Tarihî Devir ve Krizlerden Çıkmak için, “Tanrı-İnsan Dualitesi”ni Aşarak, “Tanrısal Rota”yı Tutturmak Gerek...

İnsanlar –çoğunlukla- hâlâ, ritmik hareketler yapma (dans), ve ritmik sesler çıkarma (müzik) ıstırârı içinde bulunuyorlarsa, İnsanlık “Panteist-Zon”dan kopamamış, veya -tâbir câizse- Rubikon’u geçememiş demektir. Ki dolayısile de insanlık, daima hayvanlığa geri dönme ve/veya mahvolma riski altında bulunuyor demektir; insanlar meleke sıhhatlerine ve/veya güçlerine göre sıralanmadıkça... Mesela bizimki gibi, gezeklerle dolu olduğu halde herkesin aynı değerde oy kullanarak katıldığı “demokratik rejim(!)”lerle yönetilen ülkelerde, insanların “ritm melekesi” öylesine bozulabiliyor ki, popüler müziği (TSM’ni) bile –aritmik hâle getirerek- müzik olmaktan çıkarıyor... Kapitalistlerin, en büyük (ve kârlı) yatırım alanı, -melekeleri muhtel obez ve seksopat üreten- beslenme ve üreme sektörü olduğundan, bu gidişâta karşı, “yangına körükle gitmek”ten başka yapabilecekleri bir şey yok... Onun için, önder veya rehber (inisiyatör) bireylerin doğru seçilmesi (seleksiyonu) meselesi, insanlığın bekaası için “gerek şat”tır hâlâ... Zira bugün bile, meselelere objektif bakarak bilimsel düşünebilen “oturaklı insan”ların sayısı pek azdır; çevresiyle refleksif etkileşime girerek hayvanlar gibi didişenler ile, -kaçık anlamında- “terelelli” denilen, ritmik davranma (ve seslenme) ıstırârı içinde bulunanların yanında... İlerdeki bir “transandant” limit noktasında insanlar –dayanıklı bir beden yapılandırarak- cinsel ilişki ihtiyacından da kurtulmakla beraber, sözkonusu “Rubikon”u aşacak, ve dolayısile “ritm melekesi”ni besleyen dans, müzik gibi antrenmanlardan da kurtulacaklardır... Ama bugün hâlâ, tarihî devirlerin, “ateşin kullanımı ve mağara resimleri” limitinden itibâren başladığını, ve de “tarih öncesi”nin “anti-tez”i (yani negasyonu) olduğunu idrâk edemeyecek kadar, “akıl tutulması” içindedir insanlık; kapitalizm sâyesinde(!)... Halbuki, insanlığın gelişiminin lineer değil, diyalektik olduğu, ve bu sebepten –yaşanan tarihî devirlerde- “tarih öncesi” bilince çıkarılamadığı için, “din” adı altında metafizik (veya hayâlî) zırvalar uydurulduğu anlaşıldığında, dinlerle birlikte kapitalizmin de hükmü kalmayacak, ve dolayısile insanlık, tarihî devirleri kapatarak, “tarih sonrası”nın aydınlığına çıkacaktır... Tarihte, çalışma (iş) ve savaş düzenlerinin tesis ettiği hiçbir itaat disiplini, uzun süre doğru insan seçilimini gerçekleştirememiş, ve de düzen sağlayamamıştır. Nerde kaldı ki, her türlü “iş” emeğinin (veya rutin çalışmanın) robotlara ve bilgisayarlara devredilmekte olduğu, ve dolayısile de, işsiz işçilerle, iş veremeyen işverenlerin (kapitalistlerin) uzlaşmaz (antagonist) çelişki içine düştüğü bir durumda bu düzen sağlanabilsin... O halde, öngörülen amaçlar doğrultusunda oluşturulmuş davranış kalıplarına