“Aydınlanma” gösteriyor ki, “kapitalist-kral çıplak”tır; kendisine “deli gömleği giydirmek” mümkün ve sevaptır artık…

1917 Ekim’indeki Duma  darbesiyle –taktik bir geçiş süreci olarak- Rus Çarlık Devleti üzerinde, “Sovyetler” iktidârını tesis eden  Bolşevik (komünist) devrimciler, inançlarını şöyle bir özdeyişle pekiştirmek istemişler: Kapitalizmle savaşım, son tahlilde “deli gömleği giydirme” mücâdelesidir… Yani onlar, Kapitalizm’in büyük bir zihniyet değişikliğiyle birlikte yıkılabileceğini sezmişlerdir, ama bunun, “tarih öncesi”nin keşfi ve “tarihî devirler”in kapanması anlamına geleceğini çıkaramamışlardır; ki zâten, Marksizm teorisinden de bu çıkmazdı… Kerim Sadi (Nevzat Cerrahlar: 1902-77) hocam, bu özdeyişi hep tekrarlardı; ki ben de, Sovyetler Birliği’nin bir noktada nükleer savaşı bile göze alabileceğini düşünür ve endişe ederdim; insanlık nâmına… Hatta Komünizm’in (Marksizm’in) bir bilim teorisi değil –alt tarafı- bir ideoloji olduğu, dolayısile bunun küresel çaptaki tatbikâtını zorla gerçekleştirmeye çalışmanın bir delilik olacağı yolundaki fikirlerimi, Hoca’ya da söylerdim; “insanlık hakkında bir teorinin ancak, hayvanla olan nesnel (maddi-kategorik) farkının anlaşılmasıyla kurulabileceği” şeklindeki hipotezimle birlikte… Neyse ki Sovyetler Birliği Devleti’nin başına, öyle (korkulduğu gibi) bir deli çıkmadı, veya çıkamadı.  Ama Marksizm ideolojisinin,  bilimsel ve iknâ edici olmaması yüzünden de, komünist militanlardaki, “kapitalistlere deli gömleği giydirme” hevesi ve azmi, söndü gitti… Hatta, kapitalistlerin karşısında –tam anlamıyla- havlu attıkları halde, hatânın nerde olduğunu araştırmaya bile mecalleri ve hevesleri kalmadı; zira hâlâ şoktalar garipler; bazı sokak şamataları yapsalar da… Ancak ne var ki, şimdi de, Batı emperyalizminin başına bir “kapitalist meczub”un  veya “tiran”ın geçmesi ihtimâli belirdi; ekonomik krizlerin –bâriz  bir şekilde- kronikleşmesiyle… Onun için Rus komünistleri bir an önce kendilerine gelip otokritik yaparak, insanlığın gelişme rotasından (yol haritasından) sorumlu yeni inisiyatörler (liderler) çıkarmalıdırlar artık… Zira pek çok değerli insanın canına mâl olmuş, ve de kitlesel kıyımlara yol açmış hatâların vebâlini omuzlarında taşıyanlar, ilânihâye sorumluluktan kaçamazlar; eğer “adam” iseler… Kaldı ki, bilimsel (metodolojik) bir temele sâhip olan –ideolojik- teoriler, pratikte tıkandığında, onun açılımı, sâdece temel kavramları üzerinden temdîdinin (extension) yapılması ile  gerçekleştirilebilir; ki Marksizm’in tıkanmasının teorik sebebi de, “emek” kavramında yatmaktadır zâten… Yani Marx, Engels (ve Lenin), “tarih öncesi”nin, tarihî zamanlarda inkâr (negasyon) edilmiş ve unutulmuş bir yaratıcı modül (panteist zon)  olduğunu anlayamadıklarından, “emek” kavramı ve kantitesini, “iş” kavramı ve kantitesiyle mutlak bir eşitlik hâlinde bulunduğunu zannetmişlerdir; yani emek=iş  diye düşünmüşlerdir. Halbuki bu denklemin içine, insanın kendini yapılandırdığı  (melekelerini edinip güçlendirdiği) bir “kozmik emek” bileşeninin de  katılması gerekiyordu; emek= iş + kozmik emek  şeklinde… Ve buradan da anlaşılıyor ki, kapitalist sömürü denilen olay, sâdece emekçilerin ihtiyaç taleplerinin (ücretlerinin) kısıtlanmasıyla ilgili değildir; zira bu tür “sömürü”, gücünden faydalanılan bütün hayvanlar için de sözkonusu olabilir... Aslında kapitalistlerin yaptığı sömürü, lezzet (sindirim katalizörleri çeşitlemesi) ile şehvet (cinsel fetişizm) düşkünlüğü uğruna, insan ihtiyaçlarının gelişmesine (nitelik kazanmasına) ve insanlığın ilerlemesine engel olmak anlamını taşıyordu. Ki  üstelik de, “lezzet ve şehvet budalalığı”yla girdikleri, “hayvanî dejenerasyon (dejenere olarak hayvanlığa geri dönüş)”  yolunda uydurulmuş malları, -ister istemez- insanlığın ihtiyaçlar listesine yazdırıyorlardı; bu kapitalistler… Dolayısile de tüm insanlığı, hayvanlığa ve/veya mahva doğru sürüklüyorlardı… Onun için, “kozmik emek” kavramı ve ölçümü meselesi her şeyden önemliydi; zira bu ölçümü, “iş”in ölçülmesi  gibi –ortaya çıkardığı malların miktarı veya değeriyle- yapmak mümkün olamıyordu. Bu ölçüm için her şeyden önce, “emek=iş” formülüne göre herkesi hayvan yerine koyarak –ekstradan- para kazananların, “lezzet ve şehvet tüketimi” anlamındaki hayatları kontrol edilip horlanmalı, ve buraya giden paralar da, “kozmik emek” etkinliği içinde inisiyatör ve kreatör bireyler çıkaran “panteist grup”lara, ve onların yaratıcılıklarının finansmanına yönlendirilmeliydi; lüks tüketim vergileri yaptırımıyla, kaliteli yaşam tarzları geliştirmek üzere…  Zira hâl-i hâzırda, bunun tam tersi bir uygulamayla, “kozmik emek” sâhibi insanların yaratıcılıkları, kapitalistler tarafından, işlerine geldiği gibi (lezzet ve şehvet düşkünlüğüne halel getirmeyecek şekilde) değerlendirilip satın alınmakta, veya yok sayılmaktaydı… O halde “kozmik emek” ölçümü, karşılıksız yatırımla desteklenen “panteist grup”ların, bünyelerinden yeşerecek yaratıcıların (ve yaratıcılıklarının), seçilim sırası veya kuvveti şeklinde yapılabilirdi ancak… Çünki başlangıçta bir tür primatlar, bir kaos ortamında –hemcinslerine- kalite atarlarken, bazı “totem” hayvanlardan karşılıksız olarak süt, yumurta, larva, kusmuk vs. gibi besinler almak sûretiyle ritm melekesi geliştirmiş ve insanlaşmışlardır. Yani bu da, insanlaşmanın (veya bilinçlenmenin), “eko-sistem”deki refleksif veya yankı’sal bütün davranışlardan farklı olan “ritmik hareket”lerle gerçekleştiği için,  karşılıksız olarak yatırım gerektirdiği anlamına gelmektedir; ki böyle karşılıksız (daha doğrusu, geri dönüşü dolaylı ve uzun vâdeli) bir finansman anlayışının, “kapitalist eko-sistem”inde yeri yoktur. Kapitalizm ideolojisi, “insanların beslenme ve üreme peşinde koşarken tesâdüfen (veya çok girişim ve deney yaparak) insanlaştıkları”  varsayımına dayandığı için, yaratıcılıkların da –hiç yatırım gerektirmeden- kendiliğinden ortaya çıktığı görüşünü taşır. Onun için de kapitalistlere, yaratılan eserler arasından seçme yapma imtiyâzı tanır; ki kapitalistler de bunlar arasından, hayvânî  insiyâklara en çok hitâp eden, dolayısile de sürümü en yüksek olacak olanları seçerler. Ve böylece de, başlangıçta beslenme ve üreme tabuları oluşturarak vücut bulan insanlığı, kalite(!) farkıyla hayvanlığa rücû ettirmeye (daha doğrusu mahvetmeye) çalışırlar. O halde bugünkü kapitalistlerin başarıları (!), başlangıçtaki “totem” hayvanların yaptığı fedâkârlığı –insanlıktan- geri alarak, onları  hayvanlığa rücû ettirmekten, hatta daha da vahimi,  insanları, dejenere (obez ve seksopat) olmuş hayvanlar hâlinde mahva sürüklemekten başka bir anlama gelmemektedir. Zira sözkonusu kapitalistleri (ve kapitalizmi)  yaratan ortam, insanlığın oluşumundaki “panteizm” zonunu yok sayan (unutmuş olan) “tanrı-kral”lar tarafından tesis, ve peygamberler tarafından revize edilmiş bir –tarihî- düzendir. Ve böyle bir düzen de, insanların önüne, esas yaşam gâyesi –ve gâilesi- olarak, içgüdüsel ihtiyaçları, yani beslenme ve üreme (çiftleşme) gereksinimlerini koymuştur; aynen hayvanlar gibi… Fakat bununla birlikte, insanların hayvanlaşmalarını önlemek için de, onları muhayyel bir “tanrı” miti (şahsiyeti) ile korkutup, “tapınç kültü” vasıtasıyla “emre itaat” disiplinine sokarak, bu müeyyidelere bağlı  bir “dînî ahlâk” mugâlâtası  uydurulmuştur. Ama buna rağmen, cinsel hazzın bir tanrı ödülü olduğu, ve bu ödülün, ahlâklı yaşayanlara  bu Dünya’da olmasa bile, Cennet’te mutlaka verileceği –vaadi- vurgulanarak, hem bu hazz, her türlü insânî zevklerin üzerinde tutulmuş, hem de  “havuç-sopa” ikilemi şeklindeki hayvan terbiyesi usûlünde isrâr edilmiştir. Onun için bu “dînî ahlâk” tamamen bir demagojiden ibârettir; çünki, “irâde-içgüdü” diyalektik çelişkisini –pratikte- idâre etmeyi öğrenmeden, karşı cinsle –kızışma devreleri hâricinde- bir arada kalmak demek, “tımarânelik olmak” demektir bir bakıma… Zira ritmik rezonanstan mütevellid “sevgi” duygusu ile, hormonlarla ilgili “seks” hazzının, birbiriyle ters orantılı olan etkilerini, düz mantıkla (Aristo Mantığıyla) îzah ve idrâk edebilmek mümkün değildir. Ki onun için de, “dînî ahlâk”ın yetersizliği, dramatik “aşk edebiyatı” müellifleri ile, “din adamı” ve tabib terapistler tarafından telâfî (veya istismar) edilmiştir hep… Öte yandan, çok eşli (veya alternatif eşli) yaşama imkânı bulan –aynı bilinçsizlikteki- zengin (kapitalist) insanların da, gittikçe seksopatlığa veya seksomanyaklığa sürüklenerek, yakın çevreleriyle birlikte dejenere olmaları kaçınılmazdır. Çünki orgazma varmak ve bundan âzamî zevk alabilmek için gittikçe daha fazla cinsel fetiş ve uyaranlara alıştırılan bir bünye, bir süre sonra duyumsadığı her hazzı az bularak, bunları çeşitlendirip arttırmaya çalışacak, ve bu sûretle de, sadizm, mazoşizm, eşcinsellik vs. gibi sapkınlıklara sürüklenecektir; ilişkili olduğu insanlarla birlikte… Yâni son tahlilde, dînî ahlâk payandalı kapitalist zihniyet, –“akıl dışı”lık anlamıyla- delilik demektir. O halde, kapitalist dindar zihniyetin aşılmasını, “kapitalizme deli gömleği giydirmek” diye sembolize etmek, gâyet münâsip bir nitelendirme olacaktır…

