İnsanlığın ilk beslenme şekli olarak, uzun arayışlar anlamında bir “toplayıcılık”tan sözetmek mümkün değildir. Tarihî devirler insanının bu zannı , insanların “deneme-yanılma” metoduyla tecrübe kazanarak geliştiği (insanlaştığı) şeklindeki, “amaçlı nedensellik” mantığından kaynaklanmaktadır. Halbuki, o zamana kadar bilinmeyen (örneği olmayan) bir “insanlık” kalitesine sıçrayacak, yani refleksif etkileşimlerin ve dolayısile “fauna”ların (hatta eko-sistem’in) üstüne çıkacak, ve de “artı-değer” üretecek (yaratacak) olan mahlûkların, emeksiz, çabasız, yani karşılıksız olarak beslenmeye (bir “ekstra-değer”e) ihtiyaçları vardı; ki onun da bugünkü adı “yağmacılık”tır… Zira, insanlaşacak primatlar, -ne gibi bir kaotik ortam mûcibince başlamış olurlarsa olsunlar- vahşi hayvanları kendilerinden uzak tutan, ritmik tepinme şeklindeki âyinlerini, uzun ara vermeden sürdürebilmek için, hazır ve besleyici (komprime-kompleks) gıdâlara gereksinim duydular; ritmik hareketleri meleke kesbedinceye, ve akıllanma (yaratıcılık) sürecine girinceye kadar... Hem zâten ritmik hareketler gurupta, üyelerini yiyecek aramaktan alıkoyan bir kohezyon (iç çekim) cezbesi de yaratıyordu; ki ondan dolayı bu ilkel etkinlik, dinlerin –nedensellik mantığıyla kurgulanmış- tapınç ritüellerine rağmen, İslâmiyette semah ve zikr, diğer dinlerde de, mesela “koral müzik” olarak süregelmiştir… Sayma(ritm) ve sıralama melekeleri geliştikten sonra ise, hem âlet (silâh) yapıp kullanabildiklerinden, hem de ritmik “av büyüsü” âyinleriyle, senkronizasyon (zaman akış duygularının özdeşleşmesini) sağlayabildiklerinden, avcılıkla beslenme seviyesine sıçramış olmalılar… Ama bu seviyeye gelmeden önce, onların yaptıkları ritmik âyinlere, bir nevi “açlık antrenmanı” demek de mümkündür aslında... Zira bu etkinlikler, insanları yiyecek aramaktan alıkoyarak, “beslenme tabusu”nu doğurmuştur. Ve tarihî devirlerdeki –dinin vecibesi veya Tanrı emri diye yapılan- oruç ibâdetleri de, bu “tabu”nun muhtelif mitolojik yorumlarla şekillenmiş bakiyelerinden başka bir şey değildir… Yani anlaşılıyor ki, akıllanma sürecine girinceye kadar sözkonusu insanımsılar, kuşların timsahların yumurtalarına, keçilerin ineklerin sütlerine, hatta çakalların kurtların - encikleri için çıkardıkları- kusmuklarına dadandılar; meyve ağaçlarından maadâ... Ve de kutsal –hayvan- “totem”lerinin kendilerine sunduğu(!) yiyecekleri, -küçük çocukların zıplayıp hoplayarak yedikleri gibi- bir âyin ritüeli hâlinde tükettiler; ki bu da, insanlardaki yutkunma refleksinin akord olmasını sağladı. Nitekim tarihî devirlerde de bu etkileşim, muhtelif dinsel sofra âdâbı şekillerinde sürdü; bolluk zamanlarında insanların, bu usûlleri anlamsız görüp, bireysel beslenme şehvetine kapılarak oburlaşmalarına kadar… Mesela Türklerin kadîm komün yemeği olan keşkek, gerek muhtevâ, gerekse şekil olarak, kurt kusmuğuna çok benzemektedir. Zira, bir ceylanın –tercihen- sindirim sistemini yiyen bir kurt’un kusmuğunda da, otlar, tahıllar ve etler bir arada, lâpa şeklinde karışmış olarak bulunur. Yani bir bakıma, -Türk adıyla- türemekte olan insanları kurtlar beslemiş, sonra da akıllanan insanlar onları, “kemik” ücretine tâbî koruma, veya güvenlik görevlisi (köpek) olarak