Tarihî Rotamız Belliyken, Atatürk'ü Taklid Etmek Gibi Bir Anakronizm Büyük İhânettir!.

     Atatürk, Sovyet ihtilâlinin gölgesinde (desteğinde), o devrin ilericilik (millicilik) anlayışına uygun olarak, ordu gücüyle ve gümrük duvarlarıyla korunan bir bağımsız “milli devlet” kurmuştur. Ama nevar ki, insanlığın “komünizm” ütopyası -kendini güncelleyemeyerek- boşa çıkıp, son aşamada da Sovyetler Birliği çökünce, böyle bir devletin yaşama, ve hatta var olma şansı kalmamıştır. Ki bu durumda da, baş emperyalist mihrak ABD, dinci çoğunluğu tahrik ve teşvik ederek, -demokratik (!) bir şekilde- T.C. Devleti'ni, lâik Atatürkçülerden temizlemiştir; bölgesel politikalarında, küçükburjuva “şahsiyetçi”liği ve ukalâlığı yaparak engel çıkarmasınlar diye... Bundan sonra, “biz de Atatürk gibi düşünüp davranacağız da, TC Devleti'ni -dincilerden- geri alacağız” demenin, yani Atatürkçü veya Ulusalcı kesilmenin bir anlamı yoktur artık... Yâni bugün, yenilmiş ve içeri tıkılmış Atatürkçülerin veya Ulusalcıların kuyruk acısıyla söyledikleri, “mücadelemiz sürüyor, Atatürk de şöyle demişti filân..” gibi lâfların, spesifik bir anlamı yoktur. Bu lâflar, samimi lâik küçükburjuvaları -teselli ederek- yatıştırmak için, “sosyalizm” konusundaki ezberlerini değerlendiren ajanların, hafiyelerin piyasaya sürdüğü, bir “gaz alma (boşaltma)” aracıdır aslında; ki bu arada, eski (demode) kitaplarını da satmaktadırlar, milletin beynini yıkamak üzere... Ama bu küçükburjuva şamatası (veya vâveylâsı), aynı zamanda, ülkedeki ilerici fikirleri ve dinamikleri provoke veya örtbas eden, dolayısile de etnik ve dinsel bölünmelerin yolunu açan bir menfî faaliyet olarak da işlev görmektedir... ABD emperyalizminin bugünki, “İslâmcıları taşeron gibi kullanarak, devleti ele geçirme” operasyonu, aslında, 1826 olayının bir tekrârından başka bir şey değildir. Ama biz bunu, 1848 ayaklanmasının, -Aristo Mantığı'nın çürütülmesinden sonraki- anakronik tekrarı olan “1917 ihtilâli”nin rüzgârıyla, bir “Kurtuluş(!) Savaşı” senaryosu oynamak zorunda kaldığımızdan dolayı, yeni farketmekteyiz... Çünki Osmanlı'da, Kânûnî'nin şeyhülislâmı Ebusuud Efendi ile başlayan, -dînî- Tevhid'den vazgeçip kiliseleşme eğilimi, 1826'da kapitalist dış mihrakların güdümünde “Tarikat” sistematiğinin ilgâ edilerek, bir “Hanefi Osmanlı” kilisesinin resmen yürürlüğe sokulmasıyla sonuçlanmıştır. Ve de bu tatbîkâtla görülmüştür ki, -sekter- kilise dindarlığı, İslâmî de olsa, kapitalizmin çok işine yaramaktadır; insanlarda körü körüne yarattığı itaat disiplini vâsıtasıyla, fizikî iş gücünün kolayca sömürülmesini sağladığı için... Halbuki Osmanlı Devleti'indeki din anlayışı, Yavuz Sultan Selim'e kadar, omurgasını “Tarikat” sistematiğinin teşkil ettiği, ve dolayısile bütün İslâmî doktrinlere (mezheplere) hogörüyle bakan, “Tevhidcilik” esâsını korumaktaydı. Hatta Yavuz, fazla sekter ve politik bulduğu halifelik makâmını ve ünvânını dahî üzerine almamış ve kullanmamıştı... Kaldı ki, Yavuz Sultan Selim'in kısa süren hükümdarlığı sırasında, “Tevhidcilik” zirve yapmıştı da denilebilir. Zira Yavuz'un cihâtı, bugün bile tüm insanlığın bilimsel tevhidine yarayacak, emsalsiz bir toplumsal dokuyu (veya çelik çekirdeği) korumuştur Anadolu'da... Fakat Yavuz, dedesi Fatih'in yolundan gidebilseydi, önce Papalığı himayeye alıp, onun vâsıtasıyla bütün Avrupa'yı, ve sonra da İran'ı fethederek, tüm insanlığı tek bir “Allah” mitine îman ve ibâdet eder hâle getirmek şeklinde, “tevhid”i gerçekleştirebilirmiydi acaba; diye de düşünülebilir... Bu bilinemez ama, böyle (o zamanki üretim için gerekmediği kadar) bir global itaat disiplininin sağlanmasıyla, yöneticilerin “tiran”laşarak insanlığa korkunç bir zulüm ve inhitat (çöküş) devri yaşatacağı da çok açıktır. Ki nitekim -bizde- 1826'da, “Hanefi Osmanlı” kilisesinin tesisinden 75 yıl sonra (1901 yılında), Russell Paradox'un keşfedilmesiyle, Aristo Mantığı kesin olarak çürütülmüş, ve böylece de, “sıradışı varlık” anlamında herhangi bir eleman -veya “Allah” miti- kabul etmenin imkânsızlığı (akıl dışılığı) ispatlanmıştır. Ve böylece de, tüm insanlığa şâmil bir -tanrısal- mit düşünülemiyeceği anlaşılmıştır... Kaldı ki, “sıradışı varlık” kavramı, fizîkî bakış açısından “değişmez varlık” anlamına gelmekle de, imkânsızlığını bir daha ortaya