Kapitalizm’e Deli Gömleğini, Kimler ve Nasıl Giydirecek?...  

Kapitalizme “deli gömleği” giydirecek olanlar, gençlerdir tabii ki… Ama her şeyden önce, bluğ çağına gelen gençleri, fitne-fücur yuvası hâline gelmiş çekirdek aileden, ve sapkınlaşmış büyüklerinin fiilî ve fikrî tasallutlarından kurtarmak lâzımdır. Zira, bugün hâlâ kutsallık atfedilen “çekirdek aile” yüzünden, insanlarımızın en az %30’u,  “ensest” vakasını  bizzat fâil ve mağdur konumunda yaşayarak,  ve bunun –yaklaşık- bir katı da, suç ortağı (veya göz yumucu)  şeklinde bu meşûm vakalara bulaşarak, rûhen (meleke, irâde ve bilinç anlamında) sakatlanmış durumdadırlar. Ki her türlü cinsel sapkınlar ve psikopatlar da, bu %60’ın  içinden çıkmaktadır; büyük bir kısmı “gizli psikopat” olarak, herkes gibi yaşamaya çalışsa da... Çünki “irâde-içgüdü” diyalektik çelişkisini yönetemeyen, dolayısile insanî sevgi duygusu ile, hayvanî seks hazzının farkını ayırt edemeyen, yani kardeşine, yeğenine vs. sarıldığında, aynı zamanda seks hazzı alan, ve onun için de, birbiriyle ters orantılı olarak artıp eksilen bu duygular tarafından şaşkına çevrilen insanların evlenmesi (evlendirilmesi) kadar yanlış bir iş düşünülemez. Kaldı ki, seks hazzı ile sevgi duygusunu ayıramayan insanların, matematiksel mantıkla düşünebilmesi ve objektif (bilimsel) fikir üretip bundan zevk alabilmesi, ve dolayısile bir mevki veya kariyere lâyık  olabilmesi de imkânsızdır… Yani son tahlilde, “irade-içgüdü”  gibi insanlığı var eden temel –diyalektik- çelişkiyi, tarihî devirlerde uydurulmuş  dînî (ahlâkî) mugâlâtalarda disipline edebilmek mümkün değildir… Ben, 1984-87 yılları arasındaki  mahpusluk hayatımda, cezaevlerinde –gözlemlerime ve güvenilir hapishâne müdâvimlerinin verdiği bilgilere istinâden- yaptığım istatistîkî araştırmalar neticesinde ulaştım, bizim acı gerçeğimize… Yoksa hiçbir akademisyen, böyle bir araştırmaya tevessül bile edemiyor ülkemizde… Halbuki, adliyeye (ve cezaevlerine) intikâl eden ensest vakalarının bu kadar çok olması, -toplumsal tepkinin varlığını göstermesi bakımından- bizim için büyük bir şanstır. Zira Batı’da bu illet, çok daha gizli ve sinsi bir şekilde yayılıyor ve kontroldan çıkar hâle geliyor; ölümle, cinayetle patlak veren vakaların gelişimine bakılırsa… Tek tek bireylerde patlak veriyormuş gibi görünen, ve de kapitalistler tarafından –tedâvi adı altında- gelir kapısı yapılan rûhî hastalıkların sebebi, aslında kitleseldir; yani içinde bulunulan çevre veya toplumlarla, onların yanlış yönelimleri ve kurumlaşmalarıyla ilgilidir. Zira “ruh” denilen fenomenin esâsı, insanlar arasındaki “ritmik rezonans” olayından başka bir şey değildir; dolayısile de, içgüdüsel (refleksif) etkileşimlerin –teşvik görerek- zincirleme reaksiyonlar oluşturduğu bir toplumda, bu rezonansın bozulması ve toplum içi kohezyonun (iç çekim’in) zayıflamasıyla, melekeleri güçsüz insanların “toplumsal bilinç”in dışına savrulması (ruh hastası olması) mukadderdir tabii ki…  İşte, nümâyişkâr (saldırgan) bir tapınmacı dindarlığın, bu ülkede –Arap’lardaki kadar- rağbet kazanmasının da başlıca sebebi kitleseldir; yani “ensest ilişki” günahlarındaki artışı örtme insiyâkıdır. Zâten, üzerine  “mazoşistçe mayışık” üslûptaki şehevî sözler bindirilmiş, ağır-aksak (söndürücü, veya öldürücü) ritimli arabesk müziğin, şehirlerin varoşlarına (gecekondulara) birdenbire yığılan köylü nüfûsunun artışıyla birlikte popüler olması da, gâyet anlamlı bir göstergedir; bu hususta… Ama bu dindarlara karşı –sâdece- politik muhâlefet yaparak varlıklarını sürdürmeye çalışan, ilerici kisvesine bürünmüş  küçükburjuvaları da, yani Atatürkçü, Ulusalcı vs.’leri de aynı makûleden saymak gerekir.  Zira onlar da, dine toz kondurmayarak, dindarlara katılmaktadırlar; “ensest” günahkârlığını örtme çabasında… Ayrıca, ensest denilen örtülü rezâlet neticesinde, yaşlılara karşı gâyet saygısız davranan, ve  başlıca amaçları, bir an önce  ve bolca  “helâl seks” yaparak kendilerini ispatlamak olan, dejenere (dindar) bir gençlik kuşağı da çıktı ortaya… Bu çocuklar mâzurdurlar tabii ki; zira gözlerini açtıklarında, Dünya çapında değerli büyükler (önderler) göremediler; hatta bilâkis, ezbere konuşup seksten başka bir şey düşünmeyen pek çok manyak gördüler çevrelerinde… Hatta dindar büyüklerinden, “Allah niye verdi ki bu cinsel organımızı?... Bol bol –helâlinden(!)- seks yapıp zevk alalım diye…” gibilerinden, Aristo Mantığı ile üretilmiş en abuk ve sapkın önermeleri bile duydular. Ve bu yüzden de, çiftleşmenin “orgazm” sürecindeki “aklın baştan çıkması” durumunda, cinsel hazzın gördürdüğü hayalleri “ilâhî bir vizyon” olarak yorumlayıp, her hayvanın yaptığı bir biyolojik etkinliği kendileri (dindarlar) için kutsadılar. Ki böyle bir kışkırtıcı (ve müstehcen) ahlâk anlayışıyla da, hayvanlaşmaya meşrûiyyet kazandırdılar; kapitalistlerin ekmeğine tereyağ sürercesine… İşte, helâl seks ve para peşinde koşan bu yeni nesildir ki, -büyüklerinin vasiyeti olan- dinsel bir despotizmi, Allahbaba nâmına uygulanacak bir kurtarıcı düzen gibi görüyor; mazoşistçe…

