Hani Tarihî Devirler Sona Eriyordu?!.. Batılı Allâme Niye “Dut Yemiş Bülbül”e Döndü?...
Yaklaşık on yıl öncesine kadar, Batılı allâme, yani filozof tandanslı düşünürler (Fukuyama gibileri) esip üfürüyorlardı; “tarihî devirler kapanıyor, artık tarih sonrasına geçiyoruz” filân diye… Bizde de onların “hınk deyici”leri veya taklitçileri çıkmıştı… Eeee ne oldu da, “dut yemiş bülbül” gibi sustu, veya susturuldu bunlar… Zira anlaşıldı ki, tarihî devirler, “tarih öncesi”nin anti-tez’i olduğu gibi, tarih sonrası da tarihî devirlerin negasyonu olacak, ve dolayısile de dinleri ve kapitalizmi bitirecek… Yani insanlık, beslenme ve çiftleşme (seks) tabularının hüküm sürdüğü “tarih öncesi”ni veya “panteist zon”u, kalite farkıyla yaşamaya başlayarak, lezzet (sindirim katalizörleri) ve şehvet (cinsel fetişizm) düşkünlüğüne veya budalalığına son verecektir; fiks komprime gıdâlar icat edip, “irâde-içgüdü” diyalektik çelişkisini yönetmeyi de öğrenerek… Ve de “tanrı” argümantasyonunu, -“panteist zon”daki “Uluruh”, “Göktanrı” veya “Varuna” ile, O’na giden yol “Rta” kavramlarının netleşen ve bütünleşen mütekâbili olarak- “insanlığın bilimsel gelişme ve bilinçlenme yolu” anlamı çerçevesinde geliştirecek; tarihî devirlerdeki bütün “tanrı” mitlerinden de kurtularak… İşte, “tarihî devirlerin kapanışı”nın irdelenmesi dahî, kârlarına kesat getireceği için kapitalistler, din babalarını da yanlarına alarak, Fukuyama gibi turfa müneccimleri –bir şekilde- susturdular… Halbuki, dinleri ve kapitalizmi bitiremeyen bir insanlığın, dinlerin meş’um kehâneti (Kıyamet) uyarınca mahvolacağı da bir gerçek; veya “görünen köy”… Çünki insanlara, “eko-sistem” içinde yer alan, -ve de her biri diğerinin popülâsyonunu kontrol altında tutan- muhtelif faunalara mensup hayvanlar gibi, üreme özgürlüğü tanınması demek, Dünya’yı mahva, insanlığı da intihâra sürüklemek demektir. Zira insanlar, yüzbinlerce yıl yaptıkları ritmik hareketlerin meleke kesbetmesiyle akıllanarak faunalarını aşmışlar, ve hatta tüm eko-sistem’in dışına çıkmışlardır. O halde insanlar, üremenin (çoğalmanın), bekâ gereği olduğu tarihî devirlerde ortaya koyulmuş ve de rağbet görmüş din, felsefe, ideoloji üst başlıklı tüm doktrinleri ve bunların aşıladığı zihniyetleri aşarak, nüfuslarını –uzaya açılma nisbetiyle uyumlu olarak- kendileri âyarlamak zorundadırlar artık... Dolayısile de, bireylerin –hayvânî- doğurma (üreme) eylemini, bilimsel kriterler uyarınca denetlemek ve kısıtlamak sûretiyle, üreme amacı gütmeden de hayattan ve –insânî etkinliklerle- yaşamaktan zevk alabilen kaliteli insan popülâsyonunu arttırmak durumundadır artık insanlık… Yani insanların –hayvanlar gibi- yerlerine kopyalarını (yavrularını) ikâme etmek sûretiyle Dünya’da kalıcı olacağı şeklindeki ilkel zihniyet tarihe gömülüp, “bireyler insânî gelişmeye yaptıkları katkılarla (keşif ve yaratıcılıklarla) ölümsüzleşir” kanısı hâkim kılınmalıdır; insanlığın bilimsel yolda birleşerek, “tanrısal tek”liğe doğru yücelmesi için… Yoksa, kitlelerin üreme amaçlı tüketim taleplerini karşılamak üzere, kredilerle ve reklâmlarla desteklenen kapitalist “tüketim ekonomisi”nde, -robotların ve bilgisayarların ikâmesiyle artan işsizlik yüzünden geri ödenemeyen krediler dolayısile- ortaya çıkan tıkanıklıklar, halklar arasındaki dinsel mezhepsel husûmetler kullanılarak çıkarılan savaşlarla (savaş ekonomisiyle) aşılmaya çalışılsa dahî, yine de reel bir ilerleme (gelişme) sağlanamamakta, ve nüfus artışı yavaşlatılamamaktadır. O halde demektir ki, insânî yaşam normları ve biçimi, kapitalistlerin reklâm (özendirme) bombardımanı ve tüketim –teşvik- kredileriyle desteklenen, “sürü”nün geleneksel (içgüdüsel) talepleri tarafından bilirlenemez; belirlenmemelidir. Dolayısile insanlık bir an önce, herkesin aynı değerde –tek- oy kullandığı, ve onun için de, melekeleri güçlü ve bilgi donanımı yüksek bireyleri, bir sel suyu gibi sürükleyip boğan, “sürü demokrasisi” rejiminden kurtarılmalıdır. Zira bugünki demokratik(!) seçimler, henüz insânî nitelikleri (melekeleri) gelişmemiş primatlara, oylamayla lider (inisiyatör veya şâman) seçtirmek kadar abes bir iştir; yani hayvanlığa rücû anlamındadır. Çünki, bugün de aramızda, çevresini, birbirinden kopuk nokta bakışlarla tanıdığı için, harita okumakta (ve çizmekte) zorluk çeken, ve insanları, söz ve davranışlarını determine edebilecek kadar –bir süre- kesintisiz izleyemeyen, ve de “düşünce” diye, sâdece çağrışım zincirleri kurabildiği için, “ezber”den başka bilgi edinemeyen, pek çok modern giyimli primat bulunmaktadır. Lezzet ve şehvet budalaları olarak “kapitalist”leşmeyi gâye edinen bu mahlûkattır ki, insânî hayatın her alanında (hatta müzikal etkinliklerde bile) yaşam ritmini bozmaktadırlar. Ama buna rağmen de, bu seçkinlere(!), hiçbir hekim “gerzek” veya “psikopat” damgası vuramamakta, hatta bunlar kriminal olaylara neden olduklarında bile, kendilerini kurtaracak sosyo-ekonomik şebekeler kurabilmektedirler; “kapitalistler oligarşisi” hükümranlığında… Onun için bugün yapılacak ilk iş, inisiyatör veya kreatör karakterli bireylerin, -panteist zon ortamlarında- objektif seçilimini gerçekleştirmektir. Böyle bir “seçilim enstitüsyonu”nu (Panteist Zon Kulüpleri’ni) kapitalistler –kâr amacı olmadığından- finanse edemeyeceğine göre, devletler gerçekleştirecektir tabii ki… Zaten “devlet” demek, en değerli bireyleri –gerek eğitim sistemiyle, gerek idârî taktir yetkileriyle olsun- ayıklayarak öne çıkaran, yani “müsbet seleksiyon” yapabilen sistematik demektir (olmalıdır) aslında… Toplumun en değerli bireyleri ayıklanıp ortaya çıkarıldıktan sonra, tabii ki onlar da, “insânî değer” kriterlerini oluşturmakla birlikte, yönetici seçimlerinin, seçmenlerin kişisel değerlerine (kalitelerine) göre belirlenmiş “nitelikli oy”larla yapılmasını sağlayacaklardır. Böylece, en nitelikli insanların ayıklanarak öne çıkarılmasıyla da, hem dinler –daima yenilenen rehberler (modern peygamberler) devreye girdiği için- lüzumsuzlaşacak, hem de “mal sâhipliği=kapitalistlik” diye bir mesleğe mahal ve gerek kalmayacaktır. Çünki bir defa, seçkin kreatör ve inisiyatörlerce, irâde-içgüdü diyalektik çelişkisinin şuura çıkarılarak yönetilebilmesiyle birlikte, evrensel “var oluş” anlamlandırılıp anlaşılacağı için, “tanrısal yol”a girilmiş, dolayısile de bir “tanrı” mitine ve tapınma eylemine ihtiyaç kalmamış olacaktır… Ayrıca yarattıkları değerleri ve yaptıklar keşifleri (buluşları), yine, irâde-içgüdü diyalektik çelişkisini yönetebilen aynı kişiler taktir edeceklerinden (değerlendireceklerinden), -onlar kendi kendilerini “mal” yapamayacakları için- “mal sâhipliği” mesleği ve kapitalist sömürü de ortadan kalkacaktır; işe yarar tüm varlıkların sâdece kullanım değerlerinin sözkonusu olmasıyla birlikte… Böylece de, tarihî devirlerde, panteist liderlerin (şâmanların), büyücü, falcı, müneccim, kâhin vs. gibi adlarla kaba güç sâhiplerinin emrine girmesiyle başlayan, “değerleri yaratanlar ile değerleri değerlendiren veya taktir edenler” dualitesinin her çeşiti, ve dolayısile “insanın insanı mal yapması” anlamındaki her türlü sömürü imkânsızlaşacaktır.
Tanrı Putları-Mitleri (Dinler) ile Mal-Mülk Sahipliği (Kapitalizm) Birlikte Yıkılır!
