USA'yı devlet, Tanrı'yı da varlık(mit) diye tanıtan
ve insanları yanıltanlar, fiyatlandırılmış ve satın alınmış bilimci (akademisyen)'lerdir;
ki bunlar da aslında, mâlûmât sâhibi öğretmen
ve/veya at gözlüklü uzman'dan başka birşey değildirler...
Piyasa malı olmayacak, fiyatlandırılamayacak bir yaratıcı taraf (gizli potansiyel) bulunmalı insanlık âleminin içinde; ki en tutucu (konformist) bilimcileri bile dürtüklesin veya iteklesin ileriye doğru... Halbuki bütün tarihî düşünceler ve olaylar, nedensellik mantığıyla geliştiğinden, sermaye piyasaları tarafından -şu veya bu şekilde- fiyatlandırılmışlardır; ki bunlara dinler de dâhildir. Zira nedensellik mantığı, faydaya yönelik olan veya çıkar amacı güden davranış ve düşüncelerin mantığıdır. Onun için, akademik bilimcilikten de, piyasaya arzedilmiş (kote edilmiş) olan dinlerin mit'ik “tanrı” anlayışından da, bir an önce ve mutlaka kurtulmalıdır insanlık... Hem zâten, piyasa malı olmuş bir “tanrı” da, son peygamber Hz.Muhammet'in ideali olan “tevhid=tüm insanlık için tek tanrı” anlayışına uymaz... Aksi halde, kıyâmetini (veya intihârını), bizzat kendisi hazırlayacaktır insanlık; nedensellik mantığının, “doğuşun neticesi ölümdür” hükmü mûcibince iknâ olup, dinlerin “metafizik cennet” mavallarına kanarak... Halbuki esâsında, insanlığın doğuşu, tamamen kaotik bir olay olmakla, hem zamanlar üstü (zaman ötesi), hem de nedensellik mantığından bağımsızdır. Çünki meselâ, bugün dahî her insanın, -biyolojik bir gerekçesi olmadığı halde- uzun süre ritmik davranışlar göstermeden, zihinsel ve bedensel dengesini (sağlığını) koruyabilmesi, ve hatta yaşayabilmesi olanaksızdır. Onun için de insanlar, zaman zaman -ve ister istemez- “ritmik zon (panteist zon)”a girip titreşerek, “akıp giden zaman” ve “panaromik (geometrik) mekân” algısını tazelemek zorundadırlar; -beslenme ve çiftleşme arzularını frenleme pahasına- bilincini ve irâdesini diri, zihnini açık tutabilmek için... Yâni insan, bir “tanrı” kişiliği tarafından tasarlanarak yaratılmış (yapılmış) -dolayısile o tanrıya tapınmak zorunda- değildir; aslında “Tanrı, insan formasyonuyla zuhûr etmektedir” denilebilir. Ki işte, her devirde var olduğu halde satın alınamayan, ve onun için de görmezden gelinerek yok sayılan (ve edilen) bu “tanrısal tecelli”ye, veya insanlık çekirdeğine biz, Panteist Zon diyoruz... İnsanı bir tanrı yarattı dendi mi, sözkonusu bu “tanrı” miti -zımnî mutâbakatla- bir îmâlâtçı olarak sermaye piyasasına arzedilip (kote edilip) fiyatlandırılıyor. Ama bunun sonrasında veya ötesinde, insanların bütün işlerine -nedensellik mantığı îcâbı- maydanoz olması hasebiyle de, hem gereksiz şeylerin değer kazanmasına, hem de birçok üründe spekülâtif değer artışlarına sebep oluyor; bu “tanrı” miti... Halbuki, “Tanrı, insanlığın şuurlanma sürecinin içinden zuhûr etmektedir” denilse, hem insanlık, ölümsüz bir şuurlanma süreci -nin bir bölümü- olarak anlaşılacak, hem de insanların formasyon kazanma zonu, yani “Panteist Zon” tanrısal bir alan olarak fiyatlandırılamayacaktır; ki “tanrı” kavramına da bu, -yani böyle bir dokunulmaz (değer biçilmez) alan- yakışır... Aslında “piyasa”, spesifik bir düzene ve mantığa (veya rûha) sâhip otonom bir sistematik değildir. Zira, son tahlilde, büyük sermaye sâhiplerinin manipülâsyonlarına açık, ve hatta -yapısal (kronik) krizleri dolayısile- muhtaçtır. O halde yanlış nerededir ki, şuurlu otonom bir sistematik olan insanlık, şehvet, lezzet ve fetiş (cinsel fetişler) budalası, “kumar” ve “megalomani” hastası üç beş sermâye hamalının (hâmilinin) güdümüne girerek krizden krize, savaştan savaşa sürüklenmektedir?.. Çünki o sermaye hamalları, birikmiş paralarının karşılığı olacak gerçek değerler (artı-değer) yaratılamayınca, yatırımlarını hayvanca tüketilecek, yâni -üreme'den başka- geri dönüşümü olmadan yok edilecek, “şehvet”, “lezzet” ve “fetiş (marka, moda diye yayılan -ve estetikten ziyâde cinsel olan- fetişler)” üretimine yöneltmekte, ve sonra da doğan enflâsyonist baskıyı, faiz arttırımı vs. gibi bankacılık oyunlarıyla yine milletin (halkın) üstüne yıkmaktadırlar. Halbuki “artı-değer”in aslında, “sayma-sıralama” melekelerinin faaliyeti dolayısile -ister istemez- tutulan mide'sel ve cinsel oruçların hâsıl ettiği birikimler ile, melekeleri sağlamlaşan bireylerin yarattıkları veya icat ettikleri araç, gereç, estetik eser ve bilimsel yapıtlardan ibâret olduğu gâyet iyi bilinmektedir. Yâni aslında, “tabu”ları doğuran insânî aktivite neyse, “artı-değer”i yaratan da odur; sayma (ritm)-sıralama melekeleridir. Dolayısile de, “artı-değer”in erozyona uğramasının (veya gizli enflâsyonun) önlenebilmesi için, insanların çiftleşme ve beslenme etkinliklerinin kontrolu şarttır. Yoksa zenginlerin, zenginleşmenin amacı ve alâmeti, “istendiği kadar yiyip içip seks yapma” özgürlüğü diye anlaşıldığı müddetçe, ne paranın değeri korunabilir, ne de sömürü önlenebilir... Ama ne yazıktır ki, kişisel sermaye (artı-değer) hamallığının ödülü(!) de, hayvanlaşma ve sapıklaşmadan başka bir şey olamamaktadır. Çünki normal bir insan, insanlığını yaparken (insânî değerler yaratırken), aynı zamanda bu değerlerin -pek çoğunun- karşılığı olan (olması gereken) para tomarlarının hamallığını ve bekçiliğini yapmayı düşünemez; ve kaldıramaz... O halde kapitalist zihniyetin, -insanlığın tabulu başlangıcından bîhaber oldukları için- yüzlerce karı sâhibi olmakla övünen, hatta “fücur” yapan, Yahudilerin, gösteriş meraklısı “kral-peygamber”lerinden neşet ettiği gâyet açıktır... Ve böylece de, hem insanları hayvanlaştırıp nüfus artışını körüklemektedirler, hem de sayıları artan bu insanların, -üzerlerine yıkılan enflâsyonist baskının da etkisiyle- süratle yoksullaşması yüzünden doğan, “savaş” şartlarını, yeni bir yatırım (kazanç) fırsatı olarak değerlendirmektedirler. Halbuki aslında, insânî gelişmenin (bilinçlenmenin) îcâbı; şehvetten, “sportif def-i hâcet” anlamındaki sekse; lezzetten, komprime gıda tabletleri alışkanlığına; fetiş ilkelliklerinden de, kompleks veya armonik güzellikler zevkine yükselmeyi emretmektedir; bu yöndeki yatırımların, gerçek ve yüksek değerler getireceğini de garantiliyerek... Zira Dünya'nın artık, insan taklidi yaparak zevâhiri