Ayrıca gençleri, internet bağımlısı olmaktan da kurtarmak gerekmektedir. Çünki bugün, internet yüzünden bütün bilgisayarlar, cinsel fetiş ve muhtelif cinsel uyaranlar ile, lezzet (sindirim katalizörleri) çeşitlerini tezgâhlayan (ve servis eden) bir “kapitalizm aygıtı” hâline gelmiş veya getirilmiştir; kısa sürede… Ve böylece de, “sayma-sıralama” işlemlerine binâen çalışan bilgisayarlar, insanların “sayma-sıralama” melekelerini bozar hâle gelmiştir; kullanıcısını  içgüdüsel tatmin arayışına (ve doyumsuzluğa) sürükleyen İnternet programları vâsıtasıyla… Yani İnternet her ne kadar başlangıçta, bilim adamlarının, bilimsel çalışmalarını paylaşsınlar, bilimsel bilgi alışverişi yapsınlar diye tesis edilmiş olsa da, geniş kitlelere –fikir alışverişi için- teşmil edildiğinde hemen, seks alışverişi ile, beslenme ve çiftleşmeyle ilgili malların dolaşımını sağlayan bir şebeke hâline dönüşüverdi. Bu durum, tarihî devirlerin sonuna gelindiğini gösteren en belirgin işârettir. Çünki “bilgisayar-internet” kompleksinin kısa süredeki gelişimi bize, insan aklı ile sosyal ilişkilerinin, yüzbinlerce yıllık oluşum sürecinin bir –minyatür- kopyasını sunmaktadır aslında… Mesela, bilgisayar teknolojisi uzun yıllar, sâdece “sayma-sıralama” operasyonlarının hızlandırılabilmesi üzerinde çalışılarak geliştirilmiştir; tıpkı insanların, ritm melekesi (akıp giden zaman hissi) ve sıralama melekesi (seyretme, göz gezdirme bakışı) kazanmak için yüzbinlerce yıl tepindikleri (âyin yaptıkları) gibi… Ama tarihî devirlere girerken, ritm melekesinin ürünleri  hece (kelâm), ölçü (bilim) ve katlı ses tonları (gam-melodi-müzik) ortaya çıktıktan sonra tebellür eden nedensellik mantığı, “beslen ki hayatta kalasın” ve “çiftleş ki üreyesin” gibi formüllerle nasıl ki, beslenme ve üreme amaçlı bir  sosyalleşme başlattıysa, “bilgisayar-internet” ağı da aynı şekilde gelişmiştir. Ancak ne var ki, insanlığın çoğalma, ve dolayısile de beslenme ve üreme amaçlı üretim derdinin kalmadığı (kalmayacağı) bir aşamada İnternet, “tanrı-kral”ların ve peygamberlerin gâyelerine hizmet etmek gibi bir anakronik misyon üstlenmiştir. Ki böylece de insanları, hem şehvet ve lezzet tutkusu yaratarak fuhşa ve obeziteye teşvik eden, hem de onlara –oyunlarla- refleksif (hayvânî)  rekâbet antrenmanları vererek harbe hazırlayan biligisayarlar, insanlığın içine girdiği, “konforlu hayvanlık” diyebileceğimiz dejenerasyon sürecini hızlandırmıştır; hızlandırmaktadır. Halbuki bundan sonra insanların, işçi (hizmetçi) bilgisayarlar değil, kâşif ve mûcit bilgisayarlar, yani her verili durum karşısında –istenileni bilmeden- karar kılabilen (verebilen), dolayısile Kapitalizm ideolojisinin kalıplarına sığmayan bilgisayarlar üretmesi gerekmektedir; bilinçlenme durmayacak, “kıyâmet” kopmayacaksa… Ama İnternet’e  bağlı bilgisayarlar –Kapitalizm’in güdümünde- insanları bu kadar israrla (Sirenler gibi) fuhşa ve oburluğa çağırmaya devam ettikleri sürece, “kıyâmet” hiç de uzak görünmemektedir. Dolayısile, bugün her şeyden önce, kapitalistlere “deli gömleği” giydirmeleri için gençler, internete bağlı bilgisayarlara bağımlılıktan kurtarılıp, -kalite farkıyla- “panteist zon” yaratıcılığına döndürülmelidir. Ve de İnternet’te onlar için, ticârî ağ haricinde, sâdece fikir alışverişleri için, alt şebekeler tesis edilmelidir.