Önce –hayvanlıkta- sâdece içgüdüler sözkonusuydu. Bir kaotik ortamda primatlar, ritmik tepinmeler şeklindeki grupsal hareketlere (âyinlere) başlayarak Panteist-Zon’a girince, içgüdülere karşı –ritmik hareketlerden mütevellid- bir direnç oluştu; ki bu fiilî reaksiyonlara da “tabu” denildi. Ve de Panteist-Zon’un ileri evrelerinde bu “tabu” kavramı, totem kazıklarının üzerine kazınan korkunç (korkutucu) masklarla sembolize edildi… Ritmik hareketler, insanımsılarda meleke kesbederken, aynı zamanda “söz”ü, “müzik”i, “ölçü” ve “sayı”ları doğurdu; ki ondan sonra da müzik yapan, merâmını sözlerle anlatan, ve de nesnelerin unsurlarını ölçümleyip, sayılara tekâbül ettirerek ilim yapan (yani ritm melekesinden mütevellid bu disiplinlere uyarak, içgüdülerini frenleten) insanların, azim ve kararlılığına “irâde” adı verildi. Ve böylece de insanlık, tarihî devirlere, irade-içgüdü diyalektik çelişkisiyle birlikte girdi; ki tarihî devirlerdeki bütün fikrî kargaşa ve felâketler de bu yüzden ortaya çıktı. Çünki düz mantıkla, yani diyalektik ve matematiksel mantığa –dolayısile bilime- yabancı Aristo Mantığı’yla, bu çelişkinin net bir izâhı yoktu; olamazdı. Onun için de insanlık, tarih boyunca, peygamber, âlim, filozof vs. adlarındaki rehberleri vasıtasıyla, “şu içgüdüsel etkinlikler -Tanrı emri mûcibince veya geleneksel ahlâk uyarınca- şu şekilde ve şu kadar yapılacak; ve insânî yaşam biçimi de şöyle şöyle olacak” filân gibi indî (lâfzî) kriterler ile iknâ ve idare edilmeye çalışıldı. Ama sözkonusu rehberler, zıt yöndeki bu etkinliklerin dozuna ve şekline, bir “tanrı” heyülâsının (aslında tanrı nâmına baskı yapan yöneticilerin) zoruyla ince âyar verebilseler de, çelişkinin kendisine somut bir sebep gösteremediklerinden, melekeleri muhtell (hayvanlığa mütemâil) kurnaz insanları hiçbir zaman kandıramadılar. Ve de bunların, -ceberrut Tanrı nâmına zor kullanan- din adamlarıyla zımnî mutâbakat hâlinde, insânî (irâdî) davranışları taklid edip, hayvânî amaçlar güderek, saf çoğunluğu sömürmelerine engel olamadılar… Ve en sonunda da, sözkonusu uyanık (kurnaz) insanlar, “Tanrı seçkin (seçtiği) kullarını zengin eder” anlamındaki –dinsel- propozisyonu dayatarak, “mal sahipleri=kapitalistler” düzenini, veya sömürü sistematiğini tesis ettiler. Ki ondan sonra da, “ağzıyla kuş tutan” bir insanı bile bunlar, kâr amacına göre değerlendirmeye tâbi tuttuklarından, insanlık ilerleyemez, ve de çoğalarak birbirini yer hâle geldi… Yani demek ki, irade-içgüdü çelişkisinin oluşumu açıklanıp, bunun bireyler tarafından kontrolu sağlandığında, -bilimsel mantığın bilinmediği- tarihî devirlerde uydurulmuş bütün “tanrı” mitleri (ve dinler) de, o mitleri sömürü aracı olarak kullanan kapitalistler de, birlikte yok olmaya, veya yıkılmaya mahkûmdur. Bu âkıbet, –türlü ihânetlerle- ne kadar geciktirilirse geciktirilsin, kaçınılmaz (bilimsel) bir hüküm niteliğindedir. Zira yukarıda açıklanan, “insan oluşumu” sürecinin, laboratuar deneyleriyle –tamamen- tahkik edilmesine kalmadan, insanlar, hızlandırılmış “sayma-sıralama” operasyonlarına istinâden düşünüp karar verebilen bilgisayarlar yapmaya, yani kendilerini (zihinsel faaliyetlerini) –cansız madde üzerine- kopyalamaya başlamışlardır bile… Ki bu da, insan düşüncesinin ve/veya aklının, sayma(ritm)-sıralama melekeleri üzerinden yükseldiğini ispat etmektedir… Ama ne gariptir ki insanlık, bir yandan akıllı makinalar(robotlar) yaparken, diğer yandan da, din ve kapitalizm ideolojilerinin güdümünde, en seçkin akıllı bireylerini likide etmektedir. Bu gidişâta bakılırsa, son tahlilde, insanlarla robotlar arasında bir savaş çıkması olasıdır; aynen bilimkurgu senaryolarında –uyarı olmak üzere- işlendiği gibi… Ve de buradan, insanlar akıllarını başlarına devşirerek gereken kalitedeki bireyleri ayıklayıp yaşatamadığı taktirde, insanlığın sonunun –veya dinlerin meş’ûm kehâneti Kıyâmet’in- robotlar tarafından getirileceği anlaşılmaktadır. Nitekim bugün bile, kapitalistlerin güdümünde harıl harıl, “düşünen robot” yapmak için çalışan –at gözlüklü- spesiyalist (uzman) bilimciler dahî, insanların uyarılarına aldırmayan robotlar gibi davranmaktadırlar. Yâni insanlığa ihânet, robotlardan değil, yine insanlardan (onlardaki kapitalist zihniyetten) kaynaklanmaktadır; özellikle de, hem kendilerine –utanmadan- Hristiyan (İsa’cı) deyip, hem de zenginlerin (kapitalistlerin), Tanrı’nın seçkin (seçilmiş) kulları olduğunu iddia eden Protestan, Kalvinist, Puriten, Evangelist gibi sapkın kilise veya cemaatlerden… Onun için aslında yapılması gereken, objektif (bilimsel) usûllerle melekeleri güçlü bireylerin seçiliminin sağlanmasıyla, kapitalist dindarların –bekledikleri- kıyametlerini (yok oluşlarını) gerçekleştirmektir. İşte o zaman, İncil’de müjdelenen esas olay (kehânet) gerçekleşecek, ve de Hz.İsa (İnsanoğlu), hem Doğu’dan, hem de Batı’dan –birçok seçkin kişi olarak- avdet edecektir…
Dînî Tevhid Yolundan Gelen Bizler, Kıyâmet Senaryosunu Yaşadık; Biliyoruz:
İslâmiyet, tüm insanlığa şâmil bir insâniyet teorisi (Tevhid Dini) olarak –veya o niyetle- doğdu aslında… Ve onun için de, zor kullanmayı bile mubah saydı, bütün muhâlif (müşrik) orduları yok edilinceye kadar… Hz.Muhammet, Allah tarafından yazdırıldığına inandığı kitabına (Kuran’a) çok güveniyordu; insanlığın gelişimine aykırı (sekter) bir yorumunun yapılamayacağı husûsunda… Dolayısile de ilk Müslümanlar, Dünya’daki tüm müşrik orduları yenildiğinde, “Küresel İnsâniyet (İslâmiyet) Birliği”nin tesisi için kullanılacak rehber kitap Kuran’ın, çevrileceği her dildeki anlamlarının (meallerinin) aynı olacağına, yani Kuran’ın özünde, kültürel farklılıklardan etkilenmeyecek bir mantık (matematiksel mantık) bulunduğuna inanıyorlardı. Ancak ne var ki, Kuran’da, insanlığın kültürel dallanması öncesine (Panteist Zon’a) dair hiçbir ifâde yer almadığından ötürü (yani diller öncesinin müşterek modülü bulunmadığından dolayı), böyle bir “fikrî tevhid”i yapamayacaklarını, dolayısile de fiilî tevhidin –tek bir Allah mitine dayandırılsa bile- sâdece kaba güçle sağlanamayacağını çıkaramıyorlardı… Demek ki son tahlilde, Kuran’ı dikte ettiğine inanılan Allah, kültürel (mahalli) bir mâbuttu; ve de tüm insanlığa şâmil, bir “tek Allah” olamazdı. Nitekim bu yüzdendir ki, aynı Kuran’a inandıklarını iddia edenler, -mezhep, cemaat vs. diye tefrikalara bölünerek- aynı zamanda tarih boyunca birbirlerini yemişlerdi; ve hâlâ da yemekteydiler… Şâyet Kuran, “insan”ın oluşumunu, kaotik orijininden îtibâren anlatsaydı (anlatabilseydi), o zaman zâten, insanların objektif (bilimsel) bir şekilde nasıl seçilip sıralanabileceğinin formülünü de vermiş olur, dolayısile de ne, bir sürü “tefsir”ci ukalâya yer kalırdı, hatta ne de, hâriçten lâf dikte eden –sıradışı- bir Allah mitine ihtiyaç duyulurdu… Onun içindir ki, Hz.Ali’nin yaşam pratiğindeki seçkinliğinden dolayı, kendisine nâtık-ı Kuran (konuşan Kuran) denilmiş, ve de –insan seçiliminin çok önemsendiği- Tarikat sistematiğinde baş tacı edilmiştir… Amma ve lâkin, soy-sop (imâmet) güden mezheplere mâledilmesi ise, büyük talihsizlik olmuştur Hz.Ali için…