kurtarıp, aslında hayvânî hazlar uğruna yaşayan, ve de aynı uğurda -bilinçsiz hayvanlar gibi- ölen mahlûklara (hatta doğumlarına) ihtiyacı ve tahammülü yoktur; din kitaplarında yazılanın aksine... Tevrat'taki “çoğalınız” emri artık, tanrısal bir direktif olarak değil, “insanlığı bir an önce kıyâmete sürüklemeye mâtuf şeytâni bir kışkırtma” şeklinde anlaşılabilir ancak... İşte bu şekilde Şeytan'a hizmet edenlerin başında da, “tanrı”nın hazinesi (aslında insanlığın yarattığı “artı-değer”) durumunda bulunan ABD'nin merkez bankası Federal Rezerv'in ortakları olan, Tanrı'nın has kulları (Yahudiler) ile sevgili kulları (protest Hristiyanlar) gelmektedir. Yâni aslında bunlarınki, bizim bildiğimiz (tevhid ilkesinden çıkardığımız), tüm insanlığa şâmil “tek tanrı” değildir: Yahudilerin tanrısı, kendilerine (İbrâni kavmine) özel bir tanrıdır. Protestanlarınki ise, çıfıtlardan (daima kazanç düşünen Yahudilerden) nefret eden Hz.İsa'ya rağmen, zenginlerin dostu (zenginlere özel) olan bir -daha doğrusu birkaç- tanrıdır. Bu tanrılar, servetlerini (aslında insanlığın “artı-değer'ini) birleştirip, sözkonusu “doğuştan ve soygundan seçkin” kullarına vermişlerdir; onların kafasına göre... Ve üstelik sözkonusu tanrılar, o seçkin (!) kullarına, karşılıksız para basma, yâni resmen kalpazanlık yapma hakkını da vermişlerdir; spekülâtör kapitalistleri yaratmak ve korumak üzere... O halde demek ki, Müslüman olup da, bunlarla aynı tanrıya inandıklarını söyleyenler, -çok salak değillerse- sahtekâr düzenbaz gizli mürtedlerdir. Ve de, Yahudi ve protest Hristiyan kapitalistlerle “sömürü” işbirliği yapmak üzere, Müslüman halkları aldatmaktadırlar... Aslında, Hz.Muhammet ve onun takipçileri olan fâtihler, -pek çok rivâyet ve kuralı paylaştıkları- Hz.Musa ve Hz.İsa'ya hürmeten, Yahudileri ve Hristiyanları da tek tanrıcı (tevhidci) saymışlardır; nasıl olsa tevhidi gerçekleştirdiklerinde bütün ihtilâflar da ortadan kalkacak (kaldırılacak) mülâhazasıyla... Ama buna mukâbil, son Osmanlı yoldan düşüp -Hristiyanların irâdesine boyun eğerek, onların sosyal ve askeri düzenlerini kabul etmek sûretiyle- Tevhid'den vazgeçtiği halde, hem Batılıların baskısı yüzünden, hem de mürtedliğini gizlemek üzere, Ümmet-i Muhammet'e yalan söyleyerek, Yahudi ve Hristiyanların da -farklı isimlerle ama- aynı Allah'a inandıklarını vaaz etmiştir. Eğer Mürted olmamış, İslâmiyeti kilisecilik (Hanefî Kilisesi) gibi yaşamaya gömülmemiş ve “Tevhid”cilikte devam ediyor olsalardı, o zaman bir “fütûhât (ilerleme)” ve “tevhid-i efkâr” programı yapmaları gerekirdi; Hristiyanların sosyo-ekonomik ve askeri düzenlerini aynen taklit edecekleri yerde... Yâni aslında, 1826'dan sonraki Osmanlı, “tevhid” bayraktarlığı yapan atalarının tam aksine, gericiliğin ve dolayısile bölücülüğün (İslâmî kiliseler -mezhepler, cemaatler vs.- hâlinde parçalanmanın) öncülüğünü yapmıştır; “niyâzi” gibi şehit olan Sultan Aziz'den sarfınazar... O halde demek ki, son peygamber Hz.Muhammet'in dini (akidesi) ile birlikte, dinler devri bitmiştir artık... Dolayısile bundan böyle dinsel aktiviteler de, diğer arkaik kültler (mezar, sunak, tapınak kültleri) gibi, hiçbir devlet yardımı olmaksızın halkların bağrında folklorik bir etkinlik olarak yaşayacaktır; yaşayabileceği kadar... Ve böylece de, tarihî devirlerin kapanmasıyla beraber, Hz.Muhammet'in ideali olan, insanlığın ve fikriyâtın tevhidini, “tek bir Tanrı”nın argümanlarıyla birlikte bilimsel olarak gerçekleştirme ve barış içinde yaşama devri açılmıştır; açılmaktadır... Bu devirde artık hiç kimse, para piyasalarının özerk bir mantığı veya rûhu olduğunu iddia ederek, “tanrı” kavramını da patentleri altına almış bulunan şehvet, lezzet ve cinsel fetiş budalası “para hammalları”nı insanlara, -girişimci, işveren gibi mûnis adlarla- gerekli sosyal unsurlarmış gibi yutturamayacaktır. Dolayısile de, eskiden sosyal düzen bakımından vazgeçilemez sanılan asil (aristokrat) kralların ve hânedanlarının lüzumsuzlukları nasıl ortaya çıktıysa, kapital krallarıyla hânedanlıklarının lüzumsuzluğu (hatta korkunç zararları) da münâsip şekilde ispatlanacak, ve onlar da -beyinlere kazıdıkları- “tanrı” mitleriyle birlikte tarihe gömüleceklerdir... Zira artık, gerçek değerlerin nerede ve nasıl yaratıldığını, dolayısile de “tanrısal üretim”in nerede ve nasıl tecelli ettiğini iyi biliyoruz; ki bunun için yapılması gereken ilk işin de, eğitim, terapi ve eğlence unsurlarını hâvi bir etkinliğin yaşanacağı, Panteist Zon Kulüpleri'nin tesisi olduğunu... Çünki peşinen fiyatlandırılması mümkün olmayan bu müesseseler, -hiçbir spekülâsyonun geçerli olmadığı bir ortamdan, insanlar, tamamen “meleke” güçleriyle seçilime uğradıkları (ayıklandıkları) için- değerlerini kendileri dayatan kişilikler üretecek, dolayısile de âtıl sermâye, değer kazanmak üzere sözkonusu kişilere yönelecektir. Zira artık, piyasaya mal üretmek üzere kurulmuş -şartlı refleksler kazandırma ve klişeler ezberletme anlamındaki- eğitim sistemi, bugünkü bilgi çağında işlevini yitirmiş, böyle eğitimlerden geçerek hayvanlar gibi “rutin” çalışan insanlara tatbik edilen baytarca tedâviler yetersiz hâle gelmiş, korsanvârî (ganîmet coşkusu şeklindeki) eğlence biçimlerinin de faydadan çok zarar verdiği ortaya çıkmıştır... Bugün, bir yandan, esas itibâriyle “sayma” ve “sıralama” işlemlerine istinâden çalışan bilgisayarlar ve -karar verebilen- elektronik beyinler yapılır, ve bunlar İnternet vâsıtasıyla insanlarla temâsa geçirilirken, diğer yandan da, insanlara verilen “eğitim”, “terapi” ve “eğlence” hizmetleriyle onların “sayma-sıralama” melekeleri (yani yaratıcılıkları) dumûra uğratılmaktadır. Bu durum veya gidişât, insanların, şartlı reflekslerle yaşayan ehli hayvanlar mesâbesine indirilmesiyle birlikte, bilinçli bilgisayarların (veya elektronik beyinlerin) emrine sokulması anlamına gelmektedir. İnsanların, İnternet şebekeleri karşısında edilgen tüketici, veya -besi hayvanları gibi- “besleme üretici” olma durumundan kurtarılması, ve yaratıcılıklarının geliştirilmesi için mutlaka, Panteist Zon Kulüpleri içinde melekelerinin güçlendirilmesi, ve de en güçlü melekelere sâhip olanların -inisiyatörler, yaratıcılar olarak- ayıklanması îcap etmektedir. Çünki, tarihteki