Panteist Zon Ortamında, “İrâde-İçgüdü” Çelişkisinin Bilincine Varmak…

Tarihî devirlerde, soyun idâmesi ve iş(kol) gücüne duyulan ihtiyaç gereğince, üremenin (çoğalmanın) başlıca yaşam gâyesi hâline getirilmesi, genç erkeklerde “cinsel vuslat (çiftleşme)”, genç kızlarda da “evde kalma (kuruma)” kompleksi yaratmıştır; bir nevi “rûhî bunalım” çeşiti olarak… Çünki bir defa, böyle bir “teşvik” öğretisi,  gayri  irâdî bir etkinlik olan “cinsel ilişki” hakkında, irâdî kurgulamalara  ve zorlamalara yol açmıştır genç insanların zihninde… Sonra da onların, sözkonusu kompleksler dolayısile yaptıkları yalpalamalar (yanlışlar) yüzünden, büyükleri tarafından tekrar tekrar (yeni yeni) yasaklarla preslenmelerine, veya gencecik yaşlarında evlendirilip rûhen (ve zihnen) iğdiş edilmelerine sebep olmuştur. Ki böylece de her nesil, müteakip nesillerin yaratıcı aktivitelerini yok etmiştir hep… Oysa gençlerin, doğru yolu bulabilmeleri ve yaratıcı olabilmeleri için, her şeyden önce onların kafalarını, “evlenme” amacına yönelik hikâyelerle doldurmamalı, ve de  dînî (ahlâkî) mugâlâtalarla bozmamalıdır. Ve sonra da onların, kızlı, erkekli –panteist- gruplar içinde, alabildiğine uzun zaman geçirmeleri sağlanmalıdır; “irâde-içgüdü” diyalektik çelişkisini anlamaları ve yönetmeyi öğrenebilmeleri için  Çünki, bluğa eren her genç aslında, analar zincirinden –rezonans olayı şeklinde- tevârüs ettiği ritm (ve sıralama) melekesiyle, Panteist Zon dediğimiz “insânî oluşum” ortamına doğmuş olmaktadır, katıldığı arkadaş topluluğunda… Yani bu da demektir ki, cinsel vuslat (duhûl) olayı yaşamamış, dolayısile de biyolojik organizmayı çiftleşmeye (orgazma) vardıran refleksif etkileşime alışmamış ergenlerden oluşan topluluklarda  “cinsel tabu”, -sayma(ritm) ve sıralama melekelerinin zoruyla- kendiliğinden etkinleşir ve hükmünü yürütür; aynen başlangıçta (ateş öncesinde) olduğu gibi… Dolayısile de her ergen, cinsel çekim ile, ona direnen meleke kuvveti arasında bir denge arayışına girer; fizikteki, kütle çekim kuvveti ile merkezkaç kuvvet arasındaki denge benzeri… Ve bu “denge arayışı”ndaki “gel-git”ler de, gençlere, “aşk” denilen serhoşluk hissini verir; ki işte bu dalgalanmalar içinde ancak, bir insan, “irade-içgüdü” diyalektik çelişkisinin bilincine varabilir…  Mesela bir kızla bir erkek ergen, cinsel (hormonal) bakımdan birbirini şiddetle cezbederken dahî, aynı zamanda güzellik ve tenâsüp (uygunlık) anlamındaki beğeni normlarında da –zımnen- anlaşırlar, yâni bir “ritmik rezonans” temelinde de temas sağlarlar, veya sağlamak zorunda kalırlar; çok ender rastlanan hayvânî (vahşi) şartlardan sarfınazar…  Bu durum, onlara, atalarının yüzbinlerce yıl boyunca kardeş kardeş yaptıkları ritmik âyinlerden intikâl etmiş bir haslettir. Dolayısile, ilk temâsı şakavârî –impulsif- etkileşimle kursalar bile, yakınlaştıklarında derhal  “söz (hece)” ve “davranış”larla  ortak bir ritm tuttururlar. Öyle ki, sessiz kaldıkları sürelerde dahî, aynı ritmi içlerinden saydıklarını, aynı anda konuşmaya başlamalarından anlamak mümkündür. İşte, tabusal fren demek olan bu “ritm”dir ki, “dans”ların, “söz(hece)”lerin, “şiir”lerin ve “şarkı”ların anasıdır… Sonra yeniden cinsel yakınlaşma, ve ardından yine ritmik sözler, şarkılar veya danslar; bu flört (aşk) salıncağı veya dansı, hep böyle sürer gider; ve gizli bir el (ritm melekesi), cinsel vuslatı erteletir durur… Zâten “dans” fenomeninden de herkes bilir ki, partnerlerden biri (genellikle erkek) cinsel hazz almaya başladığında, ritmik uyumdan (rezonanstan) çıkılır; ve de dans piç olur… Yâni güzel (ve uyumlu) bir dans gerçekleştirebilmek için, partnerlerin cinsel arzuya fazla kapılmaması gerekir; ki bu denge aynen, bir uzay cismi ile onun uydusu arasındaki, “kütle çekim kuvveti-merkezkaç kuvvet”  dengesine benzer. Böyle bir –sevişme (flört) anlamındaki- rûhî dans durumunda, çevredeki kız arkadaşlar (ruh kardeşleri) kız tarafıyla, erkek arkadaşlar da erkek tarafıyla kendilerini özdeşleştirerek (empati kurarak) mutlu olur, ve yaratıcı bir coşkuyu paylaşırlar; ritmik rezonans bazında… Ama ne zaman ki, sözkonusu çiftin arasında cinsel vuslat gerçekleşir, işte o zaman “taraftar” arkadaşlar (ruh kardeşleri) onlardan –türlü bahânelerle- uzaklaşırlar… Zâten ondan sonra, kahramanlarımız arasındaki “aşk= rûhî dans= ritmik rezonans” da biter… Cinsel vuslat denilen olayın ilki, genellikle, ileri giden şakalaşma durumlarında, ve de uykulu veya içkili hallerde gerçekleşir; ritmik rezonansın bozulması ve “aklın baştan çıkması” ile… İradenin kalkması ve aklın baştan çıkmasıyla insanı güdümüne alan “şehvet hırsı”nı, irâde ile karıştırmak kadar büyük bir yanılsama (hatta salaklık) olamaz…  Çiftlerin  cinsel vuslat reflekslerini edinmelerinden sonra, öğrenmeleri  ve alışmaları gereken davranış biçimi ise, -geride kalan flört (aşk) durumlarının özlemini çekip, gâyet ciddi yaşanmış o hallerin taklidini (soytarılığını) yapmak yerine-  seks’i,  bir spor müsâbakası gibi (yani tarafların, “şehevî hırs’ımı aldım” diyecekleri kadar  tatminkâr bir şekilde) gerçekleştirmeleri, ve sonra da, yeniden birbirlerine saygı duyuncaya kadar, aralarına sportmence mesafe koymaları şeklindeki bir peryod olmalıdır. Bu davranış biçimine geçilemediği taktirde, cıvık cıvık (yapay) flörtümsü dalaşmalarla yakınlaşıp, incir çekirdeğini doldurmayacak