göre çalıştırma yöntemi olan “itaat” disiplini, insanlığın “varoluş” disiplini olan sayma ve sıralama melekelerine ve bunlardan mütevellid sanatsal ve bilimsel disiplinlere endekslenmedikçe –kronik olarak- çökmeye mahkûmdur; en vahşî savaş yöntemleriyle çözüm aransa bile... Dolayısile artık herşeyden önce, insanların Panteist Zon’dan itibâren türettikleri muhtelif tanrı kavramlarını, ve bu tanrılara atfen uydukları disiplinleri iyi incelemek ve anlamak lâzımdır; “galat-ı meşhur” olmuş bir takım “tanrı” anlayışlarının güdümünden kurtulmak üzere... Bir defa, Panteist Zon’daki anlayışa göre “Tanrı”, her türlü doğal olay şeklinde tecelli ettiği gibi, “panteist grup” animatörünün veya inisiyatörünün (Şâman’ın) şahsında da tezâhür etmektedir. Çünki animatör, ritmik âyinler yapan insanlar arasında oluşan -“ritmik rezonans”tan mütevellid- birlik duygusunun odağı hâline gelmekte, ve dolayısile de Uluruh veya Göktanrı’nın tezâhürü olarak yorumlanmaktadır. Ki bu yüzden, çok defa, doğal olayların da bu animatörler tarafından meydana getirildiğine inanılmaktadır; animatörlerin de gayretleri ve iknâ(!) çabalarıyla... Onun içindir ki, Politeizm’in, doğal olaylardan sorumlu tanrıları hep, insan şeklinde sembolize edilmişlerdir. Ve bu sebepten de, doğal âfetler, tanrıların öfkesi şeklinde yorumlanarak, insanların –oluşum aktivitesi, veya tanrısal disiplini olan- ritmik âyinlerine, tekrar tekrar dönmelerine ve de kendilerine gelmelerine vesile olmuştur... Bu açıdan bakılır ve genelleme yapılırsa, insanların, tarihî devirler boyunca, büyük işler başarmış bireyleri (ve özellikle de mareşal veya fâtihân komutanları), neden tanrı veya tanrının tezâhürü olarak gördükleri de kolayca anlaşılır... Ayrıca, panteist (veya animist) grupların –meleke geliştirici antrenörleri olan- animatörlerinin, “ateşin kullanımı”ndan sonra, tanrısal (inisiye) insanları ortaya çıkarabilmek için, adayların sayma (ritm) ve sıralama melekelerinin gücünü test eden râhiplere dönüştükleri, ve böylece de “tarikat” sistematiğinin doğduğunu anlamak da zor değildir. O halde, demek ki, tarım ve hayvancılık üzerine tesis edilen ilk “yerleşik düzen”leri de –mesela Mısır’da açıkça görüldüğü gibi- Tarikat teşkilâtı, ve onun inisiye (seçkin) elemanları olan “Güneş kültü râhipleri” kurmuş, ama sonradan, nüfus artışına paralel olarak “kantitatif üretim için kitlesel rutin çalışma” biçimleri gelişip itaat disiplini katılaştıkça, “Tarikat”ın önderliğini, değişmez hükümdar soyları, yâni hânedanlar almıştır. Halbuki ondan önceleri hükümdarlar, en seçkin (inisiye) râhipler arasından seçilmekteydi... Ve böylece hânedanların ortaya çıkmasıyla da, babadan oğula (veya evlâda) geçen bir tanrısallık anlayışı, ve -bu hükümdarların şahsında- tapınılması gereken bir “tanrı” miti kafalara kazınırken, aynı zamanda da zulüm ve istibdat düzenlerinin yolu açılmıştır. Zira bugün gâyet iyi biliyoruz ki, melekeler biyolojik genlerle değil, bir nevi rezonans olayı olarak anadan evlâda geçmekte, veya intikal etmektedir. Dolayısiyle de, değerli bir “tanrı-kral”ın oğlu, gâyet gerzek ve zâlim olabilmektedir... İşte Ortadoğu’da, “tanrı-kral”lara isyan eden peygamberler bu yüzden ortaya çıkmıştır; başta Hz.