istihdam etmişlerdir… Ayrıca Türklerde, beslenme yağmacılığının, -hırsızlığa karşı bir önlem olarak- tarihî devirlerde de, “çapulculuk” şeklinde şümûllendirilip kurumsallaştırılarak sürdürüldüğü bilinmektedir… Diğer yandan Yahudilerin, sütlü komün yemeklerine et karıştırmayı yasaklayan –dinsel- inançlarının, totem hayvana (ineğe) atfedilen kutsallıktan (tabusallıktan) kaynaklandığını düşünmek de, hiç yanıltıcı değildir… İşte böylece, ilkel insanlara hazır (komprime) besin sağlayan kuş, timsah, inek, keçi, kurt, çakal gibi hayvanlar ile, bazı -faydalı- ağaçlar, giderek, kutsal "totem" sayıldılar; muhtelif mahalli halklar indinde... Ki bu arada, genel olarak “uğur böceği” diye adlandırılan küçücük uçuç böceğinin gâyet besleyici larvalarının büyük birikintileri de, bütün primitif halklar tarafından bir ganimet bilindi; ve böcek kutsandı… Bu açıdan bakılınca Avrupalılar yumurtacı (veya kuşçu), Ortaasyalılar kusmukçu (veya kurtçu), Hindistan-Mezapotamya eksenindeki halklar da genellikle, sütçü (inekçi, keçici) olarak görünmektedirler; bugünkü milli amblemlerine kadar gelmiş, baskın “totem” şekillerine bakılırsa… Medeniyetler tarihinde müstesna yeri olan Mısır ise, heykelleri, resimleri bulunan "totem-tanrı"larından anlaşıldığına göre, hem yumurtacı (kuş ve timsah), hem sütçü (inek ve koyun), hem de kusmukçu (çakalcı) olarak temâyüz etmektedir. Ki muhteşem Mısır uygarlığını kuran halklardaki gelişmişliği, biraz da bu besin çeşitliliğiyle izah etmek mümkündür. Ama onların esas üstünlüğü, Panteist-Zon’daki insanlaşma sürecini (meditasyon tekniklerini ve inisiyasyon seçilimlerini ifade eden formülleri), ezoterik sırlar olarak Tarihî Devirler’e taşımalarından, yani tarih öncesinden, tarihî devirlere geçerken, tam bir inkâr ve kopukluk yaşamamalarından kaynaklanmaktadır; hânedanlar devrine kadar… Nitekim bu üstünlüklerini, “meditasyon” ve “inisiyasyon” tekniklerine dayanan “tarikat” diye bir “eğitim-seçilim sistematiği”yle sürdürerek göstermişlerdir; itaat (tapınç) disiplinine dayanan “din”ler zamanında bile… Zira, tarih öncesinin insanlaşma zonunda –ritmik tepinmelerle- bir nevi “açlık antrenmanı” yaparak, hayvânî bünyenin “açlık-tokluk eşikleri”ni yok eden insanımsılar, bu sûretle katabolizma (yıkım metabolizması) ve anabolizma (yapım metabolizması) süreçlerini kontrol etmeyi de öğrenmişlerdir; ki bu bilgileri de Mısır râhipleri, ezoterik sırlar olarak tevârüs edip, bunlardan bireysel meditasyon teknikleri geliştirmişlerdir. Yani melekeleri güçlü olanları, nefes alışlarının ve kalp atışlarının ritmini olağanüstü düşürüp, katabolizma (aç kalış) sürecini alabildiğine uzatarak, “ölüme yatmak” diye gâyet güç, ama etkin meditasyon teknikleri ve inisiyasyon (seçilim) usûlleri veya imtihanları icat etmişlerdir. Öyle ki, bazıları kendilerini, mezar gibi yer altı kabinlerine bile kapattırmışlardır… Dirilirken (veya uyanırken) insanlara olağanüstü ferâset ve yaratıcılık kazandıran, bu “ölüme yatma” teknikleri de, daha sonraları, “tanrı-kral”lara nisbet yapan peygamberler tarafından, “tanrıyla temâsa geçip vahiy alma” diye yorumlanmış, ve de “tarih insanı”na böyle anlatılmıştır; “tanrı-kral”ların –kitlesel çalışma düzeni için- tesis etmiş olduğu tapınç kültünü (itaat