koymaktadır; “farz-ı muhâl” gibilerinden bir kabulde dahî, “yokluk”la “varlık” arasındaki farkı (zıddiyeti) belirsiz kıldığı için... Ama buna rağmen Anadolu'da, Yavuz Sultan Selim'den yâdigâr, öyle bir olgu kalmıştır ki, O'nun sâfiyetini ve, bizim üstümüze (hatta tüm insanlığın üstüne) velî olduğunu -âdeta- ispatlar niteliktedir. Anadolu'daki birliğin çimentosu (veya temel taşı) olan bu olgu, Heterodoks din anlayışıyla ortaya çıkmış bulunan, ve de adına -genel olarak- Alevi denilen halktır... Bu halkı, Anadolu'da “tarikat” sistematiği olarak şekillenmiş, Dânişmendiye ismindeki ilk Türk sivilizasyonunun, kırsal kesimdeki izdüşümü ve bakiyyesi diye nitelendirmek de mümkündür. Zira Kavlîyûn, Şurbîyûn ve Seyfîyûn kollarıyla birlikte, ilk defa Dânişmendiye'de yeşeren “Türk Tarikat Sistematiği”, 13.Yüzyıl başlarında, Selçuklu Sultanlığı'na kafa tutacak -hatta onu yıkabilecek- güce ulaşmış, ancak ne var ki, Selçuklu'ların Ortadoğu'daki Haçlılar'dan destek (paralı asker) almasıyla yenilgiye uğramışlardır. Ki, sultânî kayıt ve kaynaklarda bu olay, Seyfîyân komutanları Baba İshak ve Baba İlyas'a atfen Babai İsyanları olarak geçmektedir... Selçukluların, “Kösedağ-1243” yenilgisinden sonra başlayan Moğol istilâsı sırasında aynı halk ve sistematik (tarikat), büyük bir direniş göstermiştir. Ama bu sefer, Sefîyân'ın başında, -Selçuklu ordusuna ve Frank şövalyelerine karşı Babâiler safında çarpışmış bulunan- Hacı Bekdaş da vardır... Bu savaşlar sebebiyle, şehirlerdeki -amatör- Seyfîyân grupları, Seğmen adlı daimi birliklere dönüşmüşlerdir; ki bu birlikler de sonradan Osmanlı'ya, Yeniçeri Ocağı için örnek veya ilham kaynağı olmuştur... Kaldı ki, Dânişmendiye kökenli “Tarikat Medeniyeti”nin, -Seçuklulara alternatif oluşturmak üzere- Osmanlılara, en başından beri her bakımdan teşvikçi ve müzâhir olduğunu da bilmekteyiz... Meselâ, İstanbul'un fethini müteakip, Ayasofya'nın ilk imamlarından olan Hüsam Bey de, sultanların ve yeniçerilerin imamı Mevlâna Bekdaş Efendi de, Istanbul'un îmârı için -inşaat sektöründe- ilk büyük sanayi kompleksini kurmuş bulunan Kiremitçi Ahmet Çelebi de, o yörelerden gelmiş atalarımdır. Ve de, İmâm-ı Sultan Mevlâna Bekdaş Efendi'nin Istanbul'da (1534 yılında) tertip ettiği vakfiyesinde, Tokat'tan 34 dükkân ile, Sivas'tan bir köyün yarısını da vakfettiği görülmektedir...


Anadolu Vahdetinin Heterodoks Esâsı:

     XI.Yüzyılın başlarından itibâren, Kuzeydoğu Anadolu'nun iç kesimlerine yerleşmeye başlayan Türkleri temizlemek (kovmak) üzere tertip edilip harekete geçen Doğu Roma İmparatorluk Ordusu, Alparslan tarafından “Malazgirt-1071”de imhâ edilince, bu yerleşimler, “Tarikat” teşkilatlanması ile hızla şehirleştiler; ve/veya şehirlere nüfûz ettiler. Öyle ki, meselâ -ünlü bir Seyfîyân komutanı- Dânişment Gazi'nin ismine atfen Dânişmendiye diye anılmaya başlayan bu sivilizasyonun, 1099'daki ilk Haçlı Seferi'ne karşı direnen I.Kılıçarslan'ın emrine, büyük bir lojistik destekle birlikte, 20-25 bin kadar muhârip suvâri de verdiğini biliyoruz. Ama ondan sonra, Konya'da saltanat kurup, Bağdat Selçukluları ile akrabalık iddiası güderek Sünnileşen bu Türkmen aşiretinin istilâsına uğradığını da... Onun içindir ki, 13.Yüzyılın başlarındaki “Babâi” ayaklanmalarını, bu istilâya baş kaldırma olarak anlamak lâzımdır. Nitekim “Kösedağ-1243”ten sonraki Moğol istilâsına karşı da, aynı şekilde direniş göstermişlerdir Dânişmendiye halkları... Bir oligarşik yönetim veya saltanat sultası altına girmeyi kabullenemiyen, bu halkların özgürlükçülüğü, Tarikat sistematiğinin, insan (birey) seçilimi esâsına dayanmasından kaynaklanmaktadır; oligarşilerin güdüm (çoban-besici-kapitalist) sistemlerinin aksine... Mesela Ermenilerin, bugün dahî kullandıkları soy adlarının, -genellikle- aristokratik değil de, Tarikat'ın Şurbîyân kolu (yani Ahîlik) kökenli olması, bu husustaki çok çarpıcı bir delildir; Ekmekçiyân, Bakırcıyân, Zilciyân, Deveciyân vs. gibilerinden... Üstelik, aynı Tarikat sistematiği, Zaza denilen Pers kökenli halkı da, “kast”î yapısından kopararak, hatta istilâcı Moğolları bile askeri hiyerarşilerinden kurtararak -Karatatar adıyla- sivilizasyona entegre etmiştir. Kaldı ki pek çok -mühtedî- Rumun da, aynı sivilizasyona katılmış olduğunu, Tarikat'ın Kavlîyûn kolunda kullanılan “efendi” lâkabının veya ünvânının Rumca kökenli olmasından çıkarabilmekteyiz... Aslında Tarikat, bir şehirleşme veya medeniyet sistematiğidir; ama bunun kırsal kesime yansıması (izdüşümü) ise, Heterodoks din anlayışını doğurur; doğurmuştur. Zira, hem Tarikat'ın farklı kollarından nasihatçiler veya telkinciler gitmiştir muhtelif yörelere, hem de bu şahıslar, gittikleri cemaatlerin geleneklerine uygun öğreti ve ritüeller geliştirmişlerdir; ki bu yüzden de.