“Pax-Romana” düzenine karşı, onun “anti-tez”i olmak iddiasıyla “Nizâm-ı Âlem” amacı güden “Osmanlı Memâlik-i Müttehidesi”nde, ekonomik alt-yapı’yı Kuran prensiplerine uygun olarak tasarlamışlar, dolayısile de, şahsî mülk ve işletme kabul etmedikleri gibi, malları da, mâliyetleri üzerinden –narh’a tâbi tutarak- fiyatlandırmışlardı. Ve böylece de, nesnelerin “kullanım değeri”nin dışında, ekstradan bir “mübâdele değeri” kazanmasını önleyerek, enflâsyonu ve spekülâsyonu yok etmekle, para’nın – mübâdele (değişim) aracı olmaktan çıkıp- para kazanma aracı hâline, yani sömürü vâsıtasına dönüşmesini olanaksız kılmışlardı. Dolayısile kapitali, “döner sermaye” ve onun türevi “yatırım sermayesi” olarak anlayıp, para’yı da sâdece değişim aracı ve harçlık şeklinde kullanan bir insânî zihniyetin doğmasına yol açmışlardı; ki bu zihniyet de, ancak tarihî devirlerden sonra tutunabilecek –Batılı kafasının basmayacağı derecede- çok ileri bir mentaliteydi… Tevhidci mücâhitler, Dünya’nın coğrafî fethini gazâyla gerçekleştirebilselerdi, bütün Dünya’daki ticari şirketlerin, şahsî mülklerin yerini, vakıf işletmeleri ve onların lojmanları alacak, stok marketlerin (ve sonraki borsa’ların) yerini de stok kapanları’nın almasıyla, “sömürü” diye bir olay sözkonusu –bile- olmayacaktı; gerçek Küresel Düzen’in (Nizâm-ı Âlem’in) tesisinde... Ancak ne var ki, Kuran’da, “işleri ehline, veya elyak olana verin” gibilerinden lâfzî ve indî kurallar olsa da, insan seçilimine dair somut ve objektif yönergeler yoktu; tarih öncesi bilinmediğinden… Onun için Osmanlı, tüm Dünya’nın coğrafî fethini gerçekleştirebilseydi bile, Kuran öğretisi ve onun dogmatik kabûlü olan “tek Allah” mitiyle halkların fikrî ve fiilî tevhîdini sağlayamazdı. Nitekim o zamanlarda, Memâlik-i Müttehide’deki ekonomik kurum ve işletmelerin yöneticileri dahî, kadîm Mısır’dan bozularak gelmiş Tarikat usûllerine (inisiyasyon’a) göre seçiliyordu; ki bu seçilim usûlleri, Osmanlı Hânedânı’nın güçlenmesiyle, daha da bozuldu… Böylece Batılılar –hayvan gibi insan avlamak sûretiyle- bir köleci düzen tesis ederken, bizimkilerin “adam seçilim (inisiyasyon) usûlleri”nin de bozulmasıyla, sosyo-ekonomik gelişme inisiyatifi Batılı sömürgecilere geçti. Kaldı ki bu arada, Kânûni gibi aymaz padişahlar, borsacı, bankacı spekülâtör –Batılı- tüccarlara, ticârî imtiyazlar da vermişlerdi; Memâlik-i Müttehide üzerinde… Böylece de, bizimkilerin “liyâkatli insanları öne çıkartarak ilerleme düzeni (Nizâm-ı Âlem)” mefkûresinin yerine, Batılıların “insanları ezerek, onların sırtından yükselmek düzeni (Kapitalizm)” geçti… Ondan sonra da, ezenler doğruyu söylemediklerinden, ezilenler de, anı yazacak kadar bile “gündem”e giremediklerinden, insanlık, tarih öncesinin “alacakaranlık” zonundan bile daha karanlık bir tunele girdi. Ancak her şeye rağmen yine de, bizim “ehl-i tarik”, insâniyet yolunda –az da olsa- ilerlemiş, ve üstelik 1826’da Osmanoğulları Hânedânı’nın ihânetiyle uğradığı büyük felâketten (yol kazasından) sonra dahî, hâfızasını kaybetmemişti. Onun içindir ki, tarihî devirleri kapatacak “aydınlanma” fikriyâtı da, bizden çıkacaktı, çıkmalıydı; ve nitekim çıktı da… Demek ki bugün, sâdece “insan seçilim usûlleri”nin bilimsel olarak geliştirilmesiyle, yeniden tevhidci Nizâm-ı Âlem’i tesis etmek mümkündür; ama artık din’e değil, bilime endeksli olarak… Bugün, “Küresel İnsânî Düzen”i, tevhidci dindar atalarımızın Nizâm-ı Âlem mefkûresinden alıp, bilimsel olarak formüle etmemiz, hem tarihimizin –doğru yazıldığı taktirde- nasıl bir sürekliliğe ve bütünlüğe sahip olduğunu göstermekte, hem de Batılı düşünürlerin nasıl, kapitalist zihniyetin prangalı mahkûmları hâline dönüştüklerini gözler önüne sermektedir.
Osmanlı Enkâzının (Düzmece Tarih’inin) Altından Kalkarken…
Aslında, Kânûni Sultan Süleyman’la birlikte, Nizâm-ı Âlem mefkûresi uğruna cihat öngören, tevhidci “ehl-i tarik” zihniyeti aşınmaya, ve yerini, sekter (subjektif) Hânedân veya Saltanatçılık zihniyeti almaya başlamıştır; padişahların da fatihlikten çıkıp –şan uğruna- istilâcı saldırganlar hâline dönüşmesiyle beraber… Çünki Kânûni, bir yandan, sâdece üst-yapı’sal (kültürel ve hamâsî) propagandaya dayanarak coğrafî genişleme için savaşlar yaparken, diğer yandan da tevhidci mefkûrenin ekonomik alt-yapı’sını oydurtuyordu; imtiyazlar verdiği Batılı –spekülâtör- tüccarlara… Gâvurların, ironik bir şekilde “muhteşem” lâkabını taktıkları, Avrupa müstevlîsi Kânûni’nin hayatı, bizim için de, “şaka gibi” bir olaydır aslında… Yayılmacılığı fütûhat sanan bu gerzek padişah, babasının olağanüstü büyülttüğü Devlet hazinesini harcayarak Viyana’lara kadar giderken, Yavuz ve Fatih gibi atalarının Papalık hakkındaki politikalarını gâyet yanlış yorumlamıştır. Ve bu yüzden de, Papalığı himâyeye alması gerekirken, Papalığa karşı baş kaldıran “paracı-pagan (anti-jesus)” Protestanlara arka çıkmıştır; hem de, bu ayaklanmaları bastırabilecek en büyük güç olan Katolik Macar ordusunu mahvederek… Ve böylece de Kânûni, bir yandan verdiği kapitülâsyonlarla Batılıların “stok market”lerini ucuz “ana-mal”larla doldurtup, Memâlik-i Müttehide’yi onların uyduruk mâmûllerine Pazar yaparken, diğer yandan da Avrupa’nın gözüpek pagan halkları arasında, “Tanrı zenginleri sever” mesajını veren bir yoz Hristiyanlığın (Protestanlığın) yayılmasını teşvik etmiştir… Yani son tahlilde, Kânûni’nin 46 yıllık saltanatı boyunca, Dünya çapında oynadığı esas rol, Türk Tarikat Sistematiği’nin tevhidci “Nizâm-ı Âlem” projesinin önünü kesip, Batı kapitalizminin (ve emperyalizmin) yolunu açmaktan başka bir şey değildir. Ve onun için de, Kapitalistlerin kendisine taktıkları “muhteşem” lâkabına lâyık(!) olmuş bir padişahtır Kânûni… Zira Memâlik-i Müttehide gibi, hem büyük bir ana-mal kaynağı, hem de alım gücü yüksek bir Pazar, -türlü imtiyazlarla- hangi halk(lar)a açılsa, onun kapitalist yoldan kalkınmamasına imkân yoktur; hele ki bu halklar, Avrupalılar gibi, trans-Atlantik yağmalardan servet ve köle birikimi de yapmışsa… Yani son tahlilde denilebilir ki, Kânûni, coğrafî yayılmacılıkla beraber, hem paradan para kazanılmasını önleyip, hem de Kuran’ın, bütün din, mezhep veya kilise öğretilerini açıklayacak kadar şümûllü yorumunu yapabilecek âlimlerin seçilimini gerçekleştiren bir “inisiyasyon” sistematiği kurabilseydi, gerçek bir (yegâne) Dünya fatihi olabilirdi. Ama ne var ki O, bir yandan paracı düzenbazlara kapitülâsyon verip, bu politikasına karşı çıkan “Tarikat” zihniyetinden mütevellid itirazları ve kalkışmaları ezerken, diğer yandan da –Avrupa’da- İncil’in özüne bile ters olan bir fikriyâtın kiliseleşmesine göz yummakla, hem kendi devletinin giderek, bir kilise dinciliğinin (Hanefîliğin) sekterliğine mahkûm olmasına, hem de ülkesinin tedrîcen, Batılı kapitalistlerin ipoteğine girmesine yol açmıştır…
Yeni nesiller bilmez (ve onlara anlatılmaz da), Batı’nın –vakıf diye dilimize çevrilen, “foundation” anlamındaki- “fon”larıyla, bizdeki yeni vakıfların, bütün mülkün (memleketin) Allah’a ait sayıldığı Nizâm-ı Âlem düzeninin vakıflarıyla bir alâkasının olmadığını… Ya da, kapitalistlerin veya mal-mülk zenginlerinin, şân ve hayır olsun diye servetlerinden ayırarak muhtelif araştırma, eğitim ve yardım “fon”ları kurmalarının, bizdeki “vakıf” kavramıyla bağdaşmadığını… Halbuki, Osmanlı’nın, “Nizâm-ı Âlem” mefkûresine (ve Tevhid Dini’ne) sâdık olduğu dönemlerde, adam olan ve bir şeyler yapan/yaratan insanların bütün varlıkları, ancak kamusal “vakıf” işletmeleri olarak düzenlenir ve tasarruf edilebilirdi. Hatta en büyük (zengin) vakıfların kurucu ve mütevellilerinin oturduğu konaklar bile şahsî mülk edinilemez, ancak her kuşaktaki -şartları uygun- evlât tarafından lojman olarak kullanılabilirdi. Ki Osmanlı Hânedânı’nın sarayları bile, sonuna kadar lojman statüsünde tasarruf edilmiştir… Bu durum muvâcehesinde kolayca anlaşılabilir ki, Osmanlı’nın yozlaşmadan önceki, Tevhidci düzeninde, -Sultanlarınkinden sonraki- en büyük vakıfları, Devlet’ten “Hâss” dirliği alabilmiş mümtaz şahsiyetler ve aileleri kurmuştur; ki bunlara da, seçkinler anlamına gelen “Havâss” denilmiştir. Ancak nevar ki Havâss, İslâmiyet’i, Tevhid Dîni olarak özümseyip, “vahdet-i vücut” prensibine göre anladıkları için, ne Tarikat sistematiğinin cemaatler hâlinde parçalanacağına, ne de Allah nâmına fethedilen toprakların, şahsî mülkler olarak bölüneceğine ihtimal vermişlerdir. Onun için de, çocukları tarafından bile paylaşılamayacak ve alınıp satılamayacak olan vakıf mülklerinin, sonsuza kadar bâki kalıp isimlerini (kişiliklerini) yaşatacağından emin olarak, yazdıkları vakfiyelerine, “şayet soyum munkariz olursa, vakıf yönetimi şu şekilde devam etsin” mealinde şartlar koymuşlardır. Zira onlar apaçık –ön-görüyorlardı ki, mülkün bölünmesi demek, Tevhid Dîni’nin muhtelif “kilise”ler şeklinde ayrışması, ve “tek Tanrı”yı