Ülküsüz Kalarak Paralize Olan (Hatta Gerici’leşen) Ülkücü Türk Gençliğine, Yazık Edilmemeli…

Alparslan Türkeş, Emperyalizm’den ihâle alan bir taşeron olarak, Ülkücüler(in)e tek bir –yıkılası- hedef gösterdi; ki o da, “komünizmle mücadele etmek”ti…Ama o individüalist (şahsiyetçi) ve oportünüst (çıkarcı) kişilik, bu hedefin kısa vâdede gerçekleşebileceğini, ve dolayısile –emperyalistlerle yapmış olduğu- ihâle aktinin de değiştirilmesi gerekeceğini sanmıyordu; ki nitekim bu durumları göremeden yaşayıp, gününü gün ettikten sonra göçüp gitti… Oysa “yıkılası hedef”ler “ülkü” olamazdı; zira ülkü veya mefkûre olarak, insâniyetin gelişme yolu üzerindeki –vâsıl olunacak- konakların işâret edilmesi gerekirdi. Ondan sonradır ki, ulaşılacak hedeflerin önündeki –somut olarak- tanımlanmış engellerle mücâdele edilebilirdi; yoksa yapılan iş, ona buna hizmet etmekten başka bir anlama gelmezdi. Nitekim oportünist pragmatik Türkeş, “komünizmin yıkılması” hedefini ülkü hâline getirip, buna ulaşma aracı olarak da insanların beynini “din”le yıkadıktan sonra, hizmet ettiği emperyalist amaç gerçekleşince, Ülkücüler, Türklüğün –tarih öncesinden gelen- orijinal “varoluş”unu, “din” idolojisinin “insanlığın varoluşu” hakkındaki uyduruk öğretisiyle özleşleştirerek, anakronik bir “geçmiş kurgusu”na öykünen gericiler hâline geldiler… Halbuki Nihal Atsız gibi hâlis ülkücüler, Türklerin, “tarih öncesi”nden gelen orijinal halklardan olduğunun bilinciyle, esas olarak “tarihten önce vardık, tarihten sonra da var (ve öncü) olacağız” iddiasını (ülküsünü) güderler, ve de tarihî zuhûrâttan olan din(ler)e pek önem atfetmezlerdi. Çünki din(ler)in, tarih sonrasında hiçbir geçerliliğinin kalmayacağını –en azından hissen- anlayabiliyorlardı. Onların yaptıkları tek –mâsumâne- aldatmaca vardı ki, o da, tarih sonrasında milli (ve ırkî) farklılıkların kalmayacağı bir insanlığın ortaya çıkacağı gerçeğini gizlemeleriydi; Türklük kimliğiyle bütünleşmiş gençlerin motivasyonunu düşürmemek için… Halbuki, “şâman seçilimi” usûllerini veya Türk Tarikat Sistematiği’nin Zaviye’lerinde yapılan “kademli seçilimi”ni (yani “inisiyasyon” seçilimini) güncelleyebilselerdi, böyle bir aldatmacaya da lüzum kalmayacaktı; ama, “insan”ın oluştuğu “tarih öncesi-zon” henüz keşfedilmemişti o zamanlarda… Eğer bunu yapabilselerdi, Ülkücülük, “Türkçülük” labirentinden kurtulup –evrensel- adamlaşma (bireyleşme) rotasına girecekti… Nihal Atsız, babamın, Üsküdar’daki “taş mektep”ten sınıf arkadaşıydı… Kendisinin Türkçülükle hiçbir alâkası olmadığı halde babam, Nihal Atsız’ın idealizmine çok saygı duyardı. Çünki babam Orhan Güran, irâdî idealistlerle, işini kaybetmek istemeyen veya patronuna yaranmak isteyen “inatçı taşeron”ların farkını –en azından hissen- çok iyi anlıyordu. Şâyet olgun yaşlarında Nihal Atsız ile görüşme imkânına kavuşabilseydik, inanıyorum ki onunla, Ülkücülüğün –Batı kaynaklı- ırkçılığı andıran bir şekilde değil, Dünya Din İmparatorluğu Doğu Roma’yı fetheden “ehl-i tarik” Türklerin düşünce ve davranış disiplini olarak anlaşılması husûsunda fikir birliğine varabilirdik. Hatta daha ileri giderek fâtihân Türklerin, kronik –siyâsî ve askerî- yenilgilerden ve 1826 kalleşliğinden sonra, “Dînî Tevhid” mefkûresini tashih ederek, insanlığın “Bilimsel Tevhid” yolunu “ülkü” edindiği husûsunda da anlaşabilirdik. Ama “Tevhid Dîni” mefkûremizin boşa çıktığını görüp 1826 ihânetini yaşamış fâtihlerin torunları olarak, Türk gençlerine dinsel ütopyayı, bir ülküymüş gibi yutturmaya –aslâ- kalkmazdık. Hatta böyle bir işe kalkışanlara, ve mesela “inisiyatör (kademli)” oldukları, yani daima ceht hâlinde (veya yol üzre) bulundukları için, ibâdetlerden muaf tutulan Alperen’leri ve Abdalân-ı Rum’u, sanki dindarlarmış gibi sunanlara da fırsat vermezdik. Zira, Alperen’leri ve Abdalân-ı Rum’u, namazında niyâzında kişilermiş gibi tanıtmak, fikriyâtta, tarihi tahrif etmek, fiiliyâtta da soytarılıktan başka bir şey olamazdı…