İbrahim olmak üzere... Ancak nevar ki bu peygamberler de, “Politeizm” mitolojisindeki, kişi olarak sembolleştirilmiş ve heykelleri yapılmış tanrı(lar) anlayışına tepki olarak, “görünmez kişi(Tanrı)” kavramını üretmişlerdir; sanki, tapınmacılık –disiplini- devam ederken, zulmün çâresi olabilirmiş gibi... Ve böylece de, sözsel Aristo Mantığı’nın bulanık sularında, “Tanrı-İnsan” dualitesi yaratmak sûretiyle, büyük bir tarihî hatâya yol açmışlardır. Çünki, herne kadar Yahudi peygamberler, icat ettikleri bu muhayyel “tek tanrı”yı sâdece Yahudi kavmine mahsus addetmekle mantıkî belirsizlikten kurtulmuş olsalar da, sonradan gelenler bu “tek tanrı”yı tüm insanlığa teşmil etmekle, –bilmeden- Aristo Mantığı’nın paradoksuna (Russell Paradox) sokmuşlardır insanlığı... Zira Matematiksel Mantık’ta açıkça görülmekte ve ispatlanmaktadır ki, sonsuz elemanlı kümelerde (yani evrensel çapta), “sıradışı varlık(eleman)” kabûlü paradoks yaratmaktadır; yani “akla ziyan”dır... Kaldı ki, Yahudi peygamberler bile, bir yandan Rabb’larını, kavimlerinin özel tanrısı sayarak paradokstan kurtulurlarken, diğer yandan halklarına, “Yahudilerin bir gün, tüm insanlığın efendisi olacağı” vaadini vermek zorunda kalarak hatâ yapmışlardır; insâniyet düşmanı bir halk yaratmak anlamında... İşte bu yüzden de Yahudiler, sonraki dinlerden rücû eden protestan ve ılımlı müslüman gibi dönekleri de yanlarına almak sûretiyle peygamberlerinin vaadini gerçekleştirmeye çalışırlarken, aynı zamanda insanlık üzerinde “Kapitalizm” gibi bir sömürü ve zulüm düzeni tesis etmişlerdir; peygamberlerinin iyi niyetlerinden sarfınazar... Böyle bir âkıbeti ilk gören ve de tapınakların (Havra’ların) alışveriş merkezi hâline getirilmesine büyük tepki gösteren İsa adındaki Yahudi peygamberinin ardılları ise, “Tanrı-Peygamber(İsa)” dualitesinin çelişki yaratacağını sezdiklerinden, Hz.İsa’yı hem -“tanrı-kral”lar gibi- tanrının bir akrabası (oğlu), hem de tanrının bîzâtihî kendisi saymışlar, ve üstelik, mantığı daha da sağlamlaştırmak üzere, Panteizm’den alıp şehir panteonuna giydirdikleri bir “Kudüs Rûhu”nu varsaymışlardır... Son tahlilde anlaşılmaktadır ki, insanlığın sonsuza veya tanrılaşmaya kadar gelişeceğine inanarak, bu inanç gereğince –her nesildeki- inisiyatör bireyleri ortaya çıkarmak üzere çalışmak, bir “tanrı” mitine tapınarak, bilinç dışı (metafizik) bir “öbür dünya” masalıyla güdülmekten çok daha tercihe şâyan, aklî ve insânî bir yöneliştir; vasat akıllı insanlar için bile...

İslâmiyet, Hz.Ali’siz Düşünülemez; “Akla Ziyan”dır...

