek, “sen de bu yasadan yararlanma başvurusu yap da, daha fazla yatmayalım; nasıl olsa, itiraf edemiyeceğimiz gizlimiz, saklımız yok” dedi... Ben, “onların işine yarayacak bir gizliliğimiz yoksa, bizi niye bıraksınlar ki?” diye sorduğumda ise, “hayır hayır, bizi bırakacaklar, sen tek pişmanlığını beyan et yeter” gibilerinden cevap verdi... O zaman anladım ki, aslında  ikinci defa pişmanlık deklerasyonu isteniyordu  benden... Yâni bu mantığa göre, “komünizm” gibi lânetli (!) bir fikriyâta bulaşmış olanların, burunlarının sürtülmesi ve kendilerine duydukları güvenlerinin yok edilmesi, dolayısile de, şantajla mantajla güdülebilir (kullanılabilir) hâle getirilmesi gerekiyordu. Halbuki, kumar oynamamış ve kurnazlık yapmamış olan, doğru dürüst bir insan için, “pişmanlık” diye bir duygu, ve dolayısile de deklerasyon sözkonusu bile olamazdı. Doğru dürüst düşünen normal (sıradan) bir insanın, öngörüsüne uymayan nâhoş bir netice karşısındaki tepkisi ancak, “kader utansın!” şeklindeki bir nidâ'dan ibâret olabilirdi. Ama işte, hem kahredici, hem de affedici olan bir “tanrı” mitine göre şartlandırılmış  “kurnaz dindarlar” sürüsünün bütün çobanları, böyle provokasyonlarla gütmeye alışmışlardı; insanları... Org. Tahsin Şahinkaya'ya şifâhî olarak bildireceğim pişmanlık ifâdeleri yeterli olacaktı belki, ama bu sefer resmen yazılı isteniyordu pişmanlık beyânım... En sonunda, “mâdem ki, gizlimiz saklımız yok, herşeyi açıklayabilirsin diyorsun, o zaman ben de müracaat edeceğim” dedim Ferda'ya; ve de genç politik mahkûmların -kötü örnek olmayayım diye- lânetlemeye varacak şiddette yaptıkları itirazlarına rağmen başvurumu yaptım. Çünki, bir “komünizm tehlikesi” varmış gibi göstermek ve “darbe”ye ortam hazırlamak isteyenler, beni de -kullanmak niyetiyle- bazı adımlarımda destekler görünmüş, ve dolayısile bazı görüşlerimde yanılsamalara sebep olmuşlardı... Onun için, provokatif politikaların çıkmaz sokaklara varacağını göstermeliydim onlara... Zira böyle bir dersi, düşüncelerini bilimsel bir metodolojiye oturtmaya çalıştığı için, prensiplerinden vazgeçemeyen, benim gibi biri verebilirdi ancak... Ondan dolayıdır ki, bir taraftan da dışarıya haber gönderip, benim itiraflarımın (!) yazı ve resimle kaydedilmesi için, basının haberdâr edilmesini istedim... Nitekim en sonunda -tahmin ettiğim gibi- sâdece benim itiraflarım dinlenmeye lâyık görüldü; Selimiye'deki mahkeme tarafından... Dolayısile de bir gün, tabut gibi dar bir kamyonetin arkasında, ellerim arkadan zincirle bağlı, ve yatar vaziyette olaraktan, ve de iki tane -delilik raporu (46-47) için sevk edilen- yol arkadaşımla beraber Istanbul'a müteveccihen yola çıktım... Tekirdağ cezaevine filân uğrayıp akşamı ettiğimizden, o gece Sağmalcılar'ın -tıklım tıklım, bol ışıklı ve keskin amonyak kokulu- Müşâhade'sinde misafir edildim; çakmağımla sigara paketimi, yastığımın altından çaldırma pahasına... Psikolojik bir “yumuşatma” operasyonu olarak gördüğüm bu sevk sürecinin sonunda, mahkemeye gâyet yorgun ve uykusuz bir şekilde çıkarıldım. Halbuki, bu