İnsanlığın “Diyalektik Gelişim”i Anlaşıldığında Tarihî Devirler, Din ve Kapitalizm İdeolojileriyle Birlikte Biter!..
İnsanların, düzgün olarak akıp giden bir “zaman” ile, üç boyutlu bir “mekân” algısına kavuşmakla “tarih adamı” olmaları, ve/veya tarihî devirleri açmaları, ateşi kullanmayı becerip “mağara resimleri” yapmalarıyla başlar. Çünki, mağara resimlerinin bazılarında, -göz önünde uçuşan yıldızlar gibi- halüsinasyon gören insanların izleri vardır; resimleri kaplayan yıldız biçimli benekler şeklinde... Bu da demektir ki, o zamanlardaki insanlar daha henüz, ateşi kullanabilecek kadar zamanlama (ritm) melekesi, çizgi çizebilecek kadar sıralama melekesi edinebilmişlerdir. Yani hayvanlıktan –şuurlu- insanlığa geçiş sınırındaki sersemliği yaşamaktadırlar henüz… Ama tarih adamı, veya tarihî devirlere geçmiş insan, kendisine “zaman” ve “mekân” mevhumlarını edindiren sayma(ritm) ve sıralama melekeleri sâyesinde “sayı” ve “ölçü” kavramlarını yaratmak, ve dolayısile de objektif düşünme yeteneği kazanmakla birlikte, akıllı bir varlık olmuştur. Ancak nevar ki, akıllı –ve tarihî- insanın ortaya çıkması, lineer bir gelişme şeklinde değil, akıllanma sürecini inkâra (negasyona, unutmaya) dayalı, diyalektik bir gelişme şeklinde vukû bulmuştur. Zira “tarihî devirler”in, “tarih öncesi (veya ateş öncesi)”nin anti-tez’i veya negasyonu olduğu, herşeyden önce “tarihî insan”nın, “tabu”lara akıl erdiremeyerek onları yıkmasından (yok saymasından) belli olmaktadır. Sonra da, içgüdüsel etkinliklerinin –melekelerden mütevellid “irâde” tarafından- engellendiğini hissederek, beslenmesini ve üremesini (çiftleşmesini), “tanrı” diye bir muhayyel otoritenin lûtfu ve izniyle gerçekleştiriyormuş zannına kapılması, ve de bu yüzden, “hayalet” bir tanrıya şükredip tapınarak saçmalamasıyla... Akıllı “tarih insanı”nın “tabu”ları yıkmasının sebebi, “tarih öncesi” insanını akılsız veya daha az akıllı sanmasındandır. Çünki Aristo Mantığıyla düşünülünce, her oluşum, lineer (düzgün, doğru yükselen) bir gelişim sanılıyor. Yani –dogmatizmin ve skolastisizmin kaynağı olan- bu mantığa göre insan, bir yerde apriori olarak ortaya çıkmış, ve de “deneme-yanılma” metoduyla araştırıp çalışarak tedrîcen akıllanmış sanılıyor... Ama durum gerçekten böyle olsa, o zaman da, akıllanma sürecinin başlarında olan insanımsıların, daha çok hayvanlık yapmaları, ve dolayısile de yemeye ve çiftleşmeye daha meyyal olmaları gerekiyor; halbuki, “panteist zon” insanı bunun tam tersini yapıyor. Yâni aslında, -âyinler şeklinde- yaptığı ritmik hareketler meleke kesbederken, kendisi de beslenmeden, çiftleşmeden kesiliyor; ve içgüdüsel temâyüllere karşı böyle oluşan direnci de, -totem kazığının üzerine işlenmiş- korkunç “tabu” sûretleriyle sembolize ediyor. Yoksa, tarihî devirlerdeki insanın uydurduğu gibi, “tabu”lar, birtakım güçlü (lider) insanların buyruklarıyla ihdâs olunmuyor; bilâkis liderlik (şâmanlık), tabulardan sonra ortaya çıkıyor… İşte, “denemelerle öğrenerek akıllanmış hayvan=İnsan” yanılsaması yüzündendir ki, tarihî devirlerin refah dönemlerinde ve ilerleyen zamanlarında, “tarih insanı”, bol bol yemeyi ve çiftleşmeyi mârifet sayan, lezzet ve şehvet budalası bir “akıllı hayvan” hâline geliyor. Ve kapitalistler de, “daha rahat hayvanlık yaşamak üzere (amacıyla) akıllanmış mahlûk” diye tanımladıkları insan için, içgüdüsel arzuların, girişimciliği (yaratıcılığı) arttıran bir kamçı görevi îfâ ettiğini düşünüyorlar; dinlerin de desteğini alarak… Çünki din kurucuları ve ardılları da aynı mantıkla düşünüp, insanı, “apriori (tepeden inme)” ortaya çıkmış bir yaratık olarak gördüklerinden, onun –Tanrı tarafından- îmâl edildiği, öyle hayâlî bir arkaplân (mutfak) veya “Öbür Dünya” kurguluyorlar ki, Dünya’da katlanılacak mahrûmiyetlere karşı, avdetlerinde her türlü hayvânî zevklere orada kavuşabilecekleri, vaadini veriyorlar insancıklara… Ve bu kurgularının –tanrı, melek vs. gibi- kahramanlarına da o kadar inanıyorlar ki, onları geceleri rüyalarında, uyurgezer olanları da karşılarında “hologram-hayâlet” şeklinde görüyorlar; ki bu gördükleri rüyâ ve hayaletler de, onların aklınca “öbür