işaret etmesi gereken –takvâyla ilgili- argümantasyonun da, her menfaat topluluğu tarafından farklı bir veçhesiyle tanımlanan bir “Allah” mitine dönüştürülmesi demek olacaktı; ki nitekim öyle oldu… Yani 1826 darbesiyle yapılan iş, sâdece Yeniçeri Ocağı’nın ilgâsı değildi; Batı’ya satılan Osm. Hânedânı’nın esas amacı, ekonomik bağımsızlığı olan ehl-i tarik “serbest” insanların (Havâss’ın) likidasyonuydu. Çünki onlar, geleneksel olarak DÎvan’da da bir üye (paşa) bulundurmakla, padişahlara –satılma husûsunda- ayak bağı oluyorlardı… İstanbul’un başlıca Havâss’ı, Konya Selçukluları’na karşı Osmanlı ile stratejik müttefik olan Dânişmentlilerdi; ve aralarındaki ittifâkın temel unsuru da, -Haçlılar’la ittifak yapacak kadar- yozlaşmış son Selçuklu’ya karşı doğan büyük kalkışmanın (Babai İsyanları’nın) baş mücâhitlerinden Hacı Bekdâş-ı Veli idi… Ayrıca Istanbul’daki havâsslar, aile büyükleri İmâm-ı Sultan Mevlâna Bekdaş Efendi’nin ismine atfen de “bekdâşi” diye anılıyorlardı… İşte 1826 darbesinden sonra satılmış Osmanlı, bu tevhidci yoldaşlarına ihânet edip onları aforoz etmek sûretiyle ancak, kendi “Hanefî-Osmanlı Kilisesi”ni kurabildi; ki zâten her kilise kuruluşu da, muarızlar aforoz edilmek (dışlanmak) sûretiyle gerçekleştirilebilirdi… Osmanoğulları, 1826 olayını müteakip, Havâss’a yaptıkları eziyetin benzerini, saltanatları ilgâ edildikten (1922’den) sonra kendileri de çekmişlerdir; ki buradan da, hâinliğe, bilinçsizlikten dolayı sürüklendikleri anlaşılmaktadır. Zira, şu da bir gerçektir ki, onların hiçbir ferdi, -Tarikat terbiyesini içselleştiremedikleri için- yaratıcı ve gelişmeci olamadığından, saltanattan sonraki kuşakları, Batılı kapitalistlerin asâletli (hürmetli) uşakları olmaktan öte bir varlık gösteremediler; yıkılmış diğer hânedân mensuplarının birçoğu gibi… Osmanlı, Tarikat terbiyesini Dânişmentlilerden aldığı için, “tevhid” yolunda mücâhidlik yaparken –seferîyim diye- namaz da kılmazdı, içki de içerdi; ceht üzereyken serhoş olmam diyerek… Ama ne zaman ki, yoldan düşüp cihat yapamaz hâle geldi, işte o zaman sarayına kapanarak namazla niyazla vakit geçirmeye, ve de gizli gizli içip serhoş olmaya (dağıtmaya) başladı; kahrından… Fakat aynı zamanda, 1826’da vakıflarına el koyarak, ufak bir harçlıkla yaşamaya mahkûm ettiği Havâss hakkında da, “namaz kılmazlar, içki içerler” filân gibilerinden bir suçlama kampanyası başlattı… İşte, bir zamanlar kendilerinin de mensûbu oldukları cihanşümûl Türk-Tarikat Sistematiği, böyle bir kötü imajla “Bekdaşi Tarikatı” diye yaftalanıp, aforoz ve likide edildi; sırf “Hanefi-Osmanlı Kilisesi” oluşturarak, bir müddet (takrîben 100 yıl) daha saltanat sürmek uğruna… Kaldı ki o sıralar Osmanlı, ortalığı iyice kargaşaya boğmak için, Magrib’de ve Maşrık’ta ne kadar kaçık meczup varsa hepsini, ehl-i tarik’tir diyerek Istanbul’a doldurdu; kimsede düşünecek beyin bırakmamak üzere… Halbuki, Nizâm-ı Âlem mefkûresine doğru Tevhid yolunda cihat yaparken Osmanlı, Arabın (ve Kürtlerin), ne mezheplerini kaale alıyordu, ne de “tarikat” iddiası güden cemaatlerini… Çünki, her şeyden önce bunu, Arap topraklarında da Tevhid (İslâmiyet’in birliği) yolunda cihat yapan müsellah Yeniçerilere anlatamazdı; onların birlik ve dirliğini bozmadan, savaşma azimlerini kırmadan… Nitekim Osmanoğlu, 1826’da –dış destekle- Ocağ-ı Bekdaşiyân’ı imhâ ettikten sonra, Peygamber Ocağı diye, Arapça “cedid” ve “mansûr” gibi sıfatlar takıp, başlarına da gâvur kumandanlar koyarak tertip ettiği ordularıyla yenilgiden yenilgiye koştu; Arap fitnesini (din tartışmalarını veya politikasını) muhârip zümreye soktuğu için… Neyse ki, Osmanlı son nefesini verirken, ortaya bir Gazi –Eren- Mustafa Kemal Atatürk çıktı, ve askeriyede din nâmına, herkesin katılabileceği dua ritüelleri ile “Allah!” zikrinden başka bir şey bırakmadı da, ordu yeniden Türk Ordusu hâline gelip son yurdumuzu kurtarabildi… Ama ne var ki, Atatürk’ten sonra başımıza geçen kişinin (İnönü’nün) Sovyetler’den korkarak NATO’ya mahkûm olmasıyla, 1952’den itibâren Batı kampının “anti-komünizm” stratejisi mûcibince, Ordumuz yeniden “dindarlık” karanlığına itilip “peygamber ocağı” hâline getirildi; milleti –cennet vaadiyle- körü körüne ölüme gönderebilmek için… Ve 1980’lerin sonunda, Sovyet Bloğu’nun çökmesini müteakiben de, Ordu’nun içinde yuvalanmış örümcek kafalı paşaların mârifetiyle memleketin tepesine bir gerici iktidar oturtuluverdi. Zira İnönü’nün –kendine (kadrosuna) kişilik kazandırmak için- uydurmuş olduğu “Lâik Atatürkçülük” doktrini, Atatürk hamâseti yapıp gizlice dindarlık gütmek (ve yaymak) gibi bir “küçükburjuva eyyamcılığı”ndan başka bir şey değildi; ki onun için de, değil gericilikle mücadele etmek, edecek olanları bile gürültüye getiriyor ve pasifize ediyorlardı... Kaldı ki bu küçükburjuvalar bir de, solculuk, sosyalistlik, komünistlik taslayarak ortalığı karıştırmak sûretiyle provokasyonlara da sebep oluyorlardı; ve oluyorlar. Zira gerçekte, bir küçükburjuvanın –henüz- edindiği şahsî malını mülkünü gözden çıkarabilmesi mümkün değil… Ve dolayısile onların ilericilik nâmına yaptıkları şamatanın altında, daha fazla “dünyalık” ve seks beklentisi gizli… İşte bu yüzdendir ki gericiler, -tabii ki dış destekle- “lâik Atatürkçü” eyyamcıları keklik gibi toparlayıp kodeslere tıkıverdiler; Dünya “konjoktür”ü mûcibince… Birbirine muhâlif gibi görünen bu “küçükburjuva” kanatları aslında, bir tahteravallinin mütemmim cüzüydü; ki tahteravalliyi de emperyalist odaklar yönetiyordu. Çünki her iki tarafın da İslâmiyetten anladığı, kapitalizm rejimi altındaki müslümanlıktı; yani “tevhid dini” olmayan bir tür kilisecilikti; daha doğrusu, Osmanlı Hânedânı’nın, saltanatını devam ettirmek üzere, 1826 katliamından sonra kurmuş olduğu “Hanefi-Osmanlı Kilisesi” idi… Ve dolayısile de, küresel “finans kapital” merkezleri tarafından güdülmeye mahkûmdular; dindar politikacılar da, lâik Atatürkçüler de… Halbuki “laik Atatürkçü”ler, aklı başında samimi insanlar olsalar, artık laiklik kisvesi altında gizlenecek bir “kutsal din” kalmadığını, hatta dindar olmanın son tahlilde –emperyalistlerin âleti anlamında- insâniyet düşmanlığı demek olduğunu anlayarak, açıkça “anti-religion” tavır alırlar…
Havâss Yok Sayıldıkça, -Doğru- Tarih De Yazılamaz, Rota Da Tutturulamaz…
Ehl-i Tarik olan havâss atalarım, vakıflarının denetimini Rumeli Kazaskeri’ne tevdî etmişler; vakfiyelerinde… Zira Rumeli Beylerbeyi o zamanlar (16.Yüzyılda), tevhidci fâtihân ordunun genelkurmay başkanı, Rumeli Kazaskeri de askeri Yargıtay başkanı konumunda; ve dolayısile de, Allah’a ait olan mülkün (memleketin), bütünlüğünün korunarak geliştirilmesinden birinci dereceden sorumlu durumda… Ama Osmanlı, 1826 darbesiyle birlikte, dışarıya borçlanarak memlekete hükmetme, yani küresel kapitalizme (emperyalizme) yamanma yoluna sapınca, “serbest”lerin vakıflarını serbest bırakamadı tabii… Çünki aksi halde, hem fikrî muhalefet yapmak üzere ekonomik zemine sahip olurlar, hem de Batılılarla kendi başlarına parasal ilişkilere girerek, uluslar arası şirketlere dönüşebilirler endişesi taşıyordu; memleketin satış monopolünü elinden kaçırmamak, ve kendine –kapitalist- rakip yaratmamak için… Ondan dolayıdır ki Osmanlı, bir Evkâf Nezareti kurarak, 1826’da el koymuş olduğu bütün vakıfları oraya bağladı. Ve böylece de, hem hâkim, hem de savcı olmak gibi bir pozisyona girerek vakıfların mütevellilerini kumpasa soktu. Yani Evkaf Nezareti, veya ondan sonraki ismiyle Vakıflar İdaresi Genel Müdürlüğü memurları, -çok defa, araya bir de “dava vekili” veya “avukat” sıfatlı uzman simsarlar sokarak- mütevellilere suistimal yolları gösterdiler; onları, mâsûmâne gibi görünen menfaatlerle de iknâ ederek… Sonra da, “hile-i şeriyye” usûlü tertip ettikleri suistimâl plânlarını “Evkâf” yetkililerine tastik ettirip yürürlüğe soktular. Ondan sonra da, hem mütevelliye –yolsuzluktan- kovuşturma (ve dâva) açmayarak, hem de müteakip kuşaklardan seçilen ve vakıftaki erozyon hakkında sual eden yeni mütevellilere, “sizden önceki mütevelliler öyle sahtekâr düzenbazdılar ki, yiyip bitirdiler vakfınızı” gibilerinden yakınarak(!) südürdüler kumpaslarını sıkıştırmayı ve vakfı yağmalamayı… Üstelik böylece, havâss sülâlenin evlâdını da birbirinden soğutarak uzaklaştırdılar… Bu durum muvâcehesinde de, vakıfların mülk ve emlâki, tedrîci ve sistemli bir şekilde yerli ve yabancı kapitalistlere aktarıldı; Kapitalizm denilen ideolojinin, ruh gibi yaydığı -Allah korkusunu bile yok eden- malcı/paracı zihniyetiyle “spontane” olarak kurulan yarı resmî şebekeler mârifetiyle… Yoksa, bir bağımsız devletin uhdesine tevdi edilmiş bir vakfın mülk kaybetmesi, olacak iş değildi; hele ki o devlet, Tevhid Dîni’ni kılavuz edinmiş bir “fâtihân devleti” ise… İşte böyle bir fiilî durum karşısında, Tevhid’ci Havâss’ların, ve Tarikat liderlerinin fikriyâtı –gâyet mantıkî olarak- şöyle gelişti: Mâdem ki mîrî arazi ve Allahın mülkü, parçalanarak kişi ve zümrelere mâl ediliyor, o halde Tevhid Dîni fiilen (zâhiren) bitmiş, Devlet de emperyalist mihrakların (veya devletlerin) mahalli şûbesi durumuna düşmüş demektir. Dolayısile de Din, -Hz.