gibi operasyonlar benim için beyhûde idi o saatte... Çünki o aşamadan sonra, dışarıdan gelen hiçbir nâhoş etkiye kulak asmayacak (aldırmayacak) kadar objektif (matematiksel) görüyordum meseleyi... Duruşma çok kısa sürdü; zira ben hemen sadede gelerek, “biz, gizli komünist partisi kurmaya tevessül etmekten hüküm giydik, ama soruşturma aşamasında çok önemli bir delil atlandı ve dosyaya konulmadı nedense... Şimdi ben bu delili açıklayacağım” dedim; ve Doğu Bloku ülkelerinden komünikasyon ürün ve araçları ithal etmek için kurduğumuz ticârî şirketin -benden başka- diğer ortaklarını açıklamaya tevessül ettim. Ama daha birinci kişinin adını doğru dürüs telâffuz etmeden, mahkeme başkanı tarafından susturuldum: “tamam tamam anlaşılmıştır... başvurunuz reddedilmiştir” denilerek... Ve de gördüm ki, mahkemenin bütün üyeleri, sanki (!) benim suç ortaklarımı tanıyorlarmış gibi davranıyorlar... Hele bir Dz.Binbaşı üye vardı ki, el kol hareketleriyle çırpınıyordu, “daha fazla konuşma” der gibilerinden... Halbuki söylemeye tevessül ettiğim isimler, yabancımız değildi; Ferda Aykan'ın babasıyla karısıydı... Ama nedense (!) Mahkeme, Ferda Aykan gibi “gizli saklı bir şeyimizin olmadığı”nı değil, “bazı şeylerimizin (ortaklarımızın) gizli kalması gerektiği”ni düşünüyordu... Yoksa ne olacak, benim ihbarlarımı zapta geçirir, ve ondan sonra, hukûken (hukuk mantığına göre) verebiliyorsa, olumsuz bir karar verebilirdi... O kısacık duruşmayı, Cumhur Aksel refâkatinde gelen bayan muhâbir, resmimi de çekip basmak sûretiyle, -Murat Belge'nin sorumlusu olduğu bir dergide- mealen şöyle yansıttı: Ali Ergin Güran, ihbar ve itiraflarda bulunmak üzere mahkemeye geldi. Ama mahkeme reisi öyle dürüst bir adamdı ki, onun ihbarlarına itibar etmeyip, kendisine insâniyet dersi verircesine “anca gidersin!” diyerek derhal hapishaneye geri gönderdi... Yani Cumhur Aksel ile Murat Belge'nin hiç yadırgamadığı, o gazeteci bayanın mantığına göre, hem pişmanlık yasasına mürâcaat etmekle rezillik yapmıştım, hem de hâkimlere suç ortaklarımı kabul ettiremeyince rezil (!) olmuştum. Yâni bir yanda, gazeteci bayanın, Cumhur Aksel'in ve Murat Belge'nin güçlü bir mensûbiyet hissiyle bağlı oldukları, çelik gibi -parçalanmaz- bir devrimciler cephesi var; diğer yanda da, yüksek saygıdeğer (!) bir hüküm mercii bulunuyor; ona karşıymış, onu yargılıyormuş gibi duran... Ama ne beis, o yüksek (!) hüküm mercii, “devrimci cephe”dekileri rahatsız eden bir “günah keçisi”ni (yani beni) kovalayarak, “cephe”nin nâmusunu koruyor... İşte bu sakat düşünce, karar vericilerin hükümlerinin üzerinde, objektif bir mantık (mesela hukuk) kabul etmeyen, “linç” veya “engizisyon” mentalitesinden başka bir şey değildi... Ve de bu, “güçlü olanın, yaptığını ve söylediğini doğru görme” eğilimi veya zihniyeti, insanlaşma sürecinin başındaki (panteist zon'un ilk başlarındaki) -melekeleri gereği kadar güçlenmemiş- primatların mantığıydı; ki Kerim Sadi'nin “çürük tuğla”larından en mebzûl olanları da, zorba yönetimlerin baş müsebbipleri de bunlardı aslında...