Hz.Muhammet gibi, Hz.İbrahim’in “muhayyel tek tanrı”cılık menkıbelerinden etkilenmiş, Aristo Mantığı’na ve Arapça’nın şiirsel retoriğine hâkim bir dâhinin, Musevilik ve İsevilik’teki mantık hatalarını, ve uygulama bozukluklarını görememesi veya anlayamaması mümkün değildi tabii ki... Nitekim kendisi, açık ve net (şirksiz) bir şekilde, tüm insanlığa şâmil tek bir Allah ile, tamamen beşerî bir peygamber (elçi) kurguladı; Hz.İbrahim’in idealini realize etmek üzere... Bu kurgu, Aristo Mantığı’nın prensiplerine uygun, ve o mantıkça, kusursuz bir tasarımdı. Ama insanlık, 1901 yılında son ve kesin olarak anladı ki, iyi sıralanmış tüm mevcûdâtın hâricinde, herhangi bir “sıradışı varlık” kabul etmek, paradoksal (Russell Paradox’la mâlûl) bir düşüncedir; yâni akıl dışıdır. Ancak nevar ki, o karanlık tarihî devirlerde bir dizi kanlı savaşlarla da olsa, sıradışı “tanrı” miti meşrûlaştırılarak, -tanrısal- hegemonların uyduracağı her türlü zırvaya inanç ve itaat sağlandı. Nitekim Kuran’daki akıl almaz çelişkiler, böyle bir zorbalığın açık göstergeleridir: Mesela Allah’ın, kendi yarattığı ve kayırdığı peygamberine, bazı hükümlerini bildirirken yemin etmek zorunda kalması, veya bazı olaylar gerçekleşip de nâhoş etkiler yaptıktan sonra peygamberine “doğru”nun ne olduğunu bildirmesi, veya “sizleri Şeytanla imtihan ediyorum” mealindeki ifâdelerle, “Allah-Şeytan (aslında irade-içgüdü)” diyalektik çelişkisini Aristo Mantığı ile izâha kalkarak saçmalaması, yani yaratmış olduğu insanı, yine kendisinin yaratığı olan Şeytan’la didiştirerek “kafa” bulduğunu –tevilli bir şekilde- ikrâr etmesi gibilerinden... Bu çelişki ve mugâlâtalar, ilerdeki “transandantal limit” aşamasında insan bilincinin ulaşacağı “tanrısal idrâk” derecesini, erken zamanlarda tasavvura, ve de elverişsiz enstrümanlarla (metaforlarla) îzâha kalkışmak gibi bir işgüzarlıktan mütevelliddir; esas itibâriyle... Ve de bir bakıma, insanlığın geleceğine (gelişimine) ipotek koymak (engel olmak) anlamına gelmektedir... İşte, nihâyette ancak zorbalıkla –doğru diye- kabul ettirilebilen bu çelişki ve açmazları, Hz.Ali –faktörü- tolâre ve tashih etmiştir İslâmiyette; edebildiği kadar... Yani Hz.Muhammet, -devletlerin- resmî itaat disiplininin sembolü olarak taklit edilip saygı görse de, İslâmiyet aslında, rûhî birliğin (ritmik rezonans ve doğru kıyas’ın) simgesi olan Hz.Ali sevgisi ile yayılmıştır halklar arasında... Ki Türkler arasında da, pek yüksek olmuştur Hz.Ali sevgisi; daima... Ama, Türk Tarikat Sistematiği ile, onun kırsal kesimdeki izdüşümü olan Alevi-Bekdaşi Heterodoksisi’nde bu sevgi, bir “mitolojik ikona hayranlığı” olmaktan çıkıp, maddi ve ilmî bir temele de oturmuştur. Zira bu öğretilerde Hz.Ali, düşünce ve davranışlarının “âyet” derecesinde doğru olduğu anlamında “nâtık-ı Kuran” diye nitelenmektedir; ki buradan da, - zımnen- Hz.Muhammet’ten üstün ve/veya Allah’a daha yakın olarak kabul edildiği anlaşılmaktadır... Yani demek ki, Türk Tarikat Sistematiği’nin erenleri (inisiyatörleri), “Allah-Peygamber Dualitesi”nin paradoksallığını sezerek, insanlığın başlangıcından beri tasavvur ve kabul edilen, “insanda tecelli eden tanrı” anlayışına kâni olmuş insanlardır; Hz.Ali’nin şahsında... Böylece de bizim tarikatçılar, ve onların yönlendirdiği Türk Heterodoksisi (Bekdaşi-Aleviler), gâyet tutarlı bir mantıkla Hz.Ali’yi, en yüksek dereceden inisiye (ermiş) bir insan olarak kabul etmişlerdir aslında... Herne kadar marjinal, ekstremist bir cahil (primitif) kesim O’nu, -bazı Hristiyanların Hz.