İsa’nın avdetine kadar- bâtına (müminlerin kalbine) girmekle beraber, bütün ibâdetler de ihtiyârî kılınmıştır; zira “kilise” hâline indirgenmiş bir dinde ibâdet (hele ki namaz), puta veya menfaate yönelik tapınmacılıktan başka bir şey değildir… Gerçekten de, tevhid yolunda cihat yapanların –Roma düzenini yıkıp- “Nizâm-ı Âlem”in başkenti olarak feth ve îmâr ettikleri Konstantiniyye-til Mahmiyye’de (yani Istanbul’da), sultan sarayları dâhil hiçbir şahsî mülk yokken, Allah’a ait olan mülkü parselleyerek zimmetlerine geçirenlerin ibâdetleri, Tevhid Dîni’nin Allah’ına yönelik olamaz, veya sayılamaz tabii ki... O halde, insanları bu kadar derin (antagonist) çelişkilere sürükleyen bir “din” ideolojisinin, aklî bir tarafı kalmamış, yani miadını doldurmuş demektir. Ve dolayısile de, bugün Müslüman geçinerek yollarını(!) bulanların taptıkları, bir kilise ilâhından başka bir şey değildir; ki nitekim de bunlar, mezheplere, fırkalara, cemaatlere bölünerek birbirlerini yemektedirler. Demek ki artık, bundan sonra, hem dindar geçinenlerin halkı kilise İslâmcılığı’yla aldatarak Devlet’i ele geçirmeleri önlenmeli, hem de insanlığın fikrî ve fiilî tevhidi bilimsel yoldan, yani Kuran’da sözedilmemiş olan insan seçilimi (inisiyasyon) usûlleri uygulanarak gerçekleştirilmelidir.
Fetihten sonra, Dânişmentli atalarım, Istanbul ve civarında –Hass veya Zeamet olarak- üç büyük dirlik almışlardır, Devlet-i Âl-i Osman’dan; veya Devlet-i Aliyye’den… Bunlardan biri, Yeniçeri kışlası “Eski Odalar”ın batısında bulunan, ve bugün hâlâ Saraçâne diye bilinen mıntıkadır; ki Ayasofya İmamı Hüsam Bey vakfına aittir (vakfiye tarihi:1530)… Diğeri, bugün de Hasköy adını taşıyan, ve de Fatih zamanında Hass dirliği olarak alan ilk mutasarrıfından –muhtemelen- iki kuşak sonraki evlâttan Kiremitçi Ahmet Çelebi tarafından vakfedilmiş mıntıka (vakfiye tarihi:1549)… Bir diğeri de, Galata-Karaköy semtinde, İmâm-ı Sultan Mevlâna Bekdaş Efendi tarafından 1534 tarihinde vakfedilmiş mülktür; ki ayrıca, bu vakfın içinde, Tokat, Sivas, Manisa, Muğla gibi yerlerden katılmış bir çok mülk ve “mülhak vakıf” da mündemiçtir… Bütün bu vakıfların mutasarrıfı olan Havâss zümre, kurmuş bulundukları saraçhânelerden, Hasköy’deki, içinde teknik okulu ve camisi de bulunan, tuğla-kiremit îmâlâthâneleri kompleksinden (yani “sanayi kompleksi”nden), Karaköy’ün göbeğindeki, hem kadınlar hem de erkekler bölümünü hâvî bir büyük hamamdan (bugünkü Karaköy Palas binâsı), ve mücâvir alandaki pek çok dükkandan edindikleri gelirle, öylesine bir servet biriktirmişlerdi ki, 18.Yüzyılda –sanırım- III.Mustafa vakfından, Kuzguncuk yöresini yazlık olarak kiralamış, ve de koru altındaki sâhil şeritine, bir büyük yalı yaptırmışlardı; evlâd, lojman olarak kullansın diye… Ama ne var ki, yabancı kartpostallarda Kuzguncuk Palas diye geçen, halkımız arasında ise, Çamlıca yöresinden –borularla- su getirilmiş, ve önündeki yola da çeşme yaptırılmış bulunduğundan, Sulu Saray diye anılmış olan bu, yüz küsur metre cepheye sâhip üç katlı ahşap yalı, 1840’larda kundaklanarak yok edilmiştir; Âl-i Osman’ın tertibiyle… İşte bu vakıflara ait bütün belgeler (yani saklı tarih), Sultan Abdülaziz tarafından iade-i îtibâr edilip “Sermühendis” yapılarak, Kudüs’teki Mescid-ül Aksa’nın restorasyonuyla görevlendirilen Esat Efendi’nin, küçük oğlu mühendis Hayri Bey’e vermesi, ve onun da –güvenemediği, kendi çocuklarından bile kaçırarak- 1890’larda Rüştiye Mektebi’ni bitirmiş olan küçük kızkardeşi, babaannem Hayrünisa Güran’a emânet etmesi dolayısile bana ulaşmıştır…
1840’larda, Doğu Reformu’nu başlatmak üzere sefere çıkmakta olan –ceddlerimden- Erzurum Müşiri Osman Paşa’nın veda yemeğinde zehirlenerek ölmesi, ve aynı gece de Sulu Saray’ın kundaklanmasından sonra bizimkiler, hem yanan saray zemini üzerine ufak ufak yalılar yaptırarak, hem de Koru içinde yeni konaklar inşa ederek oralardaki yazlıklarını muhâfaza etmişler; III.Mustafa vakfına kiralarını ödeyerek… Saltanat ilgâ edildikten sonra, çıkarılan bir kânunla, selâtin vakıfları üzerinde oturanlara, bir defaya mahsus olmak üzere verecekleri cüzi bir vergiyle, mülkün tapusunu alma imkânı tanınınca, bizimkiler de yıkık sarayın yalı arâzisini paylaşarak üzerlerine geçirmişler. Ama o sırada, Koru içindeki, Sermühendis Esat Efendi’nin inşâ etmiş olduğu üç katlı ahşap konak ile mücâvir alanını almayı –bakımı külfetli diye- düşünmemişler, ve Devlet’e bırakmışlar; arsa spekülâsyonu nedir, bilmediklerinden… Babaannem, Osmanlı’nın vakıflarımızı nasıl yağmalattığını öğrenmiş ağabeylerinden ama, Cumhuriyet döneminde bile bir şey yapamamış; zira ayni soygun şebekesi icraatını (!) sürdürüyormuş… Sâdece “Evkaf”da orijinal vakfiyesi bulunmayan, ve onun için de, II.Abdülhamit’in –sâhipsiz olduğu iddiasıyla- camisini zimmetine (kendi vakfına) geçirttiği Kiremitçi Ahmet Çelebi Vakfı evlâdından olduğunu ispatlayarak, o zengin vakfın gelirinden de payını almış… Ama kendisi, bu vakıfların yönetimini (ve hukûkî sorumluluğunu) üzerine almayıp, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün uhdesinde bırakmış; sâdece formalite îcâbı atılan bir imza görevini yerine getirmek sûretiyle… Yani mütevelli olarak, -yanlış bir işe âlet olabilirim endişesiyle- Vakıflar İdaresi’ne hiçbir teklifte ve istekte bulunmamış; ve hatta, “gasp” gibi bir olay olarak, II.Abdülhamit’in kendi vakfına geçirttiği Kiremitçi Ahmet Çelebi Camii için bile –geri almak üzere- dâva açmamış… Demokrat Parti zamanına gelindiğinde Başvekil olan –her bakımdan zavallı- Adnan (Menderes) Bey’in giriştiği istimlâk ve îmar(!) hareketleri ise, Vakıf mülk ve emlâkinin hem ortadan kaldırılması, hem de yağmalanması için gâyet müsâit bir zemin (veya anafor) oluşturdu… Öyle ki mesela, Babaannem’in beni küçükken, gerek ziyaret gerekse kira sözleşmesi yapmak için götürdüğü, Karaköy Meydanı’ndan Tophane’ye giden kuzey yolu (şimdiki ana trafik caddesi) üzerindeki, 5-6 metre tavan yüksekliğine sâhip –kiracısının, soğuk demir atelyesi olarak kullandığı- hangar gibi büyük dükkânın, tranvay caddesi üzerindeki, yandan çıkmış tek şerefeli tahta oymalı –biblo gibi- bir minaresi olan küçük esnaf mescidinin, Ayvansaray’dan Eyüp’e giriş yolu üzerindeki İmâm-ı Sultan Mevlana Bekdaş Efendi’nin -sanat eseri- türbesinin, 1954-55 îmar(!) harekâtı sırasında nasıl yok edildiğinin ben görgü tanığıyım… Bunların, resmen istimlâk edilen kısmının parası, mahkemeler 1980’lere kadar uzatılarak, bilinçli uygulanan enflâsyonist politikalarla kuşa (daha doğrusu pul’a) çevrilmiş, diğer kısmı da, çözemediğimiz şekilde el değiştirmiş, yani –Devlet gözetiminde- yağmalanmıştır. Ama bir büyük tarihî şahsiyetin türbesini, merhûmun kemikleriyle birlikte ortadan kaldıran “Vandalizm”de, Hanefi-Osmanlı Kilisesi’nin sâdık bir üyesi olan Âyan çocuğu Adnan (Menderes) Bey’in