Nedense ben, elleri arkadan kelepçelenerek (veya zincirlenerek) yatırılan tutukluları, ayakları bağlanmış olarak tezgâh üzerine konulup satışa sunulan tavuklara benzetmişimdir hep... İşte ben de aynen o durumda -küçük kamyonetin arkasına konularak- getirildiğim Çanakkale E-Tipi Kapalı Cezaevi'ne, yine aynı durumda geri götürüldüm; bu sefer süratle, ama yine de 7 saatte... Geceyarısına doğru koğuşa girdiğimde, “itirafçı”lığımın reddedildiğini duyan koğuş sâkinlerinden bazıları çok sevindiler, ve beni tebrik ettiler. Hele içlerinde Bekir adında Kürt (Zaza) asıllı -uzaktan merabamız olan- bir mahkûm vardı ki, bir tek, zil takıp oynamadığı kaldı; hiç unutmam... Meğer bu zât, arkadaşlarıyla iddiaya girmiş, “Ali hoca itirafçı olamaz” diye... Onun bu teveccühünden dolayı, ben de çok duygulandım ve sevindim; insanlığın bir rezonans olayı gibi hissedildiğini görerek... Ama göçünü (bavulunu) toplayıp, herkesle vedalaşarak beni (daha doğrusu tahliyesini) bekleyen Ferda Aykan içinse, çok kötü bir sürpriz oldu bu dönüşüm... Uzaktan duyduğum hırçın bağırışları, “buralarda geberecek, hâlâ -pişman olmamakta- inat ediyor” şeklindeydi... Aynı Ferda, ertesi gün, aldığı istihbârata binaen, “babamı da ihbar etmiş hain muhbir” gibilerinden hezeyanlar da seslendirdi; “ihbar edemiyeceğimiz hiçbir gizliliğimiz yok ki” diyerek, beni bu işe (itirafçılığa) bulaştıran kendisi değilmiş gibi...

İnsan (Emek) Bilimi'ni Tebliğ Etmeye ve Uygulamaya Başlamam.         

2 Ekim 1987'de hapisten çıktıktan sonra, Katkı dergisini yeniden çıkarıp, insanlığın oluşumunda “ritm melekesi”nin belirleyici olduğunu, yâni insana “ritmik hayvan” denilebileceğini anlatmaya çalıştım; büyük bir heyecanla... Ama bu, balıklara, “su içinde yaşıyorsunuz, bunu bilin” demek gibi bir şey oldu; yâni -değil bilinçlenme- hiç bir tepki yaratmadı, bu dediklerim... Zira, hayvânî bünye itibâriyle aşkın bir faaliyet olan düşünme yetisine -meleke zaafiyetinden dolayı- sahip olmayan bu insanlar, “bilinç” kavramına, alışkanlıklardan ve biyolojik (içgüdüsel) tatmin -veya mutluluk- duygusundan başka bir şey olamaz diye bakıyorlardı; aynen balıklar gibi... Hatta bunlar, balıklardan bir kat daha “alık”tılar; zira insanların “ritm”i, ve onun bir türevi olan “katlı ton”lanmış (melodik) sesleri, ibâdet olsun, oyun olsun, neşe ve güzellik olsun diye akıllarıyla icat ettikleri kanısından kurtulamıyorlardı bir türlü... Ki bu da, sebeplerle sonuçların yerlerini değiştirip bütün meseleleri düğümlemek, ve dolayısile de bilinçlenmeyi durdurarak, bir “tanrı” mitine, onun temsilcilerine ve kapitalistlere teslim olmak sonucunu doğuruyordu... Bu cümleden olarak mesela, “tabu”ların ilkel zamanlardaki gaddar klân şeflerinin emirleriyle ortaya çıktığını, ahlâk kurallarının da peygamberler tarafından -tanrıya(!) danışılarak- ihdâs edildiğini sanıyorlardı. İşte bu yüzdendi ki, bedenî sayma (ritm) ve aklî sıralama melekelerinden mütevellid olan cinsel tutukluklarının ve hicap duygularının sorumluluğunu, her kuşak, kendinden önceki kuşaklarda (onların ahlâkî öğretilerinde) görüyor, ve dolayısile de genç kuşaklarda, kronik bir “seks özgürlüğü” nâmesi -bıktırıcı şekilde- sürüp gidiyordu; hem dindar mutaassıp karşıtlar yaratan, hem de hüsrânla sonuçlanan aktiviteler olarak... Yâni insanlar bir türlü, “anti-seksüel canlı” olarak zuhûr