normal devletler, seçkinliklerini mârifetler göstererek ispatlamış inisiyatör kişiliklerce kurulduğu, ve sonradan “hazine” sahibi olduğu, dolayısile de hepsinde bir şekilde “doğru insanları seçme” geleneği (veya en azından, bunun emâresi) olduğu halde, azman (dominant) devlet ABD, sırf sermaye yatırımıyla kurulmuş bir organizasyondur. Onun için de, bu Amerikan zihniyeti, “devlet”i, “halka hizmet etmek için oluşturulan organizasyon” diye tarif etmektedir; kukla politikacıların ve “demokrasi” vitrininin arkasından yapılan çobanlığı gizleyerek... Yâni aslında Amerika Birleşik Devletleri (USA), öyle anormal bir devlettir ki, üç beş -geçmişi karanlık- zenginin para bastırmasıyla kurulmuş, ve dolayısile de, her türlü kişiliğe fiyat biçmeyi, ve bir şekilde -onlara- sâhip olmayı, ve son tahlilde tüm insanları “pragmatik hayvan” formasyonuna geri döndürmeyi tabiat hâline getirmiştir. Ve giderek de, Federal Rezerv'in altında -Dünya çapında- bir kapitaller (ve sâhipleri) hiyerarşisi oluşmuş; ki bunların zihniyeti de, baştakilerin zihniyeti gibi Hz.Musa'nın çoban Rabb'ıyla aynı biçimde, yâni “insanları içgüdüleriyle gütme” göreviyle şekillenmiştir. Ve sonradan, insanların fazla çoğalmaları hâlinde de, savaşlarla onları itlâf etmek yönünde gelişmiştir... Halbuki, eğer Hz.Musa'nın iddiası, Rabbının -çoban karakteriyle- tüm insanlığın tanrısı olduğu anlamını taşısaydı, “insanlığa şâmil tek tanrı” kavramına bühtanda bulunmaktan ötürü, bütün saygınlığını yitirirdi tarih önünde... Ama işte bugün ABD yöneticileri, -Müslüman hempâlarıyla birlikte- saygınlığını yitirmiş bir Musa'nın azizliğini yapmaya kalkmaktadırlar insanlığa... En tepedeki kapital olan “F. Rezerv”in emrinde güçlü bir savaş aygıtı bulunduğu sürece, bu zihniyeti ve hiyerarşisini -savaşla bile- aşmak mümkün değildir... Yâni aslında, bu hiyerarşinin elinden, aynı zihniyetle inisiyatifini almak imkânsızdır; Sovyetler Birliği deneyinde görüldüğü gibi... Bu arada dillendirilen, “ABD yaşlanır ve kendiliğinden çöker; ve bu arada kendiliğinden yükselen bir güç olan Çin ile Rusya'nın öncülüğünde Avrasyacılar, İnsanlığın ilerleyiş inisiyatifini ele geçirirler” gibi bir mülâhaza da, tam anlamıyla ham hayaldir. Çünki karşımızda, bir kere kurulmuş olup, sonra da kendi dinamikleri ile işlemekte olan otonom bir sistem yok... Daima insanları besleyip çoğaltan, ondan sonra da sıkıştığında onları acımasızca -savaşlarla- itlâf eden “yap-boz”cu bir inisiyatif var. Yâni kendini, tam anlamıyla tanrı sayan bir zihniyetin inisiyatifi, daha doğrusu -sistematik- zorbalığı sözkonusu... Onun için bu inisiyatif, başka hiçbir sermayenin, hiyerarşiden (hizâdan) çıkıp da kendisini bozabilecek bir kapasiteye ulaşmasına asla izin vermeyecektir; ve de veremez tabii ki... Bütün tarihî devirlerin tortusu olarak insanlığın önüne dikilmiş bulunan bu çakma (ve zorba) tanrıdan, yani ABD'den kurtulabilmek için, karşısına gerçek “tanrısal inisiyatif”, veya “tanrısal tecelliyât” ile çıkmak gerekmektedir. Yoksa bu Devlet'in karşısına, devletler olarak -ordularla- çıkmak, büyük bir hatâ, hatta peşin mağlûbiyet (veya insanlığın mahviyeti) demek olacaktır. Onun için, tutulması gereken en mâkul yol, hem “devlet” yapılarını orijinal şekline -ve tanımına- uygun hâle getirmek, hem de ABD gibi insanlık düşmanı bir ucûbeyi ortadan kaldırmak üzere, Panteist Zon Kulüpleri olarak şekillenecek modern bir inisiyasyon sistematiği tesis etmektir; Dünya çapında... ABD'nin kapitalist tanrıları, en büyük nüfûsa sahip ÇİN'i hedef alarak, ne kadar tahakküm politikaları ve/veya stratejileri geliştirirlerse geliştirsinler, Birleşik Amerika halklarına da yayılacak olan “adam seçme, yetiştirme (inisiyasyon)” sistematiğiyle onların bütün hesaplarını boşa çıkarmak mümkündür; İnternet ağının, pragmatik insan avlama ve örgütleme tekniklerine rağmen... Zira her insanın içinde, en iyi ve doğru birini bulup (sezip), onu kendine rehber edinme güdüsü (temâyülü) vardır; melekelerin bir tür “rezonans” şeklinde irtibatlı, hatta intibâklı olmaları hasebiyle... Dolayısile onlar, içgüdüsel ve fetişist rekâbetlerin olanaksızlaştırıldığı bir “tabusal” ortamda (Panteist Zon'da) toplandığında, aralarındaki, melekeleri en güçlü (sıhhatli) olan üyeyi, kendisine sempati duygularıyla angaje olmak sûretiyle ortaya (veya öne) çıkarırlar. Ki inisiye (inisiyatör) anlamında “seçkin” demek olan bu kişi de, güçlü melekeleriyle daimî olarak zamanı saymakla (ritm'le), mekânı da sıralamakla -yaratarak- yaşayacağından, yarattıklarından ve keşiflerinden aldığı hazları hiçbir zaman, içgüdüsel hazlara değişmez; ve onun için de, hayvânî rekabetlere, dolayısile finans kapitalin güdümüne girmez... İşte çoban (kapitalist) devletleri -en başta da ABD'yi-, peygamber tandanslı böyle insanlar yıkabilir; yıkacaktır... Çünki bu insanlar, Dünya çapında çoğalıp da, -Panteist Zon Kulüpleri'ni de kapsayacak bir şekilde- antropolojiye indekslenmiş İnsan (Emek) Bilimi'ni geliştirdikçe, hem sermâyedarlar, kapitalizmin yapısal krizleri için millete, teorik kisveli bahâneler yutturamayacak, ve dolayısile bunların fikrine (teorisine) ve inisiyatifine katılmak zorunda kalacaklardır, hem de, tüm insanlık için tek bir devletin inşâsına başlanabilecektir... O halde demek ki, herşeyden önce Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti gibi -nisbeten- özerk kalmış devletlerin, “deha” tandanslı bireylerini kapitalistlere ezdirmemeleri, ve bunun için de, böyle bireyleri ayıklayıp ortaya çıkaracak -Panteist Zon Kulübü gibi- bir inisiyasyon sistematiği kurmaları gerekmektedir... Peygamberler gibi ulu kişiliklerin, kehânetlerini veya sezgilerini olumlu değerlendirme (yorumlama) kadirşinaslığından kaçınmazsak, Panteist Zon Kulüpleri'nin ortaya çıkaracağı inisiyatörleri, Hz.İsa'nın -hem Doğu'dan, hem de Batı'dan çıkan birçok seçkin (inisiyatör) insanın rûhu olarak- dönüşü, veya bütün tarihî zor zamanlarda beklenmiş bulunan Hz.Mehdi'nin gelişi olarak da yorumlayabiliriz. Çünki gerçekten de onlar, hayvânî çelişkilerin hüküm sürdüğü tarihi devirleri kapatıp, insanlık “Dünya” kozasından -Uzay'a- çıkıncaya kadar geçmesi gereken, veya -söz gelişi- bin yıl sürecek olan, sulh ve sükûn devrini açacaklardır...