İsa’yı gördükleri gibi- tapınılası bir “som Allah” veya “ikona” gibi görseler de... Kaldı ki, “İmâmiyet”in de, “Seyyitlik”in de hükmünü tanımayarak (Şiilerin, Yahudilerin ve kadîm “tanrı-kral” düzenlerinin aksine), insâni niteliklerin –veya melekelerin- biyolojik genlerle iletilemeyeceğinin bilincinde olduklarını da göstermişlerdir; bizim Tarikat erenleri... Ki Tarikat erenleri böylece de, İnsâniyet husûsundaki esas meselenin, Allah’ın bir kulunu (peygamberini) taklit etmekle –yani Sünnilikle- değil, Hz.Ali gibi inisiyatör insanların objektif seçilimiyle (seleksiyonuyla) çözülebileceğini açıkça ortaya koymuşlardır. Bu mesele, günümüzün diline, inisiye insanlar doğru seçildiği, ve “artı-değer (kapital)” onların tasarrufuna (kullanımına) bırakıldığı taktirde, “mal sahipliği (kapitalist)” diye bir meslek, ve de her türlü sömürü ortadan kalkar, şeklinde çevrilebilir. Ki zâten, Hz.Ali ile Muaviye (Ümeyye oğulları) arasında yaşanmış olan uzlaşmaz (antagonist) çelişkinin esâsı da budur... Bu noktada, bizim Tarikatçıların keskin ferâsetinin sebebi merak edilecek olursa, o da şöyle açıklanabilir: Herne kadar, o zamanlarda Matematiksel Mantık, sembolleri ve kurallarıyla tebellür etmiş olmasa da, doğru (diri) insanların düşüncesinde, bir nevi omurga teşkil ediyor ve ana rotalarda hükmünü yürütüyordu. Dolayısile o zamanlarda da, bizim gibi bilimsel görüş sâhipleri vardı; özellikle de Tarikat’ın seçilmişleri arasında... Zira, sayma (ritm) ve sıralama melekelerinin ilk ürünü olan, “ilm-i kıyas”ın enstrümanları “ölçü” ve “sayı”lar, Panteist Zon’dan itibâren, her aklı başında insanın zihninde mevcuttu zâten... O halde demek ki, bizim biyolojik ve fikrî atalarımızla aramızda, bin yıla yakın bir süre dâhilinde, anti-kapitalist zihniyet bakımından bir kopukluk sözkonusu değildir. Çünki bizler daima (önceleri dînî, sonraları ilmî olarak), insanlığın fiilî ve fikrî tevhidinden yana olmuş, ve de bunun yollarını aramışızdır; herne kadar tepemize geçen “gerzek kahraman” hükümdarlar, Kapitalizm’e râm olarak defalarca gidişâtımızı inkıtâya uğratmış olsalar da... Kaldı ki onlarla, hatta hayvanlığa (ve/veya kapitalizme) râm olmamış, -gelmiş geçmiş- tüm insanlarla, daimî bir ritmik rezonans irtibâtı (rûhî râbıta) da vardır aramızda...Onun içindir ki, Kapitalizmin hayvanlığına kapılarak, insâniyet husûsunda teşevvüşler içinde bocalayan Batılılara, özellikle de seksî ve gastronomik tüketim –yapma- baskısı ile, “tapınç kültü” arasında ezilen ABD halklarına fikrî yardım yapmak, insânî görevimizdir. Kaldı ki, “kayıkçı dövüşü” yapan iki partinin “demokrasi oyunu”na müstenit ABD yönetimi de, müşterek düşmanımızdır... Bizim –mal fiyatlarına narh uygulayan, mülkler için de sâdece tasarruf (vakıf kurma) hakkı tanıyanTarikat disiplini ve terbiyesinden bîhaber- kopuk yobazlarımıza ise, söyleyecek bir sözümüz yoktur. Zira onlar, “Allah” miti tarafından Hz.Muhammet’e dikte ettirildiğine inandıkları âyetleri dilleriyle telâffuz etseler de, aslında Batılı emperyalistlere “kapital” tasmasıyla bağlıdırlar. Ve dolayısile de, “tavuk götü tövbe tutmaz” meseli mûcibince yaşayan, “iflâh olmaz tövbekâr” ikiyüzlülerdir... Ki bu durum aynı zamanda, Aristo Mantığı ile beyinleri yıkananların, ve de “önce söz vardı” sözüne inananların, “hâl-i pür melâl”ini göstermektedir...