Aslında –bugün- ülkücü olmak, adam (birey) olmaya çalışmak, ve/veya objektif bir şekilde ortaya çıkan adamları (inisiyatörleri) rehber edinmek demektir; veya olabilir ancak… Zira bugün insanlığın yolunu tıkamış bulunan Batı Medeniyeti’nin düşünce (tefekkür) literatüründe “insan”ın tanımına, yâni “insanlaşma” veya “insanın hayvandan farklılaşması” sürecine dair –objektif- bir açıklama yoktur. Dolayısile de onların indinde “insan”, sâdece kendileridir; yıkılmış uygarlıklara ait halklar ise, onlara –muhtelif şekillerde- hizmet etmekle mükellef mahlûklardır. Onun içindir ki, onların en ilerici materyalistleri bile, bazı primatların –nedense- diğerlerinden çok daha fazla araştırma ve deney yapma isteği duydukları için akıllandıkları kanaatine sâhiptirler; sanki “zamanlama” yetisi kazanılmadan, “deneme-yanılma” metoduyla ateşi kullanmak başarılabilirmiş gibi… Yâni Batılıların –ilerici geçinen- materyalistleri dahî, lâfzen eleştirerek aştıklarını sandıkları “dindar idealistler”i, insan olacak primatların hangi saikle (veya sebeple) diğerlerinden daha fazla deney yaptıklarını açıklayamadıklarından dolayı, aslında aşamamışlardır; sâdece mugâlâta yapmaktadırlar… Son tahlilde, bugünkü insanlığı domine etmekte olan Batı düşüncesi, bidâyette, doğal bir “inisiyasyon seçilimi” olan denizcilik mesleğinin ürünü Grek Uygarlığı’nın –çoğu Mısır’dan alınmış- keşifleri ile, daha sonra ortaya çıkan Atlantik korsanlarının “yağma ekonomisi”ne dayandığından, kendilerini “apriori varolmuş adam” sayan, geçmişini unutmuş (veya kaybetmiş) şizofrenik insanların düşüncesidir. Yani Batı Uygarlığı’nın ataları, dalgaların ve rüzgârların aperyodik (ve aritmik) impulslarına mâruz kalmalarına rağmen irâdelerini kaybetmeyen, sayma(ritm) ve sıralama melekeleri güçlü denizcilerdi (seçkin insanlardı) ama, seçkinliklerinin bilincine varamayınca, yarattıkları egosantrik zihniyetle, kadîm uygarlıkların inisiyasyon usûllerini de, inisiye insanlarını da yok saydılar. Ve böylece de insanlığı, para ve güç sâhiplerinin patron olduğu, Kapitalizm adındaki sömürü düzenine mahkûm etmeye çalıştılar; ve hâlâ çalışmaktalar. Ve bu düzeni tahkim etmek için de, para (kapital) sahiplerine Tanrısal (metafizik) bir seçkinlik atfetmişlerdir; dinsel öğretilerinde… Onun içindir ki, kurdukları sömürge imparatorluklarında bütün içtenlikleriyle ve gönül rahatlığıyla, bu sömürü biçimlerini geliştire geliştire uyguladılar; ve kendileriyle aynı fikirde (zihniyette) olmayan bireyleri harcaya harcaya, hâlâ da uygulamaktalar… Kaldı ki, bunların lûgatlarında, “meleke” mümâsili bir terim ve kavram da yoktur; düşünürlerinin sözlerle eleştirilebilmeleri veya uyarılabilmeleri için… Oysa biz, ihtiyârî (isteyerek) ve gayri ihtiyârî (ister istemez) gösterdiğimiz davranışlarımızın farkına varmışız, ve de buna “meleke” demişiz; bütün kazanılmış becerilerimizin hâricinde tutarak… Sayma (ritm) melekesi, ses ve hareket şeklinde gösterdiğimiz ritmik davranışlar olarak, “akıl”ı da yaratan en temel insânî davranış biçimidir. Mesela bir bunalım veya can sıkıntısı durumunda, gayri ihtiyârî olarak ellerimiz (parmaklarımız) veya ayaklarımızla yaptığımız ritmik hareketler (tempo tutmak), ritm melekesinin en bâriz tezâhürü ve delilidir. Ayrıca, giriş taksiminden sonra, şarkı söylemeye –hiç işâret yokken- tam zamanında başlayabilmek, mezarlıktan geçerken gayri ihtiyârî olarak ıslıkla veya mırıltıyla şarkı söylemek, ve de saate bakmadan zamanın akışını hissedebilmek, insanda “lineer zaman” duygusunu yaratan ritm melekesinin delillerindendir. Oysa hayvanlar için zaman, doğal ve biyolojik peryodlardan, ve bunlara verilen tepkilerden başka bir anlama gelmez. Zira maymun ve ayı gibi en gelişmiş ve becerikli memelilerin dahî, düzgün –lineer- akıp giden bir zaman mevhûmuna sahip olmadıkları, davul çalmayı bile becerememelerinden bellidir… Diğer taraftan, uyarı ve çağrışımlara bağlı “nokta bakış”lara mahkûm olmadan “panoramik görüş” edinmek, ve dolayısile içinde bulunulan çevreyi bir hâkim noktadan görmekle, o mûhitin haritasını çıkarabilmek de, -ritm melekesinin türevi olan- “sıralama melekesi”nin en bâriz delilidir. Zira hiçbir hayvan, -zihninde- harita çıkarmayı ve de bunu kullanarak dilediği yere ulaşmayı başaramaz; ve de çevresini, her çıkıştan sonra gözlem (veya çıkış) noktasına tekrar geri dönmek sûretiyle keşfetmeye çalışır. Yani hayvanlar, sıralama melekesine, ve dolayısile de geometrik bir mekân mevhûmuna sâhip değillerdir. Sayma (ritm) ve sıralama melekeleri olgunlaştıktan sonradır ki insan, -lineer- zaman ve mekân mevhumlarını kavramlaştırarak “aklî düşünce”ye ulaşır. Ve ondan sonra da, “zaman” ve “mekân”la birlikte, bunlardan türetilmiş bütün nesnel kavramların (ve özelliklerinin) ölçü’lerini yaratıp, bunları sayılara tekâbül ettirmek sûretiyle “matematiksel mantık” adındaki düşünce disiplinini tesis eder; etmiştir… Bu gerçekleri, Bizans’ı fetheden atalarımız, “tarih öncesi-zon”a indeksli Tarikat düşüncesine sahip olduklarından dolayı biliyorlardı. Onun içindir ki, şehirleri, kurdukları Zâviye’lerde –melekeleri güçlü- kademli (inisiye) insanları ayıklayıp öne çıkarmakla ele geçirdiler; yani “para (zenginlik)” sultasına son verip insâniyeti hâkim kılmakla… Ama başlangıçta, temel tüketim mallarının –borsalaşmasına olanak tanınmayan (narh konulan)- Kapan’larda tutulduğu, îmar ve îmâlât işlerinin, şirketleşmelerine izin verilmeyen Vakıf’lar vâsıtasıyla sürdürüldüğü bir düzen kuran atalarımız, coğrafî yayılmayla birlikte bu düzeni koruyamadı. Çünki “Tevhid Dini” mefkûremizi, Zâviye’lerdeki kademli insan seçilimi, ve Yeniçeri’lerin –düzgün gençleri- devşirme usûlüyle gerçekleştirmeye çalışırken doğru yoldaydık; bir “müsbet seleksiyon” sistematiği kurmuş olmakla… Ama ne zaman ki Osmanlı, Tarikat’ı ve onun seçilim sistematiğini dışlayıp, “Hânedân kayırmacılığı”na başladı, işte o zaman biz de, fethetmeye (dönüştürmeye) çalıştığımız “paragöz”lerin düzenine benzemeye ve kapitalizme râm olmaya başladık. Bunda, tapınç kültü (ibâdetler) ile dogmatik din öğretilerinin de rolü büyük oldu. Zira 1826’dan sonra kabul edilen mezhep (cemaat veya kilise) dindarlığında, “Tanrı’ya yakın olmak” diye sunulan “seçkin”lik, objektif kriterlerle belirlenen “adam olmak”la değil, taklitçilik ve ezbercilikle değerlendiriliyor veya ölçülüyordu; ki böylece de, münâfıkların kolayca “seçkin” hâle gelebildiği bir “menfî seleksiyon” sistematiği tesis edilmiş oluyordu… Demek ki “tevhid dini” mefkûremizi, Şâmanizm ve Tarikat geleneklerinin kademli (inisiye) insan seçilimi usûlleriyle realize ederken, karşımıza, “tapınç kültü”ne endeksli dogmatik din öğretisi çıkmış ve bizi Kapitalizm’e râm etmiştir. O halde bundan sonra artık, -yarım kalan- fütuhâtımıza, “bilimsel tevhid” ülküsüyle devam edebiliriz; ve etmeliyiz. Yani bundan böyle gençlik, aralarındaki, melekeleri en güçlü bireylerin objektif “seçilim”ini (ve onların rehberliğini) ülkü edinmeli, ve de Devletimiz’in başındaki –hâfızasız- şizofrenik insanların tasfiyesini gerçekleştirmelidir. Çünki devletler, -bir şekilde- şizofrenik insanların başa geçmesi, ve bunların kafalarına göre tarih yazıp kânunlar yapmasıyla yıkılırlar. Dolayısile, devletleri diriltenler de, melekeleri, sürekli bir “zaman” ve “mekân” duygusu (mevhûmu) yaratacak kadar güçlü (ve hâfızaları kuvvetli) insanlar olabilir ancak…

Süper-NATO Taşeronu, İlerici ve Ülkücü Kisveli Likidatör Örgütler:

Emperyalizm, toplumlardaki “iç dinamik”lerin yarattığı sarsıntılarla elenerek kalburüstü (elek üstü) olan insanları, yani inisiyatör tandanslı ilericilerle ülkücüleri likide etmek için daima önlemler almıştır; ve alır… 1960’lardaki tedbir, gerilla ve kontrgerilla örgütleri kurdurarak, bunları birbiriyle vuruşturmak şeklindeydi; zira o sıralarda, Che Guevera gibi Lâtin Amerika’lı gerilla liderleri çok meşhur olmuş, ve de solcu gençliğin idolü hâline gelmişlerdi. Bizde ise, 1960’ların sonlarından itibâren, MHP’nin müzâhir olduğu “komando kampları” kurulmuş, ve bu olayın haberleri, günlük gazete manşetlerine kadar da yansımıştı. Daha sonra bazı solcu gençler, “kır gerillası” özentisine kapılınca, komando kamplarının hikmeti(!) anlaşıldıydı ama, solcu gençleri azmettirici olarak, gazetecilerden başka bir mihrak(!) bulunamamıştı. Böyle gizli ve karanlık mihraklar, onların aktivitelerinin bir yerinde yeralmış –benliği olmayan- şizofrenik kişilerce deşifre edilemezlerdi. Bunları deşifre etmek için, zaman ve zeminde iz sürebilen, melekeleri –ve hâfızası- güçlü (kişilik bütünlüğüne sâhip) adamlara ihtiyaç vardı. Ve böyle bireylere sâhip olmayan “devlet” nâm organizasyonların, illegaliteye sürüklenmesi ve “derin devlet” adına lâyık(!) görülmesi de kaçınılmazdı tabii ki…