Anadolu Türk Toplumunun “Nizâm-ı Âlem” Hedefi, Tek İnsâniyet Devleti İdi...
İlk devletleri, sayma (ritm) ve sıralama melekeleri sağlam olan ferâseti keskin bâsiret sâhibi insanlar kurduğu gibi, daimi (ölümsüz) bir devlet de ancak, bu gibi insanları seçip ayıklayan bir sistematik üzerine tesis edilebilir. İnsanlığın biriktirmiş ve yaratmış olduğu “artı-değer”i tasarruf etme (kullanma) hakkı, herhalde en liyâkatli bireylere ait olmalıdır. Zira “artı-değer”in yaratılmasında başı çekenler daima, tabusal çekincelere en iyi uymakla birlikte, ortaya hiç yoktan araç, gereç, eser şeklinde yeni yeni değerler de koyan -melekî- liyâkat sâhibi (inisiye) insanlar olmuşlardır hep... Halbuki, hânedan devletlerinden beri bu hak, biyolojik verâset (hayvânî kalıtım) ile babadan oğula (veya çocuğa) geçer hâle getirilmiş, dolayısile de devletler, -ekstremini ABD'de gördüğümüz gibi- kapital sâhiplerinin, insanları, hayvanlar gibi gütmesini sağlayan, ve de yaratıcı bireyleri ezen organizasyonlar hâline dönüşmüştür. Yani bugünkü devletlerin de, otokratik denilen “hânedan” yönetimlerinden esasta bir farkı yoktur. Sâdece, bugünkü kapital hânedanları, politikacı denilen, ve halkı iyi uyutabilen (illüze edebilen) soytarılar vasıtasıyla işlerini yürütmekte, ve kendileri arka plânda kalmaktadırlar. Ve herkese tek oy kullandırtan seçim sistemiyle de, politikacıları gâyet iyi kontrollarında tutabilmektedirler; câhil çoğunluğun, ekonomik atraksiyonlarla kandırılıp mass-medya yoluyla uyutularak, kolayca manipüle edilebilmesi yüzünden... Ama bütün bunların dışında, bir Osmanlı Devleti vardı ki O, Dânişmendiye -şehir- yerleşimlerinde mayalanmış olan Türk Sivil Toplumu'nun eseri idi... Anti-kapitalist bir ekonomik yapıya, ve liyâkatli (inisiye) insan seçilimine dayanan bu -tarikatçı- toplum yapısı, başlangıçta Osmanlı Beyliği'ni de, “tarikat” kurallarına ve “adam” seçme usûllerine iknâ etmiştir. Ki o yüzden de Osmanlı Devleti, hem hükümdarlık sülâlesinin ömrü, hem de kapsadığı hükümranlık alanı bakımından emsâlsiz -büyük- olmuştur; bütün stratejik hatâlarına rağmen...
Türklerle Rusların, “Didişme Tarihi” İçindeki Stratejik Buluşma Noktaları:
Babam M.Orhan Güran'dan, -onun da büyüklerinden dinlemiş olduğu- şu rivâyeti tekrar tekrar dinlemişimdir: Ruslar, Sultan II.Bayezit zamanında bizden din adamı talep etmişler, İslâmiyeti anlamak, ve belki de -uygun görürlerse- tercih etmek üzere... Yâni Bizans gibi kadîm bir din devletinin yok edilmiş olması, yarı barbar Rus halklarının dînî itikatlarını da sarsmış, ve onları yeni arayışlara sürüklemiş herhalde... Ama Osmanlı, onlara öyle yobaz hocalar göndermiş ki, herifler önce, “içki içmek günahtır” diye başlamışlar söze; ve dolayısile de, o soğuk ülkenin içkici halkını soğutmuşlar İslâmiyetten... Bu rivâyet, Rusları “kahraman düşman” olarak niteleyen, ve de içkiye (işrete) sıcak bakan Yeniçeri'lerin görüşleriyle de örtüşmektedir aslında... Şâyet Ruslar İslâmiyeti kabul etselerdi, o zamanki Türk Sivil Toplumu'nun, şirket yerine “vakıf”, stok-market (borsa) yerine “kapan” kuran ve insan liyâkatine önem veren -komünizan sayılabilecek- ekonomik yapısını da kopyalayacaklarından, Kırım Tatarları ve Ukrayna Kazakları gibi kaypak ve hain (yâni “teres”) olmayacaklar, ve dolayısile de Avrupa fütuhâtında tam bir yoldaşlık yapacaklardı; diye düşünmek mümkündür. Ki böyle gelişmiş bir “II.Hun Harekâtı” ile de, Avrupa'nın pagan kırması Hristiyanları yola getirilip insanlığın (ve dinlerin) tevhidi gerçekleştirilebilecekti, denilebilir... Ve bu arada, paragöz protestocu Hristiyanların mezhepleri de tutmayacak veya kurdurulmayacak, ve netice itibâriyle, ABD gibi bir ucûbe de çıkmayacaktı ortaya... Ama son tahlilde görülen odur ki, biz Batılı bezirgânlara ticârî imtiyaz tanımak, Orta Avrupa'daki protestan ayaklanmalarını -dolaylı da olsa- desteklemek gibi vahim hatalar yüzünden hızla çürüdük... Ruslar da bizi didikleyip kemirmek sûretiyle, güçlü bir monarşi beslediler... Rusların, din istismarcılarından bıkarak ikinci defa “insânî düzen” arayışına girmeleri, 19.Yüzyıl sonlarına doğru oldu. Ama bu sefer de, “insâni düzen” reçetesini, Batı'daki gayri insâni kapitalist düzene isyan etmiş olanlardan aldılar; kendilerinin köylü isyanlarıyla alâka kurarak... Ve de isyankârlığın, uzlaşmacılığı da içinde taşıdığını, çünki “istek”lerden kaynaklandığını anlayamadan yanıldılar. Zira “devrim” olayı, bir kantitatif birikim veya olgunlaşma sürecinin sonundaki, kaçınılmaz bir kalitatif sıçrama olayı diye de düşünülse isyankârlıkla, komploculukla, darbecilikle bir alâkası olamazdı. Kaldı ki, “devrim” denilen “insânî yaşam” kalitesindeki sıçramalar, amaçlı (meselâ üretim araçlarını geliştiren) aktiviteler sâyesinde şarj edilen bir potansiyelin patlaması (taşması) gibi de düşünülemezdi. Böyle kalitatif (eşik aşırtan) sıçramalar, neticesi öngörülemeyen kaotik oluşumlara veya yaratıcılıklara dayanıyordu aslında... Ve de “ilerleme”, esas itibâriyle hayvanlığı aşma, veya hayvanlığı, hatta canlılığı inkâr (negasyon) yönünde gerçekleşiyordu... Mesela, süper iletkenlerin -deneysel olarak- keşfedildiği 1960'ların başında, herkes bu buluşu, “artık şehirler veya ülkeler arası telefon görüşmelerinde, beklemelerden, sıraya girmelerden kurtulacağız” diyerek büyük bir coşkuyla karşılamış, ama hiçkimse ondan öte bir müjde olarak algılayamamış; ve devrimsel bir gelişme olan “internet”in hayalini bile kuramamıştı. O yüzden Karl Marks da, robotların ve onları idâre eden akıllı bilgisayarların ortaya çıkmasıyla, işçilerin veya işçi sınıfının munkariz (!) olacağını bilemezdi tabii... Hele ki teorisini, “insanın -üretim araçları geliştirmek gibi- amaçlı aktivitelerle, bir işçi formasyonuyla ortaya çıktığı” vasayımına