ettiklerini, “bilinç”lerini, cinsel içgüdüyü frenleyen sayma (ritm) ve sıralama melekelerine borçlu olduklarını, ve gelecekteki bir limit noktada da, bilinçlerini cansız maddelere intikal ettireceklerini kabul edemiyor, ve anlayamıyorlardı; hayvânî benliklerinin baskısıyla... Ve dolayısile de, “içgüdü-irâde” diyalektik çelişkisini, bilince çıkararak idâre etmesini (yani kendi kendilerini yönetmeyi) öğrenemiyorlardı... Ancak ne var ki, bizimkiler bu dediklerimi anlamasalar da, benden , kendilerinin taktir edebileceği (değerlendirebilecekleri) bir büyüklük (kerâmet) bekliyorlardı hâlâ... Yâni kendilerinin öngörebilecekleri bir işin veya eserin, büyüklük veya yenilik olamıyacağını, böyle bir beklentinin sâdece, ajan-provokatörlere ortam hazırlayacağını anlıyamıyorlardı maalesef... Hatta o sıralarda, Ferda Aykan bile tekrardan, birlikte çalışmak isteğini iletmişti de, birkaç dolaylı temastan sonra ben telefonda, “babandan izin al da, sonra gel” diye bir kriter koymuştum; ama gelememişti; herhalde izin alamadığı için olsa gerek... Neticede, herşeye rağmen ben yine de, teorinin öngördüğü tatbikata ikna ettim (veya sürükledim) kalan ahbapları... Yâni sonuçta, gençler için bir Panteist Zon Kulübü kurmaya karar verdik; ki yerini de gâyet uygun seçtik; kendilerini Bekdaşi diye nitelendiren Alevi vatandaşların yaşadığı gecekondu semti Hisarüstü olarak... Çünki hem bu semtte yaşayan bazı tanıdıklar vardı, hem de aleviler, -ve bilhassa Bekdaşi denilenleri- “Tarikat” seçilimine âşinâ olurlardı... Ama olmadı, veya oldurtulmadı; ve kiraladığımız mekân -gâyet bâriz bir provokasyonla- yumuşak bir şekilde köy derneğine dönüştürülerek elimizden alındı... Zira, bir defa bizim “alık”lar, -ki toplumdan bir kesit idiler- benim ne yapmak istediğimin zerresini anlayamadılar; ve onun için de, -kafadan da- özürlü biri, benim çizdiğim amblemle alay etme sululuğunu bile gösterdi... Sonra da, Ankara'nın Mamak, Tuzluçayır gibi -eski- gecekondu semtlerinde olduğu gibi burada da çok faal olan, ve bu insanları serseme çevirip âdeta paranoyaklaştıran MİT, korkunç pimpiriklenerek işe taş koydu...

Panteist Zon Kulübü, Ütopik Kurgu Değil, Bizzat Yaşadığım Bir Olaydır:   

Benim bunca yıldır çevremde, kasıtlı kasıtsız pek çok insan oldu... Bir yandan geldiler, bir yandan -edepleriye- gittiler; bana da, biribirlerine de, taşlama bile yapmadan... Sâdece -eski “Dev-Genç” başkanıyım diyerek ortalıkta dolaşan- bir  acaip “tam demokrat”  Attila Sarp vardı ki, Devlet'in sponsorluğunda, benim çabalarımı aklınca hafife alan (veya mahcup bir şekilde hicveden) bir broşür çıkardıydı; tek onu hatırlarım, nâhoş bir anı olarak... Grubun maddi gücü, bunların -karşılıksız- katkılarıyla sağlandı genellikle... Aslında biz, inisiyatör olarak beni selekte edip (ayıklayıp) öne çıkaran bir rûhî (veya panteist) birlik oluşturuyorduk... Benim, önceleri melekî ölçü ve kararlılıkla, sonra da teorik ve terminolojik olarak ortaya koyduğum kurallar gâyet basit ve netti... Herşeyden önce seks, rekâbete girmeden ve deklare edilerek yapılmak, ve de  övünmemek ve sevinmemek (hiçbir şekilde nispet yapmamak) şartıyla serbestti. Yani “seks” fenomenini, bedensel bir spor, ve fizyolojik bir “def-i hâcet” olayı olarak bilince çıkarmak gerekiyordu; zira aksi halde, “fitne-fücur” sâiki olarak, her topluluğu ifsât ederdi... Sonra