1985 baharında, Çanakkale E-Tipi Kapalı Cezaevi’nin 60 (+) kişilik kapasiteye sâhip bir koğuşuna konulduğumda, oranın benim için, ne kadar verimli bir çalışma ve öğrenme ortamı olabileceğine hiç ihtimal vermiyordum tabii ki… Koğuşta, siyâsî suçlardan yatan pek yoktu ama, epeyi bir oran tutan silah kaçakçılarının çoğu, kendilerini solcu olarak tanımlıyorlardı… Hiç unutmam, ilk karşılaştığımızda, ben yaşlarda, 1.70 boylarında, tıknaz ve –saçı kırçıllaşmış- kumral bir silah kaçakçısı, “hoş geldin, Allah kurtarsın vs.” sohbetinden sonra Marksizm konusuna girerek “lûgat paralama”ya kalkmıştı da, bi güzel dersini almıştı benden… Yanlışı gösterildiğinde, âniden fren yapıp düşünceye dalmasıyla dikkatimi çeken –otokritik sâhibi- İbrahim Çiftçi (nâm-ı diğer: Ödemişli Çerkez İbrahim) adındaki bu adam, İzmir (Ege) yöresinin önemli “baba”larından biriymiş meğer… İbrahim Çiftçi ile, giderek iyi dost (hatta arkadaş) olduk… Onun bana, “ali bey” veya “hoca” diye hitap etmesine karşılık, ben de ona “çiftçi aga” veya sâdece “aga” diye mukâbelede bulunurdum… İkili sohbetlerimizde anlattıkları, tam bir “derin devlet” hikâyesiydi: 27 Mayıs 1960’a çeyrek kala, Ankara’da tertiplenen, ve benim de katılmış oluğum “555-K” şifreli mitinge, Ödemiş’ten kamyonlarla getirilmişler ve –darbeciler lehine- aktif rol oynamışlardı; pek çok arkadaşlarıyla birlikte… 12 Eylül 1980 darbesine giden süreçte, Genelkurmay’daki en yüksek rütbeli paşalara –âdeta- kızanlık yapmış, hatta ailelerinin günlük işleriyle bile ilgilenmişti… Son olarak –yakalanacağını anlayınca- açık denizde batırdığı silah yüklü tekne de, kendi şahsî işi değil, inkıtâya uğrayan yarı resmî bir “görev” îcâbıymış… İbrahim Çiftçi hiçbir zaman, kendini sol, sosyalist vs. diye kategorize etmezdi; ama eylem ve söylemlerinden, Atatürk çizgisinde bir devletçi ve halkçı olduğu açıkça anlaşılıyordu. Onun için de, MHP’nin zengin kodamanları tarafından “piç gibi” ortalıkta bırakıldıkları ayan beyan sâbit olan “ülkücü” mahkûmlara da arka çıkar ve yardım ederdi; MHP’den hiç hoşlanmamakla birlikte… Çünki bu MHP’lilerin, ülkücü gençleri, hem komando kamplarındaki tâlimle, hem de –bir selâmlaşma ritüeli, ve 9 adet “ışık” adı verilen zırvayla- beyin yıkamak şeklindeki terbiyeyle(!) nasıl suça azmettirdiklerini herkes biliyordu. Ama o zamana kadar ben, solcu gençleri, pratik yaptırarak gerillacılığa özendirenlerin olup olmadığını bilmiyordum; ki onu da Çiftçi’den öğrendim: Koğuşumuzda, kendilerini Maocu veya Perinçekçi diye ifâde eden bir grup kaçakçı vardı ki, bunlardan bazıları, Çiftçi’nin, “kendini öldürtür” diye tanımladığı cinsten psikopattı… “Kendini öldürtmek isteyen psikopat” deyiminin açılımı ise, “otokritik nedir bilmeyen, ama her hâlükârda da kendini haklı sayan ve haklı çıkarmaya çalışan zorba insan” demekti; ki “suç ölende mi, öldürende mi?” atasözümüzü de hatırlayınca, Çiftçi’nin îzâhı gâyet mantıkî görünüyordu… Gerçekten de bunlar, “barbut” veya “kılıç” denilen kumar oyunlarında, kaybettikleri bahislerden sonra para miktarını iki misline çıkartan, ama kazandıkları zaman da oyundan kalkmak isteyen açıkgöz(!) zorbalardı… Dama ve satranç gibi entel oyunlarındaysa, kaç defa yenilirlerse yenilsinler masadan kalkmayan, ve rakiplerin kalkmasına da –türlü israrlarla- müsaade etmeyen insanlardı… Bir gün Çiftçi’ye, “ben bunların lideri Doğu Perinçek’i çocukluğundan tanırım, o da kendini her konuda muzaffer olan (olması gereken) bir şef gibi görürdü; babasının,- topal doğmasından aşırı teessüre kapıldığı için- fazla şımartması yüzünden..” dedim. Ve de bir çocukluk anımı nakledip, “.. hatta birgün, topal ayağı ile, bizim mahalle takımında santrfor oynamaya kalkmıştı da, izin vermememiz üzerine gidip babasına orijinal (nizâmî) futbol topu aldırtmış ve takımı bölmüştü; sanki sakat ayağıyla o topa doğru dürüs vurabilirmiş gibi…” diyerek meseleye açıklık getirdim. Bunun üzerine İbrahim Çiftçi de açılarak, “ah hiç sorma Ali bey, bir de ben bunlara Ödemiş dağlarında kamp yaptırdım” diyerek hayıflandı; liderdeki psikolojik bir ârızanın, benzer cins psikopatları kendine çekeceği gerçeğini idrâk ederek… İşte o zaman anladım ki, meğer solcu gençleri gerillacılığa tatbîkî olarak çeken veya özendirenler, o zamanlarda Beyaz Aydınlıkçı’lar diye de anılan Perinçekçilermiş; Devlet mârifeti ve İbrahim Çiftçi eliyle… O Bora Gözen’ler, İbrahim Kaypakkaya’lar, bu şekilde mimlenip ilk fırsatta katledilmişler… Koğuşumuzdaki Maocu kaçakçıların –bizden epey genç olan- öyle bir lideri vardı ki, 1.90 küsur boyu ve yüz kilonun çok üstündeki ağırlığıyla tam bir yarmaydı. Ve tabiatıyla da, hiçbir konuda kendisinden üstün olabilecek, veya kendisini yenebilecek bir kişi kabul edemiyordu. Bir gün hiç unutmuyorum, satranç oynama teklifini kabul etme gafletinde bulunmuştum da, ancak -8. Oyunda- yenilmek sûretiyle masadan kalkabilmiştim… İşte bu gerzek zorba, Çiftçi’ye takmıştı kafayı, “böyle vasat ebatlardaki bir adam, nasıl olur da ünlü bir kabadayı olabilir?” gibilerinden bir saplantıyla… Çiftçi Aga, herifin tâciz edici hallerini ve bakışlarını, bütün ağırlığıyla üzerinde hissediyor, ama hiçbir tepki emâresi göstermeden, sâdece “zihin jimnastiği” yapıyordu. Mesela birgün bana, “yahu hoca, şunun ayaklarına ansızın dalsam, yere yıkamazmıyım?” diye sormuştu da, ben de onu, “ya karşı tarafa düşmez de, üzerine yıkılırsa?” diye uyarmıştım… Tam o sıralarda Ferda Aykan adındaki “suç ortağı”m, hangi saik ve beklentiyle olduğunu tam çıkaramadığım, ama en hâlisâne niyetimle “güçlülere yaranmak ve sığınmak içgüdüsü” diye yorumladığım bir şekilde, Maocu gruba iltihak etti. Kaldı ki kendisi, Çayancı geçinen bir başka şebekeyle de samimi ilişkiler içindeydi… İbrahim Çiftçi, bütün bu gelişmeleri izliyor, ve ünlü politikacı Osman Bölükbaşı’nın dâmadı olarak tanıdığı Ferda Aykan’ın atraksiyonlarından endişe ediyordu. Gerçekten de gelişmeler vehâmet kesbetmiş, ve sonuçta, koskoca koğuşta 3-5 kişi olarak tecrit edilmiştik. Bunun üzerine Çiftçi, “Ali bey bu işin sonu mutlaka çatışmaya gider, diğer koğuşlarda, bildiğim dürüst Ülkücü çocuklar var, onları buraya aldıracağım” dedi; ve dediğini de yaptı. Müebbetlik iki Ülkücü genç koğuşa gelince, bizim solcu çeteler önce şaşırdılar; ve akabinde de –her zaman yaptıkları gibi- çocuklara, devrimci “ajit-prop” yapmaya başladılar. Bu Ülkücü gençlerin, benim gibi bir “komünist örgüt şefi”ne gelip de, “abi şunlara bişey söyle de, bize komünizm propagandası yapmasınlar” diye şikâyette bulunmalarını hiç unutamıyorum. Ayrıca, fakir ve muhafazakâr ailelerden gelmiş bu çocuklara karşı yapılan “fakir-fukara ve isyan” edebiyatının, onlara “alay etmek” gibi geldiğini de çok iyi anlıyorum… Çiftçi’nin dolabından, yani –yiyecek, giyecek gibi- şahsi işlerinden sorumlu bir kızanı (Beşir) vardı; ki cezaevi atelyesinde hamak örmekle meşgûl oluyordu. Hamakların baş ve ayak uçlarına sokulan öyle tahtalar vardı ki, taş gibi sert bir ağaçtan yapılmıştı. Beşir bunları, prova yapmak bahânesiyle zaman zaman koğuşa da getirirdi; ama son defa bunları geri götürmemiş ve “zula”ya koymuştu. Zira koğuştaki tansiyon her gün daha da artıyor, ve taraflar birbirlerinin açığını kolluyorlardı… O sıralarda Çiftçi’nin, hafif bir suçtan içeri düşmüş bir hemşerisi İsmail (Uzunbay), sıhhiyeci olduğu savıyla revirde çalışma imkânı bulmuştu; ve dolayısile biz de, saf alkol tedârik ederek demlenme olanağına kavuşmuştuk. Bunu anlayan hasımlarımız ise küplere binmişler ve de kafalarını, bizi “içki masasında bastırmak” fikrine göre çalıştırmaya başlamışlardı; ister istemez… O akşam yine, revirden saf ispirtomuz gelmişti; portakal suyuna katarak, “votka-limon” niyetine içiyorduk. Ama nedense ilk defa da o akşam Çiftçi ile –zaman ve zemin tespiti husûsunda- ihtilâfa düşmüştük. O, “hadi çabuk içelim ve yatalım da, hedef olmayalım” derken, ben, “yahu bırak aga, geleceklerse, biz hazırken gelsinler; daha iyi ya..” diyordum. İşte bu yüzden Çiftçi biraz hızlı içti ve serhoş oldu; bense ufaktan ufaktan giderek -âdeta- bekledim saldırıyı… Çiftçi, ben ve İsmail, duvara bitişik alt ranzanın önüne, meyve kasasından bir masa koyup demlenirken, Beşir de bize servis yapıyordu. İşte bu durumda Çiftçi, hızlı hızlı içip de masadan kalkarak “hadi artık yatalım” dediği anda, karşıdan sözlü saldırı geldi. Ve ondan sonra da, küfürleşmeler ve meydan okumalar gırla gitti… Çiftçi’nin, o serhoş hâliyle fiilî bir kapışmanın içine dalmaması için kollarına girip, -biraz zorlayarak da olsa- iknâ ederek oradan uzaklaştırdık; ki sonra da İsmail onu revire götürmüş… Ama karşı taraf bu durumu Çiftçi’nin yenilgisi gibi algıladı ki, gürültüyü ve aleyhimizdeki tezâhürâtı arttırmaya başladı. İşte o sırada Beşir, karşıma dikilip de, “şimdi ne olacak abi?” diye sorduğunda, anladım ki komuta bana geçmiş… O zaman Beşir’e dedim ki, hiç kimse yerinden kımıldamasın, şimdi ben gidip bunları yatıştırmaya çalışacağım, başaramadığım taktirde ise, elimi havaya kaldırıp “tamam!” diyeceğim; işte o zaman gereğini yaparsınız… Ama, “yarma”nın karşısına çıktığımda gördüm ki, lâf dinleyecek gibi değil… “sen bu işe karışma hoca” diyip duruyor, yani “anlamazsın bu işlerden, çekil karşımdan” anlamında uyarılarda bulunuyordu; benim, Çiftçi’nin organizasyonundan habersiz olduğumu sanarak… Oysa ben aradan çıksam (kararsız kalsam veya pasifize olsam), bunlar, sıkıştıkları ranza aralıklarından çıkarak yemekhâne boşluğuna geldikleri taktirde, tüm koğuşu galeyâna getirerek herkesi terörize edecekler, ve dolayısile de, sâdece ülkücü çocuklara “linç” tehdidi oluşturmakla kalmayacak, aynı zamanda şahsî husûmet güdenlerin –kargaşadan yararlanarak- birbirlerine zarar vermelerine de yol açacaklardı. Onun için “yarma”yı daha fazla göğüsleyemeyeceğimi anladığım anda, -onların ranza aralığından çıkmalarına fırsat vermeden- elimi kaldırarak işâretimi verdim. Ve işareti vermemle de, bir hamak sopasının havada uçarak, “yarma”nın yanındaki ranzanın üstüne sıçrayan ülkücü çocuğun eline ulaşmasını, ve de “yarma”nın kafasına 3-4 defa inmesini görmem bir oldu; zira bu olay, sâdece 5-6 saniye içinde olup bitmişti… Ülkücü çocukların soğukkanlılıklarına, senkronize çalışmalarına ve el kararlarına hayrân oldum; çünki mesela, kendilerini son âna kadar gizleyemeyip de, heyecana kapılarak kıpırdasalardı, dikkatleri üzerlerine çekerek, karşılarında birden fazla hedef yaratmış olacaklar, ve dolayısile de, “karşı taarruz”un sürpriz (baskın) etkisini ve yoğunlaşma gücünü zayıflatacaklardı. Ya da, sopayı kullanan genç –nefret duygusuna kapılıp- elinin kararını kaçırsaydı, adamın kafasını yarabilirdi. Oysa eylem tam kararında gerçekleştirilmiş, ve “yarma” nâm zat, kafatasında üç köşeli yıldız gibi bir çatlak oluşturulmak sûretiyle şok’a sokulmuştu. Kendi etrafında kenetlenmiş avanesi de, şeflerinin kafatasından çıkan o korkunç sesleri duyup, başından akan kanları ve hareketsiz kalmasını görünce, topluca paralize veya hipnotize olmuşlardı; toplu hipnoz seanslarındaki gibi… Ama bunların arasında, paralize olmayıp, büyük bir paniğe kapılarak koğuş kapısını yumruklayan ve –“yetişin adam öldürüyorlar” diye- gardiyanlara bağıran bir kişi de vardı; ki o Ferda Aykan’dı… Oysa, “yarma”dan başka hiç kimsenin burnu bile kanamadan mesele hallolmuştu; öldürülen ise, sâdece F.Aykan’ın marazî kurguları ve beklentileriydi… Olaydan sonra, kimse benim aleyhime ifâde vermediği için ben soruşturmaya dahil edilmedim. Ama tabii ki müdüriyetin kulağına bazı “ispiyonaj” gitmişti; ve dolayısile benim de koğuştan çıkarılmam istenmişti; ki nitekim de –bir bahâneyle- çıkarıldım… Yani, densizlerin “meydan okuma”larını kabul etmiş, ve de “meydan savaşı”nı –asgarî kıyımla- biz kazanmıştık ama, koğuş da Maocu, Çayancı vs. diye geçinen çetelere bırakılarak, onlar teselli edilmişti; müdüriyetin, her iki taraf aktivistlerini de koğuştan çıkarması ve dağıtması gerekirken… Daha sonra Çiftçi’nin, -bir süre- yattığı hücreden, hiç tanımadığım bir özel kuryeyle bana selâm ve taktirlerini ilettiğini hiç unutmam… Yıllar sonra bu olayı her hatırlayışımda, daima ürpermişimdir; ya kalabalığın ranza aralıklarından çıkmasını önlemek üzere, işâreti tam zamanında veremeseydim de, milletin yemekhane boşluğuna doğru yayılarak taşkınlaşması önlenemeseydi, ya da o ülkücü çocuk, elinin kararını kaçırıp adamı öldürseydi diye düşünerek… Ama işte insanların sayma(ritm) ve sıralama melekeleri, sıkışık zamanlarda, plân, program, ihtimâliyet hesapları vs. gerektirmeksizin, dolayısile hiçbir korkuya ve endişeye mahal vermeksizin aktive olup rezonansa girerek, onlara en doğru “oldu-bitti”leri yaptırabiliyor; yeter ki sözkonusu insanların melekeleri muhtel olmasın… Yani böyle “olup-bitti”ler, melekelerin, insanları dış etkilere ve çağrışımlara kapatan hâkimiyetinde, zamanlar üstü bir olay olarak gerçekleşiyordu aslında…