-sonradan- geleneksel usûllerle seçilen cemaat liderleri arasında hiçbir zaman, entegrasyona varacak bir uzlaşma sağlanamamıştır. Zaten bu sağlanabilse, -bir şekilde- itaat disiplini de teessüs etmiş ve ortodokslaşılmış (veya sünnileşilmiş) olunacaktır... Ama bununla birlikte, Dânişmendiye merkezli tüm Tarikat teritoryasında, bir “saltanat sultası” kabul edilmediği, ve itaat disiplinine boyun eğilmediği içindir ki, Ortodoks veya Mitolojik din anlayışı yerleşememiş, dolayısile de insanlar, Panteist Zon'dan gelen -ritmik- ritüelleri ve sembolizmi unutup, bir “Allahbaba” mitine tapınmaya alışamamışlardır. Veya başka bir deyişle, insanlar beyinlerine -muhayyel de olsa- bir mutlak iktidar sâhibinin, yani bir “Allah” mitinin damgasını vurdurmamışlar, ve tanrısallığı, “Hakka gidiş” denilen tekâmül veya yükseliş halleri (süreci) olarak içlerinde hissetmişlerdir; veya hissetmeye çalışmışlardır. Ki bu da onlara, insanların, bir güç merkezine itaat etme ve yaranma derecelerine göre değil, -meleke sıhhatinin ölçümü anlamındaki- inisiyasyon (veya zâviye) seçilimine göre sıralanmaları gereğini öğretmiştir... O halde demek ki, bu halkların ortak karakteristik özelliği, “Allahbaba” mitine ve “Kâbe” putuna tapınmamaları, yani tarihî devirlerin mitolojik din anlayışından âri olmalarıdır. Zira bilinmektedir ki Kâbe, Mekke şehrinin panteonudur; yani bütün şehir tanrılarının toplandığı mekândır. Ve bunun eski Mısır dilindeki -Koptça- adı da, Paut (yani put)'tur. İslâmiyetten sonra bu mekânın, sâdece tek bir -muhayyel- Allah mitinin ikâmetine tahsis edildiği iddiası veya varsayımı, onun Paut (put) karakterini değiştirmez. Çünki Allah mitinin, hiçbir tartışmaya mahal bırakmayacak kadar net bir tanımı mümkün olmadığından, ona (Kâbe'ye) doğru tapınan (veya ibâdet eden) herkes, aslında kendi “tanrı” mitini tahayyül etmektedir; aynı mekânın içinde... Dolayısile insanlara, lâfzen, aynı Allah mitine inandıklarını (tapındıklarını) söyletmek için de, daima -itaat disiplini sağlayabilecek- bir çobana (çoğu zaman da bir zorbaya) ihtiyaç duyulmaktadır... Diğer yandan, Dânişmendiye orijinli “tarikat” bölgelerinde, mitolojik din tefrikasından başka, dil ve ırk farklılıkları da önemini yitirmiştir. Çünki, Tarikat'ın şehirlerdeki “inisiyasyon (zâviye)” seçilim usûlleri ile, köylerdeki -panteizm orijinli- ritmik âyinler, dil ve ırk ayrımlarının ortaya çıkışından çok öncelerine indekslidir. Dolayısile de, hem seçilime uğrayan inisiye (ermiş) kişiler, ırk ve dillerden bağımsız düşünebilmekte, hem de ritmik âyinler -kırsal kesimdeki- insanlar arasında, dil ve ırk âidiyetlerinin üzerinde bir aynîleşme veya rûhî birlik (ritmik rezonans) sağlamaktadır. Ki böylece de Tarikat'ta, “düşünce” plâtformunda, Tanrı kavramının mitleştirilmesini önlemek üzere eleştirel mücadele (muhalefet) sürdürmek, “davranış” bazında da Tanrı'yı, ritmik rezonansın yarattığı birlik duygusu (ve Hakk Yolu) olarak -bâtında- anlamaya çalışmak şeklinde gösterilen ceht, paradoks ve antagonizmalardan ârî, gerçekçi bir “Tevhid” anlayışını ortaya koymaktadır... İşte bu, yaklaşık 4 asır süren toplumsal yapı, 15.Yüzyılın sonlarına doğru (II.Bayezid zamanında), Safevî adıyla ve “tarikat” iddiasıyla büyük bir askeri güç oluşturan -kurnaz- Oğuz boylarının tasallutuna mâruz kalmıştır. Azerbaycan'dan çıkan bu oluşumun liderleri, hem kendilerini Peygamber soyuna bağlıyorlar, hem de -Batı'daki- savaşçı Toros Türkmenleri (mesela Tekelioğulları) arasında, yaptıkları propagandayla itibar kazanıp câzibe merkezi hâline geliyorlardı. Ki bu yüzden, 16.Yüzyılın bidâyetinde, Seyit Şah İsmail'in başa geçmesiyle, Dânişmendiye Tarikat Sivilizasyonu hem Doğudan, hem de Batıdan -köylerinden, kırlarından- kuşatılmış bir duruma düşüyordu. Fakat bununla birlikte, Dânişmendiye Tarikat Medeniyeti de artık korumasız