disiplinini) sürdürmek üzere… Zira Hz.Musa’nın, “ölüme yatma” imtihanından geçmiş, yüksek dereceden inisiye bir Mısırlı rûhânî olduğu iyi bilinmektedir… Halbuki, kontrolsuz bir yıkım metabolizmasına dayanan –hayalî (dinsel)- düşünce faaliyeti ile (mesela Allah’a niyâz ederek), kendilerine sağlık ve esenlik aramaları, insanlar için nâfile bir çaba, ve de her bakımdan büyük bir yıkım demektir. Zira böyle yapmakla (hayâlî varlıklara öykünüp tapınmakla) ancak, kurguladıkları varlıkların rüyalarına girmelerine sebep olup, obsesyona (sâbit fikirlere, dogmatik inançlara) gömülerek serseme dönmekte, ve de asla kendilerine gelememektedirler; yani bilinç kazanamamaktadırlar. Çünki kuguladıkları hayallerle etkileşime geçmekle, aslında kendi kendilerini yemektedirler. Daha doğrusu, biyolojik varlıklarının bilincine varıp, hayvânî bünyelerini idâre ve tedâvi etmeyi öğreneceklerine, zihinlerinde bir muhayyel tanrı vehmedip, kendilerini idâre etmesi için ona (yani kendi muhayyelelerine veya gölgelerine) havâle veya emânet etmektedirler. Ki böylece de, aslında, binlerce yıl önce yaşamış insanların (peygamberlerin), -tarih öncesinin inkârına dayanan- âfâkî sözleri ezberletilerek edilgenleştirilmek sûretiyle, kitlesel –mal- üretim düzeninin bir elemanı (âleti) olarak, itaat disiplinine sokulmaktadır bu insanlar… Sonra da, hastalandıklarında, ya –sâdece- ilaç ve cerrahi tedâvisi öğrenmiş uzman tabiblere (yani bir tür baytar’lara), ya da üfürükçü hocalara, kendilerini –irâdelerini devre dışı bırakarak- teslim etmektedirler; bozulan bir âletin, tamircisine teslim edilmesi gibi… Büyük bir çoğunluk itaat disiplinine sokulunca da, insanlığı ortaya çıkarmış olan –ritm melekesinden mütevellid- yaratıcı bilim ve sanat disiplinleri bastırılmış olmaktadır… Halbuki, doğru dürüs bir toplumda insanların, irâdî (melekeleri güçlü) olanları meditasyon yapmayı öğrenmeli, ve de doğru bir seçilimle ayıklanarak inisiyatör veya kriatör yapılmalı, diğerleri de tarih öncesinin panteist toplulukları gibi, “grup terapisi”ne tâbi tutulmalıdırlar… Yani son tahlilde anlaşıldığına göre, insanlar, tanrısal “yaratılış” programının uygulanışını bütünüyle görüp anlayamaz ve de ona uygun davranamaz hâle geldikten (hânedan yönetimlerinden) sonradır ki,- îmâlât sırasında- yaptığı yanlışları düzeltmek üzere, toplumlara tashihçiler (peygamberler) gönderen bir sarsak (veya dalgın) Tanrı miti kurgulamaya başlamışlardır. Ve hâlâ bugün dahî, -ama bu sefer- kapitalist hânedanlar lehine olmak üzere, aynı Tanrı mitini ve peygamberlerini ihyâ etmektedirler; intihar (Kıyâmet) psikozuna kapılmışcasına…
Çiftleşme (Cinsel İlişki) Tabusu Hakkında…
Ateşin kullanımı öncesindeki “alacakaranlık kuşağı”nda (veya zon’unda), gecelerini mağara gibi korunaklı yerlerde uyuyarak geçirmek zorunda olan ilk insanlar, çiftleşmelerini de –gayri irâdî ve gayri ihtiyârî olarak- uykulu hallerde, kimse birbiriyle yüzleşmeden, bilinç dışı reflekslerle yapıyorlardı herhalde… Dolayısile de “cinsel tabu”ya halel getirmiyor, ve bilinç bulanmasına yol açmıyorlardı. Zira ritmik tepinmelerle, “ritm melekesi” ve dolayısile “ritmik rezonans=birlik duygusu (rûhî birlik)” kazanmakta olan panteist topluluktaki herkes kardeş sayılıyordu. Ve onun