1986 baharında, yeni çıkan “ceza indirimi” yasasıyla, Çiftçi’nin son kalan cezasını, İmralı yarı açık cezaevinde çekme hakkı doğdu. O, “sevk” telâşı ve heyecanı içindeyken kulağıma, Ferda Aykan’ı cezalandıracağı haberi çalındı. Bu haberin nerden ve nasıl geldiğini hatırlamıyorum ama, şimdi düşündüğümde, bu haberin de bana –dolaylı olarak- Çiftçi tarafından uçurulduğu kanaatine varıyorum. Çünki O, F.Aykan’ın terörizan bir infâza mâruz kaldığında, herkesten önce –sorumlu olarak- benim itham edileceğimi, dolayısile de “mâsum zanlı” durumuna düşeceğimi bilerek ağzımı aratmıştır diye düşünüyorum… Aldığım duyum üzerine gidip Çiftçi’ye, Ferda’nın aynı zamanda küçük kardeşimin çocukluk arkadaşı olduğunu, yani aramızda –mahalli çevrenin önem verdiği- bir “abi-kardeş” hukûkunun da sözkonusu olduğunu, dolayısile onun hatalarını “gerzek”liğine vererek affetmesini rica ettim. Bunun üzerine Çiftçi, “Ali bey sen ne diyorsun, ihânet edeni cezalandırmak, bizim dünyamızın en temel raconlarındandır; ben bu raconu (anayasayı) çiğnersem hükmümü nasıl yürütürüm?” mealindeki itirazlarla epey direndiyse de, nihâyette hatırımı kırmayarak, vaz geçti kararından… Nitekim, kararında ne kadar ciddi olduğu, kendisi İmralı’ya gittikten sonra açıkça ortaya çıktı; Çingen denilen bir kriminal gelip de bana, “Dayı!. beni bir yıllık çay paramdan ettin” diye serzenişte bulununca… Meğer bu kriminal, Ferda’ya bir şekilde yaklaşıp muhabbet geliştirdikten sonra, çay içtikleri bir sıra tartışma çıkararak, ağzı kırılmış bir çay bardağıyla avurdunu kesecekmiş. Yırtılan avurt da, revirde kabataslak dikileceğinden, yanağında derin bir yara izi kalacakmış; infaz böyle kararlaştırılmış… İnfazdan vazgeçildiğinde Çingen, çoktaan Ferda’nın nabzına girerek onun “dolapçı”sı olmuştu bile… Ondan sonra da, Çiftçi tarafından “av” ve “avcı” olarak tayin edilerek bir araya getirilmiş olan bu kişiler, birlikte geçinip gittiler; kendi kafalarıyla yaşadıklarını sanarak…

İbrahim Çiftçi ile Diyaloglarımız, ve Gerçekleşmeyen Tasavvurlarımız:

İbrahim Çiftçi, orta boylu biriydi; ama fıtraten iri kemikli ve kalın adaleli, güçlü kuvvetli bir adamdı. Üstelik, melekeleri de çok sağlıklı olan, yani “leb demeden leblebiyi anlayan” cinsten, zamanlama yetisi, el ve göz kararı çok hassas olan bir insandı. Bir seferinde bana, “Ali bey, sen de bizim şartlarda yetişseydin, hatırı sayılır bir kabadayı olabilirdin” diye –kendince- iltifatta bulunmuştu da, ben de onu, “sen de okusaydın, üniversitelerdeki Prof.’ları bile okuturdun” diye cevaplamıştım; bütün samimiyetimle… Çiftçi beni, bazen “baba”lara benzetse de, genellikle “âlim” gibi görür, ve para kazanmak için uğraşmamam gerektiğini belirterek, “alırız sana 150-200 koyun, veririz Ödemiş yaylalarında bir çobana, senin bütün ihtiyacını karşılar.. Sen de oturur kitabını yazarsın.” derdi… Çiftçi’nin, şahsen temizlediği (öldürdüğü) dört kişi olduğu, veya –onların argosuyla- dört “leş”i bulunduğu söylenirdi. Bu husûsu kendisine sorduğumda, bu infazları –sâdece- ihânet dolayısile, ve hainlerin yüzlerine karşı gerçekleştirdiğini ifâde etmişti; ve de “beni kimse silahla (tabancayla, hatta tüfekle) öldüremez, zira çok iyi silah kullanırım” diye eklemişti. Nitekim de, bu şovalye ruhlu adamı, bombalı bir suikastla katlettiler; nur içinde yatsın koca Çerkez…

Ben tahliye olduktan sonra, -daha önce tahliye olmuş bulunan- Çiftçi, evime “geçmiş olsun”a geldi; ki o ziyarette, büyük oğluma yüklüce bir harçlık verdiğini de iyi hatırlıyorum… Bir maden (kömür) işletmesi kurmak üzere çalışıyor, ve beni de ortak etmek istiyordu. Ben avukat arkadaşım Ali Tümer’i tanıştırdım, o da kendi avukatını onunla temasa geçirdi. Ama bir süre sonra peş peşe iki ilginç olay meydana geldi: Önce Ali Tümer’in, Çiftçi’nin kömür işinden vaz geçip, Karabük’ten edindiği kotayla, çubuk inşaat demiri îmâlâtına yöneldiğini ve ilişkinin tavsadığını söylediğine, sonra da, İzmir’de bulunan Çiftçi’nin, İstanbul’un ünlü “baba”larından birini bana göndererek, bunu tekzip ettiğine şahit oldum. Kürt asıllı ünlü “baba”, geçici olarak kalmakta olduğum, Mahmut Açıksöz’ün Üsküdar’daki bodrum katına bir akşam, son model bir Mersedes ve iki kızanıyla birlikte gelmiş, ve de “Ali bey, sizin gibi arkadaşlar arasında kırgınlık filân olmaz, en yakın zamanda Çiftçi’yle görüşeceksiniz” demişti. Yani bu, aslında, “avukatlar vasıtasıyla kurduğumuz ilişkide parazit var, ben seninle başka yoldan ilişki kuracağım” demekti. Ama bu mesaja rağmen, yine de ilişki kurmamız mümkün olmadı… Ancak ben, gâyet net olarak anladım ki, açılımını Milli İğtişâş Teşkilatı olarak okuduğum MİT’in işiydi bu… Zira “iç güvenlik” politikamız eskiden beri, -hangi toplumsal katmanda olursa olsun- yaratıcı ve inisiyatör insanların yan yana getirilmemesi esâsına göre belirlenmişti; kapasitesiz ve hırslı politikacılar tarafından… Böylece onların, gerzekler tarafından kuşatılarak –mecbûren- çoban olmaları, ve dolayısile “otokritik”lerini kaybederek kendilerinde metafizik seçkinlik vehmetmeleri, veya küskün münzevîler hâline gelmeleri sağlanıyordu. Bu politika, emperyalizme hizmet eden gayri milli bir “menfî seleksiyon” programıydı aslında… Onun için bu olayda da, Çiftçi’nin güvendiği, Atatürkçü bir MİT kanalı ona, “sen bırak Ali beyi, biz ona iyilik yaparız” demiş, ve kendisini iknâ etmiştir diye düşündüm tabiatıyla… Nitekim de, kısa bir süre sonra etrafım Fethullahçılarla dolunca, düşüncemin doğruluğunu, ve yapılmak istenen iyiliğin(!) ne olduğunu anladım… Ondan sonra Çiftçi’den hiçbir ileti almasam da, kendisinin Kuzey Irak Kürt Yönetimi’nden bazı ihâleler aldığını duydum; 2006’da da, -nisbeten- genç yaştaki ölümünü… İbrahim Çiftçi, kolay kolay “yanlış” yapacak biri değildi. Benim düşünceme göre, ya güvendiği Atatürkçü MİT’çiler kendisini satmıştır (yani yanlış istihbâratla provokatif bir olaya sevk edip, hedef yapmışlardır), ya da –bürokraside- değişen kadrolar, kişisel hasımlarının (ve/veya hasetçilerinin) koordinasyonunu sağlamak sûretiyle, kendisine bir intikam operasyonu düzenletmişlerdir; yahut da, her iki şıkkın karışımı bir tertip yapılmıştır… Zira ister solcu, ister Türkçü, ister Atatürkçü görünümlü olsun, tüm Kontrgerilla (veya Süper-NATO) teşkilâtının, -çok şey bildiğinden ötürü- Çiftçi’den rahatsız olduğu veya olacağı âşikârdır. Kaldı ki, 2006 yılının, Devlet’teki Atatürkçü kadroların tasfiyesine başlandığı yıl olduğu da düşünülürse, tahminim daha iyi yerine oturur… Çiftçi bana bazen şaka yollu, “Ali bey biz seninle aynı şehre sığmayız” diye iltifat eder, ben de ona, “yahu şehirler kat kat, sen zâten bodrumda (yeraltında) yaşıyorsun, ben de bir üst kata yerleşirim, pek karşılaşmayız” şeklinde, aynı şaka dozunda cevap verirdim... Keşke irtibâtımız devam etseydi de, değişen havalara (konjoktüre) göre onu uyarabilseydim… Çok yazık oldu; hepimize…

Ali Tümer” Fenomeni Hakkında…

Ali Tümer, Maliye Meslek Lisesi mezunu, başarılı bir avukattı; ve tabiatıyla da, vergi sorunları ve davaları üzerine uzmanlaşmıştı… Hukuk adâletini “bilimsel objektivite” sanan Tümer, bu hususta –hata yapmamak için- çok dikkatli davranır, ayrıca düşkünlere yardım etmeyi de vicdânî bir borç bilirdi. Yani kapitalizmin kanunlarına göre seçilimin (veya rekabetin) hakkaniyetli (âdil) olmasını titizlikle gözeten, ama seçilim süzgecinden geçememiş garibanlardan, sempati duyduklarına veya acıdıklarına da elinden geldiği kadar yardım eden, -hukuk mantığına göre- gâyet dürüst ve çok yardımsever(!) bir vatandaştı Ali Tümer… Mesela Mahmut Açıksöz’ün hapse girmeden önce kendisine emânet ettiği 38 parsellik imar alanını (adasını), çok ağır cezaevi şartlarında karar veremez hâle düşmüş (veya düşürülmüş) Açıksöz’ün iznini(!) alarak –iflâs durumundaki- satıcısına aynı bedelle iade etmesinin, İbrahim Çiftçi’nin avukatıyla sürdürdüğü iş görüşmelerini, bana mâkul bir sebep göstermeden, kendi ihtiyâriyle kesmiş bulunmasının, ve daha sonra da, -çevremize yığılan- Fethullahçılarla kurduğu, kâr garantili bir “dış ticaret” şirketini, hiçbir neden göstermeden bir hafta içinde fesh etmiş olmasının, hukuken ve kanunen eleştirilebilecek hiçbir yanı yoktur. Hatta bu arada, İnsan (Emek) Bilimi’ni yaşatmak için bir vakıf kurmayı düşündüğümüzde Ali Tümer’in, kendisine müzâhir olan veya politik koruma sağlayan Türkçü grubun, yüksek bürokrasiden mütekait şefine, “abi senin imkânların dâhilinde olan şu şu ihâleleri bize verdirirsen, ben avukatlık ücreti de almaksızın çalışarak –sâdece aracılıktan bile- vakfımız için gerekli kaynağı sağlarız” diye, benim önümde somut teklif götürmesi de, onun, meselelere objektif baktığına delil gibi görülebilir. Ama ne var ki, İEB’yi en iyi ben anladım diye övünen Tümer, benim –KATKI’daki- yazılarımı, altlarını çize çize pür dikkat okuyarak taktirlerini bildirdikleri, ve hatta israrla parasal ödül verdikleri halde, bir türlü içlerindekini (istediklerini) söyleyemeyen, ve onun için de bize müzâhir olmayan “SünnileşmişTürkmen” grubuna, “siz, dar grup çıkarlarına hizmet eden subjektif bir fikriyât (veya ideoloji) güdüyorsunuz” diyememiştir. Dolayısile de, her iki tarafın düşüncesini “eşdeğer fikriyât” gibi görmekle (kabul etmekle), objektif olunabileceğini sanarak, İEB’nin evrensel ilkeleriyle çelişkiye düşmüştür. Böylece, kendisi de Hatay’ın “Sünni Türkmen” köylerinden olan Tümer, sempati ve güven duyduğu bağnaz Türkçü zihniyeti aşamayarak, hem bizi indirgemek ve gütmek isteyen “mihrak”lara hizmet eder duruma düşmüş, hem de ufkunu ve içini daraltarak, erken sayılabilecek bir yaşta (64) –varlık içinde yüzerken- kanserden vefât etmiştir; Allah’ı rahmet eylesin!..

Devlet ve Adam Olmak Nedir?!...

Devlet, her şeyden önce, yaşanan bütün olayların kaydını tutan, ve hiçbir çıkar çevresinin etkisinde bulunmayan yetkililere, -kayıtlar üzerinden- tahlil imkânı sağlayan bir aygıttır. İnsanların ifâdelelerinin ve yaşanan olayların kaydedilmediği, ve bunların analizini yapacak yetkililerin objektif olarak seçilmediği (selekte edilmediği) bir toplum yönetimine “devlet” denemez; zira o, bir güdüm aygıtıdır sâdece… Çünki “toplumsal güdüm” yönetimlerinde, değerlendirme yetkililerinin objektif seçilimi, ve de toplumsal teamül ve eğilimlerin bilimsel formülâsyonları yoluyla kânun yapılmaz; kayırılmış yetkililerin mârifetiyle, egemenlerin çıkarları gereğince yasa dayatılır. Dolayısile de, kitlesel eğilimlerin veya “iç dinamik”lerin zaman zaman provoke edilerek bastırılması şart olur; ki bu yüzden de, gayri kanunî (hatta gayri meşrû) işler yapmakla mükellef bir “devlet uzantısı” veya “derin devlet” husûle gelir. Ondan sonra da, devlete musallat olan –solcu, Türkçü, Atatürkçü, dinci vs.- grupların veya hiziplerin jargonlarından türetilmiş siyasî söylemler, önce espriyle karışık “deli saçmaları”na döner, ve nihâyette de, “tapınç kültü”ne dayalı dînî mugâlâtada karar kılar; Türkiye’de görüldüğü gibi… Türkiye’de, NATO şemsiyesi (veya “anti-komünist” güdüm) altında, Atatürkçülük diye bir demagojiyle “kapitalist sınıf (veya zümre)” yaratmaya soyunan askerler, sonuçta bir nevi “menfî seleksiyon” tesis ederek, Ülkeyi din mugâlâtasının şampiyonlarına teslim ettiler; hem de birçok idealist genci dinlemeden, ve onların kanına girerek…

Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti devlet olsa, yaşadığım toplumsal pratiklerin ve duyumlarımın kayıtlarına sâhip olur; ve arşiv bilgilerine objektif bakabilen bir yetkili de, benim hiçbir çıkar çevresine angaje olmadan geliştirdiğim İEB’nin, aynı zamanda, objektif bir “müsbet seleksiyon” sistematiği ortaya koyduğunu anlar ve gereğini yapar. Ama Devlet, devletlikten çıkmış da, emperyalizmin emrindeki bir gerici (dinci) güruhun istilâsına uğramışsa, o zaman doğrudan, Batı emperyalizmine karşı bir “mücadele pozisyonu”na girmemiz şart hâline gelir, ki artık bunu yapmalıyız; ve bu arada bütün Dünya’ya da, “devlet”in orijinal yapısına ve tanımına uygun bir örnek sunmalıyız… Onun için girmemiz gereken pozisyon, her şeyden önce, yeni –cihanşümûl- Türk Devleti’ni yaratacak bir nüve (çekirdek) niteliğinde olmalıdır; ki zâten de öyle olmaktadır. Zira kapitalist düzende insanlar, ister “iş” emeğini satanlar (emekçiler) olsun, isterse mal birikimi sâhibi ve kullanıcıları (kapitalistler) olsun, sâdece “piyasa malı” olarak toplumsal eleman (veya adam) kabul edilmekte, ve dolayısile de güdülmektedirler. Yani “piyasa” evreninde, en büyük mallar (kapitaller) diğerlerini, muhtelif uzaklıklardaki yörüngelerine oturtarak -bir uydu gibi- sürüklemekte, ve bu devinime karşı düşünmeyi de olanaksız kılmakta, ve böylece de insanlık bir “piyasa kodamanları” oligarşisine mahkûm edilmektedir. Mesela bu hasta zihniyet, “piyasa malı” olmayan bir “insan” tanımı kabul etmemektedir; koskoca bir “para öncesi tarih” ile, insan formasyonunun yapılandığı “tarih öncesi-zon”u yok sayarak… Halbuki, o zamanlara ait bir “insan” tanımı ve ölçüsü olmasaydı, devlet de, insanlık da var olamaz; para ve piyasa kavramları ise hiç olmazdı. O halde demek ki, antik Grek sitelerinden itibâren ortaya çıktığı düşünülen Batı Medeniyeti, kendiliğinden bir “inisiyasyon” seçilimi ortaya koymuş bulunan “denizcilik” mesleğinin seçip (ayıklayıp) çıkardığı, dolayısile de kendilerini apriori var olmuş (veya yaratılmış) sayan –şizofrenik- bireylerin uygarlığıdır. Çünki –kendileri bilmeseler de- eski denizciler, üzerlerine aperyodik (hatta a-ritmik) impuls ve salınımlar uygulayan rüzgâr ve dalgalara rağmen, sayma(ritm) ve sıralama melekeleri bozulmayan irâdî kişiler olarak seçkinleşmişlerdir; boğularak elimine olanlar arasından… Ve de, kendileri gibi “adam” olanları gözlerinden anlayarak –onlarla- anlaşmışlardır. Onlar, kadîm Mısır uygarlığından gelen bilgilerle yürüyüp gitmişlerdir (ilerlemişlerdir) ama, denizci olmayan insanlardan aldıkları bu bilgilerin nasıl üretildiğini, ve bunları üretenlerin nasıl seçkinleştiklerini, daha doğrusu –ateşin kullanımı öncesindeki- insanlaşma fenomeninin ne olduğunu hiç düşünmemişlerdir. Batılılar, antik Grek sitelerinin kuruluş ve gelişimini, “rekâbet” ve “ticaret”e bağlarlarken, Büyük Piramit’in yapımı zamanındaki Mısır’da, böyle etkinliklerden söz edilemeyeceğini gözden kaçırdıkları gibi, üstelik, başka primatların da rekabet ve ticaretle –ilerde bir gün- insanlaşabileceklerine ihtimal veriyor gibidirler... Yani son tahlilde Batı Medeniyeti, geçmişini (orijinini) unutmuş insanların, şizofrenik bir tutkuyla korudukları son uygarlıktır; ve öngörülemeyen kronik krizlerine de bakılırsa, can çekişmektedir artık... Zira kronik olarak, ve de yeteri kadar insânî değer üretilemediğinde, -beslenmeyle, üremeyle ilgili- hayvânî hazlar, çeşitlenip dallanarak değer kazanmakta, hayvanî hazlara fazla değer atfedildikçe de, “geri insan” popülâsyonunun artmasıyla ve, insanî dejenerasyonla birlikte, yeni değerler yaratmak da zorlaşmaktadır; tıpkı “kasabın yağı fazla gelince, kıçına başına sürermiş (ve bunu moda yaparmış)” meselinde anlatılmak istendiği gibi… Batı uygarlığının sonu, aynı zamanda “Tarihî Devirler”in de sonu demek olacaktır; zira “tarih öncesi-zon”un keşfiyle birlikte geçilmektedir, “tarih sonrası” denilen “sentez” konuma… Bu hususta bizim başlıca rehberimiz, tarih öncesinin “totem”li ve “tabu”lu zamanlarından beri aynı yerde bulundukları için, ateşin kullanımı öncesindeki “insanlaşma zonu” mahrecli geleneklerden, insan seçilimi (inisiyasyon) usûlleri geliştiren Mısırlılar olmuştur; ve olmaktadır. Mısır tapınaklarında, mit’ik tanrılar yanında, çakal veya inek (öküz) gibi totem hayvanların heykellerinin de bulunması, ve de adım (kude) olayından, hem uzunluk ölçü birimi (63,5 cm), hem de Kudüm adında bir “ritm-saz” üretilmiş olması, Mısır ülkesinde “insanî varoluş”un bilincine sâhip (yani şizofrenik olmayan), tüm insanlığa şâmil bir toplumun yaşadığına işaret etmektedir. Zira bu belirtiler, kadîm Mısır’da, insanın “ritmik hayvan” demek olduğunun bilindiğini, ve “inisiyasyon” seçilimlerinin de, “ritm melekesi”nin değerlendirilmesi (rakikliğinin ölçülmesi) sûretiyle yapıldığını göstermektedir. Ki nitekim, bizim orijinal Tarikat sistematiğimizdeki “kademli” sözcüğü de, aynı –insanî- değerlendirmeyi ifade etmektedir… O halde gâyet açıktır ki, Kapitalist Batı Medeniyeti’ni, ve dolayısile de Tarihî Devirler’i aşmak için, her şeyden önce “piyasa malı” olmayan “seçkin” insan tipinin yeniden ortaya çıkarılması (veya ihyâ edilmesi) gerekmektedir; insanlığa kılavuzlamak üzere… Yoksa birbirini –giyimine, kuşamına vs. bakarak- mal gibi gören, ve piyasa zemini üzerinden değerlendirenlerin, insanlığa ufuk açmaları düşünülemez… Bu da demektir ki, hem melekeleri en güçlü –genç- bireyleri objektif olarak seçip ayıklayacaksınız, hem de onları, “mal-mülk” sâhibi veya bedensel (ya da zihinsel) “iş” satıcısı (yani “meslek” mahkûmu) olma durumuna düşürmeyeceksiniz. Çünki bir defa, inisiyatör veya kreatör tandanslı insanlar, ne yapacaklarını bilen, ve de “dur-durak” bilmeden –kronik olarak- çalışan insanlardır. Ve bu yüzden, beslenme ve çiftleşme gibi biyolojik ihtiyaçları da, en sağlıklı ve kestirme yoldan, bir “def-i hâcet” etkinliği olarak giderirler; dolayısile de, bu gibi –hayvanî- hazların abartılı (veya dejeneratif) bir şekilde değer kazanmasına engel teşkil ederler… Kaldı ki bunlar aynı zamanda, hem haset, husûmet ve rekâbet ilişkilerinin yıkıcılığından rahatsız olarak “melekî rezonans” mutâbakatlarının ve bilimsel anlaşmaların rahatlığını arayan, hem de “harc-ı âlem” değerlerle (piyasa değerleriyle) övünmeyi veya gösteriş yapmayı zûl sayan kişiliklerdir. Ve bu şekilde de, -insanlar için- biyolojik ihtiyaçların, atomize edilerek standartlaştırılmasına önayak olacak olan şahsiyetlerdir. Zira böyle –sağlıklı melekelere sâhip yaratıcı- insanlar, “mal-mülk” sâhibi olmayı hamallık gibi, bir konuda uzmanlaşmayı (yani meslek sâhibi olmayı) da, ayaklarına takılmış pranga gibi görür veya algılarlar. Çünki onlar “biyolojik tüketim” hayalleri kurmadıkları gibi, daima, gerekli gördükleri ve/veya ilgi duydukları konularda düşünmeyi ve çalışmayı severler; ve de verimli olurlar…