bahânelerle küserek uzaklaşmak şeklinde, mükerreren tezâhür edecek -ve herkese de rahatsızlık verecek- kısır didişmelerden kurtulunamaz. Çünki, seks denilen hayvânî (gayri aklî) ilişkiyi bihakkın gerçekleştirdikten sonra (veya gerçekleştirirken) sevgi sözcükleri sarfetmek akla ziyandır. Yani aslında, bir “def-i hâcet” olayı olan seks ile sevinmek (ve övünmek), insanı hayvanlığın bile gerisine götüren abes bir  “hâlet-i rûhiye”dir. Ama seks müsâbakalarında “şehevî hırs”larını çıkaramayanlardır ki, sırf bu abes durumu (seksle övünmeyi), yarışma (nisbet) vesilesi yapmak için kapitalist olmaya, ve paradan –veya kumardan- para kazanmaya heveslenir dururlar. Yani bir bakıma, kapitalistlik (ve kumarbazlık) mesleği, cinsel ilişkideki “adem-i iktidar” sorununun –dejenere- fikrî üstyapı’sını teşkil etmektedir. Ki gerçekten de, ister borsa tabloları, ister kumarhâne masaları  karşısında olsun, o “tereddüt heyecanları”nı  yaşayanların, cinsel iktidarsızlık illetine dûçâr olmaları (dolayısile normal insanlara düşman kesilmeleri) kaçınılmazdır… Ama tabii ki, sportmence seks yapmayı öğrenebilmek için de, her şeyden önce erkek partnerin, erken inzal (bel gevşekliği) hastalığıyla mâlûl olmaması  iktizâ eder. Ve dolayısile de gençlerin, bu illeti tetikleyen “mastürbasyon”  olayından kesinlikle uzak durmaları gerekir. Bu nokta çok önemlidir, zira bütün saçmasapan seks edebiyatı (geyik muhabbeti), erken inzâl illetiyle mâlûl erkeklerin, karşılarında gördükleri  “pasif kadın” imajı üzerine kurguladıkları yanılsamadan ibârettir aslında… Yani bir bakıma, tatminsizliğin çeneye vurma veya yazıya aksetme hâlidir cinsel edebiyat… Çünki onlar, bir seks müsâbakasında penisin, yeterli süre sert kalması durumunda, dişi organizmanın  meniyi –içine- çekmek için, refleksif kasılmalarla nasıl çırpındığını (âdetâ çıldırdığını), dolayısile de o “cins-i lâtif”in, ne kadar ciddi (zaptedilmez) bir rakip hâline geldiğini, tahayyül bile edememektedirler. Ve o yüzden de, ömürleri  boyunca -bir nevi borçluluk hissiyle- kadınlara öykünmeyi ve yaranmayı, kendilerine “görev” ittihâz etmektedirler; sanki bir mârifet yapıyor, veya erkekliklerini ispatlıyorlarmışcasına… Kadınları pasif, çocuksu (dolayısile, sanki mâsum) gösteren böyle bir “geyik edebiyatı” da, ve buna bağlı birtakım kıskançlık oyunları da, “ezik-istismarcı” kadın çoğunluğunun çok işine gelmektedir; rakiplerini kendilerine acındırarak kullanmak, veya o “sahtekâr-düzenbaz” erkekleri, kendi oyunlarıyla yenmek anlamında… Yani son tahlilde, “sportmence seks”i öğrenebilenlerdir ki, hem tek eşli yaşamayı, hem de matematiksel mantıkla (objektif, bilimsel) düşünmeyi kolayca başarabilmektedirler.  Ve cinsel  ihtiyaç alışverişinin (veya râbıtasının) tavsadığı ileri yaşlarda da, -her hâlükârda- birbirlerine karşı mantıkî olabilmektedirler… Ama bu arada şu nokta da idrâk edilmelidir ki, gençlerin, sevdikleriyle (yani en yüksek cinsel çekim ve beğeni duygusunu paylaştıklarıyla) evlenmeleri hiç de şart (elzem) değildir; hatta sevdiklerini, kendilerine güç ve ilham kaynağı olacak bir siyânet meleği gibi anılarında saklamaları, çok daha faydalıdır. Kaldı ki, dâhiyâne keşiflerin, buluşların yapıldığı yaşların üst sınırı olan 26-27 yaşlarına kadar evlenilmemesi de, özellikle erkekler için, çok mâkul bir prensip olarak kabul edilmelidir… Bütün bu gerçekleri, yaşayarak idrâk edebilmeleri, ve müdrik olarak yaşayabilmeleri için gençlerin, uzun süre bir panteist ortamda kızlı-erkekli, bir arada yaşamaları gerekir. Çünki ergen gençler, tarihî devirlerdeki “tanrı-kral”  ve peygamber buyruklarından kaynaklanan geleneksel öğretilerle (komaca akılla) –meşru veya gayri meşru- fuhşa teşvik edilmedikçe, arkadaş gruplarında, “ateş öncesi”nin panteist topluluklarındaki  insanımsıların yaşadığı gibi bir “insanlaşma zonu”nu aynen yaşayacaklardır; aralarında, evli (veya çiftleşmeye alışmış) bireyler barındırmadıkça… Yani aslında, gençleri, “panteist zon”u yaşatmadan tarihî devirler insanı gibi forme etmek demek, rûhen (ve zihnen) kavruk insan yetiştirmek demektir; ki bu da, kapitalizme, kavruk (veya beyni yıkanmış) insanlar zemîninde aklîlik görüntüsü ve meşrûiyyet kazandırmak anlamına gelmektedir. Zira, “para kazanmak” şeklindeki başarılarla (!) değil de, “panteist zon” ortamında inisiyatör veya kreatör olarak seçilime uğrayarak bireyleşen ve özgüven kazanan kişiler (ve onların ruh kardeşleri), yaşam tarzlarını ve ihtiyaçlarını kendileri belirleyeceklerinden, kapitalistlerin dolmalarını yutmayacak, ve onlara “kurnaz-kaçık”  gözüyle  bakacaklardır. Ve böylece de, Dünya’ya bir şey (müreffeh hayvan) olmak için geldiğine inanan (inandırılan) insancıklar, -içgüdüsel ihtiyaçlarını en kısa yoldan gidererek- Dünya’ya bir şeyler öğrenmek (anlamak, keşfetmek) için geldiğini idrâk eden sıhhatli bireyler tarafından likide edileceklerdir; tedrîcen… Aklen ve bedenen sıhhatli insanları seçip ayıklayan bir pozitif seleksiyon sistematiği  tesis edildiğinde ise, kapitalistlik diye bir meslek de, kapitalizm diye bir ideoloji de kalmayacaktır ortada… Çünki hem cinsel tatmine ulaşabilen, hem de “açgözlü”lük ve “görgüsüzlük” gibi psikolojik illetlere yakalanmamış olan normal  bir insan, “para kazanmak” diye bir amacı ve uğraşı aklının ucundan bile geçirmez; aç kalmadıkça… Ama aç kalan bir insan, hırsızlık da yapabilir…  