için de, toplu (kollektif) hareketlerle edinilmiş ritm melekesinden mütevellid –ölçü ve sayılarla örülen- matematiksel mantık ile, ona müstenid bilinç, tek bir objektif (bilimsel) görüş kazandırıyordu insanlara (insanlığa)… Ki –objektiviteyi bozacak- hayvânî rekâbetin ve kaba kuvvetin (yani besili erkek tipinin) sözkonusu olmadığu bu ilkel topluluklar da, “anaerkil”di zâten… Tarihî devirlerde söylenegelmiş olan, “nurdan, tanrıdan hâmile kalmış bâkire (iffetli) kadın” efsaneleri hep, bu “alacakaranlık zonu”ndan taşınmış “bilinç altı” anılardır aslında… Ayrıca, tarihî devirlere kadar intikal etmiş, savaşçı kadın topluluklarının (Amazonların) da aslında, bir düşman –daha doğrusu hayvan topluluğu gibi görülen- klân tarafından erkek kardeşleri ve çocukları öldürülerek kendilerinin ırzına geçilmiş mağdur kadın guruplarından türemiş oldukları, ve de onların, geçirdikleri acı tecrübeye binâen, düşman (hayvanımsı) erkeklerden hâmile kalıp sonra da onları öldürmeyi öğrendikleri düşünülebilir… İnsanlar, sayma (ritm) ve sıralama melekelerini kazanıp da, “zamanlı-mekânlı” bir çevre bilinciyle tarihî devirlere girdiklerinde, çiftleşmeden üreyemeyeceklerini (çoğalamayacaklarını) anladıkları zaman, -tabulardan kaynaklanan- seksî tutukluklarını yenmek için bir takım teşvikçi, tahrikçi cinsel fetişler yaratmak zorunda kaldılar; mesela “tanrı-kral”ların, tapınaklarda görevlendirdiği makyajlı (süslü-püslü) kutsal fâhişeler bu işlevi görüyorlardı. Üstelik, kadîm Mezopotamya’da, “rasathane-tapınak” anlamındaki Ziggurat’ların tepesinde, “tanrı-kral”lar (veya hânedan mensupları) için dahî, birer zîfaf odası bulunmaktaydı ki, burada kutsama şeklinde yapılan teşvikler (kıyaklar), veya âyinsel (seremonik) çiftleşmeler, daha sonraları herkese şâmil –dinsel- düğün törenleri hâline geldi… Yani tarih öncesinin “tabu”lu hayatında lânetlenen, ve ölümüne yasaklanan “cinsel ilişki”ye karşı duyulan korku ve çekingenlik, tarihî devirlerin başlangıcında, onun, -melekelerin ve ferâsetin güçlenmesiyle- oluşmuş güzellik normlarından türetilen fetişlerle ambalajlanarak kutsanması suretiyle dengelenebilmiştir ancak… Ama tarihî devirlerin müreffeh zamanlarında, dinsel (tanrısal) kural ve müeyyideler (veya korkutmalar) işe yaramaz hâle gelince de, hormonal eşikleri ve mevsimleri silmiş olan seksî fetişler, “cinsel fetişizm” denilen “psiko-sosyal” hastalığa yol açmıştır. Yâni insanlar, “cinsel tabu”yu yıkmanın bedelini, tarihî devirlerin başlangıcından îtibâren, her türlü cinsel sapkınlığın da kaynağı olan “cinsel fetişizm” hastalığıyla ödediler; ve ödemekteler. Çünki cinsel fetişler çiftleşmeyi (seks’i), fizyolojik (hormonal) kapasite ve sınırları kaale almayan, tatminsiz (sado-mazoşistik) bir “haz” beklentisi hâline getirmiştir; nasıl ki, lezzet (sindirim katalizörleri) çeşitlemeleri, doyumsuz bir beslenme amacı (oburluk) yarattıysa… İşte son zamanlarda, insâniyeti mahvetme pahasına kapitalizmi yaşatanlar da, “tanrı-kral”ların tabusal korkulardan ve tutukluklardan kurtararak damızlık olarak kullanmış olduğu erkeklerin, “cinsel fetişizm” hastası ardıllarıdır aslında…