dünya”nın ispatı olmuş oluyor. Oysa rüyaların genel olarak, olaylar yaşanır veya kurgulanırken –vücutta- ortaya çıkan fizyolojik tablonun, uyurken veya uyurgezer haldeyken de aynen gerçekleşmesi durumunda, bedenin beyne gönderdiği “feed-back” etkisi olduğu artık biliniyor… İşte dindarlarla kapitalistlerin bu “ilkel zihniyet” ortaklığının ortaya çıkardığı “akıllı hayvan”lardır ki, hem “lezzet ve şehvet budalalığı”nı toplumsal statü göstergesi yaparak, “mal sâhipliği (kapitalist)” mesleğini ve spekülâtif kazançları (dolayısile savaşları) meşrûlaştırıyorlar, hem de “insan” cinsini, obez, seksopat ve psikopatlar şeklinde dejenere edip, ondan sonra da dindar meczûplar hâline getiriyorlar... O halde, bu yanılsamadan kurtulmak, ve de tabuların mantıkî izâhını yapabilmek için, “akıl” ile “tabu”ların ilişkisini kurmak şart olmaktadır; ki böyle bir ilişki de ancak, “ritm” fenomeniyle kurulabilmektedir. Zira insanların, gerek ihtiyârî (isteyerek), gerekse gayri ihtiyârî (ister istemez), parmaklarıyla, elleriyle, ayaklarıyla vs. yaptıkları basit ritmik hareketleri, ayı ve maymun gibi gelişmiş memeliler bile yapamamakta, hatta öğrenememektedirler. Sözkonusu memeliler,-yeni refleksler kazanarak- bisiklete ve hatta motosiklete binmeyi bile öğrenebildikleri halde, her insanın 3-4 yaşlarından itibâren kolayca yapabildiği bir “davul çalma” olayını becerememekte ve öğrenememektedirler. Demek ki insanların, tarih öncesinde –grupsal âyinler şeklinde- yapa yapa meleke kesbettikleri ritmik hareketler, hem onların içgüdüsel etkinliklerini engelleyip “tabu”lar oluşturarak, hayvanlığı inkâr (negasyon) etmelerine sebep olmuş, hem de zihnî “sıralama melekesi”ni türeterek, akıl denilen kıyas ve illiyet disiplinini doğurmuştur. Ritmik hareketlerin içgüdüsel eğilimleri engellediğini, dans eden bir çiftin, cinsel etkileşime geçtikleri anda, müzik ritmine uyumu kaybetmelerinden anlamak mümkün… Ama insanları, fiilî yasaklar (tabular) oluşturarak hayvanlıktan uzaklaştıran da, onlarda “ölçü”lere dayalı objektif bir düşünce ve nedensellik mantığı yaratan da, aynı “ritm melekesi” olduğundan, tabular, bu nedensellik mantığının ve dolayısile aklın dışında –ve izahsız- kalmıştır. Zira ritm melekesi, içgüdüsel (refleksif) etkileşim dâhil, bütün hayvânî disiplinlerin inkâr (negasyon) edildiği bir kaos durumundan doğmuş yeni bir disiplindir. Ve onun için, aklen (mantıken) izah edemeseler de, fiilî yasaklar olan “tabu”ları içlerinde –aç’ın yanında lokma yutamamak, kardeş gibi olanlarla çiftleşememek gibi vicdânî (gayri ihtiyârî) tepkiler şeklinde- hisseden toplum önderleri, sözkonusu tutuklukları, görünmez güçlere, muhayyel “tanrı”lara atfetmişler, ve de dînî ahlâkî kurallar olarak düzenlemişlerdir. Yâni, aklî isteklerle içgüdüsel eğilimlerin çeliştiği durumlarda, “irâde-içgüdü” diyalektik çelişkisini bilince çıkararak idare edemediklerinden ötürü, içgüdüyü de aklî bir istek sanıp, hâriçten müdâhaleyle kendilerine yasaklar koyan bir dış güç (tanrı, şeytan, cin vs.) vehmetmişlerdir. Akla (ahlâka) mugâyir içgüdüsel eğilimlerinde karşı çıkanları da, bazen, insanların şahsında mündemiç gördükleri şeytan veya cin olarak da kurgulamışlardır. Oysa kendilerini engelleyen güç, şeytânî (mesela büyücü) saydıkları –sözkonusu- insanlarla aralarındaki melekî (vicdânî) rezonans olayından başka birşey değildir... Tarihî devirlerin sonlarına doğru eriştikleri “pozitivist bilim anlayışı”nda dahî, içgüdüsel iştiyâklarını aklî (irâdî) isteklerinden ayıramadıkları, onları da –sözlerle- mantıkî bir tutarlılıkla ifâde edebileceklerini sanmalarından belli olmaktadır. Halbuki, bin yıllardır söylenen ve yazılan aşk hikayelerinden kimse bir ders alamadığı gibi, lâfzî “psikoterapi” usûllerinin de kimseye bir faydası dokunmamıştır. Kaldı ki, “insanlaşma” sürecini yok sayan Pozitivist anlayış yüzünden dallanan bilimdeki, mesela bir “tıb” dalı bile, şimdiye kadar –ilaç ve cerrahî tedâvisine dayalı- “baytarlık” seviyesini aşamamıştır. Demek ki, hayvanlığı (canlılığı) bir kaos ortamında inkâr (negasyon) etmek durumunda kalan insan, kaostan çıkış disiplini olarak yarattığı “ritm