da, grubun ihtiyacı olan harcamalar için herkes, elinden geldiği kadar ve karşılıksız olarak katkı yapmalıydı... Ayrıca sosyal statü ve parasal zenginliği belirterek bir pozisyon elde etmek de mümkün değildi. Zira, hem benim havassî kökenimle kıyaslayabilecekleri bir maddi donanım düşünemiyorlardı, hem de ben, sosyal statü ve parasal zenginliklerden hiç etkilenmeyen tavırlarımla, onların etkilenmelerine fren yapıyordum. Onun içindir ki, benim inisiyatörlüğümdeki gruplarda hiçbir zaman, cinsel veya parasal anlaşmazlıklar ve skandallar yaşanmadı; bütün sosyal ve hatta dinsel topluluklarda yaşandığı halde, ve de bazı -gizli- mihrakların gayretlerine rağmen... Ve ondan dolayı da, kimse kimseye kinlenmedi; ve hatta muğber bile olmadı. Çünki insanlık nasıl ki, ritmik hareketlerin meleke kesbetmesine paralel bir şekilde, beslenme ve üreme içgüdülerine karşı tabusal yasaklar geliştirerek var olduysa, bugün de insânî birlikteliklerini ancak, içgüdüsel (hayvânî) tatmin ve hazlarla övünmemek, dolayısile biribirlerini kışkırtmamak sûretiyle koruyabileceklerini iyi biliyordum. Zira 1973-74'lerde, Almanya'da gördüğüm “komün”lerdeki kargaşalardan gereken dersi çıkarıp teoride, -o zamana kadar gözardı edilen- tabuları yerli yerine oturtmuş, ve böylece de insanların, melekelerinin, içgüdüleri frenlediğini (yani irâde-içgüdü çelişkisini) bilince çıkaramadıkları için, cinsel etkinlikleri “kompleks” hâline getirdiklerini, ve bu komplekslerini de ancak, edebiyat ve felsefe nâmeleriyle tedâvi ettiklerini anlamıştım... Sâdece bir kez, bir bayan gizlice, birçok erkeği birden -cinsel tenbihlerle- idare etmeye kalkmıştı; ama o da, başarılı bir operasyonla iyot gibi açığa çıkarılmıştı... Demek ki insanlığın oluşumu, üreme ve beslenme tabularına sahip gruplarla başladığı gibi, bugün de bir gençlik grubunda cinsel ve parasal rekabet yasaklandığında, insâniyet yeniden yeşermekte, ve de -en azından- grubun öne çıkardığı inisiyatörler vasıtasıyla yaratıcılık yapmaktadır... İnisiyatörlerin yaratıcılık yapmaması veya yapamaması demek, onların, melekî rezonansla (rûhî birlik şeklinde) kendisine bağlı olan grup üyelerini satması anlamına geliyor. Çünki, her kapitalist veya onların politikacıları, böyle insanlara, çoban olarak devşirmek (ve politik, ideolojik ve dinsel nâmelerle adam güttürmek) üzere fiyat biçiyor; ve bir şekilde satın alıyorlar onları... Onun için de, inisiyatör nitelikli gençlerin, esas (orijinal) mârifetlerini gösterinceye kadar, kapitalist veya politikacı denilen -insâniyet zararlısı- çakallardan korunmaları gerekiyor... İşte bu yüzdendir ki, bir murâkıp bilimciler heyeti nezâretinde çalışacak Panteist Zon Kulüpleri'nin, yasal olarak kurulması, gerek -veya ön- şart hâline geliyor... Yoksa, Bilim Kurulu tarafından yönergelerin tespit edilmesini müteakip, Panteist Zon Kulübü içinde kendiliğinden ayıklanacak (seçilime uğrayacak) inisiyatörlerin ortaya koyacağı yaratıcılıkların, yine aynı Kurul tarafından değerlendirildikten sonra, -kumarbaz ve spekülâtör olmayan- finans kapital sâhiplerinin ilgisini çekmesi, gâyet normal (insânî) bir süreç olacaktır. Ama bu sürecin sonunda da, total finans kapital (insanlığın tüm artı-değer'i), tekrardan -ve kendiliğinden- kamu malı hâline gelecektir tabii ki...

Üniversite Direncine ve Hukuk Baskısına Rağmen ve de Onlar Sâyesinde...