Gençliğim boyunca,- anlam veremediğim bir şekilde- annem ve babam dahil yakın çevrem hep şaşırmış, ve de hayret, gıpta veya haset etmiştir; benim nasıl olup da kolayca ve çok miktarda kız arkadaş, flört ve sevgili bulabildiğime… Mesela annem, bekârlığımda, “seni beğenen bir kız var, çağırayım da bir görüş bakalım” diyerek, evvelce tanıyıp da pek değer vermediğim bir kızla beni evinde buluşturmuş, ve sonra kızın –rövanş alır gibi bir edâyla- “ama ben başkasıyla sözlüyüm” diyerek, beni refüze edilmiş durumuna düşürmesiyle de pek keyiflenmişti; hâlâ dün gibi hatırlarım yaşadığım şaşkınlığı… Babam ise orta yaşlarımda, karımdan şikâyet ettiğimde beni, “sen de iyi yaşadın yani, şimdi de çek artık bu kadar çile” mealindeki sözlerle yanıtlamış, daha doğrusu susturmuştu; hiç unutmam… Kaldı ki, yakın arkadaş ve akrabalarımın arasında, bana pas veren kızı tavlamaya kalkarak rezil olanları mı, yalan haberler uydurması yüzünden –kendisini terk etmem üzerine- hastanelik olan bir genç kadının günahına girenleri mi, ayrıldığım bir kızın evine kadar gidip, ayrılma sebebimiz hakkında sorgulama yaparak bana –kasten- yalan lâflar getirenleri mi, ayrıldığım kızın peşinden koşarak arkadaşlık (flört) teklif edenleri mi ararsınız; hepsi vardı… Hatta bu arada, kariyer ve ün sâhibi bâzılarının, koluma girip beni kenara çekerek, “yahu kız tavlamasını bana da öğretsene Ali” diye benden –seksolojik dertlerine- çâre soranları mı ararsınız; onlar dahî vardı… Ben bu davranışlara, pek bir anlam veremesem ve yadırgasam da, bu insanlara daima hoşgörüyle baktım; ama biraz da zavallılık olarak gördüm onların durumlarını… Ancak sonradan anladım ki, aslında bu davranışlar, “cinsel fetişizm” hastalığının muhtelif semptomlarıymış… Bazıları ne tip kadınlardan hoşlandığımı çıkaramamaktan muzdarip, bazıları nasıl kız tavladığımı öğrenememekten hasetçi, bazıları da benim kisveme bürünerek kız tavlamak kurnazlığı peşindeymiş meğer… Daha sonraları da, onların şaşkınlığına sebep olan anti-fetişist davranışlarımın formülünü çıkardım: Doğru ya, pek de yakışıklı ve paralı biri olmadığım, üstelik üstüme başıma da özen göstermediğim halde, nasıl oluyordu da kolayca flört veya sevgili bulabiliyordum?... Yani bir bakıma onlar, bendeki “şeytan tüyü”nü merak ediyorlarmış meğer... Ama nâfileydi, çünki fetişist birinin bunu anlayabilmesine imkân yoktu; zira onlar kadın gözünden anlamıyorlardı… Halbuki, “cinsel fetişist” olmayan normal bir erkek, bir kadınla gözgöze geldiği an, - kadın ne kadar mahcup biri olsa, ve gözlerini kaçırsa da- onun kendisine “alıcı gözü”yle bakıp bakmadığını anlardı. Ve de, kendisine alıcı gözüyle bakmayan bir kadına, -alışveriş ilişkilerinden sarfınazar- dönüp de tekrardan bakmazdı; kadındaki “cinsel fetiş”lere bakakalanların aksine… Zira bilirdi ki, ikinci kez baktığında kadın, –tâciz edildiği hissine kapılarak- jest ve mimiklerle dahî olsa, olumsuz tepki verebilir, yani kendisini refüze edebilirdi; ve böyle bir tepki de, tırmık çiziği mesâbesinde iz bıraksa bile, onun özgüvenini aşındırırdı… Kaldı ki, fetişist olmayan bir erkek, anatomik deformasyonu ve fizyolojik (hormonal) bozukluğu olmayan her kadınla –rahatça- ilişki kurabilirdi; onun melekî ve fikrî donanımından sarfınazar… Dolayısile de, normal bir erkeğin ilişki kurabileceği kadınların –aşağı yukarı- oranı, rastladıklarının 2/3’ünden daha