değildi; -fethedilmiş- Konstantiniyye'de, ve Devlet-i Âl-i Osman'ın içinde güçlü ve itibarlı temsilcileri vardı. Bir defa, Dânişmendiye Gâzisi Hacı Bekdaş Veli'yi “pîr” sayan güçlü bir ordu (Ocağ-ı Bekdaşiyân = Yeniçeriler), ve bu orduya birinci nefer olarak kaydını yaptırmış bir Sultan (I.Selim) vardı... Ayrıca O'nun, Saray'a, Surre Alayı'na (dolayısile Yeniçerilere) imam, biricik oğlu Süleyman'a da hoca tâyin ettiği -büyük dedem- Mevlâna Bekdaş Efendi vardı... Bu büyük adamlar, Seyit(!) Şah İsmail'in en sonunda, bu -Heterodoks- halkları Şia kilisesine (veya ortodoksi'sine) bağlayacağını gördükleri içindir ki, nasihatçı Balım Sultan'ın telkinleri, İmâm-ı Sultan Mevlana Bekdaş Efendi'nin irşatları, ve de Yavuz Sultan Selim'in demir yumruğu ile, “Çaldıran-1514”te bu meseleyi kesin çözüme ulaştırdılar. Ki bu şekilde de, Alparslan'ın 1071'de, Batıdan gelen “Hristiyan Ortodoks” ordusundan kurtardığı bu “medenî halk”, 1514'te de -ikinci defa- Yavuz Sultan Selim tarafından “Şii Ortodoks” ordusundan kurtarılmış oldu. Zira, Yavuz Sultan Selim olmasaydı, Anadolu'da, “Allahbaba” mitine, “Kâbe” putuna tapınmayan hiçbir halk kalmayacak, ve dolayısile de, bugünki Türklüğün, -tarih öncesine indeksli- tarihsel bağlantıları ve sürekliliği söz konusu olamayacağı gibi, istikbâli de olmayacaktı... Bugün -genel olarak- Alevi denilen bu halkların içinde, Yavuz aleyhine yayılan söylenti ve kötülemeler, “Şii-İran” kilisesinin (veya ortodoksi'sinin) çıkardığı fitneden başka bir şey değildir... Bu fitneyi desteklemek üzere öne sürülen Ebusuud faktörü ise, ancak bir “anakronizm” örneği olabilir. Zira, babası Yavuz'dan ve hocası Bekdaş Efendi'den sonra Kânûnî'nin, acaip bir şekilde yoldan çıkarak, -Tarikat Sistematiği'nin belini kıran- Kapitülâsyonları gâvurlara nasıl verdiğini, ve de Ebusuud Efendi vâsıtasıyla niye bir “Hanefi-Osmanlı” kilisesi kurmaya başladığını, henüz bilen yoktur. Çünki 1826'dan sonra, Türk Tarikat Medeniyeti'nin bütün izlerini ve kayıtlarını resmen silmeye, kazımaya çalışmıştır, yoz Osmanlı ve “Hanefi-Osmanlı” kilisesi; 16.Yüzyıl başlarında, Istanbul'un 1/3'ünü îmâr ve vakfetmiş olan Dânişmendiye kökenli ecdâdımın esâmîsi ile beraber...


Osmanlı İhâneti ve Atatürk'ün Kurtarma ve Düzeltme Çabaları:

     Kânûnî'nin, Batı'nın “korsan-tüccar”larına verdiği ticarî imtiyazlar (Kapitülâsyonlar), aslında transatlantik yağmalar sonucunda Avrupa'da birikmiş altın-gümüş rezervlerine işlevlik ve meşrûiyyet kazandırmak, yani bir anlamda onların “kara-servet”lerini aklaştıracak bir rejimin (Kapitalizmin) önünü açmak anlamını taşıyordu. Zira alım gücü yüksek bir büyük pazar (Osm. İmp.) ve -imtiyazlı alıcılar tarafından- ucuzlatılmış ham madde (tiftik, yün vs.) bulamadığı taktirde, Batı'nın sanayileşmesi, yani yeni icatlarla yeni üretim süreçleri yaratması çok güç, ve belki de imkânsız olacaktı. Ki bu da, aynı zamanda, bizim anti-kapitalist karakterdeki Tarikat Düzeni'mizin belini kırmak demekti... İşte bu ekonomik düzenlemenin (!) fikrî “üst-yapı”sı için de, Ebusuud nâm zât, tevhidci fikir ve eğilimlere (yani Tarikat'a) şiddetle karşı çıkıp -körü körüne itaatkâr nesiller yetiştirmek amacıyla- bir “Hanefî-Osmanlı” kilisesinin tesisine başlıyordu... Aynı sıralarda Kânûnî, bir taraftan da, Hristiyanlığı kapitalizmin lehine yorumlayarak, zenginleri tanrısal seçkin gösterip, köylüleri de işçileştirmeye çalışan Protestan ayaklanmalarını destekliyordu; mesela, Papalığın en güçlü -askerî- destekçisi olan Macaristan'ı işgal ederek... Halbuki bu uygulamalar, babası Yavuz'un ve büyük dedesi Fatih'in stratejisine tamamen ters politikalardı... O zamanlarda -bugünki ABD gibi- küresel bir “finans-kapital” merkezi (veya mihrâkı) olsaydı, ve de Osmanlı'nın başına bir ajanını oturtmaya çalışsaydı, herhalde Kânûnî Sultan Süleyman'dan daha iyisini bulamazdı. Ki nitekim bütün Batı, bugün bile kendisini hâlâ “muhteşem” lâkâbıyla anıyor; ve de Amerikan meclisinin duvarına freskini konduruyor, büyük bir kadirşinaslıkla... Ve üstelik de, Türkiye'nin yönetimine -yine- Kânûnî hayrânı yobazları getiriyor (getirebiliyor) kuklaları olarak... Halbuki aynı Batı'nın, Yavuz Sultan Selim'den hiç hoşlanmadığını, hatta kendisinden Anadolu Arslanı diye söz ederek tir tir titrediğini, ve de vefatı duyulduğunda bayram ettiğini gâyet iyi