Tanrı” Mit’i, Kapitalist Sömürünün Baş Müsebbibidir!..

Başlangıçta “para”, bir mübâdele (değişim) aracı olarak ortaya çıkmış, ama sonradan insanlığı ve insanî gelişmeyi ipotek altına almıştır. Veya başka bir deyişle para, kendisini icat edenleri, yani değişim aracı olarak kullanılabilecek “ender” ve “güzel” nesneleri ilk ortaya çıkaran ve öneren ferâsetli insanları esir almıştır; Dr. Frankeştayn’ın yaratığı gibi... O halde, “para” denilen yaratığı kontrol altına alabilmek için, herşeyden önce onu yaratanların da (Frankeştayn’ın da) beynini veya tasarlama sistematiğini okuyabilecek nitelikteki insanların seçilimini gerçekleştirmek gerek... Çünki, “para”yı ilk icat edenler, güçlü ve zorba insanların da bir gün, kendi adlarına para îmâl ederek (basarak), bunu zorla değerli kılabileceklerini düşünememişlerdir... O ilk mûcitler, ender bulunan güzel nesnelerin, emek mahsûlü ürün ve hizmetlerle takas (değiş-tokuş) edilebileceğini öngörmüşlerdi; zira paranın –orijin itibâriyle- bîzâtihî kendisinde, hem “arama-arındırma” çalışmaları dolayısile “iş” emeği, hem de, onda güzelliği görebilen insanın, estetik duygusunu yaratan “kozmik emek”, yani “meleke kesbedinceye kadar yapılan sayma, sıralama işlemleri” mündemiçti. Ki bu yüzden de, mübadele edileceği nesnelerin de mutlaka muayyen bir oranda kozmik emek (insânî katma değer) ihtiva etmesi gerekirdi; değerini koruyabilmesi ve sömürüye sebep olmaması için... Mesela, “para”nın ilk çıkışında, onu –doğrudan- “seks”le mübâdele etmeyi, hiç kimse aklının ucundan bile geçiremezdi; meşrû seksin, kesin “tanrısal icâzet” gerektirmesinden, gayri meşru olanın da, tamamen akıl ve bilinç dışı yapılmasından ötürü... Nevar ki, bugünün at gözlüklü uzman bilimcileri, biraraya gelip de böyle bir –objektif- görüşe veya bilgiye ulaşamazlar; kapitalistler tarafından, ayrı ayrı parkurlarda yemlenip çalıştırıldıkları için... Oysa zorbaların, hegemonların parası, sâdece mal üretimi ve savaş için gereken “iş” emeğinden, ve de bu emeğin kaynaklandığı - “tapınma antrenmanları”yla edinilmiş- “itaat disiplini”nden değer kazanmaktaydı. Ki bu disiplinin baş sorumlusu da, -cezalandırıcı- “tanrı-kral”lar ile, mitleştirilmiş “tanrı” anlayışıydı... Buna mukabil, “etik” kuralları (yani ritm melekesinden mütevellid davranış kuralları) ve “estetik” anlayışıyla insanı, ve de onun ferâsetini yaratan disiplin, insanların hoşlanarak uyguladıkları sayma (ritm) ve sıralama etkinliği ve /veya melekeleriydi... Onun için, insanlık, tarihî devirleri kapatıp, tarih öncesinin kalite farkıyla tastîki (yani sentez aşama) demek olan “tarih sonrası”na geçerken artık, -mal üretimi için gerekli işlerin robot ve bilgisayarlara bırakılmasıyla beraber- her türlü itaat disiplininden kurtularak, aslî (yaratıcı) disiplinine dönmesi gerekmektedir. Ki böylece, yaratıcılık artıp “para”yı değerlendirirken, aynı zamanda “para basmak” da gerekli hâle gelerek stokçuluğu ve defolu (veya kısa ömürlü) mal üretimi gibi hîleleri lüzumsuzlaştıracaktır; tabii