az olmazdı. Ve ilk adımlarda, bunun yarısı, fizyolojik ve sosyo-ekonomik sebeplerden elense bile, rastlanılan kadınların 1/3’üyle -bir şekilde- ilişki kurmak garantiydi… Yani son tahlilde, esas mesele, kadınlarla rastlaşma sayısını arttırmaktan başka bir şey değildi; adam olanlar için… İşte benim bütün rahatlığım, ve fetişistleri deli eden –bu husustaki- özgüvenim, böyle basit bir matematik hesaptan kaynaklanmaktaydı aslında… Ama onların (fetişistlerin) karşı cinse bakışları, hiçbir hesâba vurulamayacak kadar karmaşık (kompleks), veya tâbir câizse astigmatikti… Bu tiplerden öylelerini tanıdım ki, beş kere –resmen- evlenip de, acıtıcı tazminatlarla ayrıldıktan sonra dahî, bir kadın resmine bakıp vahlanabiliyordu; “böylesini bulamadım” gibilerinden herzelerle… Yâni, “fetişist” tatminsizliğinin fizyolojik tablosunu (yansımasını) araştırmak, başlıbaşına bir “bilim dalı”nın oluşmasına yol açar (açacaktır) kanısındayım şahsen… Halbuki, anti-fetişist bir insan olarak, ilerlemiş yaşıma rağmen, bugün bile -kafamda beni red ve refüze eden bir “kadın” imajı taşımadığından dolayı- hâlâ, sanki bütün kadınlar benimmiş de, el etsem gelirlermiş gibi bir his (veya hüsn-ü kuruntu) var içimde... Ve de gözümü kapadığımda bir çoğunun hayâlini –mücessem bir şekilde- karşımda görmekteyim. Dolayısile de, onlara gösteriş yapmak gibi, -kapitalizmi var eden ve yaşatan- erkeklik külfetine tenezzül etmemekteyim; nasıl olsa bundan sonra anlaşabileceğim insanların -kadın da olsalar- kriteryumu, fikrî mutâbakattan geçer diyerekten… Dindarların sâdece kurgusunu yapabildiği “cennet”lik hâl, -realitede- bu olsa gerek diye düşünüyorum. Ve de bu tatminkâr hâlin, özellikle “irade-içgüdü” diyalektik çelişkisinin yarattığı psiko-sosyal dalgalanmaları (gel-git’leri) yönetebilme şuuruna ermekten (dolayısile yaratıcı olmaktan) kaynaklandığını da iyi biliyorum; ki bunu sûfîler (mistikler) eskiden, aşkta pişmek, ve de Tanrısal aşka veya Cennet hoşnutluğuna ulaşmak diye yorumlamışlar… Ve buradan da, haremini terk ederek dağa (inzivâya) çekilmiş bir prens Buda karakterinin, yaşlandıkça haremini genişleten “peygamber” tiplerine nazaran, insanlığı daha bir derinliğine anlamış olduğunu çıkarıyorum… Onun içindir ki, fetişist erkekler, kapitalizme olduğu kadar “din”e de meyyal olabilmektedirler; hem de karşı cins (kadınlar) küme’si içinde, dejenere muhâtaplarını (partnerlerini) yaratarak, veya ihyâ ederek… Gerçekten de, fetişist erkekler, kapitalizmin “arz-talep” yasasına göre iki tür dejenere kadın tipini forme ve ihyâ etmektedirler; ki bunlardan biri –kutsal fâhişelerin ardılı olarak- cinsel fetişlerinin (mallarının) farkına varmış istismarcı cadalozlar ise, diğeri de, erkeklerin arzuladığı “fetiş”lerini bilince çıkarıp tezgâhlamayı öğrenememiş melûl-mahzun ve de küskün kadınlardır… İşte bu modern “kutsal fâhişe”ler ile, “cinsel fetişizm” hastası erkeklerdir ki, kapitalistlere, gerçek bir değer yaratmadan kolayca para kazanmanın yollarını veya alanlarını açmaktadırlar. Ve böyle yatırımların, nihâyi aşamada ortaya çıkardığı ürünler de, bol bol çocuk (veya encik) olmaktadır; fazla çoğalınca, -dînî sâiklerle- çıkarılan savaşlarda, meşrû(!) bir şekilde (yani tanrısal buyruklar mûcibince) itlâf edilmek üzere… Zâten böyle bir telefâtı (kırımı) kolay kılmak için de, insanlar, çocukluklarından îtibâren vurmalı, kırmalı ve öldürmeli filmler ve bilgisayar oyunlarıyla –zihnen ve rûhen- hazırlanmaktadırlar; dinlerin de, bu uğurda ölenlere şehitlik yani cennet vaad etmeleriyle birlikte…