biliyoruz; ve o günlerde de biliniyordu... Ama tabii ki Kânûnî, bir casus veya -bilinçli- hain değildi. Zira -babasından kalan- büyük bir servetin başına oturan vasat zekâlı herkes, para gücüyle istediği gibi kullanabileceği (güdebileceği) yalakalardan ve itaatkâr topluluklardan başka bir şey istemezdi; kapitalizme aklı ermese bile, hiç olmazsa iflâs edene kadar... Nitekim Kânûnî de öyle yaptı; ve de “mirasyedi sultan”lık nasıl yapılırmış, onu gösterdi ve öğretti ardıllarına... İşte Kânûnî ile başlayan bu süreç dâhilinde, Türk Tarikat Sistematiği de bozula bozula, 19.Asra kadar geldi. Ve 1826'da, merkezî Seyfîyân olan Ocağ-ı Bekdaşiyân'ın (yani Yeniçerilerin) -dış güçlerin yardımıyla- imhâ edilmesinden sonra da, üzerine “Bekdaşi Tarikatı” yaftası asılarak âdeta îdam edildi; yani resmen yasaklandı. Ve böylece, memleketin esas dokusu (veya çekirdeği) olan Anadolu Türk Tarikat Medeniyeti de -en azından- meflûç hâle getirildi; ki Ermeni ve Kürt isyanları da ondan sonra başladı...


     19.Yüzyılın sonlarına doğru “Hanefi-Osmanlı” Kilisesi, geleneksel “Şâfî-Kürt” Kilisesiyle anlaşarak, Kürtleri inzibâtî işlerde istihdam etmeye başladı; gerek Anadolu'nun kırsal kesimlerinde özel alaylar (meselâ Hamidiye Alayları) olarak, gerekse Istanbul'da bekçi ve zaptiye olarak... Onun için, 1915'lere gelindiğinde, meşhur “Ermeni Kıyımı”nı da, “Hanefî-Osmanlı” kilisesi ile “Şâfî-Kürt” kilisesinin ittifâkı gerçekleştirdi diyebiliriz. Yoksa bu günâhı, Istanbul küçükburjuvalarının (paşa ve beyzâdelerin), Fransa'lardan özenerek -fikir jimnastiği olarak- ürettikleri, “Türk Milliyetçiliği”nin üzerine yıkmak, çok yanlış ve haksızlık olur... Türk Milliyetçiliği ancak, 1917 ihtilâliyle birlikte maddi bir güç hâline gelmiş, ve Mustafa Kemal de bunu, Dânişmendiye bölgesini baz alarak yaptığı “anti-emperyalist ayaklanma” çalışmalarında, gâyet güzel ve yerinde kullanmıştır... Atatürk zamanının en talihsiz ve hazin olayı, Dersim Harekâtı'dır; ve de Yavuz Sultan Selim stratejisinin bir devamıdır aslında... Çünki, “tarikat” sistematiğinin yozlaşmasıyla başıboş kalan Zaza'lar, kastî kökenlerinin “sevk-i tabii”sine kapılarak yeniden -Şah İsmail özentisi- Seyyit'ler çıkarmıştır aralarından... Ama Atatürk'te de -Yavuz gibi-, böyle bir oluşumun nihâyette, “Şii-İran” kilisesine iltihakla sonuçlanacağını çıkarabilecek kadar iz'an ve öngörü sâhibiydi... Ancak şu da var ki, Atatürk “Dersim Harekâtı”nı bir kilise dinciliği adına yapmamasına rağmen, sonuçta kurmuş olduğu Diyanet İşleri Başkanlığı kurumunun, “Hanefi-Osmanlı” kilisesine dönüşmesiyle, bir haksızlığa açık kapı bırakmış olduğu ortaya çıktı. Fakat O, o zamanlarda lâikliğin bizde sökmeyeceğini, mutlaka dinleri aşacak (by-pass edecek) bir yol bulunması gerektiğini hissetse bile bir şey yapamazdı; bilgilerin ve zamanın elverişsizliği yüzünden... Onun içindir ki şimdilerde, onun aralık bıraktığı bu kapıdan, “emperyalizm” yılanı sızmakta; “Hanefi-Osmanlı” kilisesi ile “Şâfî-Kürt” kilisesine kurdurduğu ittifâkı taşeron olarak kullanmak sûretiyle... Ve de ilk hedef olarak, Türkiye'nin kalbi, veya çelik çekirdeği olan 20-25 milyonluk, Dânişmendiye Uygarlığı'nın bakiyyesi, Sultan Alparslan ile Yavuz Sultan Selim'in yâdigârı kitleyi (Anadolu Alevilerini) likide etmeye çalışıyor; İsrail'in de stratejik politikalarına uygun olarak... Çünki, bir “Allahbaba” mitine -ve Kâbe putuna- tapınmayan, yani kafalarında (beyinlerinde) bir itaat sembolünün damgasını taşımayan insanlardan müteşekkil bu 20-25 milyonluk kitle, sâdece Türkiye'deki lâiklik uygulamasının teminâtı değil, aynı zamanda insanlığı “tarih öncesi”nden, “tarih sonrası”na bağlayan (bağlayacak olan) emsalsiz bir köprüdür... Evet!.. Türkiye'de, kânûnî düzenlemeyle getirilen lâikliğin hayata geçmesi, kendilerini “dinine bağlı, lâik Atatürkçü” diye tanımlayan “uçuk-kaçık” küçükburjuvalarla değil, günlük hayatta -kendilerini koruma sâikiyle de olsa- din ve “Allah” miti hakkında yaptıkları, türlü espri ve şakalarla yobazları yumuşatıp frenleyen, bu insanlar sâyesinde gerçekleşmiştir; gerçekleştiği kadar... Ama bu 20-25 milyonluk kitle, mitolojik din anlayışını kabul etmemiş ve itaat disiplinine alışmamış olmakla, kapitalizmi kolayca aşabilecek, Dünya'daki en büyük “potansiyel güç”ü de temsil etmektedir aynı zamanda...