Devlet Kurmak için, Önce “Devlet Adamı” Çıkarmak Lâzımdır…

İnsan davranışları nasıl, alışkanlıklar ve beceriler ile, bunların yaratıcı ve terbiyecisi işlevindeki sayma (ritm) ve sıralama melekelerinden teşekkül ediyorsa, bir devlet de, fonksiyoner daireler (sektörler) ile, bunları ihdâs edip geliştiren bir “eğitim-seçilim” sistematiğinden müteşekkildir. Yani bir bakıma “devlet”, melekelerinin olgunlaşmasıyla “birey (adam)” olmuş bir insanın, toplum üzerindeki projeksiyonu, veya izdüşümüdür. O halde bir toplumda “devlet”ten söz edebilmek için, her şeyden önce o toplumda “birey” insanın teşekkül etmiş olması gerekmektedir;ki onun için de, her toplumdaki en gelişmiş bireylere “Devlet Adamı” demek, gâyet uygun bir tanımlamadır. Ama bir devlet, toplumdaki –inisiyatör veya kreatör olarak- en gelişmiş bireylerini seçip yükseltemediği taktirde de, bir zulüm aygıtına dönüşür tabii ki… Bu tanıma göre devlet, kapitalizmden de, hatta bütün dinlerden de önce teşekkül ettiği gibi, “devlet adamı” da, “mal-mülk” sahipliğinden ve dindarlıktan münezzeh bir gerçeklik olmaktadır. Hatta insan sûretindeki “tanrı” kavramını da, ilk devlet başkanlarının icat ettiği (kurguladığı) söylenebilir; totemleri müteakiben… Ki buradan da, “devlet” karakteristiğinin, devlet adamlarının hânedanlardan –kayırma usûlüyle- seçilmesi neticesinde bozulduğunu çıkarabiliriz. Ataerkil verâset hukûkunun ortaya çıkmasıyla birlikte oluşan hânedanlar, aynı zamanda insan (yönetici) seçilimini de genetik verâsete bağlayınca, -oluşan menfi seleksiyon yüzünden- devletler de yozlaşmış, ve buna derman olmak üzere de, kâhinlik, peygamberlik, azizlik vs. gibi sıra dışı (metafizik) seçkinler zuhûr etmiştir. Çünki o zamanlar, beceri ve huyların babadan oğula geçtiği müşâhade edilmiş olsa da, insanî kaliteyi belirleyen melekelerin, anadan bebeğe –bir rezonans olayı şeklinde- intikal ettiği düşünülemiyordu bile… Kaldı ki ataerkil hânedanlar düzeninde (ataerkil toplumda), kadınları âtıl bırakmak sûretiyle, insanların melekelerini de mahvediyorlardı; bir yandan… Devletler artık hânedanlardan (asâlet seçkinciliğinden) kurtuldu ama, bu sefer de “genetik verâset”le süren kapitalist aileler musallat oldu devletlere… Demokratik dedikleri rejimlerde yapılan seçimler sâdece, sermayelerin el değiştirmesinden başka bir işe yaramamaktadır. Ve böylece de, kazanç (kâr) çılgını olmuş “piyasa malı” insanlar, seçkinliklerini devam ettirmektedirler. Demek ki esas mesele, hânedanlar döneminin mahsûlü olan Aristo Mantığı’ndan ve Aristokratik (Akademik) eğitim zihniyetinden kurtulmak noktasında düğümlenmektedir. Yani çömez yetiştirip seçkinleştiren –kolonyalist- Aristo Akademyası yerine, Pisagor’un inisiye adam seçerek bilgilendiren “Bilim Tarikatı”nı ikâme etmekle beraber, -mutlak eşitliğin olamayacağı bilinciyle- herkese eşdeğer oy kullandırılarak yapılan seçimler yerine, “nitelikli oy” kullanılan seçimlere geçilmelidir. Paradoksal Aristo mantığı ve mentalitesinden kurtulunca, sıra dışı bir varlığa (tanrıya) tapınmanın –ve niyaz etmenin- akla ziyan bir davranış olduğunun idrâkıyla birlikte, meditasyon tekniklerinin başlıca eğitim dalı hâline gelmesi de kaçınılmazdır. Zira meditasyon (içe bakış) hallerinin gerçekleştirilebilmesi ile, matematiksel mantığın (ve bilimsel teorilerin) öğrenilebilmesi arasında sıkı bir ilişki vardır; melekelerden mütevellid olarak… Aslında insanlığın bugünkü inhitâtının başlıca âmili, bilimde dallanmanın ve uzmanlaşmanın artmış olmasıdır. Çünki teorik düşünceye (bütüncül görüşe) sahip olmayan uzmanlar, bir şey (buluş) yaptıklarında, neyi bozduklarını fark edemeyen, ve de buluşlarını sâdece piyasa (mallık) değeriyle ölçen insanlardır. Ve bundan dolayı da, kapitalistlerin çok işine yaramaktadırlar; değerli bir metâ olarak… O halde yüksek tahsil aşamasında öğrencilerin, öğrenime başlamadan önce (veya birlikte), meditasyon yapabilecek ve matematiksel mantıktan anlayabilecek kapasiteye (meleke gücüne) sahip olup olmadıklarının test edileceği, veya değerlendirilecği bir “inisiyasyon” seçilimi şarttır. Böyle bir seçilimin, sâdece öğretmenlerle öğrenciler arasında geçen bir sınav (eliminasyon) biçiminde olmayacağı, aynı zamanda öğrenciler arasındaki –melekî rezonanstan mütevellid- sempati ilişkilerinin de değerlendirilmesi şeklinde gerçekleşeceği tabiidir… Zaten, Bizans’ın fethinde gerçekleştirdiğimiz –orijinal- Tarikat Sistematiği’nin yapısı da böyleydi: Herkese açık zâviyelerde –yapılan ritmik âyinlerde- melekeleri sağlam kademli (inisiye) bireyler devşirilir, ve sonra da bunlar, kabiliyet ve arzularına uygun postnişinlerin bulunduğu Dergâh’lara gönderilirdi; rahle-i tedrîs için… Yani zaviyeler bir bakıma –adam gibi adamları süzen veya ayıklayan- “insan rafinerisi” gibi bir şeydi aslında… Ancak ne var ki, devlet başkanlarını çıkaran hânedanlar saltanat tesis edince, dergâhlar –genellikle- çömez (mürid) yetiştiren Aristo Okulu (Akademya) hâline dönüştüler; zâviyelerin de köy ibâdethâneleri şekline dönüşmesiyle birlikte… Oysa Osmanlı, Balkanları ve Konstantiniyye’yi fethederken bile, Zâviye ve Dergâh’lar esas işlevlerini görüyorlardı. Mesela Orhan Gazi’nin, Geyikli Baba’nın zâviyesine yaptığı ikmâl ile, II.Murat’ın Hacı Bayram’ın dergâhına sağladığı imkânlar pek meşhurdur. Zaten Balkan fütuhâtında Devlet’in, açılan her zâviyeye –âdeta- “açık çek” verdiği de, tarihî kayıtlara geçmiş bir vâkıadır. Ama bu “açık çek”ler, sâdece tasarruf (kullanım) ve harcama için verilmekte, yoksa hiçbir biçimde, şahsî “mal-mülk” birikimine tahavvül edilememekteydi. Bu “açık çek”ler, hiçbir amaca mâtuf, ve piyasa taleplerine mahkûm olmadan, devletin –doğrudan- yaratıcılığa yaptığı yatırım demekti. Bu tutum aynı zamanda, insanlığın başlangıcındaki –insanımsıların, totem bitki ve hayvanlarca karşılıksız beslendiği- tabulu totemci zon’a tekâbül etmekteydi; ki ritmik hareketlerin (âyinlerin) meleke kesbetmesiyle, insanlar orada “birey”leşmişlerdi. Totemci (tabulu) dönem aynı zamanda, fauna yaratığı (primat) olmaktan çıkılıp, “piyasa malı” hâline gelininceye kadar süren –ve lineer zaman kavramının da oluştuğu- bir zaman aralığı, daha doğrusu zamanlar üstü bir “zon”du; çünki insanlaşma (bilinçlenme), her zaman ve her devirde yaşanan bir oluşumdu… Bazı seçkin insanlara Devlet’in “açık çek” vermesi geleneğinin Osmanlı’da 16.Yüzyılın başlarına kadar sürdüğü söylenebilir. Çünki atalarımdan Molla Gürani’nin ölümünden sonra –vasiyeti üzerine- bütün borçlarının II.Beyazıt tarafından, “beyt-ül mâl” dan ödendiği bilindiği gibi, Yavuz Sultan Selim zamanında İmam-Sultan olan büyük dedem Melâna Bekdaş Efendi’ye de, Mekke ve Medine’ye donanım ve yardım götüren Surre Alayı’nın tüm varlığı üzerinden tasarruf ve harcama yetkisi verilmiştir… Osmanlı Devleti’nin “ebed-müddet” iddiasını kaybederek inhitâta geçmesi, piyasa kurnazlığını düzenleyip savaş zorbalığına –babasının birikiminden- yatırım yapan Kânûni zamanında başlamıştır. Zira Kânûni, kapitalizmin kurallarıyla kapitalistlere savaş açmak gibi bir çıkmaza saplanmıştır; “ehl-i tarik”in fütuhât yolundan çıkarak… Netice itibâriyle denilebilir ki, bir ülkede gerçek (ölümsüz) devlet varsa, o ülkedeki kademli ve/veya liyâkatli insanları –mal, mülk sahipliğinden bağımsız olarak- seçer ve yükseltir. Diğer taraftan, bir ülkede –liyâkatli- adam (birey) varsa, o bir “devlet nüvesi”dir aynı zamanda… O halde, “devlet” ile “adam(birey)” münasebetleri, kesinlikle piyasa (kapitalist) ilişkilerinin hâricinde tutulmalı, ve dolayısile de, “adam(birey)” olarak seçilime uğrayanlar, harcama ve tasarrufları için “açık çek” sahibi olsalar da, hiçbir zaman “mal-mülk” ve “vâris” sahibi olmamalıdırlar. Yani bir devlet, kapitalizm ideolojisinden bağımsız bir gerçek (orijinal) devlet olabilmesi için, piyasada “mal-mülk” karşılığı bulunmayan (yani piyasa malı olmayan) “seçkin”liği gerçekleştirebilmelidir… Böyle bir yaşamı hak eden ve özleyen gerçek “seçkin” insanlar, tarihî devirleri kapatacak ve “yeni Dünya”yı kuracak olan “yeni insan”lardır; ve de bugün, bütün ülkelerde, kapitalizmin zulmünden aynı derecede –eziyet- çekmektedirler. İşte, insanlığı “kapitalistler” sultasından kurtarmak için birleşmesi gerekenler –işçiler değil- bu adamlardır… ADAM OLANLAR, YENİ BİR DÜNYA İÇİN, BİRBİRLERİNİ BULMALI VE BİRLEŞMELİDİRLER!...