melekesi” ile –panteist zon’da- akıllanınca, “ne oldum delisi olmak” veya “bulup da bunamak” gibi bir şaşkınlık ve bunaklık yaşadığı târihî devirler boyunca aklını, daha fazla ve sofistike(!) hayvanlık yapmak için –kötüye- kullanmıştır. Yani tarihî devirlerdeki “akıllı hayvan” aslında, kaotik “panteist zon” geçmişini unutarak (hâfıza kaybına uğrayarak), ilk ataları olan primatlardan kalite farkıyla,- lezzet ve şehvet tiryakiliği veya budalalığı şeklinde- bir “lüks hayvanlık” yaşamıştır; ve hâlâ da yaşamaktadır. Veya başka bir deyişle “tarih insanı”, hayvanlığın –negasyon anlamında- inkârının inkârı olmakla, sentez aşamadaki katmerli hayvandır; ki nitekim bu “akıllı hayvan”, en vahşi hayvanların bile yapamadığı kadar vahşet yapabilmektedir. Kaldi ki, “akıllı hayvan”daki intihar eğilimi, tüm insanlığın topluca intihârı gibi bir potansiyel tehlikeyi de içinde barındırmaktadır... O halde tarihî devirleri aşmak (inkâr etmek) demek, tabuların oluştuğu akıllanma ve insanlaşma zonunu (Panteist Zon’u), kalite farkıyla yaşamak demek olacaktır... Bunun için herşeyden önce insanların, “varoluş”larının ve “tabu”larının bilincine ulaşmaları gerekmektedir; ki ancak o zaman, insanların hayata bakışları ve ilişkileri temelden değişecektir. Zira o taktirde, -beslenme ve çiftleşme gibi- hayvânî ihtiyaçlarını, önemsemeden (abartmadan), en ucuz ve en kısa yoldan giderme, ve de –gençlikte- hayvanlığa doyarak, insânî faaliyetlere ve yaratıcılıklara daha fazla zaman ve güç ayırmanın yollarını bulacaklardır; insanî (yaratıcı) etkinliklerden, hayvânî hazlara nazaran daha fazla zevk alan inisiyatör bireylerin seçilimi, ve doğumların da sıkı kontrola alınmasıyla birlikte... Hatta bazıları seks konusunda, “irade-içgüdü” çelişkisinin irâde kanadına öylesine ağırlık vereceklerdir ki, bütün hayatlarını –eski âşıklar gibi- plâtonik aşk gerilimi ve yaratıcılığı içinde geçireceklerdir. Ve o zaman da anlayacaklardır ki, ömür boyunca cinsel ilişki, elleşme ve söyleşme hâlinde “dipol=çift=roman(karı-koca)” olarak yaşamak, ne büyük bir mahkûmiyet ve kısırlıktır; birey olanlar için... Veya, iradesi cinsel fetişlere ve lezzet çağrışımlarına angaje olmuş bir insanın, doğru (objektif) düşünebilmesi ne mümkün?!.. Ama bu geçiş sürecinde de, “tarihî kadın” nefsi (tabiatı), büyük bir direniş gösterecektir; “daima kendine bağımlı kalacak ve performansı düşmeyecek bir zanpara (zenpâre=kadın parçası)” hayâli kurduğu için, ve de bu hayali paylaştığı, gâyet dengesiz “kadın parçası erkek”lerle birlikte... Buna mukâbil, bu sürecin inisiyatörlüğünü de, performansı yerindeyken, hiçbir kadının zanparası durumuna düşmeden zanparacılık oynayarak tatmin olmuş –irâdî- erkekler yapacaklardır... Ve ondan sonra da insanlar, “tabu”ların sırrına erip, “irâde-içgüdü” diyalektik çelişkisini yönetmeyi öğrenmekle birlikte, Kapitalizm’i ayakta tutan, lezzet (sindirim katalizörleri çeşitlemesi) ve şehvet (cinsel fetişizm) düşkünlüğü anlamındaki en önemli statü göstergesini ve hiyerarşisini yıkacaklardır; bu arada, gıdalarda konsantre ve komprime standartlar yaratmak, ve “cinsel fetişizm” hastalığı için de tedavi usûlleri geliştirmek sûretiyle... Kaldı ki, lezzet ve şehvet düşkünlüğü, aynı zamanda, kapitalist rekabetin başlıca sâiklerinden kıskançlık, haset ve nefret duygularının kaynağı olması hasebiyle de, önlenmesi gereken bir “zillet-i nefs”tir... Nitekim “Sovyetler Birliği” denemesinin de, lezzet ve şehvet düşkünlüğüne dayalı statü özlemlerinin önüne geçilemeyip, bilimci ve sanatçıların gereğince değerlendirilememesi yüzünden kapitalizme karşı başarısız olduğu iyi bilinmektedir. Nevar ki, Marksizm (Komünizm) ideolojisinin, “tarih öncesi”ni ve “tabu”ları açıklayamadığı da bir gerçektir; insan’ın, “hayvan”lığın anti-tez’i olarak bir “kaos”tan zuhûr ettiğini ön göremediği için... Ama artık, insan düşüncesinin, uzayı (Kozmos’u) ve mikrokozmosu keşfetmek için kanatlanmak üzere olduğu günümüzde, “ insan”ın önce kendisini keşfederek hayvanlıktan (ve kapitalizmden) sıyrılmaya çalışması “gerek şart” hâline gelmiştir.
Bilim ve Sanatın Anası Olan Antropoloji, Kapitalizm’le Asla Uzlaşamaz!..