dayandırdıktan sonra... Onun için Lenin, bir hükümet darbesiyle devleti ele geçirip, geniş bir teritoryal bölgede dikta rejimi kurmakla, aslında isyankârlığı, -propaganda ve ajitasyona dayalı- protest bir politika anlayışıyla, devletler arası düzeye taşımaktan başka bir şey yapmış olmadı. Ki bu arada, bizim de bir isyan -veya protesto- hükümeti kurmamıza vesile ve yardımcı oldu... Ama sonunda ne oldu?.. Lider kadroların asabiyeti (heyecânı) sönüp, -bilimsel açılımlardan, yaratıcılıklardan kopuk- doktrinleri de kanıksanınca, her iki halk da yeniden kapitalizme, daha doğrusu “Federal Rezerv” sâhiplerinin irâdesine râm oldular... Fakat bu küçükburjuva ideolojileri, her iki ülkede de, insanların eşit yaratıldığına, toplumlardaki sosyo-ekonomik düzenin, nedensellik mantığı uyarınca teşekkül etmiş bir tarihî kânûniyete sâhip bulunduğuna, onun için de insanların (toplumların) bu kânuna uygun reçetelerle yönetilebileceğine -dolayısile de bizleri îmâl eden bir tanrının var olabileceğine- inanan bir sürü beyni yıkanmış insan bıraktı geride; tarihî cüruf olarak... Ki bunların inancı da, muzaffer demokratik (!) kapitalist rejimin, en ideal insanlık (veya toplum) düzeni olduğu iddiasına zemin teşkil etti. Bu küçükburjuvaların, diğer bir -küçük- kısmı ise hâlâ, -Rusya'da Komünist, Türkiye'de de Kemalist veya Atatürkçü adlarıyla- protest politikalarını sürdürerek, bilimsel düşünce ve arayışları provoke etmekle meşgûller... Oysa artık biliyoruz ki insanlık, her yer ve zamanda, farklı farklı bireylerce temsil edilen tek bir şuurdur. Ve de hiçbir neden yokken, kaotik bir durumdan neşet ettiği gibi, -zamanlar üstü olan- aynı kaotik nüvenin (Panteist Zon'un) yaratıcı dinamizmi ile de gelişip yükselmektedir. Onun için de, insânî düzeni kurmaktaki esas mesele, Panteist Zon dediğimiz kaotik çekirdeğin, görmezden gelinip tahrip edilerek, yıkıcı etkilerini toplumlara saçtırmadan, kontrollü olarak aktif bir halde tutulabilmesidir; aynen bir nükleer enerji santralinde yararlanılan uranyum cevheri gibi... Meselâ, melekeleri gâyet sağlıklı (güçlü) olan bir gencin, -kendine güveninin objektif olarak test edilip ortaya çıkarılamamasından ötürü- bilimsel araştırmaya, yaratıcılığa veya inisiyatörlüğe yönelemeyip, eski bir doktrin sâhibinin fanatik ardılı, veya bir “tanrı” mitinin dogmatik sözcüsü hâline dönüşmesi, görmezden gelinmiş veya bastırılmış bir “Panteist Zon” çekirdeğinin, en yıkıcı etkilerinden biridir... O halde gâyet açıktır ki bütün mesele, Panteist Zon Kulüpleri'nin, bir bilim kurulu mârifetiyle ve denetimiyle hayata geçirilmesinde düğümlenmektedir... Aslında modern toplumların gençlerinde uzun zamandır, “basit ve samimi topluluk”larda biraraya gelme eğilimi vardır. Kendiliğinden ortaya çıkan bu “basit ve samimi topluluk” arayışlarına, “parti”cilik ve “komün”cülük demek mümkündür... Ama ne var ki, çay, kokteyl, ve muhtelif kutlamalar vesilesiyle verilen partilerde biraraya gelen insanlar, -çok samimî gibi görünseler de- daimi bir gurup teşkil edememekte, komün hayatı yaşayacağız diye kararlı olarak bir topluluk oluşturanlar da, kısa sürede dağılmaktadırlar; genellikle... Halbuki insanlığın -varlık sebebi olan- yaratıcı nüvesini ortaya çıkarabilmek, yâni “Panteist Zon Grubu”nu teşkil edebilmek, bu grupların devamlılığının sağlanmasıyla mümkündür. O halde, genç insanları büyük bir hevesle biraraya getiren âmil ile, onları dağıtan sâikleri iyi bilmek lâzımdır; herşeyden önce... Bir defa, onları biraraya getiren başlıca âmil, ritm melekelerinin rezonans hâlidir; ki nitekim sözkonusu ortamlarda daima -bir şekilde- müzik neşriyâtı ve dans etkinlikleri mevcuttur. Kaldı ki gençlerin, buluşma, selâmlaşma, tokalaşma ritüelleri bile ritmiktir; çok defa... Ama onları ayrıştıran sâikler ise, -kapitalist ve protest (komünist) zihniyetler tarafından yüklenmiş bulundukları- kişisel artniyet ve önyargılarında yatmaktadır. Zira “parti”ye gelenler, -en başta seks olmak üzere- kişisel istekleri üzerinden alışveriş yapmak artniyetini taşımakta, ve de bu alışverişlerde çıkan anlaşmazlıklar yüzünden dağılmaktadırlar... Komün'e katılanlar ise, kişisel (hayvânî) arzularını tatmin beklentisi (artniyeti) ile birlikte, ayrıca zihinlerinde, insanların eskiden, “ilkel komünal toplum”larda kardeş kardeş paylaşarak mutlu bir hayat yaşamış oldukları ham hayalini de (önyargısını da) taşıyarak biraraya geliyorlar; ve de bu “komünist ütopya”nın boşluğuna düşerek ayrılıyorlar; ne yazık ki, birçoğu da, kabahati kendinde veya birbaşkasında bularak... O halde, böyle arkadaş gruplarına çağrı yapılarak denilmelidir ki, şâyet aranızdaki inisiyatörleri öne çıkararak, birbirinizle ömür boyu dost kalmak istiyorsanız, sizleri “Panteist Zon” şartlarına götürecek yönergeleri kabul ederek uygulamalısınız... Ama bu çağrıyı yapacak, ve sözkonusu yönergeleri hazırlayacak olanlar da, hem gençlik gruplarına, üzerlerinde “tabu”lar hakkında simgesel uyarılar bulunan -muhtelif- totem kazıkları (veya mertek'leri) verebilecek, hem de bütün siyasi parti ve dinlerden uzak durabilecek kadar bilgili ve bilinçli olmalıdırlar; Panteist Zon hakkında... Zira halklardaki geleneksel genel kanıların üzerinde sörf yapan politikacılar da, halkları bir “tanrı” mitine yönlendirerek güden din adamları da, Panteist Zon'u yok saymak ve/veya sanmak suretiyle yapmaktadırlar bütün melânetlerini... Onun için bilinçli “anti-politik” ve “anti-teist” kişilerden teşekkül edecek bilim kurullarına, NGO karşıtı olarak NPO (Non-Political Organization) demek, yerinde olur... Bu kurulların aslî görevi, kendilerine başvuracak gençlik gruplarına, üyelerinin, tarihî devirlerde ortaya çıkmış bir insan formasyonu olan “akıllı hayvan” gibi davranmalarını, yâni biyolojik (hayvânî) bedenlerini akıllarıyla suistimal etmelerini önleyecek “ilişki” yönergelerini hazırlamak olmalıdır. Ki bu şekilde de, kapitalizmin yarattığı, şehvet ve lezzet düşkünlerini öne çıkartan (yükselten) menfî seleksiyonuna karşı, insânî oluşumun -insanları meleke güçlerine göre ayıklayıp sıralayan- müspet seleksiyon sistematiğini tesis etmelidirler... Zira insanlığı Kapitalizm'den kurtarmak, insanları “akıllı hayvan” zihniyetinden kurtarmakla mümkündür ancak... Tarihi devirlere girilirken -üreme'nin bilincine varılması ve ihtiyâcına binâen- tabuların aşılmasıyla birlikte ortaya çıkan “irâde-içgüdü” diyalektik çelişkisinin îcâbı olarak iki tür insan zihniyeti (ve karakteri) ortaya çıkıyor: Biri, “tanrı” mitleriyle idealize edilen kutsal tipler veya azizler (peygamberler), diğeri de lânetli “şeytan” simgesine bağlanan “akıllı hayvan” tipi, veya karakteri... Akıllı hayvan karakteri veya zihniyeti, -dinsel baskılar yüzünden- müşahhas bir kişilik olarak ortaya çıkamıyor genellikle... Ama bu zihniyet, bütün insanların aklının bir köşesinde -hiç olmazsa bilinç altında- daima muhafaza ediliyor. Dolayısile de insanlar, çift kişilikli (şizofrenik) hastalar hâline geliyorlar. Bu durumu, totem hayvanların veya ağaçların sütlerinden, yumurtalarından, meyvalarından yararlanılırken, ritmik âyinlerle “tabu”ların ihdâs edildiği “Panteist Zon”dan, akıllanarak çıkan insanlığın yaşadığı “şaşkınlık” hâli, veya “ne oldum delisi olma” sendromu diye izah etmek mümkündür... Yâni insanlar, toplu halde ritmik hareketler (âyinler) yapmakla, içgüdülerini frenleyip (tabu'layıp), ritm melekesi ile onun bir türevi olan sıralama melekesini kazanarak akıllanıyor. Ama sonra da, aklını “üreme”ye takıp, “anal” ve “oral” hazların esiri (tutkunu) hâline gelerek aklından yemeye (eksiltmeye) başlıyor... İşte Kapitalizm ideolojisindeki antagonist çelişkinin esâsı bu... Yani insan akıllanırken, hem tabusal çekincelerden dolayı biriktirdikleri, hem de aklıyla yarattıkları ile, bir “artı-değer” kazanıyor. Ama sonra da, “ne oldum delisi” olarak gidip bu değeri -geri dönüşümü olmayan- hayvânî tüketime harcıyor; sâdece, yeni “tüketici hayvan”lar üretmek, ve dolayısile de ekonominin daralmasına, krizlere ve savaşlara yol açmak üzere... Meselâ bir hayvan, özellikle de bir -etobur- yırtıcı, sâdece beslenme ihtiyâcına binâen, yani kanındaki besin değerleri belli bir eşiğin altına inince, yemek derdine veya peşine düşüyor. Akıllı hayvan ise, damak tadı ve doygunluk hissi için yemek yiyor, ve o yüzden de sapkınlaşıyor; obezite, diyabet vs. adları altında akıl ve irâde kaybına uğrayarak... Yine bir hayvan, cinsel hormonları belli bir düzeye gelince, vücudunun hormonal (fizyolojik) dengesini sağlamak veya korumak için çiftleşiyor. Ama “akıllı hayvan”, çiftleşmekten aldığı hazzı amaç edinip, yapay uyaranlar ve -melekelerin yarattığı “estetik” normlardan derlenmiş- fetişler de icat ederek, çok defa vücudunun fizyolojik dengelerini alt-üst etme pahasına cinsel ilişki kuruyor; ki sonuçta da, hem seksopat, hem psikopat oluyor; ritm melekesini bozup “akıl”dan da yiyerek... Ve üstelik, çiftleşme (orgazm) hazzını, -onun inversi (tersi) olan- melekelerin rezonansından mütevellid “sevgi” duygusuyla karıştırıyor; tarihî toplumlarda bir türlü anlamlandırılıp şuura çıkarılamayan “ensest=cinsel tabu bakiyyesi yasak” ilişkilerin itiraf edilemeyen intibâlarının etkisiyle; ve de bu husustaki “aşk edebiyatı”nın dolduruşuyla... Ama bu arada, anal ve oral hazları kimin daha fazla aldığı yolundaki vehimler ve kompleksler yüzünden de, toplumlarda, en başta zenginlerin (kapitalistlerin) bulunduğu bir “sanal statü” hiyerarşisi oluşuyor... İşte Kapitalizm denilen gayri insânî rejim, böyle bir sapık hayvan -zihniyeti- tarafından tesis edilip besleniyor; ki aynı zihniyet, günah çıkarma mercii anlamındaki bir “tanrı” mitini de gerekli kılıyor... Buna göre de ortaya çıkıyor ki, “tanrı” miti, -ne oldum delisi olmuş- “akıllı hayvan” zihniyetinin mütemmim cüzüymüş meğer... Yani Kapitalizm aslında, insanlığı, hayvanlığın da gerisine götürmüştür ve götürmektedir; ki bu kötü gidişâtta hiçbir “tanrı” mitinden medet umulamaz. Çünki anal ve oral cihetlerden alınan hazlara dadanmak anlamında edinilen şartlı refleksler, hem doğal hem de insânî değildir. Dolayısile, bu yüzden ihtiyaç duyulan bir “tanrı” miti de, ârızî ve marazî bir fenomenin “alâmet-i fârika”sı sayılabilir ancak... O halde önce insanları, hayvânî fonksiyonlarını normal bir hayvan gibi icrâ edebilecek bilince çıkarmalıyız; ve ondan sonra da, gıdaların komprime haplar şekline getirilerek cinsel hormonlar üzerindeki afrodizyak etkilerinin kaldırılmasıyla birlikte, temsil etmekte olduğumuz evrensel bilinci hayvânî bukağılardan -tamamen- kurtarmak üzere, evrensel doğru (veya tanrısal) yolu bulmalıyız. Veya özetle, önce mide hamallığından ve -fâhişelik, câriyelik, zanparalık, jigololuk gibi- seks köleliğinden, ve de bunlara özenmekten kurtulup, ondan sonra sâlim kafayla bilinçlenme yolu (Tanrısal Yol) üzerinde düşünmeliyiz; ki zaten, her aklı başında insan, -rutin olarak- süregiden bir seks ilişkisinin içinde, bazen duraksayarak, “kullanılıyormuyum acaba?” diye düşünüp kendini sorgulamaktadır... Onun için, tarihî devirleri aşarken, herşeyden önce, bu devirlerin yarattığı “insan” formasyonu olan, şaşkın “akıllı hayvan”ı aşmamız, ve de cinsel enerjisinin çoğunu -zihinsel faaliyetlerde- süblime edebilen insan formasyonunu yaratmamız lâzımdır. Yoksa, bu yoldaki her gecikmede, “insanların, hayvanlar gibi çoğaltılıp çoğaltılıp -şehit olarak cennete gideceksiniz gibi dolduruşlarla- itlâf edilmesi” şeklindeki kapitalist antagonizma, yaşanmaya devam edecektir; bütün acıklı sahneleriyle birlikte...