Bugün, Panteist Zon şartlarının gerçekleştirilmesinde, pilot bölge olarak ele alınabilecek en uygun kurum, üniversite talebelerinin kaldığı talebe yurtlarıdır. Bu mekânların -yatakhâneler dışındaki- bütün alanlarının, kızlı erkekli olarak müşterek kullanılması, didaktik  üniversite öğretiminden çok daha faydalı ve verimli bir eğitim biçiminin doğmasına yol açabilir. Zira, yurtlarda sağlanacak “Panteist Zon” ortamındaki etkinlikler (eğitim), üniversitenin bazı bölümlerinde verilen öğretilerle “feed-back” etkileşimine sokulabilir. Şöyle ki: Yurtlarda inisiyatör ve kreatör olarak seçilime uğrayan gençlerin, “insan”la ilgili konularda akademik tezler hazırlamaları, üniversitedeki akademisyenlerin de, talebe yurtlarındaki  (panteist ortamdaki) –toplumsal ve bireysel- yaşam hakkında, uygulanabilir teorik tezler yapmaları şeklinde… Kaldı ki, Panteist Zon şartlarına göre  düzenlenen yurtlarda seçkinleşecek gençlerin, sanat ve “tabii bilimler”de de  başarılı olacakları âşikârdır… Yemekhâne, kafeterya müzik ve dans  salonu, spor salonu  gibi ortak mekânlardan oluşacak, ve hafta sonları da eğlenceli etkinliklere sahne olacak olan bu yurtlardaki temel düstûr ise sâdece, evli çiftlerin aynı  yurtta bulunmaması ile, sıkı bir “sevgi paylaşımı” içinde olanların,  cinsel vuslata varmamaları  maddelerinden ibâret olabilir. Ama, gizlice çiftleşenlerin, durumları anlaşıldığında (ki o ortamda kolayca anlaşılır), “insâniyet düşmanı” ilân edilecekleri de peşînen (ön şart olarak) bildirilmelidir; yalancılığın, tarihî devirlerde ortaya çıkmış bir “kötü (zararlı) alışkanlık”  olduğunun iyi anlaşılması için…  Zira, böyle bir panteist ortamda maksat, “cinsel fetişizm” ve “seksomanyak”lık gibi sapkınlıkları aşarak, “irâde-içgüdü” diyalektik çelişkisini, gelişme (tekâmül) yolunda yönetebilen bireylerin yetişmesidir. Yani esas mesele, sevgiyle yaklaşılan karşı cinsin, sık sık cinsel çekim sahasına girmekle birlikte, aynı zamanda –meydana gelen- ritmik rezonanstan alınan güçle, yaratıcılıklara (keşif ve îcatlara) kanatlanmanın sağlanmasıdır. Ve böylece de gençlerin, cinsel takıntılardan kurtarılmakla beraber, gönüllü olarak mârifet göstermeye (keşif ve icatlarda bulunmaya) yönlendirilmesidir. Ki bu arada gençler, gönül ibrelerinin zamanla, değişik kişileri gösterebileceğini de idrâk edeceklerdir; tabii ki… Bu –panteist- şartlar altında gençler, ne gibi oyunlar oynarlarsa oynasınlar, ve de ister modern danslar, ister kadîm âyinler yapsınlar, hatta tabuları sembolize eden maskları hâvi totem kazıklarının etrafında, istedikleri şekilde teatral kutsama ritüelleri geliştirsinler, aralarındaki ritmik rezonansın –muharrik- odağı veya kutbu olarak bir (bazen birkaç) kişiye teveccüh göstereceklerdir; sanki kafalarında (veya kalplerinde) bir pusula varmışcasına… İşte, “en çok sempati duyulan arkadaş” oylamasında ortaya çıkacak olan bu kişilerdir ki, melekeleri en güçlü inisiyatör (veya kreatör) bireyler  olarak, yurttaki arkadaş grubuna –uygun- bir süre şâmanlık (animatörlük) yapacak, ve de etkinlikleri belirleyecektir. Ki  tabulara riayet bazında sürdürülen bu etkinlikler sırasında da, her şeyden önce, hem “cinsel fetişizm”e karşı  “giyim-kuşam” standartları, hem de “beslenme tabusu” muvâcehesinde, komprime gıda standartları geliştirilecektir… Muayyen bir peryod uyarınca, birkaç kez “şâman” seçilen kişi de, üniversite’de uygun gördüğü bir konuda “tez” yapmaya hak kazanacaktır. Yani bu seçkin gençlere üniversite hocaları “tez” konusu vermeyecek, tam aksine onlar –pratik içinde tasarladıkları- tezlerini hocalara dayatacaklardır;  kariyer zırhına bürünmüş hocaların, birikmiş “akademik literatür”  içinde kanıksamalarını önlemek üzere… Çünki hiç kimseyle alışveriş ilişkisine girmeden, ve kimseye bir şey vaad etmeden seçilmiş olmanın kazandıracağı özgüven ve bilinç, her türlü yaratıcılığın kaynağı olan “kozmik emek”in ispatı anlamına gelecektir… Bu arada, böyle bir yurtta, içinde ses yalıtımı yapılmış tek kişilik inzivâ  odalarının da bulunduğu bir okuma (veya çalışma) bölümü de gereklidir tabii ki… Zira her bilimci namzetinin, konsantre çalışabilmesi ve kafasında kristalize olan fikirleri zamânında formüle edebilmesi için, dış tesirlerden yalıtılmış bir mekâna daima ihtiyacı vardır…  