ki, toplum önderlerinin gerçek seçkin (inisiye) kişiler olmasıyla, ve ilmî bir “doğum kontrolu”yla birlikte... Zira “oturaklı” insanların yaratıcılığı, düzgün doğrusal bir yükseliş trendi çizerken, buna paralel olarak, hem içgüdülerin talebi olan tüketim mallarının formatları (standartları), hem de paranın değeri sâbitleşecektir; aç-açık kimse bırakmamakla beraber... Çünki insanlığı obezite ve seksopati dejenerasyonundan kurtarmak üzere, lezzet ve şehvet budalalığı ile mücâdele etmek de gerek şarttır; bu arada... Yoksa, kendi yarattığı “para”nın değerini sâbitleyemeyip, onun dalgalanmalarına (kaprislerine) boyun eğen bir insanlığın “bilinç”inden söz edilemez...

Tanrısal Rota’ya Ancak, İnsan Seçilimi (İnisiyasyon) İle Girilebilir...

İnsanlara insânî niteliklerini kazandıran “tarih öncesi (panteist zon)” aktiviteleri, zamanlar üstü ve istenç dışı –sayma, sıralama- meleke faaliyetleridir aslında... Dolayısile, insanın sayma (ritm), katlı tonlarda (melodik) ses çıkarma, ve –objeleri- sıralama melekeleri de, aynen fizikteki “atom-altı” parçacıklar (kuantlar) gibi, gözlemci veya mümeyyizden rahatsız olan ve kendini ele vermeyen oluşumlardır. Onun için de, bir insanın melekelerinin sıhhati ve/veya gücü, klâsik sınav ve test usûlleriyle ölçülüp değerlendirilememekte; ve dolaylı ölçümler gerektirmektedir... Mesela kadîm zamanlardan beri insanların kıskançlık, haset, nefret ve kin tutma gibi duyguları hep, “kötü huy” diye nitelenmiş, ve dinsel öğretilerde de bunlardan kaçınılması öğütlenmiştir. Ama bununla birlikte, “can çıkmadıkça huy çıkmaz” denilerek, sözkonusu duyguların yapısal âraz olduğu, yani insanlığın yapılandığı Panteist Zon’a indeksli olduğu belirtilmiştir. Zaten, ilk cinayetin (Habil-Kâbil olayı) kıskançlık ve haset yüzünden işlendiği yolundaki efsâne de gözönüne alınırsa, sözkonusu huyların yapısal olduğu, daha bir netlik kazanır... Nitekim Uzakdoğu’nun “dövüş sanatı”ında, ve meditasyon tekniklerinde görülmektedir ki, kavgada düşmana –bile- nefret duymamak başlıca düstur olduğu gibi, meditasyon yaparken dış tesirlere ve kötü çağrışımlara kapılmamak da esastır. Çünki bir defa, yakın dövüşte hasma nefret duyulduğu an, sayma-sıralama melekeleri (ve bunlara müstenit irâde) devreden çıkacağı için indirici vuruşlar yapılamayacak, ve dolayısile de –hayvanlar gibi- refleksif didişmeye girişilecektir. Kaldı ki nefret hissi, korku duygusunu tetikleyerek, adale gücünün –süt asiti dolayısile- azalmasına da sebep olacaktır... Sonra, meditasyon yaparken dış etkilere ve kötü çağrışımlara kapılındığı anda da, vücut bütünlüğü (fizyolojik akort) ve objektif görüş (kavrayış) bozulacaktır... Buradan kolayca anlaşılabileceği gibi, kadîm inisiyasyon seçilimi, -bütün yüzeysel teknik farklılıklardan sarfınazar- yukarıda zikredilmiş olan “kötü huy”lara kapılmayacak derecede melekeleri güçlü bireylerin ortaya çıkarılabilmesi esâsına dayanmaktadır. Ki böyle –inisiye- insanlar aynı zamanda, yalan da söyleyemeyen, ve dolayısile