Neden Türkiye'den, Niçin Istanbul'dan...
Kapitalizm ideolojisine ve rejimine son vererek tarihî devirleri kapatacak olan bilimsel açıklamaların ilk defa buradan yapılıyor olması bir tesâdüf değildir... Ruslar 1917 isyânını gerçekleştirmiş, ve bunu, “Çarlık” devletini devralmak sûretiyle yetmiş küsur yıl sürdürmüş olsalar da, Kapitalizm'in negasyonunu gerçekleştirememişlerdir. Çünki Kapitalizm'e isyan eden insanların heyecânıyla kaleme alınmış yüzeysel bir “eleştiri” olan (veya felsefenin “eleştiri” metodu, ve nedensellik mantığıyla yazılmış olan) Marksizm teorisinin, insanlığın başlangıcıyla fikrî ve -geleneksel bağlarla- fiilî irtibâtı bulunmuyordu. Halbuki tarihî devirlerin (ve kapitalizmin) negasyonunu yapabilmek için mutlaka, tarih öncesini iyi bilmek gerekiyordu; onu kalite farkıyla -sentez aşamada- yeniden gerçekleştirebilmek için... Üstelik Rusların da, tarih öncesine kadar uzanan bir “sosyo-ekonomik” gelenekleri yoktu; ve dolayısile zihinlerinde, “tarih öncesi”ne ait kayıtlar eksikti. Zira onlar, “denizcilik” inisiyasyonuyla -doğal bir şekilde- seçilerek karaya vurmuş bireylerce “halk” edilmişlerdi... Ancak onların yine de, Sovyetler Birliği zamanında, sosyal-antropoloji üzerine deneysel olarak ciddi çalışmalar yaptıklarını iyi biliyorum. Meselâ, 1972-73'lerde izlediğim bir belgesel filmde, daha sonraları Batı televizyonlarında gösteri olarak neşredilen “Biri Bizi Gözetliyor” evlerini, Rusların, “antropoloji laboratuarı” olarak kurduklarını, ve bu şekilde insan davranış ve ilişkilerini analiz ettiklerini gördüm. Dolayısile Rusların, “Panteist Zon Kulübü” projesinde öncülük yapması beklenebilir; nisbeten en bağımsız “devlet”e sâhip oldukları da düşünüldüğünde... Öte yandan Çin halkları, tarih öncesiyle içiçe yaşıyor olsalar, teizme (tanrıcılığa) ve tapınmacılığa fazla bulaşmamış bir halde bulunsalar da, fikriyât alanında kendilerine yabancılaşmış durumdalar... Çünki uzun bir “afyonkeşlik” döneminde, kendilerinden geçtikten (hafızalarını yitirdikten) sonra uyanırlarken, onların kafalarına “Batı zihniyeti”ni zerkettiler. Ve onun için de, uyandıklarında, başladılar Batılı gibi düşünmeye; Batı'nın en “protest” ideolojisini rehber edinseler bile... Ki bu sûretle de, yine kaptırdılar sakallarını -kapital olarak- Batı'ya, yâni Amerika'ya... Ama her şeye rağmen Çinliler, tarih öncesine uzanan pek çok geleneğe ve bu geleneklerin üstadlarına sâhip bir büyük halk... Onun için de, Panteist Zon Kulübü gibi bir kuruluşu, hem bir antropoloji laboratuarı, hem de “eğlence-eğitim-terapi” etkinlikleri gerçekleştiren bir gelişim ve seçilim (inisiyasyon) dinamosu veya reaktörü olarak kullanmasını en kısa zamanda öğrenebileceklerdir...
Rusların yaşadığı büyük toplumsal ve zihinsel kırılma, “komünizm dâvâsı”nda havlu atmaları, Çinlilerin yaşadığı büyük kırılma, afyonkeşliğe mahkûm edilmeleri ise, biz Türklerin yaşadığı da, -daha eski ve stratejik olarak- 1826'daki “Vaka-i Şerriye”dir. Ancak ne var ki, o tarihte Batılı devletlerden ve tefeci kapitalistlerden destek alan Osmanlı, tarih öncesine kadar kökleri olan Türk-Tarikat Sistematiği”nin sâdece Seyfîyûn kolunu -Yeniçerileri- kesmiş veya koparabilmiştir. Ve bununla birlikte, bir de Kavlîyûn kolunu (Bekdâşî dergâhlarını) resmen yasaklamış veya illegale itmiştir. Ama bu dergâhların halka kazandırdığı terbiyeyi, mesela bir çağrıya efendim! diye cevap vermeyi yasaklayamamıştır; kaldı ki benim çocukluğumda bile büyüklerimiz hâlâ evlerde, biribirlerini, huu! diye çağırırlardı... Osmanlı, Şurbîyûn kolunun büyüklerine , yâni Evkaf işletmeleri olarak han, hamam, îmâlâthâne, mektep, cami, saray vs. sahibi olan seçkin (Havass) sülâlelere ise, pek bir şey yapamamıştır. Sâdece, geçici sürelerde vakıflarının yönetimine el koymuş, ve en sonunda da, sürekli denetim için Evkaf Nezâreti'ni kurmuştur. Zira bu sülâleler, Istanbul'un sosyo-ekonomik yapısında önemli bir yer tutuyor, ve de büyük bir nüfus istihdam edip barındırıyorlardı. Onun için de, halk nezdinde büyük itibâr sâhibiydiler. Kaldı ki, suikastlara ve sabotajlara karşı korunmak için, külhanbeylerden, bekçilerden müteşekkil özel güvenlik güçleri de vardı... Dolayısile 1826'daki kırılma veya sarsıntı, Türkiye'deki -kökleri tarih öncesine uzanan Tarikat'la ilgili- fikrî süreçte kopukluğa, kesintiye yol açmamıştır... Mesela bizimkilerin Hasköy'de inşaat üzerine imâlâthâneleri, teknik okulları ve camileri, Karaköy'de büyük bir hamamları ve pek çok dükkanları ile bir de mescidleri, Balat'ta dükkânları, Ayvansaray'da türbe ve mezarları, Kuzguncuk'ta büyük bir yalısarayları (Kuzguncuk Palas) vardı; ki buralar, Yahudi göçmenlerinin de yoğunlaştığı yerlerdi... Ama Yahudi'lerle böyle yakınlaşmalarına ve onlara “patron” olmalarına rağmen, benim Havass'tan sülâlem -İslâmi iş ve emlâk akidelerinden vazgeçerek- çıfıtlaşmadı Osmanlı gibi; bilâkis onlara “insanlık” gösterdiler... 