baş rol oynadığı ise besbellidir. Çünki “âyan” denilen “seçkin zorbalar”, -statü bakımından- havâss’ın yerine ikâme edilmiş câhiller olduklarından, seleflerine karşı haset veya kompleks içindeydiler… Fakat bu işte, Adnan (Menderes) Bey’in, danışmanları tarafından, “bunlar bekdaşi malları, mescidi ve türbesidir” şeklinde yanıltılması, ve bununla birlikte kendisinin de, bizleri Alevi –cemaatlerinden- sanacak kadar câhil ve önyargılı olması da muhtemeldir… Bu vandalizmin etkisini, biz küçük evlât da hissettik kısa sürede.. Çünki her yıl evlât payı olarak vakıf gelirinden dağıtılan, ve her birimize yılda 3-5 yüz lira kadar düşen para, 1950’lerin sonuna gelindiğinde âniden yok olmuştu… Babaannem, mânevî değerleri hiçe sayan, ve suistimâli kânunlaştıran bu uygulamalardan bîzâr olduğu, ve suçluluk duymaya başladığı için 1960’ların başında –Kânun cevaz vermese de- istifa etti mütevellilikten… Zâten o sıralar, Vakıflar İdâresi’nin araya koyduğu –simsar- dâva vekili, İzzet Bey’den de şüphelenmişti; gelen ihbarlar üzerine… Ondan sonra da, iki oğlunu yanına çağırarak, İmam-ı Sultan Vakfı’nı takviye etmek üzere yalısını Vakfa bağışlayacağını, ve elindeki bütün evrâkı da Devlet’in uhdesine teslim edeceğini söyledi; ve de kendilerinden, râzı olduklarına dair yazılı taahhütnâme aldı. Ama Babaannem daha, sâdece Vakıflar İdaresi’nin değil, “Atatürkçülük” satanların elindeki Devlet idâresinin de yozlaştığını ve dağılmak üzere olduğunu anlayamamıştı henüz… Son olarak, - babası Esat Efendi’nin yatmakta olduğu ve bayramlarda ziyarete gittiği- Eyüp’deki Âgâh Efendi Dergâhı ve Mescidi haziresine gömülmek arzusunu belirtip de, bunun ancak Bakanlar Kurulu kararıyla mümkün olabileceğini öğrenerek vaz geçtiğinde, oranın da Devlet memurları mârifetiyle (ve hile-i şeriyye ile), bir Nakşibendî taifesine devredildiğinden, ve bunların da, mezar taşlarına varıncaya kadar bütün yazıları kazıttığından bîhaberdi; öğrenseydi, o an hücceten ölürdü… Onun için, Babaanne’min girişimini öğrenince hemen Babama gittim, ve bu işten vazgeçmesini ve annesini de vazgeçirmesini söyledim. Ama o, imzâsını geri alamayacağını, Yalının parasında gözü olmadığını, kaldı ki Vakıf mütevelliliğini de –vebâli büyük olduğundan- üzerine alamayacağını, çünki kendini, bu işi yüklenebilecek kadar mâsum ve dinamik görmediğini bildirdi. Ve sonunda da, istersen sen git Babaannenle konuş dedi… Bunun üzerine ben de Babaanneme gidip, -içime doğmuş gibi- Vakıflar evrâkının birgün bana lâzım olacağını, zira mevcut Devlet idaresini hiç beğenmediğimi, onun için -benim de hakkımın olduğu- Yalı’yı Vakfa hibe etmesinin dahî çok yanlış olacağını söyledim kendisine… Babaannem beni dinledikten bir süre sonra vazgeçti girişiminden; ve bir süre sonra da vefat etti… Babam, verdiği sözde –kısmen- durarak, Yalı’nın satış bedelinden bir kısmını bana bıraktı; ki ben de bu parayla hem Kerim Sadi’nin isteği ve desteği doğrultusunda Katkı Dergisi’ni çıkardım (1970), hem de aldığım ağır hapis cezalarından kurtulmak üzere Yurt dışına çıkabildim (1972)… Yurda avdet ettiğimde (1974), Babamın –Vakıflar evrâkını saklamakla birlikte- mütevellilik için hâlâ başvuru yapmamış olduğunu gördüm. Daha sonra benim israrım üzerine, sâdece İmam-ı Sultan Vakfı için mahkemeye başvurdu, ve ölmeden 1-2 yıl kadar önce mütevelliliği üzerine aldı. Ki böylece de, benim İmam-ı Sultan Mevlana Bekdaş Efendi Vakfı’nın mütevelliliğine hak kazanmamı kolaylaştırmış oldu… Ama bu arada –babam Mehmet Orhan Güran- beni, ciddi ciddi uyarmayı da ihmal etmedi; ve mealen dedi ki: İnsanlığın geleceğini göremediğin sürece, havâss ecdâdımızla övünmeye, ve onlar hakkında hamâset yaparak kendine pâye kazandırmaya kalkma. Yoksa onları –bir şekilde- gömmüş olan, “Osmanlı Tarihi” enkâzının altında kalırsın; atalarının mahkûm, Osmanlı’nın da hâkim pozisyonlarını tahkim etmiş olmakla… Üstelik o zaman, herkes de senin hakkında, “züğürt tesellisi” aranıyor diye düşünür… Yani atalarımızın tarihte gerçek bir misyonları olduysa, insanlığın geleceğine katkı yapan argümanlar olarak mutlaka bir gün ortaya çıkar…
Seçilmişlik Nedir ve Nasıl Olmalıdır:
Babam, Yük.İnş.Müh.(İTÜ:1930 mezunu) Mehmet Orhan Güran, öldükten sonra verilmek üzere bana yazdığı –ama benden önce istihbaratçıların hıfsettiği, ve bana da yıllar (15-16 yıl) sonra bir bozuk fotokopisinin ulaştırıldığı- son mektubunda, beni “çok akıllısın” diye nitelendirip, bazı açıklamalarda ve uyarılarda bulunuyordu. Halbuki Babam sağlığında, hiç bu kadar açık bir şekilde, bana taktirlerini bildirmemişti… Ama işte o satırları okuduğumda, kendisinin vakfiyelerdeki direktiflere çok değer verdiği, ve sonlarına –suistimâlcilere karşı- yazılmış beddualardan da çok çekindiği halde, Evkaf evrâkını ve mütevelliliği bana nasıl (niçin) teslim edebildiğini anladım; bütün eski münâsebetlerimizi de hatırlayarak… Yani ezcümle babam, benim gerçekten seçkin bir kişilik olduğuma kanaat getirdikten sonra –ancak- ata yâdigârlarını bana teslim edebilmişti. Ve anlaşılıyordu ki, babam beni, hem geleneksel, hem de bilimsel usûllerle bir nevi “inisiyasyon” sınavından geçirdikten sonra güvenilir bulmuştu… Gerçekten de kendisi, ölümünden 1-2 yıl önce, evime (Istanbul’a) gelip de bir ay kadar kaldığında, bana demişti ki, “… ben, senin mühendis veya matematikçi olmanı istemek gibi bir tutku veya önyargı içinde değildim. Sâdece senin 3-4 yaşlarında gâyet güzel ritm (veya tempo) tutabildiğini, ve de uygun analojiler (benzetme paralellikleri) kurabildiğini gördüğüm için, okula başlamanla birlikte, hoşlanırsın diye matematik problemleri sormaya başladım; ki nitekim de, bu uğraşlarında çok başarılı ve mutlu oldun… Evet gâyet iyi hatırlıyorum ki, babam bana –ufak para ödülleriyle teşvik de ederek- üniversitedeki ikinci yılıma kadar, zorluğu ve ciddiyeti gittikçe artan matematik problemleri sordu; ve en sonunda da, kendisinin bile çıkaramadığı bir “çift katlı entegral” problemini çözdüğümde, “sana artık soru soramam” diyerek hocalığımdan istifa etti… Ayrıca babam bana, göbek adımın bir gezici derviş tarafından “derviş ali” diye “tesmiye edildiği”ni, ama kendisinin “derviş” sıfatını kaldırarak nüfusa kaydettirdiğini de açıkladı… Babam aslında, Istanbul’dan ayrıldıktan sonra dahi, 1826 olayını müteakip yeraltına inen, ve her kisveye bürünebilen (hatta icâzetli tarikatların mensûbuymuş gibi de görünen) Ehl-i Tarik ile irtibâtı hiç kesmemişti. Bunlar, II.Dünya Savaşı yıllarında, bizim Ankara’daki evimize de –akşam yemeklerine- gelirler ve baş köşede ağırlanırlardı. Bu erenler, yobazların kurguladıkları ve oynadıkları “nûrâni (güleç) yüzlü tonton dede” -yani bir bakıma “empati dilenen muhtâc-ı himmet bir dede”- profilinin ve rolünün aksine, tiksiz mimiksiz (Uzakdoğu Tzu’larınınki veya Buda heykellerininki gibi) dingin bir yüz ifâdesiyle, ses tonlamaları ve vurgulamaları ve de el kol hareketleri (yani jest) yapmadan konuşmalarıyla, çok rahatlatıcı ve güven verici kişilerdi. Ayrıca, Arapça’ya, Âyetler’e ve Hadisler’e sığınmadan, -Yunus Emre misâli- düpedüz Türkçe, kısa ve mantıkî olarak gerçeklerden söz ederlerdi… Onların mârifet ve kerâmetlerinden bahsedilirdi; ki ben de –bugün bile, sâdece ihtimâli hesapla anlamlandırabildiğim- bu mûcizelerinden birine şahit olmuştum; 5-6 yaşlarımda… O derviş ve ermişler, konuşmayı sevmediklerinden, ve özellikle de (çok haklı olarak) sözlere veya lâflara pek güvenmediklerinden, yazılı bir eser bırakmadılar. Yoksa aralarında, Said-i Kürdî (Nursî)’yi birkaç defa katlayacak değerde insanlar vardı; ki babamın da kanaati, yazmayanların arasında, yazanlardan çok daha üstün olan, ve de “onun nefesi kâfi” denilen kratta kişiliklerin bulunduğu yönündeydi…