kumar oynamayı da sevmeyen kişiler olmaktadırlar. Zira onlar, güçlü melekeleri sâyesinde her zaman ve durumda, doğru bir çıkış yolu bulabilmekte, ve/veya yeni bir icat yapabilmektedirler... Eskiden olduğu gibi bugün de, bir dindarın inancı, ve bir kapitalistin yatırım tercihleriyle beklentileri husûsunda, yalan söyleyip söylemedikleri, imtihanlarla veya testlerle ortaya çıkarılamaz. Ama, toplumsal statü ve imtiyazların –bir şekilde- hükümsüz kılındığı bir “panteist grup (kulüp)” ortamında hiçkimse, kıskançlık, haset veya nefret duygularını gizleme şansına sâhip değildir. Ve onun için de, kapitalist (kumarbaz) olamayacak, ve dindarlığa tenezzül etmeyecek seçkin (inisiye) insanların objektif seçilimi gâyet kolaydır. Zira, her hâlükârda kıskançlık, haset (çekememezlik) ve nefret duygularına kapılmayıp, panikleme veya paralize olma hallerine de düşmeyen her insan, kesinlikle inisiye (Tanrısal seçkin) bir bireydir. Ki böyle bireylerin seçilimiyle de, diktatör zorbaların ve büyük kapitalistlerin tesis etmiş olduğu –gayri insânî- insan sıralanmasını, ve/veya statü hiyerarşisini, kapitalizmin kurallarıyla birlikte tashih etmek mümkündür...

Tarihî devirleri kapatacak olan böyle bir kıyâm veya aydınlanma, tabii ki halkların katılımı ve kamuoyu desteğiyle yapılamaz; her aydınlanma gibi, halklara rağmen yapılır... Aydınlanma denilen kalitatif sıçramalar, halkların, irticai akımlara kapılarak felâkete doğru sürüklendikleri, yani insanlığın üzerine en koyu karanlığın bastığı zamanlarda, gerçek aydınların inisiyatifiyle gerçekleştirilir; Tanrı kavramını veya argümanlarını da değiştirerek... Onun için, “tarih sonrasına geçiş” gibi, ateşin –kullanımının- keşfinden sonraki en büyük aydınlanma da, Allahbaba, Godfather gibi mitlere, Kâbe, Istavroz (Haç) gibi putlara, Meryem, İsa vs. gibi ikonalara, idollere tapınmanın nâfile olduğunu bilen aydınların öncülüğünde başlayacaktır; başlamaktadır tabii ki... Ama bu sefer, bu son ve en büyük aydınlanmanın finansmanını, krallar, senyörler, kapitalistler değil,- işsizlik (veya fakirlik) fonundan desteklemek şeklinde bile olsa- bazı devletler yapacaktır; “devlet” tanımını da aslına uygun hâle getirmek üzere... Zira bir ülkede, devlet geleneği ve devlet adamları varsa, onlar, devletlerin “adam”larla ayakta durduğunu, ve de bütün yaratıcı adamların, ateşi ilk defa kullanmayı beceren insan gibi, başlangıçta işsiz olduklarını bilirler...

Son olarak, herkes bilsin ki, emperyal kapitalistlerin -milli ve dînî duygularını kışkırtarak- birbirine düşürmeye çalıştığı halklara, liderlik veya imamlık yapmaya soyunan hayalperestler ve oportünistler, birer kukladan başka birşey değillerdir; finansmanları, Globalistlerin bankalarından karşılanmak veya idâre edilmekle... O halde, “anti-kapitalist aydınlanma”ya hizmet edebilmek için, herşeyden önce, “tanrı” kavramını mit olarak, put olarak tasarlayıp sembolize eden “tapınç kültü”nden –yana- olmamak, veya kurtulmak gerek...

Ali Ergin Güran: 26/04/2012+1