Ne Pagan Eğlence Tarzı, Ne De Dinsel Tapınma-Yakınma (Namaz-Niyâz) Kültü..

Orta ve kuzey Avrupa halkları sert (soğuk) iklim şartlarında, varlıklarını ancak avcılıkla sürdürebilen paganlar olarak, tarih sahnesine çok geç çıktılar. Panteist Zon’dan (tarih veya ateş öncesinden) tamamen kopuk, şizofrenik insanlardı bunlar… Ve o yüzden de, “gökten zembille indikleri” ve/veya “Tanrı diye bir ustanın mâmûlâtı oldukları” inancını taşıyorlardı. Yani bunların hayatlarında, Sümer, Mısır gibi uygarlıkların kuruluşunda belirleyici rol oynamış, ve daha sonraları, gizlice de olsa daima “tarikat” adıyla etkinliğini sürdürmüş, -Panteist Zon’a endeksli- inisiyasyon eğitimine ve seçilimine yer yoktu. Bu paganlarda, “av’da-savaşta  ölen ölür, kalan sağlar Tanrı’nın seçkin kuludur” zihniyeti hâkimdi… İnsanlığın yaratıcı modülü (Panteist Zon) yok sayılınca da, üretim (toplayıcılık, avcılık) hârici sosyal hayatları, iki ayrı kategoriye bölünmüştü; eğlence ve ibâdet olarak… Günümüze kadar, faşing, festival, karnaval vs. adlarıyla gelmiş olan eğlenceleri, “yiyelim, içelim, tuttuğumuzu öpelim” tarzında, ibâdetleri de, tapınma ve yakınma (dua) şeklinde idi… Sözkonusu pagan eğlencesinin, günümüz popüler kültürü üzerindeki izdüşümüne “party” deniyor genellikle… Ve bunun kurumlaşmış ticârî şekline de “pup” veya “gece kulübü” gibi adlar veriliyor… Bu komünitenin traji-komik uzantısı ise, “insanlığın varoluş teorisini yaptık” diye ortaya çıkan Avrupalı sosyalistlerin uydurduğu, “komün” birlikteliği… Genellikle Marksizmin “ilkel komünal toplum” ütopisine göre kurgulanan bu komünitelerde düzen, ihtiyaç maddelerinin kardeşçe bölüşülmesi, seks’in de arzuya bağlı olarak serbestçe yapılması esâsına (prensibine) istinâden sağlanmaya çalışılmıştır, ve çalışılmaktadır hep… Ama ne var ki fiiliyâtta, bir baskın erkeğin etrafında toplanmış câriyeler ile, erkek hizmetkârlardan müteşekkil garip (hatta kriminal) bir çete ortaya çıkmıştır; daima… Yani Avrupalı romantik komünistlerin hayallerine göre tertiplenen “ilkel (saf) insan topluluğu” denemeleri, her seferinde bir “primat grubu” vahşiliğine müncer oluyordu; ki  hâlâ da, bütün entel-dantel gayretlere rağmen kısa sürede dağılıyor bu “komün” denemeleri… Ama buna rağmen uyanamadı -pagan orijinli- Batılı kafası; peşin yasaklar (tabular) olmadıkça, paylaşım ve insânî düzenin olamayacağına… Daha doğrusu, Batılı kafası, yasakların –başlangıçta- bir zorba tarafından ihdâs edildiğine inandığından, yasakları yasakladığı her komünitede, yine bir zorbanın türemesine bir türlü anlam verememiştir. Halbuki tabusal yasaklar, bir “zorba emri” değildi; ve onun için de, Avrupalı ütopistler, “yasakları yasaklayarak zorbalığı ortadan kaldırıyoruz” derken aslında, insânî düzenin temeli olan “tabu”ları yok sayarak, hayvânî düzene (ve baskınlığa) dâvetiye çıkarıyorlardı. Yani netice-i kelâm, insanlığın başına Kapitalizm’i belâ eden pagan kafası, “tabu”ların da, ölçü, hece ve katlı ses tonları (gam)  enstrümanlarıyla birlikte, bilim, kelâm ve müzik gibi düşünce ve davranış (duygu) disiplinlerini yaratan “ritm melekesi” tarafından fiilen ihdâs edildiğini bir türlü anlayamıyordu.  Veya, başka bir deyişle, “ritm melekesi” gibi bir anormal (gayri tabii) davranışın, insanı akıllandırarak tanrılaşma yolunda yükseltirken, aynı zamanda –doğurduğu tabular vasıtasıyla- hayvanlıktan uzaklaştıracağına bir türlü kafaları basmıyordu; Batılı’ların… Onun için de, din kitaplarındaki “Kıyâmet” kehânetini(!) âdeta kutsayarak, o meş’um felâket günü için çalışıyorlardı; ki hâlâ da çalışıyorlar bu yolda; insanlığın mezar kazıcıları olarak… Şimdilerde ise, silah zoruyla para basma imtiyâzını ele geçirdiklerinden, bunu (insâniyetin esâsını) hiç anlamak istemiyorlar; spesiyalist (ve kariyerist) bilim adamlarını  da –ısmarlama çalışmalara mahkûm etmek şeklinde- parayla satın alarak…