Anadolu Dil, Tarih, Coğrafya Birliğinin Kaynağı ve Teminatı:

     1071'de Alparslan tarafından Doğu Roma Kilisesi'ne (Ortodoksi'sine), 1514'te Yavuz tarafından “Şii-İran” kilisesi veya ortodoksisine karşı, 20.Yüztılın başlarında da Atatürk tarafından, hem emperyalistlerin -Yunan ve Ermeni- kuklalarına, hem de “Şii-İran” kilisesinin potansiyel ajanlarına karşı silahlı mukavemet ile korunan Anadolu heterodoksisi, bundan böyle artık, sâdece kendini değil, aynı zamanda Türkiye'yi ve hatta tüm insanlığı da korumak durumundadır; küresel kapitalizme karşı... Çünki Türk Tarikat Sistematiği'nin Kavlîyûn kolu, bütün dinsel referansları ve terminolojiyi aşarak -İnsan (Emek) Bilimi ile- bilimsel fikir plâtformuna nasıl ulaştıysa, aynı “tarikat”ın kırsal kesimdeki izdüşümü olan “heterodoks din anlayışı” da, istihsal edilen bilimsel fikirlerin “tatbikat” tekniklerine dönüşecektir; dönüşmelidir... Ama herşeyden önce yapılması gereken iş, hem “Şii-İran”, hem de “Hanefi-Osmanlı” kiliseleri tarafından, bu heterodoks halkların içine sokuşturulup, onlara bir “galat-ı meşhur” olarak benimsetilen fitneleri izale etmektir... Bir defa, Yavuz Sultan Selim, bu heterodoks halkların celladı değil bânîsidir... Sonra da, “mum söndü” iftirâsı, “Hanefi-Osmanlı” kilisesinin, bu halkları tek bir “alevi” kilisesinde toplamak -ve yutmak- üzere kurguladığı bir şantajdır aslında... Zira Heterodoksi, Tarikat'ın (yani Yollar'ın), halklar ve/veya cemaatler üzerindeki izdüşümü olmakla, çok renklilik ve çok yolluluk demektir; ki yaratıcılığı da oradan gelir... Bunlar, tek bir kilise çatısı altında toparlandığında, veya tek bir -ortodoks- yola kanalize edildiğinde, tek bir itaat disiplininde birleşmekle, mitperest, putperest olur çıkarlar son tahlilde... Onun için, Heterodoks halkları, tek bir “alevi” kilisesi şeklinde birleştirmek, ve de Diyânet İşleri Başkanlığı bünyesi içinde oluşturulacak bir daireye bağlamak hevesinde olanlar, aslında “Hanefi-Osmanlı” kilisesinin -habîs- emellerine hizmet etmektedirler. Onlar, Diyânet'te temsil edilmenin, demokratik bir mazhâriyet veya kazanım olacağını sanıyorlarsa, bunu test etmek için o kadar ileri gitmeye gerek yoktur; “bizler, mit'e put'a tapınmayız!” şeklindeki bir sloganı dillendirsinler, yâni önce söz hürriyetini denesinler yeter... Görelim bakalım, “din” konusunda, söz hürriyetini bile tanıyorlar mı bu yobazlar?!... Kaldı ki, böyle bir slogana bugün, “Hanefi-Osmanlı”, “Şâfî-Kürt”, “Ortodoks-Rum”, “Katolik-Ermeni” vs. kiliselerinin mensûbu (veya yobazı) olmayan, her akıl ve ilim sâhibi aydın da imzasını atar; atacaktır... Hem zâten, cem evlerine ibâdethane (tapınak) statüsü kazandırmaya çalışmak da, başlı başına bir aymazlık ve şaşkınlıktır. Çünki, tarih öncesinden (Panteizm'den) gelen ritüeller ve muhtelif pratikler, -Uzakdoğu'da açıkça gördüğümüz gibi- bugünki bilgi birikiminin ışığında, grupsal veya bireysel terapi usûlleri olarak güncellenmektedir. O halde cem evleri de, grup terapisi, meditasyon ve inisiyasyon merkezleri şeklinde yenilenebilir; ve yenilenmelidir; ki böylece, alevi gurupların da (heterodoksinin de), ancak bilimsel plâtformda “tevhid”i gerçekleştirebilecekleri gösterilmelidir... İşte o zaman gerçek ortaya çıkacak ve görülecektir ki, alevileri camiye tapınmaya, ve “dogma muhabbeti”ne çağıran kilise dincileri de, tedâvi ve huzur bulmak için cem evlerine koşacaklar, ve böylece de insanlığın “bilimsel tevhid”ine katkı yapmış olacaklardır... Üstelik, cem evlerinde Tarikat Sistematiği'nin “inisiyasyon=adam ayıklama” sistemi olan “zâviye” de, güncellenerek -bilimsel bir şekilde- ihyâ edileceğinden, bu sûretle her türlü tapınmacılığın da, kapitalizmin de “köküne kibrit suyu” ekilmiş olacaktır. Ki böylece de biz, Kânûnî'den itibâren, “kapitalizm” adı altında bir “dolap düzeni” kuran Atlantik korsanlarına kaptırdığımız “insanlığın inisiyatörlüğü” rolünü yeniden üstlenmiş olacağız... Yâni son tahlilde Türkiye'de, ülke bütünlüğünün tarihî harcı durumunda bulunan, mit'e put'a tapınmayan, ve de sâdece “aynı kültür zemînini paylaşmak” anlamında “müslümanım” diyen 20-25 milyon insan vardır; ki bu çapta, böyle bir -özgürlükçü- kitle Dünya'daki hiçbir memlekette yoktur. Böyle bir mevcûdât, bir toplumun hayatiyeti için çok önemlidir; zira, tapınmacı yobazların kafalarına kazınmış olan mitleri, putları silerek, onların serbestçe düşünebilmelerini sağlamak, bir kuşakta olacak iş değildir...