Tarih Sonrası İnsanı’nı, Tarih Öncesi’nin Keşfiyle Yaratmak Gerek…
Anti-Kapitalizm mücadelesi, aynı zamanda “cinsel fetişizm”le mücadele demektir. Çünki Tarihî Devirler’in son aşamada ortaya koyduğu düzen Kapitalizm ise, o düzenin –îmâlatcısı ve mahsûlü olarak ortaya çıkan- aslî unsuru da, “cinsel fetişist” adamdır. Ve de bu adam, içgüdüsel (hayvânî) ihtiyaçlar amacına mâtuf olarak kurgulanmış ideolojiler ve devrimlerle asla devrilemez (değiştirilemez); hacıyatmaz gibi yeniden dikilir. Yani kapitalizmi protesto etmekle, eleştirmekle, ve hatta onunla savaşmakla bile kapitalizm inkâr (negasyon) edilemez; ve de anti-kapitalist olunamaz. Kaldı ki, kapitalizmin foyalarını ortaya çıkarmakla anti-kapitalist mücadele yaptığını sanan aklıevveller(!) bile, sâdece soytarılık yapmaktadırlar; kapitalistlerin ne kadar toleranslı demokratlar olduğunu gösterircesine… Yoksa kimi kime şikâyet etmektedirler bu soytarılar; kapitalistleri, -onların bânîsi olan- Roma Hukûku’na mı?!.. Anti-kapitalist olabilmek için, tarihî devirleri (tarihî insanı) inkâr, ve “tarih öncesi”ni –kalite farkıyla- ihyâ etmek gerekir; her şeyden önce fikren… İnsanlardaki, tatminsizlik, açgözlülük, hasetçilik ve –kumarbazlık anlamındaki- rekâbetçilik gibi kötü duygu ve eğilimlerin, ve de “sekso-psiko-sosyal” kriminalitenin hepsi aslında, “tarihî insan” hastalığı olan cinsel fetişizmden kaynaklanmaktadır; ki bu hastalıklar (veya ârazlar) aynı zamanda, kapitalizmin çarklarını döndüren başlıca etkenlerdir de... Dinler ise, bu kötü “tarih insanı”nın sûret-i hakk’tan görünmesine vesile olan bir araçtan (tövbekârlık aracından) başka bir şey değildir… Sözkonusu “fetişist erkek”lerle, onları zanpara olarak kullanan istismarcı “cadaloz kadın”lar insanları, içgüdüsel iştiyaklar ve ihtiyaçlar peşinde koştururlarken, kapitalist kârlarını çığ gibi büyültmekle birlikte, insanlığı da hayvanlığa, dolayısile de sukûta (Kıyamet’e) sürüklemekte, veya rücû ettirmektedirler. Kaldı ki bu gidişât, kapitalizm ile, “cinsel fetişizm” dejenerasyonu arasındaki “feed-back” etkileşimi dolayısile ivmelenmektedir de... Yani ruh hastası insanlar kapitalizmi beslemekte (büyütmekte), kapitalizm de hasta insanlar üretmektedir. Çünki fetişistlerin bireycilik (individüalizm) anlayışının, kreatörlükle de, inisiyatörlükle de bir alâkası yoktur. Onların bireyciliği, “içgüdüsel eğilimlerden kaynaklanan farklılıklarını, para gücüyle reklâm yapıp beyin yıkayarak empoze etmek” anlamındaki, bir “egosantrik=benmerkezci”lik hastalığıdır aslında… Halbuki gerçek yaratıcılığın (kreatörlüğün) ve ilerlemeciliğin (inisiyatörlüğün), içgüdülere direniş istikâmetindeki –sanatsal ve bilimsel- etkinlikler anlamında olacağı, ve de herkesi reklâmsız olarak cezp edeceği veya sürükleyeceği açıktır… O halde, kapitalist dindar bir cemiyetin aslî unsurları olup da, dipol (karı-koca) şeklinde yaşayan –dejenere insan tipleri- “cinsel fetişist erkek”ler ile, “modern kutsal