Bizim komüniteler ise, “tarikat” vâsıtasıyla  “panteist zon”a indeksli olduklarından, “sosyal (eğlence)”  ve “dinsel (ibâdet)”  diye kategorik parçalanmaya uğramamışlardır. Mesela, “tarikat” geleneğinin oluşturduğu “dergâh” komünitelerinde icrâ edilen semah ve zikr  gibi ritmik etkinlikler aslında, eğlence ile ibâdetin iç içe olduğu, insanlığın orijinal faaliyetlerindendir; ve dolayısile müzik de, dans da, kelâm da –bunun- içinde mündemiçtir. Onun için bizim dergâhlar (ve zâviyeler) –bozuşmadan önce- aynı zamanda, insanların değerlendirildiği ve seçildiği, yaratıcı (üretici) modüller olmuştur hep… Ama ne var ki  “saltanat dindarlığı”,  paganların, eşek gibi eğlenip, “uyuz it” gibi günah çıkarma (Allah’tan mağfiret dilenme) şeklindeki –rûhî- parçalanmasını bize de taşımıştır; sonradan…  Yani demek ki, “panteist zon” kulüpleriyle yapmak istediğimiz, “kalite farkıyla öze dönmek”ten başka bir şey değildir aslında…

Atalarımızın, Tevhid Dîni mûcibince, Nizâm-ı Âlem yolunda ceht ederlerken esas (öncelikli) amacı, insanlığın fikrî ve fiilî tevhidini gerçekleştirmekti; yoksa, insanları dindar yapmak değil… Nitekim şimdilerde anlaşılmıştır ki, Nizâm-ı Âlem bilimle gerçekleşecek; dinler ise, -tüm insanlar bir bilinç eşiğini aşıncaya kadar- mahalli kiliseler (cemaatler) şeklinde sürüp tedrîcen yok olacaktır…

Aslında Kuran, Allah’ın varlığına delil değil, Allah miti –antik zamanlardaki genel kabûle göre- Kuran’ın doğruluğuna (daha açıkçası samimiyetine) delil gösterilmiştir.  Çünki “fizik-metafizik” gibi kategorik farklı olan sözkonusu kavramlar arasında, mantığın “simetri” özelliği geçerli değildir. Dolayısile de, somut çelişkileri bulunabilecek ve şüphe duyulabilecek nesnenin (Kuran’ın) tahkim edilmesi  amaçlanmıştır bu relâsyonda; -peygamber kafasındaki de olsa- insan aklı tarafından… Oysa bugünkü realitede Allah diye bir mit, hiçbir şeye hiçbir sûretle delil olarak gösterilememektedir. O halde Kuran’ın bilimle delillendirilmesi, ve son tahlilde de, yerini bilime terk etmesi kaçınılmazdır…

Bugün, birbiriyle ölümüne didişen (savaşan) İslâmî cemaatler veya mezhepler (veya kiliseler), İslâmiyetin hâlâ Tevhid Dîni olduğu (olacağı), yani Kuran ve hadisler doğru (!) yorumlansa, bunun gerçekleşeceği saplantısına binâen  ihtilâftadırlar. Onun için artık, aydınlar, ilericiler, bilimciler çıkıp, yüksek sesle ilân etmelidirler ki: “İslâmiyetin de Tevhid Dîni olamayacağı artık –ilmen- anlaşılmıştır. Zira sıra dışı bir Allah miti, paradoksal (yani akıl dışı) bir kabûldür. Bu konudaki aklî argümanlar ancak, transandantal (aşkın) bir hedefe yönelik Tanrısal Yol kavramı için üretilebilir; Allah kişiliği için değil…”  Çünki sıra dışı (tanrısal) bir kişilik ancak, sonlu bir zaman ve mekân aralığı dâhilindeki insan topluluklarına izâfe edilebilir; ki o zaman da sözkonusu tanrıya “mâbut”, mümin topluluğuna da cemaat veya kilise adı verilir… Ama sonsuza uzanan bir insâniyet (ve bilinç) anlayışında, “extra-ordinar”  bir –tanrısal- kişiye yer yoktur; matematiksel mantığa göre…   Onun için, “din devleti” demek, aslında “kilise devleti” demektir; ki iflâh olmaz bunlar, bugün… Çünki Devlet, “tanrısal yol”daki, yani insanlığın ilerleme yolundaki gerçek seçkinliği gözeten, gözetmek zorunda olan bir sistematiktir aslında…

TEVHİD DÎNİ  İDDİASIYLA  ORTAYA ÇIKMIŞ BULUNAN  İSLÂMİYET’İN BUGÜN, TARİHÎ –VE BİLİMSEL- BİR GERÇEK  OLARAK  KİLİSELEŞTİĞİNİ  AÇIKÇA  DEKLARE  ETMEYİP, HALKLARIN  BOĞAZLAŞMASINA  SEYİRCİ  KALANLAR, KAPİTALİST  UŞAĞI  DÜZENBAZ  DİN  BEZİRGÂNLARI  GİBİ HALK  DALKAVUKLUĞU  YAPAN  SAHTEKÂR  “AYDIN”LARDIR;  HAPSE  GİRSELER  DE, GİRMESELER DE,  NÂFİLE…

Ali Ergin Güran: 17/01/2012+2