Batı Uygarlığının Şizofrenik Zihniyeti (Kapitalizm), Behemahal Aşılmalıdır:

Bugün tüm devletler, “devlet”in ve “birey insan”ın tanımını yapamayan, yani bunların oluşumunu unutmuş olan, şizofrenik bir zihniyet tarafından işgal edilmiş durumdadır. Yani Kapitalizm ideolojisi, insanları “piyasa malı” olmaya mahkûm ederek, Dünya çapında bir zorbalık düzeni kurmuştur; orijinal fikirlere sansür, mütefekkirlerine –ekonomik- ambargo uygulayarak, insanlığı felâkete sürüklemek üzere… Çünki, melekeleri güçlü yaratıcı (insiyatör veya kreatör) insanlara kapitalizmin yaptığı eziyet (zulüm) yüzünden, insanlık rehbersiz kalmakta, dolayısile de toplumların ekseriyeti, antik devirlerde yaşamış önderlerin (peygamber, aziz vs.) fikirlerine –dogmatikçe- takılıp kalmaktadır. Böyle, dogmalara takılmış halkların, güdülüp sömürülmesi de çok kolay olmaktadır; kapitalistlerce… Hânedanlar öncesindeki kadîm uygarlıkların kurucu babaları olan ilk “tanrı-kral”lar, daha sonra da peygamber ve azizler, muayyen zaman ve mekân kesitlerinde yaşamış yalnız insanlar olduklarından, arkadaş veya baba olarak muhayyel –ideal- varlıklar (tanrılar) vehmedip onlarla konuşmuş, ve de kendi seçkinliklerini, onların (tanrıların) tercihleriymiş gibi göstermiş olabilirler. Bu mitolojik süreç, insanlığın çocukluk dönemidir aslında… Ama daha sonraları, herne kadar fikrî gelişimler ve bilimsel buluşlar ilerlemiş olsa da, fikir ve bilim adamları, -insanın oluşum zonunu bilmediklerinden- mitolojik zeminden (veya paradigmadan) kurtulamamış, ve de kendilerinde bir “metafizik seçkinlik” vehmetmeye devam etmişlerdir. Ki böylece de, dindarlarla ve –kendilerinin işe yarar çalışmalarını ödüllendirmeye hazır- kapitalistlerle zımnî bir mutâbakat hâlinde kalmışlardır. Oysa, melekeleri olgunlaşmış birey (adam), objektif seçilim kriterleriyle ortaya çıkarıldığında, bu “birey” insanlar, dindarların teveccühlerinden de, kapitalistlerin (piyasaların) taleplerinden de (satın alımlarından da) bağımsız olarak bir araya gelip, objektif (bilimsel) fikirler –ve onların öncelikleri- üzerinde anlaşabileceklerdir. Ve böylece de, mitolojik devirlerin son aşaması olan peygamberler (dinler) devri de son bulacaktır; hem de İncil’deki müjdeye, yani “İsa Mesih, tarihî devirlerin sonunda, hem Doğu’dan, hem de Batı’dan –birçok adam olarak- Dünya’ya avdet edecektir” mealindeki kehânete uygun olarak… Tabii bu “peygamber gibi” insanların, -“inisiyasyon” seçilimi sistematiğinden sonra- yapacakları ilk iş, melekeleri muhtel insan popülâsyonunu azaltmak için, ciddi (bilimsel) bir doğum kontrolu üzerinde anlaşmak olacaktır. Sonra da, biyolojik ihtiyaçların sistemli bir şekilde basitleştirilip standardize edilmesi husûsunu gündemin ilk sırasına taşıyacaklardır. Ve böylece de insanlık, yatay büyüme (çoğalma veya şişme) yerine, dikey (kalitatif) ilerleme veya yükselme rotasına girmiş olacaktır. Ki bu da aynı zamanda, genlerini sürdürmek için –hayvanlar gibi- yaşayan “biyolojik insan” tipinin tedrîcen likide edilerek, yerine, fikirleriyle, eserleriyle kalıcı (ölümsüz) olmak isteyen “birey insan” tipinin geçmesi, ve dolayısile de, bir nevi “insan çobanlığı” olan Kapitalizm’in son bulması demektir; Dünya nüfusunun asgarîye çekilmesiyle birlikte…

Bugün, Küresel Kapitalizm denilen gayri insânî ideoloji, “suçüstü” yakalanmıştır artık… Zira bu rejimin şampiyonları olan Batı ülkeleri, ekonomik krizler sarmalında debelendikleri halde, hiçbir fikrî gelişme gösterememektedirler. Ki bu da, o ülkelerdeki fikir adamlarının nasıl bir baskı altına alındığının, veya –çıkışı olmayan kör- bir labirentin içine sokulduğunun ispatı olmaktadır. Bu ispatı yapmak ve Batılı aydınlara çıkış yolu göstermek görevi de, Hristiyan Roma İmparatorluğu fâtihlerinin –fethin esaslarını unutmamış- torunları olan bizlere düşmektedir tabiatıyla… Onun içindir ki, Küresel çapta şimşekleri üzerimize çekmekte, ve de ekonomik ambargo ile birlikte “sosyo-politik” tecrit altına alınmaktayız. Emperyalistler bu işi, biri sağcı, diğeri solcu görünümlü olan iki “maşa”sı vâsıtasıyla gerçekleştirmeye çalışmaktadır; ki bunlardan sağcı olanı Alparslan Türkeş ile Milli Hareket Partisi, solcu olanı ise Doğu Perinçek ile Vatan Partisi’dir… Alparslan Türkeş’in, CIA’nın “soğuk savaş” taşeronu olduğu herkesçe mâlûmdur; hocası Nihal Atsız’ı, safdışı bıraktığı günlerden beri… Kaldı ki, öldükten sonra yabancı ülkelerin bankalarında çıkan yüklü “gömü”sü de, bunu teyit etmektedir… Doğu Perinçek’in ise, babası Sadık Perinçek tarafından, “sen topal değilsin, büyüyünce iyileşeceksin” gibi telkinlerle yetiştirilip, “gerçeklerden kopuk bir inancın da yaşayabileceği, yaşatılabileceği” şeklinde bir “idefiks (saplantı)” sâhibi yapıldığı, ve dolayısile, talep edilen (veya sipâriş verilen) her fikre –keskin dönüşlerle de olsa- hizmet edebilen bir “kripto” yaratık hâline getirildiğini de bilenler bilmektedir. Nitekim D.Perinçek’in, -yaptığı tüm politik atraksiyonlara rağmen- hiç eksilmeyen (hatta artan), ve on yıllardır dönüp duran büyük bir “döner sermaye”ye hükmetmesi de, bunu teyit etmektedir… Bu husustaki, “…halkımızın gönüllü katkılarıyla…” masalı, sâdece ütopist küçükburjuvaları kandırmakta işe yaramaktadır… Bu emperyalist maşaları, “şeytan taşlama ritüeli” anlamında “anti-emperyalist”tirler; hem onlarla olan ilişkilerini gölgelemek, hem de muarızlarını “emperyalist işbirlikçiliği”yle itham edebilmek için… Beni, “emperyalist işbirlikçiliği”yle itham edemiyorlar; hiçbir “gömü”m olmadığı için… Ama bu sefer de görmüyorlar, duymuyorlar, göstermiyorlar, duyurmuyorlar; toplumun dinamik kesimlerini (örneğin gençliği) kandırabildikleri için… Ve böylece de, aslında kendilerinin “emperyalist işbirlikçisi” olduklarını ispatlamış bulunuyorlar; anti-kapitalist fikriyâtımı, önemli tarihî şahsiyetler olan atalarım vâsıtasıyla, gerçek tarihimize oturttuğum halde, bunu görmezden gelerek…

Türk gençliğinin, ömrü boyunca kanıksamadan (genç) yaşayarak, “insan”ın oluşumunu, ve fâtihân atalarımızın bununla ilgili mefkûresini ortaya çıkarmış bulunan benim gibi bir aktivist-bilimci’yi, taktir ve tâkip edeceğini umuyor, ve de TÜRK OLMAK, ADAM OLMAKTIR diyorum… Ama her şeyden önce, adamlığımızı göstermek, ve teröre karşı, terörize veya paralize olarak esir düşmemek için de, fâtihân atalarımızın “tarih öncesi-zon”a indeksli inisiyatifini iyi anlamamız gerektiğini düşünüyorum…

Gençler!.. İçinizdeki inisiyatör ve kreatör tandanslı bireyleri öne çıkararak, ilerlemeye ve değer yaratmaya başlamazsanız, gerici iktidarlar, fâtihân atalarımızın yâdigârı toprakları yabancılara tezgâhlamaya, etnik gruplar da –yoğun bulundukları yerlerde- özerklik talep etmeye devam edecekler, ve de birbirleriyle kâh anlaşıp kâh didişerek, ülkemizi mahvedeceklerdir; bunu iyi anlayın, ve de uyanın!..

Ali ergin güran: 15/08/15