fâhişe”ler arasında gerçek bireyler yetiştirebilmek için, her şeyden önce cemiyetten izole edilmiş “panteist gençlik grupları” teşkil etmek gerekmektedir. Yani bireysel beslenmenin ve cinsel ilişkinin yasak olduğu, ve de toplumsal statü göstergelerinin bir şekilde iptal edildiği -“orijinal insan” üretim laboratuarı anlamında- Panteist Zon Kulüpleri kurulmalıdır; tıpkı Cern’de kurulmuş olan, ve de Kâinât’ın başlangıcındaki fizikî elemanları keşfe ve yeniden yaratmaya çalışan laboratuar gibi… Sanatsal ve bilimsel etkinliklerde bulunacak böyle laboratuarlarda (veya atelyelerde), insanların gönül rızâsıyla öne çıkaracağı bireyler, kesinlikle anti-fetişist kreatör ve inisiyatörler olacaktır tabii ki… Ve onları seçenler de artık, Kapitalizm düzenbazı cinsel fetişistlerin değil, seçtikleri bireylerin (rehberlerin) ardından veya yolundan gideceklerdir genellikle… Bir bakıma, kadîm “tarikat” sistematiğinin modernizasyonu veya güncellenmesi demek olacak bu enstitüsyonlarda, en ileri grupsal ve bireysel meditasyon teknikleri ile, inisiyasyon (seçilim) usûllerinin geliştirilmesiyle birlikte, kapitalizmin Universite (Universal bilgi) müessesesi ve konsepti de, meslek mektepleri ve bilgi bankaları mesâbesine indirgenmiş olacaktır; lâyıkı vechîle…
Bugün, hiçbir bilimsel çalışma ve politik proje, ivmeli bir şekilde artan Dünya nüfûsunu düşürmek ve insânî nitelikleri geliştirmek üzere uluslar arası mutâbakatla bir “doğum kontrolu” ve “eğitim” kriteryumu aramak kadar önemli olamaz. Ve de böyle bir kriteryuma ulaşmak için, tarihî devirlerde inkâr (negasyon) edilmiş olan “tarih öncesi”ni keşfetmek kadar… Çünki insanlık, “insan” tanımında anlayış birliğine (fikrî tevhid’e) varamadığı taktirde, oluşumunu (hayvanlıktan çıkışını) unutarak “akıllı hayvan” hâline gelmiş bulunan “tarihî insan”, kendini -yani insanlığı- yok edecektir. Zira akıl, hayvanlığın inkârı üzerinden –yani üreme ve beslenme tabularını (yasaklarını) doğuran ritm melekesinden- neşet ettiği için, uzun süre hayvanlıkla bağdaşamaz. Dolayısile de insan, ya akıllandıkça hayvanlıktan –tamamen- kurtulacaktır, ya da lezzet ve şehvet budalası olarak hayvanlığa rücû ettikçe, aklını yitirip mahvolacaktır. Demek ki, Dünya nüfûsunun kontrolsuz bir şekilde artarak, eko-sistem’i bozmakta oluşuna seyirci kalan, veya sâdece gönüllü katılımcıların kampanyalarıyla (çevrecilikle) çâre arıyormuş gibi davranan (göz boyayan) bir insanlık, aklını yitirmiş demektir. Zira Dünya’nın ne zaman ve hangi şartlarda “geriye dönüş (iyileşebilme) limiti”ni aşacağını kimse bilmemektedir. Onun için, bu limite en yakın alt-limit’i, “insan nedir?” sorusuna nesnel (bilimsel) bir cevap aranmaya başlandığı an olarak kabul edip, hemen işe koyulmak en rasyonel tutum olacaktır… Diğer yandan, insanlığın göz göre göre mahva (Kıyamete) gidişini –Kapitalizm’in paralelinde- destekleyen din(ler) de, -matematiksel mantıktan yoksun olduğu için- her muktedir düzenbaza yorum hakkı tanıyan din kitapları da kesinlikle aklî değildir. Zira insana akıl ve şuur verdikten sonra, onu, göstere göstere mahva (Kıyamete) sürükleyen bir sadist Allah düşünülemez… ONUN İÇİN DE; DİNDARLAR KASTI’NIN ELE GEÇİRDİĞİ BİR DEVLET, DEVLET DEĞİLDİR!...
Ali Ergin Güran: 14/08/2012+1