Şu bir gerçek ki, Kapitalizm, Antropoloji’ye ve dolayısile de tüm bilime mugâyir bir ideolojidir; yâni bir bakıma “insâniyet düşmanlığı” demektir. Nitekim, bu ideolojinin hâkim olduğu gelişmiş (!) ülkelerde –bile- üç bilim adamı biraraya gelip, veya bir bilim adamı, üç bilim dalını birarada düşünüp de tarihî devirlerin, “ateşin kullanımı ve mağara resimleri” ile başlayan bir negasyon (inkâr) süreci olduğunu, yani “anti-prehistory” olduğunu ortaya çıkaramamıştır. Çünki, kapitalizmin “tüketim ekonomisi” mûcibince dallandırılmış bulunan “bilim”in, her dalındaki uzmanlar, kendi dar parkurlarında yemlenip güdülmektedirler; at gözlüklü beygirler gibi... Önce iyi bilinmelidir ki bu keşif, ancak, Marksizm’in eleştirel tetkîkini müteakip, “insanlık hakkında bilimsel bir teori, insanla hayvan arasında somut (nesnel) bir fark bulunabildiği (bilindiği) taktirde kurulabilir” hipotezini formüle ettikten sonra, kapitalizm yanlılarınca hapse atılmakla, cezaevi gibi –tarih öncesinin vahşetine yakın- istisnâi şartlarda yaşama şansını (!) yakalamış, benim gibi biri tarafından, yani kariyer sâhibi bir bilimcinin kolay kolay yakalayamıyacağı ve yaşayamıyacağı şartlarda yapılabilmiştir. Çünki, herkesin kendini (veya grubunu) mutlak –tanrısal- objektif sandığı, diğer insanları da kendisinin objeleri (hatta oyuncağı) gibi gördüğü cezaevi şartlarında ancak, ortak davranış ve düşünce biçimlerini oluşturan parametrenin “ritm” olduğu teşhis edilebilmektedir… Sonra da şu nokta iyi anlaşılmalıdır ki, “tarih öncesi” bilince çıkarılıp Antropoloji teorisi doğru kurulmadıkça, “emek” ve “para” tarifleri eksik kalmakta, ve bu eksik tanımlar üzerinden geliştirilen, mal üretimine (kantitatif üretime) dayalı ekonominin üst-yapı’sı olarak da, emek sömürüsüne ve para spekülâsyonlarına cevaz veren Kapitalizm ideolojisi yükselmektedir; bilim dallarının birleştirilmesini de imkânsız kılarak... Onun için, “emek” ve “para” kavramlarının içinde, “iş” emeğinin yanı sıra bulunması gereken “insanlaşma emeği=yaratıcı emek=kozmik emek” bileşeni de mutlaka kaale alınmalıdır artık... Zira robot ve bilgisayarların geliştirilerek, –mal üretimi için çalışan- işçilerin yerine ikâme edilmeye başlanmasıyla birlikte, insanlar işsiz tüketiciler hâline gelmekte, ve dolayısile de, geri dönmeyen tüketici kredileri yüzünden müzmin krizler ve savaşlar ortaya çıkmaktadır. Yani kapitalist sistemin mantığınca devam edildiği taktirde, geliştirilmekte olan “karar verebilen elektronik beyin”lerin de devreye girmesi, ve bankalar sistemini (özellikle Federal Rezerv’i), bir otonom canavar hâline getirmesiyle kitlelerin, peryodik olarak beslenip, çoğaltılıp, sonra da bir şekilde (silahlı çatışmalarla) itlâf edilen –ehlî- hayvan sürüleri hâline indirgenmeleri kaçınılmaz bir âkıbet olacaktır. Bu “kıyamet” âkıbetinden kurtulmanın tek ve açık yolu ise, melekeleri muhtel kadınlara doğum yasağı getirerek insan popülâsyonunu azaltmakla birlikte, insanların bilim ve sanatta yaratıcılığa yönlendirilmeleridir. İşte ancak o zaman, karar verebilen elektronik beyinler,- yeni yaratıcılıklarla- veri tabanları devamlı değiştirilmek sûretiyle kontrol altında tutulabilir; ve de bir “kapitalist oligarşi” adına insanları “kıyamet”e doğru sürüklemeleri önlenebilir. Ama bunun için, dallanmış bilimin metodolojik tevhidini sağlamak üzere de çalışmak, ve mesela bir an önce, beyin uzmanlarının, -at gözlüklerini çıkartıp- diğer bilim dallarını da görmeleri sağlanarak baytarlıktan kurtarılmaları lâzımdır. Ki böylece, insan beynindeki ekstra nöron dizilişlerinin, “ritm melekesi” ile olan alâkaları teşhis edilerek, “tarih öncesi” dediğimiz insanlaşma süreci, daha açık bir şekilde bilince çıkarılabilsin; ve de zihnen prematüre (gerzek) insan popülâsyonu, objektif bir şekilde likide edilebilsin. Ve böylece de, insanlığın bilinçlenme sürecini engelleyen nefret duyma, haset etme, kin gütme ve garez olma gibi olumsuz duygularla birlikte, bu duygulardan korunmak üzere geliştirilmiş nezâket kurallarından mütevellid, “mürâi kalleş”lik illeti veya “kapitalist hastalığı” da kalmasın toplumlarda... Zira son tahlilde, nâzik (kibar) görünme külfetinin, “mürâi kalleş”lik illeti doğurmaması için, sâdece bilimsel idrâk, ve ondan mütevellid “samimiyet” kâfidir... Demek ki bugün, insanlığın en büyük sorunu, zihnen sakat ve rûhen gelişmemiş (prematüre) olanların çokluğudur aslında... O halde bütün meselelerin –bir şekilde- bağlı bulunduğu bu sorunu çözmek, yani zihnen sakat ve rûhen prematüre (melekeleri muhtel) insanların sayısını azaltmak, en önemli ve âcil bir görevdir; doğumların bilimsel bir şekilde denetim altına alınmasıyla yapılabilecek... Bu görev lâyıkıyla yerine getirilip, doğru dürüs “insan”ların yetiştirildiği, ve de “Tanrısal Yol”da dizildiği bir “küresel insanlık” düzeninde, ne kapitalist (mal sâhibi) gibi ucûbeler barınabilir, ne de insanlar dînî ve milli öbekler oluşturup birbirlerini yiyebilir... Onun için herşeyden önce, bilimin, “antropoloji” modülüne indekslenmek sûretiyle dallanmadan, bilimcilerin de –spesifik konularda- mârifet gösterip övgü ve ödül alarak tatmin olan “uzman”lık soytarılığından kurtarılmaları şattır… Aynı şekilde, sanatın da “tarih öncesi” aktivitelere indekslenmek sûretiyle yaratıcılığına yeniden kavuşturulması, ve dolayısile de, tarihî devirlerin en müessir “taklit ve ezber” eğitimi olan teatral dalların iptal edilmesi, en önemli diğer bir “gerek şart”tır.