İşte bu durum muvâcehesindedir ki, ben kendimi, Türk-Tarikat Sistematiği’nde geleneksel usûllere göre seçilmiş (inisiye olmuş) son kişi olarak görmekteyim. Bu inancımın, hiçbir mistik ve/veya spekülâtif tarafı yoktur; zira ortaya koyduğum bilimsel seçilim (inisiyasyon) usûlleri veya metodolojisi doğruysa, benim seçilimim –veya seçkinliğim- de doğru demektir. Ve de Tarikat’ın geleneksel seçilim (inisiyasyon) usûlleri ile fikrî üstyapı’sını (tasavvuf felsefesini), bilime bağlıyorum demektir; ki bu da, iddiamın, her türlü denemeye ve tahkîkâta açık olduğunu gösterir… Zaten şu da bir gerçektir ki, Tarikat denilen “meditasyon (murâkabe) yapabilen inisiye (seçkin) insan seçme yetiştirme sistematiği”, tarih öncesinin “insan oluşumu” olayının –ezoterik- sırlarına ulaşma çabaları anlamında, dinlerden önce de vardı, dinlerden (yani mitolojik –tapınılası- tanrı anlayışından) sonra da, bilimsel “seçilim” metodolojisi şeklinde var olmaya devam edecektir. Ki ben de aslında, “tarih öncesi”ne metodolojik sondajlar yaparak, seçkin insanı ortaya çıkaracak yeni metodlar geliştirmeye çalışıyorum… Ve de diyorum ki, Tanrı kavramını bir “mit” olarak fiks’e etmeden, her kuşaktaki seçkin insanların argümantasyon’una bırakıp, o seçkin insanların da, “insan seçilim metodları” geliştirmeleri sağlanırsa, nihâyette “tanrı”, transandantal limit noktasına sıçramış “insanlık bilinci” olarak tezâhür edecektir… Onun için de iddia ediyorum ki, bir dindar kişinin, beş vakit namaz kılması ve de salya-sümük ağlayarak niyâz etmesi, onun, Allah’ın seçkin (veya sevgili) kulu olduğuna -kesinlikle- delâlet etmez. Sâdece, onun insanlarda, “bu kadar ibâdet için çabalayan, ve yaranmak için yırtınan bir kişiyi Allah herhalde seviyordur” gibi bir intibâ yaratmasıyla, spekülâtif bir seçkinlik pozisyonu kazanmasına sebep olur. Yani namazı niyazı fazla abartan insanların, her şeyden önce ameline bakmak lâzımdır: Şâyet kendileri –Fethullah Gülen gibileri- akçeli işlere (kapitale) hükmediyorlarsa, onların tanrısı Tevhid Dini’nin Allah’ı olamaz; ve de olsa olsa bir Protestan kilisesinin God’ı gibi bir Allah (veya İlâh) olur… ABD yönetimi, kendilerine karşı gelmeyecek bir İslâmî kiliseyi tabii ki destekler; aynı paragöz tanrının adı, ha God olmuş, ha Allah diye telâffuz edilmiş, ne fark eder ki?!...
Diğer taraftan ben, aynı zamanda “Panteist Zon” ortamından inisiyatör olarak seçilime uğramış bir kişi olduğumu da söyleyebilirim. Zira –en azından- Katkı dergisini çıkarmaya başladığım 15/Eylül/1970 tarihinden beri daima, fikriyâtımla ilgili bir yakın çevrem olmuş, ve bu çevreden yüzlerce kişi geçmiştir. Ve de, uzun yıllar boyu hemen hemen her akşam rakı sofrasında içtimâ ettiğimiz bu “yakın çevrem”, hiç kimsenin birbiriyle parasal (mal’sal) ve cinsel bakımdan ihtilâfa düşmediği bir Panteist (rûhî) Grup olarak sürmüş gelmiştir… Kaldı ki bu gruptan, sosyo-ekonomik (hatta siyasi) nedenlerle ayrılarak uzaklaşanlar bile, bana (fikirlerime) karşı bir “muhâlefet” pozisyonuna girmemişler ve aleyhime tek lâf etmemişlerdir; en azından duyabileceğim ve etkilenebileceğim bir şekilde… Sâdece, eski bir Dev-Genç Başkanı’nın, bir “mahçup eleştiri” türü icat ederek kaleme aldığı, ve de –devamı gelir umûdu, ve temennileriyle- Devlet’in (Kültür Bakanlığı’nın) sponsorluğunda çıkardığı ufak bir broşürden başka… Yâni fiilen de göstermişimdir ki, içgüdüsel menfaat çelişkilerinin maddi güç (negatif etken) hâline gelmesinin –bir şekilde- engellendiği (tabu’lara saygının ihyâ edildiği) bir Panteist Zon ortamında, mutlaka bir “inisiyatör” kişilik öne çıkar (temâyüz eder veya seçilime uğrar), ve aynı zamanda bir inisiyatörün temâyüz ettiği bir ortamda da, içgüdüsel menfaat çelişkileri izale edilir; ve de bir Panteist (rûhî) ortam teessüs eder. Ve iç didişmeler kalmayınca da, melekî rezonansın odağı haline gelen inisiyatörün önü (ufku veya yolu) açılmış olur; bir –yaratıcı- sentez aşamasına veya bir “transandantal limit” noktasına kadar… Yani şimdi ben, geldiğim sentez aşamada, İnsan (Emek) Bilimi veya teorisi mûcibince, gençler için Panteist Zon Kulüpleri kurulmasını öneriyorsam, bunun tatbikâtını da bizzat yaptım ve gördüm pratikte, “yakın çevrem” olarak… Ve de müşâhade ettim hatta ispatladım ki, bir “panteist grup”da siyasal veya ajansal sızmalar bile provokasyon yapamıyor, rota değişikliği veya dağılma yaratamıyor. Zira, negatif güç kaynağı olan içgüdüsel menfaat beklentileri –bir şekilde- engellenince ortaya, melekî rezonanstan mütevellid büyük bir kohezyon (iç çekim) gücü veya kuvveti çıkıyor, ve de grubu çelikleştiriyor; bazı ufak tefek kopmalardan sarfınazar… Ben bu deneye veya tatbikâta –ritm melekesinden mütevellid- tabuların bilincine varmamdan çok önceleri başladım, başlayabildim; zira –ikiyüzlülüğe müsait- dînî/ahlâkî söylemlere veya mugâlâtalara o kadar gıcıktım ki, ahlâki şablonları hakir görünce, tabusal yasaklar (veya çekinceler), fıtrî sakınca refleksleri olarak ortaya çıktı ve fiilen hükmünü yürüttü… Yani netice itibâriyle görülüyor ki (görülmüştür ki), grupta, dînî-ahlâkî mugâlatalar temizlenip, “tabuların bilince çıkarılması” anlamında bir disiplin tesis edildiğinde, yani Panteist Zon şartları sağlandığında, o ortam, inisiyatör veya kreatör bireyler üretmekle birlikte, diğer üyelerini de –en azından- kapitalizmin “siyasi haşere”si olmaktan kurtarmaktadır. Nitekim ben de, bütün gücümü “yakın çevrem”den, yani bana her türlü maddi desteği sağlayan, hatta benim yerime cezalar yüklenip hapis yatan veya tazminât ödeyen, ama –düşüncemi- anlamadıkları yerde de susan ve sonucu bekleyen insanlardan -panteist (rûhî) grubumdan- alarak neşvü nemâ bulmuşumdur. Yani ruhum ve kişiliğim, sözkonusu yakın çevremin etkisiyle de kalıplanmış ve şekillenmiştir tabii ki… Yoksa kendimin de, fikirlerimin de metâ olması (parasal değer kazanması) –hele ki kapitalleşmesi- mümkün değildi; ve dolayısile tanınmak (meşhur olmak) da sözkonusu olamazdı; nitekim olmadı… Zaten orijinal olan hiçbir fikrin, hemen metâ (veya tedâvül) değeri kazanması düşünülemeyeceği gibi, insanlığın oluşumu (antropoloji) üzerine kurulan doğru bir teori (İEB) de, hiçbir kapitalist tarafından satın alınamazdı… Çünki Kapitalizm ideolojisinin “tüketim ekonomisi”, prensip olarak insanlaşmaya değil, hayvanlaşmaya veya hayvanlığa rücû sürecine yatırımı öngörürdü… Dolayısile son tahlilde anlaşılıyor ki, tarihî devirleri kapatacak aydınlanma, Ortaçağ’ı kapatan aydınlanmadan çok daha zor ve komplikedir. Rönesans denilen aydınlanma, alt tarafı Hristiyanlığın birkaç dogmasını yıkmıştı; ama yapıtlarına da kısa sürede –kapitalistlarden- alıcı veya sponsor bulmuştu. Oysa tarihî devirleri kapatacak olan aydınlanma, bütün dinsel dogmaları (yani dinleri) ve kapitalist prensipleri (kapitalizmi) ortadan kaldıracaktır; kaldırması gerekmektedir. Ki bu da ancak, devlet(ler)in tanımı ve işleyiş(ler)inin düzeltilmesiyle mümkün olabilecektir. Yani bundan böyle devletler, kapitalist sistemin –kronik- iç çelişkilerine müdâhale ederek, kapitalist kurtarmaktan (ve kapitalizmi revize etmekten) vaz geçecek, ama aynı zamanda da, Panteist Zon Kulüpleri’nden inisiyatör veya kreatör olarak temâyüz eden gerçek seçkinlere sponsorluk yapacaklardır; “en liyâkatli bireyleri ayıklayıp yükseltmek” anlamındaki gerçek devlet misyonuna (ve tanımına) oturmak üzere… Ki bu devlet aynı zamanda, Türk Tarikat Sistematiği vasıtasıyla Pax-Romana’yı yıkıp, Nizâm-ı Âlem hedefi yönünde büyük ceht göstermiş olan, Türk Osmanlı Devleti’nin de güncellenmesi anlamına gelecektir… İşte, insanlığı bu objektiviteden göremeyen ve anlayamayan birine, ne bilimci, ne de aydın (entelektüel) denilebilir bugün… Ama ne yazık ki, bugün Batı’da, ben bilimciyim veya aydınım diye geçinenlerin alayı, ya at gözlüklü spesiyalist bilimci, ya da –mesleği ne olursa olsun- siyasi kariyerist olmuşlardır; kapitalizmin güdümünde… Oysa, insanlaşma nasıl ki –hayvanlara karşı- zorla ve güç gösterisiyle değil de, hayvanların anlam veremediği (anormal) ritmik hareketlerin süreklilik ve yaygınlık kazanmasıyla başladıysa, tarihî devirlerin aşılması da, şizofrenik çoğunluğun (ve kapitalistlerin) anlayamayacağı fikir ve tavırlarda ittifak edenlerin “birey”leşmesi, ve/veya bireylerin ittifakıyla gerçekleşecektir.