Bugünkü nihâyi sonuca ben, üniversitelerdeki “birikmiş literatür” rezistansına ve de ülkelerdeki -kapitalist tarz- müesses nizâmın bekçileri olan MİT, CIA vs. gibi istihbârat örgütlerinin engelleme ve yönlendirme çabalarına rağmen varmış bulunuyorum. Ki artık ne kanunla, ne de lâfzî mugâlâtayla bizi hiç kimse durduramaz. Zira bu kurumlar artık, ne bir resmî “tanrı” tanımı yapıp bunu kânunla dayatabilirler, ne de “sıradışı varlık” anlamındaki bir “tanrı” mitosunun, mantıkî ve akli olduğunu bilimsel bazda iddia edebilirler... Onlar ancak, “demokratik kazanım” kılıfı altında -yani sinsice- varacakları zımnî bir mutâbakatla, kafalarında aynı “sâhip tanrı” mitinin sûretini taşıyan zombiler yetiştirmeye çalışırlar; çalışacaklardır. Ama buna mukâbil biz de, her kötülüğü, -matematiksel mantıkla- “sıradışı varlık” anlamındaki “tanrı” mitosuna bağlayıp onu tel'in edebileceğiz...Onun için, bundan sonra insanlığın önü açılmıştır artık... Yâni bundan böyle, somut ve olumlu iş yapamayan her aydın veya düşünür, bu kısırlığının müsebbibi olarak mit'ik tanrıyı eleştirmesi (hatta yerden yere vurması), onun hem hakkı, hem de görevidir. Çünki, binlerce yıl önce peygamberlerin, mit'ik tanrıların taştan yapılmış sembollerini (heykellerini) kırmaları veya yıkmaları ne kadar ilericilik idiyse, bugün, zihinlerdeki mit'ik tanrı imajlarını silmek veya kazımak da, en az o kadar, hatta çok daha fazla ilericiliktir. Beyinlerindeki “tanrı” imajları kazınacak olanlar, üniversite kürsülerinin ve Devlet'in başına geçenler ile, geçmeye heveslenenlerdir; öncelikle... Yoksa halkların -folklorik- geleneklerindeki “ziyâret (yatır) kültü”ne de, muhtelif “tapınma” kültlerine de, radikal bir müdâhalede bulunmak hem gereksiz, hem de mahalli dayanışma vâsıtalarını (vesilelerini) -yerine ikâme yapmadan- kaldırmak anlamıyla zararlıdır... Ama şu da bir “görünen köy”ki, bizi “oyuncak bebek”ler gibi yapıp ortaya saldıktan sonra, genel gidişâtın sorumluluğunu üzerine aldığını söyleyip, herkesle de tek tek ilgilenerek, kendisine tapınılması karşılığında bol bol vaadlerde bulunan, Zeüs bozuntusu “tanrı” miti kafalardan silinince, insanlık, sorumsuzluktan kurtularak, en değerli üyelerini ortaya (öne) çıkarabilmek için, Panteist Zon Kulüpleri'ni gönüllü olarak kuracaklardır. O halde, her aydının birinci vazifesi, kapitalizmin güdümünde açıkça bir “şeytânî görev” îfâ etmekte olan, zihinlerdeki “tanrı” mitini kazımak olmalıdır; olacaktır. Kaldı ki, insanlığın fikrî ve fiilî birliğini (tevhîdini) sağlayamayan doktrinler (monoteist iddialı dinler), aslında “tek tanrı”sal olamaz. Yâni tanrı kavramı öylesine tanımlanmalı veya delillendirilmeli ki, insanları, ve onların fikirleri arasındaki ihtilâfları, bir huni'ye dökülen su gibi biraraya getirme yoluna soksun... Yâni insanlık, muayyen -ve sonsuz- bir bilimsel argümanlar (deliller) dizisi uyarınca, gittikçe netleşecek bir tanrı profili üzerinde anlaştığı taktirde ancak, ebedî barış ve huzûra giden yola girmiş olacaktır. Ki bunu da, her nesilde, en akıllı (diri) bireyleri -veya inisiyatörleri- objektif bir şekilde ayıklayıp, onların “tanrı argümanları”nı sıralayarak yapmak mümkündür...  Yapay “şuurlu varlık” îmâl etme aşamasına gelmiş bulunan insanlık şöyle düşünmelidir: Üretilecek yapay şuur, kendini tasarlayıp îmâl eden insana tapınma ihtiyacı duyacakmıdır, veya duyar mı?... Tabii ki hayır!... Ama bu “yapay adam”ı, kapitalistler yaparsa, onun beyninin içine, hem kendilerini kutsatan, hem de kapitalist standartlara uymayan insanları “şeytan” diye tanımlayan bir yazılım ekleyeceklerdir... Demek ki, dinlerin  kurguladığı mitik “tanrı” kavramı da, kapitalist zihniyetteki bir kurgudan başka bir şey değilmiş aslında...