Antropolojinin Adı, İnsan (Emek) Bilimi Olmalıdır Artık...
Matematiksel Mantık’la düşünüp, “ritm” parametresi üzerine oturtarak geliştirdiğim İnsan (Emek) Bilimi’ni, Türkçe ile ifâdelendirirken –ana dilim Türkçe olduğu halde- çok zorlandım, ve hâlâ da zorluk çekmekteyim; kelimeleri, güçlü çağrışımlar yaptıran mecâzî anlamlarını gözönünde tutarak kullanmak, ve de sözün gelişi (retorik) mantığına kapılmamak için... Zâten, ancak maddi bir zemine (olaya) dayandırılarak inşâ edilebilen bütün bilimsel düşünce sistemlerinin de, sâdece kelimelerle ve onların “retorik” disipliniyle ifâde edilebilmesi mümkün değildi; felsefî ve ideolojik doktrinlerden farklı olarak... Zira bilimsel teoriler, maddi bir zeminden neşet ettiği (ettirildiği) gibi, aynı zamanda “ölçü”lerle (dolayısile sayılarla) masabaşında üretilen ve önceden tahkik edilebilen sonuçlar verirdi. Halbuki, felsefî veya ideolojik doktrinler, tahkîki mümkün olmayan lâfzî –ve subjektif- propozisyonlara (veya hipotezlere) dayanır, ve de bir süre, bir yerlerde zorla, ve/veya moda olarak yayılabilirdi ancak... Yâni, aslında hece dizgeleri olan kelimeler, Panteist Zon’da ritmik âyinler yapan insanımsıların –ağız yapısını da oluşturarak- çıkardıkları, ah’lama of’lama gibi zorlanma seslerini (hecelerini), eşya ve olaylara (hatta duygulara) tekâbül ettirmeleriyle ortaya çıktığından, insanın oluşum aktivitesini (ritm) ve türevlerini (melekeleri, tabuları vs.) îzah edemiyor. Ve işte onun için de, insâniyet hakkında, sâdece kelimelerle bir –bilimsel- teori kurulamıyordu... Ama nihâyette (48 yıllık bir süreç sonunda), Türkçeyi ve Matematiksel Mantığı bilenler tarafından kolayca anlaşılabilecek bir antropolojik teori (İEB) çıkardım ortaya... Bunun bir “aydınlanma” teorisi olduğu, dolayısile fikrî kısmını yalnız “inisiyatör-aydın”ların anlayabileceği, kitlelerin ise, sâdece ritmik (âyinsel) etkinliklere katılmak sûretiyle, hissen anlamlandırabileceği gâyet açıktır... Onun için bu “aydınlanma” açılımının, herşeyden önce bütün Dünya’daki seçkin aydınlara bildirilmesi, ve de onların anlaması lâzımdır; ki dolayısile de, Türkçeye ve Matematiksel Mantığa hâkim olduğu gibi, bir de İngilizceyi ana dili gibi bilen aydınlara ihtiyaç vardır... Oktay Sinanoğlu gibi değerli bilimcilerimiz, vaz geçsinler artık memleketi (Türkiye’yi) kurtarma sevdasından... Çünki, “mazlum ülkeleri kurtara kurtara, emperyalizmi tecrit ederek yıkmak” şeklindeki komünist taktiğinin modası çoktaan geçti; Marksizm’in de aşılmasıyla birlikte... Zira bu taktiği güden, koskoca bir Sovyetler Birliği’nin nasıl çöktüğü, ayan beyan görüldü ve anlaşıldı. Artık zaman, tarihî devirleri kapatmak üzere, son aydınlanmayı başlatmak zamanıdır; ki bu aydınlanma da ancak, başlıca emperyalist mihrak ABD’nin mücâvir alanından başlayabilir; başlamalıdır. Çünki, antropoloji bilimini geliştirmek, daha doğrusu bütün bilim dallarının ortak modülü hâline getirmek üzere, İEB Tebliğleri muhtevasından bir anda, yüzlerce doktora (veya akademik kariyer) tezi çıkarmak, ve de ABD’nin bilim atmosferini, kapitalist zehirlenme ve din kirliliğinden kurtarmak mümkündür. Ama bu yapılamadığında, ABD yönetiminin, silah gücüyle insanlığa, kapitalistler adına kanlı politikalar dayattığının, yani din ayrımcılığını da kullanmak sûretiyle bilinçli olarak “devlet terörü” uyguladığının ispatlanacağı da gâyet açıktır… Ki bu taktirde, ABD yönetimi ve kapitalistlerinin, insanlık vicdânında mahkûm olacağı da bedîhîdir… O halde şu nokta iyi anlaşılmalıdır ki, Azmanistan’ın, insanlığa devlet terörü uyguladığını ortaya çıkarmaktan çekinenlerin, Türkiye’yi kurtarmaya kalkmaları, kahramanlık değil ancak kaçaklık sayılabilir. Zira, baş emperyalist mihrak, yakın çevresinden kuşatılıp fikren tecrit edildiğinde, bütün mazlum halklarla birlikte bizim de kurtulacağımız âşikârdır... Ama Oktay Sinanoğlu bu noktada –bir bakıma- mâzur ve mâsum da görülebilir. Çünki kendisi, Batı’daki bilim anlayışının, “fizik” hâricinde hâlâ “pozitivist”, yani ihtimâlî parametreleri hesaba katmayan, “müspetçilik” karakterini muhâfaza ettiğini fark etmiştir; ama ne yazık ki bundan, metafiziğe (mistisizme) kaçarak veya gerileyerek kurtulmaya çalışmıştır. Ve dolayısile de, fikrî serüveninde dönüp dolaşıp, yine “kürkçü dükkânı”nda, yani kapitalizm tezgâhında bulmuştur kendini… Mesela, Oktay Sinanoğlu’nun, kâmil insanı tanımlamak için kullandığı “bilim+gönül” sembolizmi, benim emek = iş + kozmik emek formülümün, metafiziğe (mistisizme) kaçan bir ifâdesinden başka bir şey değil aslında… Çünki benim formülasyonum “insan”ı, bir fenomen (emek) anlamında almakla, hem iş çıkaran bilimsel çaba, hem de insanı yaratan “kozmik emek=melekî faaliyet” çabası olarak iki bileşenli göstermektedir. Ki buradaki “kozmik emek” bileşeni de, insanlar arasındaki melekî (vicdânî) rezonans hâlini, yani “gönül” olayını ifâde etmektedir; maddi bir şekilde… Demek ki Oktay Sinanoğlu’nun, metafiziğe meyletmesinin, ve de ezilen halkları (ve Türkleri) kurtarmaya kalkmasının esas sebebi, Azmanistan (ABD) evrenkentlerinde (üniversitelerinde) ister istemez benimsediği, pozitivizmden kurtulamamış sakat bilim anlayışıdır. Yâni son tahlilde, tarihî devirlerin, “tarih öncesi”nin anti-tez’i olduğunun bilincine varılamadığı yer ve zamanların bilim anlayışıdır. İşte bu zihniyettir ki, halkların ortak geçmişini (veya modülünü) çıkaramadığı için, onları, ayrı ayrı kurtarılması veya yardım edilmesi gereken, birbirinden kopuk öbekler gibi görür; ve çoğu sefer de, güçlü halkların diğerlerini sömürmesine yol açar…
Tarih öncesi’ni bilince çıkaracak bir “flaş aydınlanma” gerçekleştiremezse insanlık, dinlerin, Aristo Mantığı mûcibince kurguladığı meş’um kehânet (veya büyü) olan Kıyâmet’i yaşamaya başlayacaktır, hatta başlamıştır; kitlesel kıyımlar yapan terör eylemleri şeklinde… Çünki “sıradışı varlık” anlamındaki “tanrı” konsepti, matematiksel mantık muvâcehesinde paradoksaldır, yâni “hem var, hem de yok”tur; R.Paradoks’un gösterilişinde kullanılan, model kümenin sınırları gibi… Veya, matematiksel anlatımla, elemanları “iyi sıralanmış” olmayan, bütün açık kümelerin kümesi, açık kabul edildiğinde kapalı, kapalı kabul edildiğinde ise açık çıkıyorsa –ki öyle çıkıyor (Russell Paradox)- o zaman bu kümenin sınır elemanları da, “hem var, hem yok” demektir… İşte ondan dolayı da, “tanrı”nın yokluğunda kendisine, zıddı ( yani şeytan) vekâlet etmektedir; Aristo Mantığı mûcibince… Ama insanlar o halde de, hâlâ aynı mitolojik muhayyel merciye ibâdet ederek şeytana uymakta, ve de ondan af ve mağfiret dilemektedirler... Demek ki dinlerin “kıyamet” kehâneti, “dinsel mantık ve mentalitenin iflâsı”, ve de “tarihî devirlerin bitişi” öngörüsünden başka bir şey değildir aslında… Yani peygamberler, kendi mantık ve zihniyetlerinin anlamı kalmayınca, insanlığın da sonu gelir diye düşünmüşler, veya kendilerinden daha iyi ve doğru düşünen insanların –ilerde- çıkabileceğine ihtimal vermemişlerdir; obsesyon (fikr-i sâbit) derecesindeki inanç ve özgüvenleri (asabiyetleri) dolayısile… Çünki o zamanlarda, -bugünkü bilimsel düşüncenin aksine- bir mütefekkirin (hele ki peygamberin), düşüncesinden en ufak bir şüphe duymaması icap ediyordu; zira inanma/inandırma husûsu, objektif –matematiksel- ispatlara değil, daha ziyâde obsesyon (veya asabiyet) ve illüzyona dayanmaktaydı. Ve dolayısile de, iddialı bir fikirden, hele ki şiirsel bir anlatımdan şüphe duymak, “şeytana uymak” anlamına gelmekteydi… Onun için insanlığın, “tarih öncesi” modülünü bilince çıkararak, bir an önce bilimsel (veya tanrısal) yola girmesi artık, mümkün olduğu kadar, elzemdir de…
Kendinde (Bilinçli) Olmak, Tüm Yaşamın Tutarlılığını Gerektirir:
Köksüz ruhsuz insanların, Avrupa’lara, Amerika’lara tahsil için gidip de, oraların maymunu olmaları, beni hiç ilgilendirmiyor… Ayrıca, ancak dindarlık kisvesine bürünerek “ispât-ı vücut” eyleyebilenlerin, Batılı’lardan gördükleri “tecessüs” ilgisini, kendilerine verilen “değer” zannetmek, ve de yabancı dil papağanlığını mârifet saymak sûretiyle, “adam” oldukları vehmine kapılmaları ise, sâdece komiğime gidiyor… Ama Oktay Sinanoğlu gibi birinin, “bal yapmaz arı” gibi etrafta dolaşarak, sâdece lâf (veya nasihatçılık) yapmasını da içime sindiremiyorum. Zira, Oktay Sinanoğlu’yla biz, çocukluğunu 1945-55 aralığı Ankara’sının orta göbeğinde geçirmiş, ve de –İnönü’nün peşkeşiyle gerçekleşen- Amerikan işgâlini, körpe belleklerine acı bir anı olarak nakşetmiş kişileriz… Kendisi Amerika’ya tahsile gönderilirken, önce, “düşman bir ülkeye zorla gönderiliyormuş” gibi bir hisse kapılmış, ama daha sonra da, “Amerikalıların ilmini (sırrını) öğrenip, onlarla daha iyi mücâdele edeceğim” diye kendisini teselli etmiş… Onun için, bu kadar yüksek bir ilmî kariyer edindikten sonra, “Oktay Sinanoğlu’nun artık, emperyalistleri içerden yıkacak, ve de mazlum halkları kurtaracak bir bilimsel sırra ermiş olması gerekir” diye düşünebiliriz herhalde… Ben ise, yabancı dil olarak İngilizceye mecbur edilmem (zira diğer diller müfredâttan kalkmıştı), ve de kolejli annemin Amerikancı çevresi ve eğilimleri dolayısile, rûhumda duyduğum tepki yüzünden, hiçbir zaman doğru dürüs İngilizce öğrenemedim; hatta uzman pedagog İngilizce hocalarından özel dersler –bile- aldırıldığım halde… İngilizce imtihanları, bugün bile hâlâ rüyalarıma giren –“insanın sevmeden yaptığı bir işi, beğendirmeye çalışması” gibi- korkunç birer kâbustu, benim için… Çünki “dil”, aslında –matematiksel mantığa nazaran- gâyet mantıksız (iknâ edici olması için, ritmik sesler ve jestlerle desteklenen) bir espri aracıydı; ve de böyle bir rûhî râbıta (kontakt) aracı, zorla kullandırılamaz veya gerçekleştirilemezdi… Neyse ki, daha sonraları, matematikçe düşünmek için hiçbir dile –pek- ihtiyaç duymadım; ve de lâfzî düşüncelere hep şüpheyle baktım… Zorla dikte edildiği için, kendimi İngilizce ifâde etmeyi bir türlü başaramasam da (hatta Türk dili ve edebiyatından bile ikmâllere kalsam da), matematik mantıkla gâyet iyi düşünebilmem sâyesinde, bilimsel derslerde daima (üniversitede dahî) seçkin bir öğrenci oldum. Amma ve lâkin, iş akademik kariyer edinmeye gelince, NATO ve NATO’cu eğitim politikaları hep yolumu kesti; hatta birkaç kez, -resmî ve gayri resmî olarak- geçtiğim NATO sorgulamalarından bile, nedense(!) olumlu bir netice alamadım… Ve bu şekilde de, Hür Dünya(!) gardiyanı NATO uzmanlarının, Kapitalist (pozitivist ve metafizikçi) zihniyetle beynini yıkayamadığı –ince spesiyalist, kuantum fizikçilerinden maadâ- hiç kimseye, akademik kariyer yolunu açmadığını öğrendim… Bu durumda, ciddi bir alternatifmiş gibi görünen Komünizm ideolojisini incelediğimde ise, hem onun –insanla hayvanın nesnel farkını belirleyemediğinden- bilimsel olmadığını anladım, hem de 16.Asır başlarında, Istanbul’un 1/3’ünü îmâr ve vakfetmiş olan atalarımın, çok daha ileri bir komünizan ekonomiyi, yüzlerce yıl önce gerçekleştirmiş olduklarını gördüm. Dolayısile de, ister istemez antropolojiye ve “tarih öncesi”ne yöneldim; ki ondan sonra da, metodik bir araştırma süreci nihâyetinde, kapitalizm taraftarları tarafından atıldığım hapishânede, hem dinlerin, hem de kapitalizmin sırrı, -çorap söküğü gibi- çözülüverdi kafamda…
1964 baharında –mülâkat için- dâvet edildiğim İngiltere büyükelçiliğindeki “beş çayı”nda, bana ikramda bulunan leydi’nin, İngiliz âdetleri hakkındaki övünmelerine katlanıp da, kendisine hoş görünerek NATO bursunu alsaydım, bugün, İngilizce espri kurabilen, ama “matematik” deryâsının gıycuğundaki bir ufak bölgenin de uzmanı (ve/veya öğretmeni) olan, spesiyalist bir bilimci olarak temâyüz edecektim. Kariyer etiketimden dolayı herkes bana, muayyen bir “peşin saygı”yı gösterecek, dolayısile de toplumsal bir statüye oturtacaktı. Ki böylece de, topluma ve insanlığa dair, “cürmü kadar yer yakan” ukalâlıklar yapma hakkını elde etmiş olacaktım… Sonunda anladım ki, aslında, bir “aydınlanmacı”nın –mutaassıp- spesiyalist olmaması, bilim ve sanata bakış açısının gâyet geniş olması, ama bununla birlikte matematiksel mantığa da hâkim olması gerekmektedir; ki bu da, aynı zamanda, kişilik bütünlüğüne sâhip olmak veya kendinde (bilinçli) olmak anlamına gelmekte… Aydınlanmacı’nın prototip’i Leonardo Da Vinci olsa da, “tarihî devirler”in aşılması anlamını taşıyan bugünkü aydınlanmada, o zihniyete –kalite farkıyla- ters işler de yapmamız, daha doğrusu tepetaklak edilmiş bazı yargıları ayakları üzerine oturtmamız