Tarih Öncesi'ni Bilince Çıkaramayan Batı Uygarlığı'nın Sonu...

     Batı Uygarlığı aslında, Avrupa kökenli korsan kâşifler ile Hristiyan keşişlerin (manastırcıların), ve de bunların yönlendirmesi ve disipliniyle türeyen mûcitlerin mârifetiyle kurulmuştur. Yâni başka bir deyişle, korsan kâşifler Amerika kıtasının yerli uygarlıklarının servetlerini yağmalamasalar, Afrika'nın “panteist” aşamadaki yerlilerini köle yapmasalar, ve de Doğu'nun -Osmanlı dâhil- “tarihî medeniyetler yorgunu” ülkeleriyle imtiyazlı ticârî ilişkiler kuramasalardı, Batı Uygarlığı diye bir şey olamazdı... Korsan kâşifler, tabii ki seçkin (inisiye) insanlardı; ve bu seçkinlikleri de, rüzgârların, dalgaların yarattığı çalkantı hâlinde -bile- dik durarak rota tutabilmelerini sağlayan, sayma (ritm) ve sıralama melekelerinin gücünden kaynaklanıyordu. Ama onlar, -tarih öncesinden veya “panteist zon”dan bîhaber olduklarından- böyle bir “inisiyasyon” sınavından geçerek seçkin (inisiye) olduklarını bilmiyorlar, ve de seçkinliklerini (başarılarını), Hristiyan tanrısının tercihi olarak yorumlayıp, diğer insanları Tanrının lânetlileri (hatta hayvan) gibi görerek, onlara karşı acımasız “sâhip”lik yapıyorlardı... Diğer yandan “keşiş” olmak da, aslında, türlü mahrûmiyetlere ve zor durumlara katlanarak (katlanabilerek) “inisiye” olmak anlamındaydı; orijini itibâriyle... Onun içindir ki, temayüz eden keşişler, genellikle yaratıcı ve mûcit kişilikler geliştiriyorlar, ve dolayısile de melekeleri güçlü olan diğer insanlara, olumlu örnek teşkil ediyorlardı; ki böylece de ortaya “mûcitlik” diye başlıbaşına bir uğraş -hatta meslek- çıkıyordu... Ama bununla birlikte, keşişler dahî, kazandıkları mahâret ve ayrıcalıkların bedelini ödediklerini -yaşayarak- bilmelerine rağmen, kilise öğretisinin baskısı altında, “insanların bütün ayrıcalıklarının Hristiyan tanrısı tarafından onlara bahşedildiği” yolundaki dogmayı tekrarlayıp, Hristiyan olmayanlara kem gözle bakıyorlardı... Demek ki, Kapitalist Batı Medeniyeti'nin kuruluş aşamasındaki -“keşif” ve “icat” gibi- yaratıcılıklar, bir “tanrı” mitine atfen yapılıyor olsa da, aslında melekelerinin gücü, “günlük yaşam tarzı” itibâriyle sınanan inisiye insanlar (kâşif ve mûcitler) tarafından gerçekleştiriliyordu. Ve üstelik de, herkese açıktı; kâşif ve mûcit olmanın yolları... Dolayısile servet talanı ve emek sömürüsü sözkonusu olsa da, bu değerlerin karşılığı olarak yaratıcılıklar da yapılıyordu. Ki bu yapılmasa, gaspedilen altınlar, gümüşler vs. takı veya süs eşyası, esir alınan köleler de, sâdece şehvet aracı, gladyatör veya “kebap” olarak (yani yamyamlık şeklinde) değerlendirilebilirdi (!) ancak... Ama ne zaman ki, mal birikimi ve stok marketler büyüyüp de, ortaya mal sahipliği (kapitalistlik) diye bir meslek çıkardı, işte bütün kötülükler de ondan sonra başladı. Çünki bir defa, hiçbir anlamda ve şekilde inisiye olmayan, ve de -hayvanlar gibi- hile ve kurnazlıktan başka bir şey bilmeyen bu insanlar, dînî reformasyon (daha doğrusu dînî irtica) hareketleri sonunda türeyen protestan kiliseleri tarafından, “tanrının seçkin kulları” ilân edilerek kutsandı... Sonra da keşişlik, anlam ve işlevini yitirerek, inisiyasyon eğitimi ve sınavı olmaktan çıktı; ve manastırlar da fil mezarlığına (veya huzurevi'ne) dönüştü... Ve bunlarla birlikte, buharlı (konforlu) gemilerin icâdıyla da denizcilik, “inisiyasyon” seçilimi olmaktan çıktı... Hem zâten, mal sahipleri (kapitalistler) aynı zamanda, muayyen konular üzerinde yoğunlaşarak, bu konularda gelen siparişler için çalışıp kafa yoran -at gözlüklü- uzman bilimcilerini de yarattılar. Ki işte ondan sonra da insanlık, inisiyatör olmayan mal sahiplerinin (kapitalistlerin) inisiyatifine, yani güdümüne girerek, -dinlerin meşum dogması- Kıyâmet'e doğru sürüklenmeye başladı... Ve böylece de Dünya, “ne kadar az yem veririm de, ne kadar çok verim alırım” diye -insanlar üzerinde- hesap yapan besicilerin çiftliğine döndü; önceleri... Ama daha sonraları, üretim ve komünikasyon araçları gelişip de, insaların “iş” emeği, yerini robot ve bilgisayarlara terk etmeye başlayınca, serbest kâşifler, mûcitler devrinde kölelere revâ görülmeyen, insandan “seks aracı” ve “gladyatör” yapma usûlleri tüm insanlığa teşmil edildi. Yâni insanlar -mal- tüketsinler diye sekse ve oburluğa teşvik edilip, seksomanyak ve obez hallere sürüklenerek çoğaltıldıktan sonra, kronik krizlerde uydurulan güncel bahanelerle, ellerine silâh verilip, birbirlerini öldürmeleri, ve bu arada da, âtıl kalan (sürümü olmayan) malları ve silâhları imhâ etmeleri sağlandı... Demek ki Batılı zihniyeti, tarih öncesinin (Panteist Zon'un), -sayma(ritm), sıralama melekelerinden mütevellid- insânî oluşum sürecinden bîhaber olarak, bilinçsizce yarattığı medeniyetini, son aşamada, “bir Tanrı miti ile, O'nun seçkin kulları olan Mal Sahibi veya Kapitalistlere itaat sâyesinde gerçekleştiği” şeklinde yorumlayınca, insanlığı büyük bir çıkmazın (antagonizmanın) içine sokmuştur; son tahlilde... Bu zihniyetin yarattığı, borçlana borçlana yiyip, içip seks yapan, ve de adına “tüketici” denilen dejenere insan tipi, aynı zamanda bir “kurtarıcı” arayışı içinde bulunmakta, üstelik böyle bir kurtarıcının (peygamberin) veya kurtuluş yolunun (kilisenin), mal sahiplerininkiyle (kapitalistlerinkiyle) aynı olmaması gerektiğini de düşünebilmektedirler. Ama ne var ki, devrimsel dönüşümlerde “tanrı” kavramının kökten değişmesi gerektiğini idrâk edememektedirler. Ve onun için de, -özellikle ABD'de- pıtırak gibi yeni yeni kiliseler ve nevzuhûr peygamberler ortaya çıkmaktadır; ki bu peygamberlerden bazıları, insanları, kurtuluşun ölümde (veya Öbürdünya'da) olduğu yolundaki bir fikre inandırarak, onları, toplu intihârlara bile sürükleyebilmektedir... Zira onlar, aslında “tanrı” mitinin ve “itaat” disiplininin aşılması, ve bunun için de “tapınma” eylemi değil, “inisiyasyon” seçilimi yapılması gerektiğini düşünememektedirler. Onun içindir ki birileri çıkıp, beyinleri yıkanmış ve serseme döndürülmüş Amerikan halklarına, “mit'e put'a tapınılarak, kurtuluşa varılamaz!” demesi lâzımdır. Böyle bir mesajın, tarihî kökleri olan bir halktan (Anadolu Alevilerinden) gelmesi, tabii ki en tesirlisi olacaktır. Kaldı ki böyle bir mesaj, kendi çıkarları için “Hanefi-Osmanlı” ve “Şâfî-Kürt” kiliselerini kullanarak, Anadolu Alevileri için ölümcül tehdit yaratan Amerika Birleşik Devletleri'nin kaşalot (Judeo-Puriten-Evangelist kiliseler ittifâkına mensup) yöneticilerine de, en uygun ve müessir bir cevap olacaktır... O halde, Anadolu Alevileri, tarihî duruşlarını, insanlığın selâmeti için yüksek sesle dillendirmelidirler artık... “Biz mit'e put'a tapınmayız; tapınanlara da iyi gözle bakmayız!.” diyerekten... Böyle bir tavır muhakkak ki, Amerikalı halklar içinde, ABD yönetimine karşı ciddi bir muhâlefetin oluşmasına da yol açacaktır. Çünki, aksi taktirde, zengin babası bir “tanrı” mitine tapınan, “Judeo-Puriten-Evangelist” kiliseler ittifakı'na mensup ABD yöneticilerinin, önümüzdeki süreçte, “kapitalizm” ideolojisine göre programlanmış “karar verebilen elektronik beyin”leri de devreye sokmakla, bir “Frankeştayn Mahlûku” yaratacaklarını artık anlayabileceklerdir. Zira ABD yönetiminin ve kapitalistlerinin yaptıracakları “kararlı elektronik beyin”in prototipi, onların kafalarındaki “zanginsever tanrı” mitidir aslında... Onun için de, böyle “yapay beyin”lerin, veya “yapay tanrı”ların hâkim olacağı bir cemiyette, para kazanma amacı ve potansiyeli taşımayan her türlü fikir ve proje kaale alınmayacak demektir. Ki bu durum da, insanlığın, “panteist zon” orijinine endeksli gelişim imkânlarını ve dinamiklerini, hayvânî bir zihniyetin emrine veya keyfine bırakmak, ve dolayısile de Kıyamet (yokoluş) anlamına gelecektir. Onun için artık birileri ve/veya bir “beyni yıkanmamış halk” çıkıp, ilk insanların insanlaşırken yaptıkları -ve vahşi hayvanların da, anlam veremeyerek pasifleştikleri- ritmik hareketlerin (âyinlerin), bugünki fikir plâtformuna yansıyan karşılığını, yani “ADAM -OLACAK- OLANLAR, MİT'E DE, PUT'A DA TAPINMAZLAR!” sloganını dillendirmelidirler. Bu taktirde görülecektir ki, kapitalist ve dinci zihniyetteki bütün insanlar, fikren paralize olacaklardır; zira böyle bir önerme (propozisyon), onların -zihnî- havsalasına sığmayacaktır...


Ali Ergin Güran: 10/03/2012+1