Bunca şeytandan, cinden ve sirenden kurtulup, “panteist zon”dan bir inisiyatör olarak temâyüz ederken yapmış bulunduğum antropolojik laboratuar çalışması sonucunda, oligarşik ve kapitalist düzenleri çorap söküğü gibi çözerek dağıtacak olan iki ip ucu yakaladım: İnsanların düşüncelerini âyarlamak (veya akort etmek) için, kafalardaki “tanrı” mitini kazımak; davranışlarını akort etmek için de, kullandıkları saatleri, bir ritmik zaman birimine göre âyarlayarak yeniden îmâl etmek... Son olarak, Av. Ali Tümer arkadaşımla birlikte “ritmik saat” projesi üzerinde çalışırken, kendisinin -zamansız- vefatı üzerine, böyle bir pratik (davranışsal) çaba inkıtâya uğradı. Böyle bir somut iş'te, geri kaldığımız veya engellendiğimiz içindir ki, yobaz kafalarındaki mitik tanrıya daha fazla yükleneceğiz; yüklenmemiz icap edecektir. Ayrıca bu, aynı zamanda bütün Dünya'daki ilerici aydınlar ve bilimciler için de bir vecibe olacaktır; zira aksi taktirde, felsefe formatında dahî olsa, insanlık hakkında yeni bir şey söyleyemeyeceklerdir artık... Kaldı ki bu hususta, biz Türkler için bir mücbir sebep daha vardır; devletimizin tapınmacı dindarlar, veya kafalarının içinde bir “sâhip mâbut (Allah)” sûreti taşıyan zombiler tarafından istilâ edilmiş olmasından dolayı... Bugün siyasi iktidarı işgâl etmiş bulunan zombilere karşıymış gibi görünen, -halkçı, ulusalcı, sosyalist, marksist vs. yaftalarıyla- ilerici kisvelere bürünmüş diğer zombilere de aldanmamak lâzımdır. Çünki “zihnî putperestlik”te, kafaların içine -bir arada- birçok tanrısal mit (put) yerleştirmek mümkündür. Ama bu gibi zombiler arasında, “lâiklik” diye bir oyun (mugâlâta) topundan, ve de dış politik angajmanlardan başka, -esasta- hiçbir ihtilâf sözkonusu değildir. Dolayısile de, “tanrı” kavramını tartışamayan herkes zombidir, ve hatta “tanrı tanımaz”lar bile mahcup zombilerdir. Zira bir “tanrı”, veya -daha doğrusu- onun delillerinin aranışı, mantıki bir zorunluluktur; en azından, “bütün nedenlerin nedeni nedir?” gibi bir soru yüzünden... Ama net bir “tanrı” tanımı yapmak, kimsenin haddi olmadığı gibi, “tanrı” profilini netleştirecek yeni yeni argümanlar bulmak da, her zaman mümkündür...

Hz.Muhammet'in Mâsum Olması, Nihâyi Doğruları Söylediğine Delil Olamaz.

Yahudiler için tek tanrı, -İbrânilerin- kavim tanrısıdır. Hristiyanlar için tek tanrı, kiliselerin (cemaatlerin) tanrılarıdır... Evrensel anlamda, yani bütün insanlığın tanrısı anlamındaki “tek tanrı”yı, Hz.Muhammet ikâme etmeye çalışmış, ve hatta bunun için, Yahudi ve Hristiyanlığı da evrensel “monoteizm”in içindeymişler gibi göstermeye (yorumlamaya) gayret etmiştir. Ama onun iyi niyeti, Grek mentalitesini ve Aristo Mantığı'nı aşmaya yetmemiştir. Dolayısile de “Allah”, Zeüs mitosundan daha şümûllü bir anlama ulaşamamış, ve son tahlilde, heykelleri yasaklanmış bir “Zeüs” olarak zihinlere yazılmıştır. Fakat “tasarımcı-yaratıcı” karakteriyle de, mantıken Zeüs'ün gerisine düşmüştür bu Allah... Çünki bir tasarımcının, “model”leri olması gerekmekte, o zaman da, modellerin yaratıcısı olan daha büyük bir tanrıya ihtiyaç duyulmaktadır; mantıken... Zaten bir tanrının mit'ik, yani bir varlık olması da, zamansal ve mekânsal bir arkaplân gerektirmektedir; ki bunlar, Grek mitolojisinde gâyet güzel (mantıki) uydurulmuştur; Zeüs'ün babası bütün zamanların kralı Kronos, ve onun da babası, bütün mekânların sâhibi boşluk kralı Kaos olarak... Onun içindir ki, İslâmiyetin “tevhid” ilkesi mantığa değil, tamamen zor kullanmaya (silâhlı cihata) istinat ettirilmiştir. Ancak ne var ki, biz Türkler, Allah'ın Nizâm-ı Âlem'ini kurmak için, son cihatları, sonuna kadar gayretli bir şekilde yapmış ve netice alamamışızdır. Ama 1826'dan sonra, Osmanlı Hânedânı'nın, Batılıların (Hristiyanların) irâdesini (yâni sosyo-ekonomik ve askerî düzenini) kabul etmekle birlikte rücû ettiği -ve/veya iktidarını korumak için sığındığı- kilise dinciliğine de tenezzül etmemişizdir...  O halde şimdi de, son dinin kurucusu Hz.Muhammet'in en büyük ideali olan, ve bizim “uluruhçuluk=panteizm” geleneğimize de uyan “tevhid” ilkesinden vazgeçip, “İslâmî kilisecilik (cemaatçilik)” mürted'liğine dönemiyeceğimize göre, “tanrı” kavramının argümanlarını, -Aristo Mantığı'nı aşmış olan- matematiksel mantığa göre yeniden arayacak ve tanımlayacağız. Ki zaten de, tüm insanlığın kabul edeceği bilimsel argümanları ortaya koyuyoruz; bütün dinsel ritüellerin anlamını yitirmesine, ve de Arap dininin -Türkiye'de- folklorik bir düzeye çekilmesine yol açmak üzere... Yani son tahlilde, “yapay şuur”un inşâ edilmekte olduğu, tarihî devirlerin bu nihâyi aşamasında, “tanrı” kavramının yeniden değerlendirilmesi ve “kıyâmet” kehânetinin açıklığa kavuşturulması şarttır artık... Zira, “yapay şuur”u öngörememiş olan dinler ile, onların “kıyâmet” kehâneti (!) iflâs etmiştir, ve/veya etmektedir; şâyet kapitalist-dindar zombilere uymayacak basireti gösterebilirsek... Ama artık açıkça anlaşılmaktadır ki, “Tanrı”yı, yapay “bilinçli varlık” yapabilen insanlığın dışında aramak, akıl kârı değildir. Ve onun için de insanlık, her kuşakta, -en iyi besicilik, çobanlık veya üçkâğıtçılık yapanları değil- en diri (akıllı) üyelerini ayıklayıp ortaya (öne) çıkarmak zorundadır artık...

Hz.Muhammet'in, “sıradışı varlık” kavramının paradoksal olduğunu, ve insanlığın tabularla (anti-seksüel olarak) zuhûr ettiğini bilmemesi, O'nun mâsûmiyetine halel getirmeyeceği gibi, gördüğü ve konuştuğu hayâletler, melekler vs. de, yalan söylediğine veya hasta olduğuna delâlet etmez. Zira o hallerin, bugünkü bilimlerde (bilhassa psikiyatride), -değil hastalığa delâlet etmek- dâhilik olarak yorumlanan, gâyet açık izahları vardır. Ki nitekim o yüzden, Dünya halklarının önemli bir kısmına, bin küsur yıl yol göstermiştir, bu “dehâ” formasyonu... Ama her mâsûmiyet (artniyetsizlik ve önyargısızlık) derecesinde kazanılabilecek objektivitenin -veya nesnelliğin- de, zamanda ve mekânda bir sınırı vardır; ki Hz.Muhammet'in nesnelliği de, kendisinden önceki dinlerle beraber, bu sınıra dayanmıştır artık...  Dolayısile de kendileri artık, insâniyet istismarcılarının âleti ve malzemesi hâline gelmektedir, ve hatta gelmiştir; Allah'ı ile birlikte... Halbuki Hz.Muhammet'e saygı, “tevhid” ilkesiyle çeliştiği anlaşıldıktan sonra, doktrinini (akidesini) politikaya âlet etmemeyi gerektirirdi; gerektirir... Başarılı Müslüman politikacıların, ne kadar yalancı, sahtekâr, düzenbaz ve şerefsiz insanlar oldukları ortaya çıktıkça, bu gereklilik daha iyi anlaşılmakta, ve âdeta ispatlanmaktadır...

Ali Ergin Güran: 10/07/12