Bizde, Dindar Kadrolar Nasıl Oluştu Da, Siyasi Belâ Oldu Başımıza?!..
Köy, kasaba veya varoşlarda –uzun kış geceleri bounca- bol bol dinsel hamâset edebiyâtı ve peygamber menkîbeleri dinlediler; ve de geri kalmamızın sebebini, dînî vecibelerini yerine getirmeyerek gâvurlar gibi yaşayan şehirlilere bağlayıp, onları bu yola sürüklediğini düşündükleri Atatürk’e taktılar kafayı… Halbuki bizim şehirliler, geri kaldığımız için Batılıları taklit etmemiz gerektiğine inanan, ve de ilk “alafranga” uygulamaları başlatan –son- Osmanlı’nın takipçileri ve kurbanlarıydılar… Nitekim kendileri de, Osmanlı kafasıyla bir cinlik (kurnazlık) düşünüp, gâvurlardan bilim öğrenerek İslâm’ı kurtarmaya, ve de densiz şehirliler ile Atatürk’e haddini bildirmeye karar verdiler. Dolayısile de, yolunu bulup ipini koparanları, Avrupa’lara, Amerika’lara tahsile gittiler… Yani onlar akıllarınca, o Batı ülkelerine bir nevi ilim câsusluğu için gitmişlerdi, ama gerçekte bunun tam tersi oldu; ve de kendileri emperyalist ülkelerin câsus şebekeleri hâline geldiler. Zira o emperyalist ülkelerin istihbâratçıları kısa sürede, bu köy, kasaba, varoş tosuncuklarının, hem şehir kökenlilere düşman (haset) olmaları, hem de çevreleriyle birlikte büyük bir kalabalık teşkil etmeleri dolayısile, büyük bir demokratik (!) potansiyel taşıdığını anlayarak, Türkiye’yi –ayakları baş, başları ayak etmek sûretiyle- tepetaklak yere sermenin ne kadar kolay olacağını düşünmeye başladılar. Ve sonra da, bu tahsilli (ve emperyalist dilinden anlayan) Müslüman –besleme- kadroya liderlik yapması için, hırsı aklının önünde giden, silme(tam ölçek) câhil ve fanatik (otokritiksiz) bir İmam-Hatip’li vâize, meydanlarda –halkın âşina olduğu tarzda- nutuk atma ve şov yapma imkânı tanıdılar; hepsi bu… Arkası kendiliğinden geldi; çorap söküğü gibi…
Kendilerini, fâtihân padişahların ardılı olan, Tevhid Dini’nin önderleriymiş gibi tanıtıp, aslında halkı, İmparatorluğun yıkılışında, Hânedân’ı sürdürmek için kurulmuş “Hanefi-Osmanlı Kilisesi” ile kandırarak Devlet’in tepesine oturan, ve de memleketi ipotek etmeye başlayan sahtekâr düzenbaz Müslümanlar gürûhu, liderleri baş düzenbaz ve cazgır Recep Tayyip Erdoğan ile birlikte bir an önce yola gelmeli veya getirilmelidirler; her türlü vâsıta ve yöntem mubah kılınarak… Çünki hem câhil halkı, “Tevhid Dini’nin devam ettiği, kendilerinin de modern fatihler oldukları” yolundaki tavır ve vaazlarıyla kandırmakta, hem de entel ve Atatürkçülerle –demokrasi havârisi kesilerek- dalga geçmektedirler; sanki dogmatik bir ideolojiye (Din’e) inanan (yani kafalarında, vaz geçemeyecekleri dogmalar taşıyan) insanlar, demokrat olabilirmiş, her konuda tartışarak varılan kararlara uyarlarmış gibi… Hatta, nass’lara karşı ifâde özgürlüğü ve eğitim hakkı tanırlarmış gibi… Aslında bizim “dinci şebeke”nin yaptığı, aynen bir örümcek gibi sabırla, ağır ağır çalışarak, tüm milleti sarıp sarmalayacak, ve de her bireyi paralize edecek, yapışkan bir ağ örmekten başka bir şey değildir. Bunlar gibi, demokrat olmaları ihtimali bulunmayanlarla demokrasicilik oynamaya kalkmak, örümceğin ağ örme işini oyun sanıp, kendisine yardım eden gâfil bir av (sinek) mesâbesine düşmek demektir. Bundan sonra, değil on, üç-beş yıl daha bu yobazlarca idâre edilmemiz hâlinde bile, gelecek nesillerimizin tamamen şizofrenik psikopatlarla dolması gibi bir sonuç husûle gelecektir. Çünki kafasında, bir “bu dünya”, bir de “öbür dünya” gibi kategoriler taşıyan, veya hem kendini –sâdece içgüdüsel refleksleriyle- biyolojik varlık (hayvan) olarak tanıyıp, hem de bu hayvanı nasihat ve tehditlerle yöneten (yönetmesi gereken) bir “tanrı” miti veya kişiliği vehmeden biri, ya kafadan çatlak, yani şizofreniktir, ya da bu hastalığa yakalanması için üzerinde uğraşılan (eğitim verilen) bir zavallıdır. Ama bunlar aynı zamanda, potansiyel kriminal psikopatlardır. Zira ilk “tanrı-kral”ların, “panteist-zon”dan yeni çıkan insanlar “tabu”sal korkularını yensinler diye kutsamış oldukları “cinsel ilişki”yi gerçekten kutsal sanarak, “irade-içgüdü” diyalektik çelişkisinin, hoşlarına gitmeyen “gel-git”lerinde, kutsallığa (tanrısal ahlâka veya töreye) halel geldi bahânesiyle, cinayet –bile- işleyebilmektedirler. En basit hayvânî ilişkinin, ulvî gerekçelerle cinayet sebebi yapılmasındaki mantık, tabii ki aklî değil, psikopatalojiktir… Binlerce yıl önce yaşamış olan insanlar, tabii ki kişilik bütünlüğüne varamamış şizofrenik insanlardı. Zira “panteist-zon”u inkâr etmiş, ve -henüz bilince çıkaramayıp- unutmuşlardı. Ve bunların liderleri veya peygamberleri de, böyle bir çatlak kişiliğin dünya görüşünü formüle ediyorlar, ve de –Tanrı nâmına- toplum birliğini sağlamak üzere, kendilerine inananlara ezberletiyorlardı; bazı ibâdet ritüelleriyle birlikte söylenmesi için… Ama insanlığın artık, kol gücüne ve sürüye (kalabalığa) ihtiyacı yoktur; çünki kendini bir bütün olarak idrâk edip idâre edebilen “birey-insan”lar yetişmiş, ve ihtiyaçları olan her türlü vasıtayı da yaparak, başka insanların iş gücüne muhtaç olmaktan (ve de onları kullanma külfetinden) kurtulmuşlardır. Dolayısile günümüzün âcil ve aktüel sorunu, çatlak kafalardan müteşekkil kalabalıkları yönetmek (veya gütmek) değil, kişilik bütünlüğüne varamamış, binlerce yıl öncesine ait şizofrenik insanları –ve onların ideolojilerini (dinleri)- likide etmektir. Zira onlar, insanlığın safrasıdır; sıkı bir “doğum kontrolu” kampanyasıyla kesip atılması gereken… Bu arada, kapitalistlerin -yeni duruma uyum için- uydurduğu, “insanları tüketici olarak kullanıp, sonra da dinsel ihtilâflar ve savaşlar yoluyla itlâf etmek” politikasını, ve dolayısile Kapitalizm ideolojisini tarihe gömmek de, aynı âcil gündemin içindedir tabii ki… Özellikle ABD, Almanya, Rusya, Çin, Japonya, Hindistan gibi gelişmiş ve büyük ülkelerin, at gözlüğü takmamış (yani uzmanlığa saplanmamış) bilimcileri ile, kariyerizme mahkûm olmamış düşünürleri, tarihî devirlerin hastalığı ve ideolojileri olan, ve de birbirini ihyâ eden şizofreni, din ve kapitalizm’le mücadele için birleşmelidirler. Akıl için, “tarihî devirler”i aşmanın yolu birdir.. DÜNYA DAHA FAZLA MEZBAHA’YA VEYA MAHŞER’E DÖNMEDEN, DUYUN SESİMİ!... Şizofrenik insanlar (dindarlar) tarafından yönetilen bir ülkede yaşamanın, ne kadar korkunç bir kâbus olduğunu –bir an önce- anlamalısınız. Zira böyle ülkelerde, iktidardaki “dindarlar” kastına karşı –ulusalcı, Atatürkçü, milliyetçi gibi adlarla- muhâlefet olarak çıkan (veya görülen) küçükburjuva kadroları dahî, sosyo-ekonomik konumları itibâriyle zâten şizofrenik; ve dolayısile gizli dindar… Yâni “dindarlar” iktidarına gerçekten alternatif olabilecek bir siyasi kadro oluşturmak mümkün değil… Bu söylediklerimi hâlâ anlıyamıyorsanız, bir zamanların, çok izlenen, Holywood yapımı “Maymunlar Cehennemi” filmini hatırlayınız; işte öyle bir şey…
Ali Ergin Güran: 4/10/2012+1