gerekecektir. Çünki mesela, Da Vinci zamanında Dünya, Evren’in merkezi olmaktan çıkarıldığı halde, tarihî devirleri kapatacak olan bugünki aydınlanmada insanlık, kendini Evren’in merkezi olarak konumlandırmak zorundadır. Zira aslında, insanlığın “ben” merkezli Kâinât tasarımı, “panteist zon”dan gelen ve özünde doğru olan bir tesbitti… Ama gelişmiş dürbünlerle, uzaydaki cisimlerin ve uzaklıkların muazzam büyüklükleri ortaya çıkarılınca, -pozitivist anlayışla- sanki “uzay” diye koskocaman mutlak bir boş mekân varmış da, Dünya da bunun bir kıyısındaki küçücük bir bilyeymiş gibi bir anlayış doğdu… Ki bu anlayışı da, “Ulu Kâinât’ın mimarı, ulu yaratıcı Allah (Rabb, God) ile, onun nâçiz ve âciz kulları insanlar” dogmasını kabul ettirmek, ve de insanlığı kolayca güdülebilen bir sürü hâline getirmek için uğraşan gericiler (dinciler), bu –astronomik- tabloyu gâyet iyi kullandılar… Yani Rönesans’ın doğurduğu Pozitivizm, insanlığın zihninde bir “metafizik alan”ın açılmasına veya genişlemesine sebep oldu. Oysa bugün gâyet iyi biliyoruz ki, Dünya adındaki ufak planetin içinde bulunan, “canlı” adındaki ufacık yaratıklar, “Büyük Patlama”yı tersine döndürecek, yani “entropi” artışını eksiye çevirecek sırrı (kanunu) bünyelerinde taşımaktadırlar… Ve bu sırrı ortaya çıkaracak potansiyel şuur da, insanlıkta mündemictir… Demek ki insanlık artık, her şeyden önce, Evren’de tanrısal bilinci taşıyan yegâne varlık olduğunu idrâk edip kendine gelmelidir; genel gidişâta uyum gösteremeyecek olan –mutasavver aday- üyelerinin doğumlarını da önlemek sûretiyle… Aynen, yıkanarak kirinden, nasırından arınan vücutlar gibi… Yoksa, “fauna” sınırı tanımayan, ve de eko-sistem’in üstüne çıkmış bulunan insanlar için “üremek”, hâlâ bireysel bir hak olarak görülürse, kapitalizmle birlikte dincilik nasırı, insanlığın kemiğine, iliğine kadar kök salarak onu meflûç hâle getirecektir… Onun için, her şeyden önce, Dünya’yı sâdece din ve para’yla (ülkelerdeki din’ci ve para’cı köpekleri seçip, “seçkin”leştirmek sûretiyle) yönetmeye kalkarak mahşere çeviren, gerici ABD yönetimi, yakın çevresinden kuşatılarak denetime alınmalıdır. Yani insanlığın oluşum sürecinin, veya “pre-history”nin inkârı (negasyonu) üzerine uydurulmuş dinsel mavallarla (doktrinlerle), ve de “değerlerin değişim aracı” olarak ortaya çıktığı halde, giderek “-hem kullanım, hem de mübâdele değerine sâhip-malların değişim aracı” hâline dönüşüp, stokçuluktan sonra da, bîzâtihî kendisi bir değer (değişim değeri) hâline gelerek metâlaşmış bulunan, dejenere “para” konseptiyle, artık toplumların aldatılıp güdülemiyeceği, emperyalistlerin ana dilinden (İngilizce ile) açıkça haykırılmalıdır yüzlerine… Ve böylece de, insanlığın ancak, bedenî (ritm) ve aklî (sıralama) melekeleri sağlıklı olan, -dinden, paradan münezzeh kılınmış- gerçek seçkinlerce (yaratıcı veya inisiyatör’lerce) yönetilebileceği anlatılmalıdır Dünya kamuoyuna; gerici ABD yönetiminin yerel köpekleriyle politik dalaşmalara tenezzül edilmeden… Tarihî devirleri kapatacak “aydınlanma”nın, Amerika’ya taşınmasını sağlayacak elemanlar, öncelikle, oraya tahsile gönderdiğimiz bilimciler olmalıdır herhalde… Zira Türk Milleti’nin hakkı vardır üzerlerinde… Yeter ki, oralarda tahsil görürken kapıldıkları, “kronik öğrenci” psikozundan kurtulabilsinler…
Ama emperyalistler, tarihî devirlere son verecek bu aydınlanmayı engellemeye (geciktirmeye) çalışarak, politik oyunlarla –Milleti birbirine düşürerek- Türkiye’yi didiklemeye ve tırtıklamaya devam ettikleri taktirde ise, bir eşikten sonra, NATO plânlarının hâricinde bir “askerî seferberlik” uygulaması –fiilen- gündeme gelecektir; ve gelmelidir herhalde… Çünki o zaman çalınacak bir “toplan!” borusuyla, bütün Türkler –dinli, dinsiz demeden- vatanî görevlerini yapmak üzere kışlalara koşacaklar, ve de “Ordu-Millet” şeklinde, ama insanlığın geleceğini de görebilen şuurlu bir kitle olarak, “Nizâm-ı Âlem” uğruna yeniden doğacaklardır. Bu, bizim için hem bir hak, hem de görevdir; zira, bugünki “aydınlanma” fikriyâtı, bizim tarihimizdeki köklerinden veya çekirdeğinden neşvü nemâ bulmuştur…
Ali Ergin Güran: 13/06/2012+1