1826'dan itibâren Osmanlı tarafından “Bekdaşi” diye yaftalanarak aşağılanmaya çalışılan bizimkiler, özerk bir “sosyo-ekonomik” kesim olarak, ve de -başkalarına hizmet etme mecbûriyetinde kalmadan- tamamen evkaf geliriyle yaşayan efrâdı vâsıtasıyla, kahvehâne ve meyhâne gibi “pub”larda, gâyet ciddi bir muhâlefet yapıp, hicivle rezil ettiler; Osmanlı'yı da, onların palazlandırdığı yobazları da... Hatta bu yüzden taharrilere yakalanarak, ağır cezalar alanları da oldu... Kaldı ki bu insanlar (ecdâdım), Osmanlı Hânedanı'nı, -Karakeçili Aşireti'nden gelmeleri dolayısile- “dünkü keçi çobanları!” diye küçümseyecek kadar da köklüydüler. Zira Dânişmentli idiler; ve de uzun süre Osmanlıya “danışman”lık yapmışlardı... Ve böylece de millete, Din'in, -Osmanlı tarafından- Batı'dan alınan borç paralarla, nasıl “tevhid” yolundan saptırılarak kiliseleştirildiğini gösterdiler. İşte ondan dolayıdır ki, Osmanlı yalnızlaşınca, câhil ve mutaassıp Kürtlere sarıldı. Doğu'nun güvenliğini onların alaylarına bıraktığı gibi, Istanbul'un fikrî (Dînî) hayatını Kürt şıhlarına (ve “mele”lerine), âsâyişini de Kürt bekçilere havâle etti; ve de haltetti!... Bu arada, o zamanki enteller arasında ortaya çıkan fermasonluk, jöntürklük gibi Batıcı akımların mensupları da -kafalarına göre- yararlandılar bizimkilerden... Tabii ki o dönemde, bütün dinlerdeki mitik “tanrı” kavramının paradoksallığının anlaşılabilmesi mümkün değildi; yani -bizimkiler genellikle mühendis ve matematikçi olsalar da- “sıradışı varlık” kavramının, matematiksel mantık'ta paradoks yarattığının ispatlanabilmesi için, daha zaman vardı insanlığın önünde... Ama buna rağmen, Batı ülkelerinde patlak veren isyanları (1848), ve o isyanlar üzerine geliştirilen teorileri (sosyalizmi, komünizmi) de ciddiye almadılar; Kapitalizm'e itibar etmedikleri için... Yani bir bakıma, Kapitalizm'in müstehak olduğu bünyesel bir -iç- sorunu diye baktılar; gâyet haklı olarak... Bizimkiler Osmanlıcılığı ve Batıcılığı makaraya alıp kendi yağlarıyla kavrulurken, Dünya'nın “Kıyâmet” sürecine girdiğini, ve onun için de, -Din'in zâhirden bâtına intikâliyle- Şeriat'in “ibâdet” hükümlerinin kalktığını düşünüyorlardı. Ki böylece de, her kuşakta, sâdece “evkaf” gelirleriyle -kimseye muhtaç olmadan- yalansız dolansız özgürce bir hayat yaşayan pek çok insanımız (evlâd), bu süreci objektif olarak izledi ve düşündü; yaklaşık 150 yıl boyunca... Zira, önemli emlâkın, sarayların, hamamların -türlü tertiplerle- kundaklanması, camilerin türbelerin yere gömülüp yıkılması süreci Abdülmecit ile başlayıp, Abdülhamit zamanında hızlanarak -Âyân (derebeyi) çocuğu- Adnan Menderes'e kadar devam etti... Ben bile 1960-61 yıllarına kadar her sene, birkaç aylık harçlığımı karşılayacak kadar “evlâd payı” alıyordum. O zamanki mütevelli Babaannem ise, dul bir kadın olarak sâdece evkaf geliriyle geçiniyordu... Yâni aslında bizimkiler İslâmiyeti, ekonomik “alt-yapı”sıyla birlikte bir bütün olarak anlamış, ve o sûretle makbûl görerek hayata geçirmişlerdi; ki o ekonomi, malları (özellikle temel gıda maddelerini), “kapan”larda tutuyor, ve de -spekülâsyona (ve borsaya) yol açmamak için- talep üzerinden değil, mâliyet üzerinden fiyatlandırıyordu; Batıdaki “stok-market”lerin aksine... Ayrıca işletmeleri ve mülkleri de, hayr amaçlı tasarruf (kullanım biçimi) demek olan “vakıf”larda topluyordu; Batıdaki kâr amaçlı şirketlerin, ve “özel mülkiyet” anlayışının aksine... Ama Osmanlı, 1826'dan sonra Batı'ya teslim olup, borsalara, bankalara, şirketlere ve Batılı “gaspçı kafa”nın özel mülkiyet anlayışına cevaz verince, İslâmi ekonominin belini kırdı. Dolayısile, ekonomik “alt-yapı”sı -veya temeli- çökmüş bir İslâmi doktrinin (akidenin) de, anlamı veya ciddiyeti kalmadı tabii ki... Zira “tevhid”cilik, ekonomik “alt-yapı” ile anlamlıydı; yoksa, fikrî “üst-yapı”daki lâflarla değil... İşte o yüzdendir ki Osmanlı, sâdece ibâdetlere (namaza, niyaza) ağırlık vermek sûretiyle -kendisine arka çıkan (!)- heyülâ gibi bir “Allah” miti dayattı millete; Hristiyanların “İsa” veya “Meryem” ikonaları gibi... Demek ki son tahlilde ecdâdımızın teşhisleri ve dedikleri doğru çıktı; ki bugün, tarihi devirlerin kapanmakta ve dinlerin hükmünün kalkmakta olduğunu bilimsel olarak idrâk edebiliyoruz. Yâni bir bakıma, bizimkilerin -İslâmi- ekonomik “alt-yapı”sı (vakıfları), Batı taşeronu son Osmanlı, ve sonradan onların yerine geçen, Osmanlı'nın suç ortaklarının (Âyan'ın veya derebeylerinin), ve de kölelerinin piçleri tarafından “hile-i şeriyye” ile tamamen bitirildiğinde, biz de dinlerin ve onların “tanrı” anlayışının, ilmen geçerliliğini yitirdiğini açıklamış olduk; büyüklerimizin, liyâkatli insan seçilimindeki (inisiyasyon'daki) ferâseti, basireti ve isâbeti sâyesinde...
Konstantiniyye Fâtihleri ve Istanbul Bekdaşiliğinin Kurucu Babaları Olan, Yavuz Sultan Selim'in Yoldaşı, ve Kânûnî Sultan Süleyman'ın Hocası İmâm-ı Sultan Mevlâna Bekdaş Efendi (Vakfiyesi:1534); Sultanlara (muhtemelen Yavuz ve Kânûnî'ye) Kılıç Kuşandıran, Ayasofya İmamı Hüsam Bey (Vakfiyesi:1530); Istanbul'da -İnşaat Sektöründeki- İlk Sanayi Kompleksini, Teknik Okul'u ile Birlikte Kuran, Kiremitçi Ahmet Çelebi (Vakfiyesi:1549) Atalarım; Nûr İçinde Yatsınlar!... Herne kadar, hayattayken kurguladıkları modele uymasa da, onlar artık, tevhidci (anti-dogmatik) zihniyetleri ve çabalarıyla, “insanlığa mâl olmak” anlamında gerçekten cennetliktirler...
Ali Ergin Güran: 22/08/12