Kapital’i Açıkça Tanımladığımızda, Kapitalizm Bitecektir; Zira İlk “Anti-Kapitalist”ler, Fâtihân Atalarımızdı…



Sosyo- ekonomik şartlar veya yaşam tarzı, kişinin bilincini belirler. Ama hiçbir yaşam tarzı da, “biyolojik bünyede şartlı refleksler oluşturmak”  kadar belirleyici ve kalıcı olamaz. Emek vererek “ücret” veya “kâr” kazanmak (ve/veya beklemek) şeklindeki şartlı refleksler ise, insan bünyesinin edinmiş olduğu en köklü alışkanlıklardan olması hasebiyle, kişiyi “piyasa malı” hâline getiren bir yaşam biçimini belirler. İnsanın melekelerini dumûra uğratıp, düşünme (ve otokritik) kabiliyetini ve bilincini yok eden bu yaşam tarzının veya alışkanlığının, “Pavlov’un köpeği”ninkinden hiçbir farkı yoktur; ki dolayısile de, en ufak bir aksamada insanı deli eder; köpeği çıldırttığı gibi… Aslında, bu tür yaşam tarzını, genel bir ifadeyle, “başarmak ve ödüllendirilmek” şartlı refleksi olarak tarif etmek mümkündür. Ki bu şartlı refleks de, ister üretimde, ister eğitimde olsun, insanların (insanlığın), düşünce ve davranış olarak bir klişenin içine sokulması veya hapsedilmesi anlamına  gelmektedir. Dolayısile, sözkonusu klişeyi açmaya (aşmaya) mâtuf olmayan her –muhâlif- fikir de, aslında, mistik zırvalamalardan, veya  “Pavlov köpeği”nin, karşılanmamış (veya geciktirilmiş) beklentilerinin tezâhürü olan ulumalarından farklı bir anlama gelmez… Demek ki aslında, faunasını aşmış bir primat olan “insan”, kapitalistler tarafından tekrar tekrar yeni faunaların içine hapsedilmek istenmekte, ama her seferinde de, çıkan kriz ve savaşlarla –büyük zâyiâtlar verilerek- bu “fauna” klişeleri parçalanmaktadır. Yani kapitalizm aslında, insan bilincinin ürünü ve insan irâdesi tarafından kontrol edilebilir olan bir rejim değil, şahsî “gömü” sâhibi zâlimlerin, korsanların yarattığı geleneklerle sürüp gelmiş, ve bilimsel tanımı bile yapılamamış bir hengâmedir. Bu düzen bir bakıma, ölüp ölüp dirilen, daha doğrusu, devletler tarafından –halkların paralarıyla- diriltilen, ve de “vampir”  gibi tahayyül edilebilen bir sömürgen yaratıktır. Zira “devlet”  karakteri de, sözkonusu kapitalist zihniyet tarafından çarpıtılmıştır. Ama her şeye rağmen, insanlığın oluşum süreci bilince çıkarılıp “artı-değer” ve  “devlet”  kavramları anlaşıldığında, ezeli ve ebedî bir düzenmiş gibi lânse edilen “kapitalizm” canavarından da,- kalbine kazık çakılmak sûretiyle- ebediyen kurtulunabilecektir… Hayvanların doğal yaşam alanlarında (faunalarda), arzedilen –ot veya et türü- yem miktarı, “talep”i ve talepçi sayısını belirler. Faunalarda talep (talepçi) arttırılmak sûretiyle arz’ın arttırılabilmesi mümkün değildir. Arz’ın arttırılabilmesi, -tek- bir primatın faunasında, ancak ve yalnız, talepçinin kalite kazanmasıyla (insanlaşmasıyla), yani “kozmik emek”in devreye girmesiyle mümkün olabilmiştir; ki bu da aynı zamanda, yeni arz (değer) çeşitlerinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Yani “emek = iş + kozmik emek” formülünden hareket edersek, önce ritmik hareketlerin meleke kesbetmesiyle başlayıp, “zaman” ile “mekân”  kavramlarını ve ölçülerini yaratarak insânî kozmosu (âlemi) inşâ etmeye başlayan “kozmik emek”, aynı zamanda araç üretmenin yolunu açmış, ve dolayısile de kantitatif üretim (mal ve hizmetler) yapmaya yarayan “iş” emeğini doğurmuştur; diyebiliriz. Mesela, ateşin kullanılabilmesi için, sayma(ritm) melekesinin yani “zamanlama yetisi”nin muayyen bir olgunluğa gelmesi gerekmiştir. Kaldı ki, “el”lerin tam anlamıyla bir üretim aracı hâline gelmesi bile, “sayma-sıralama” melekelerinin belirli bir erginliğe erişmesiyle (görülen cismin seyredilip resmedilebilmesiyle), yani sayısal “ölçü” kavramından önce, “el kararı” ve “göz kararı” denilen ilkel ölçümlerin (kıyas kaabiliyetinin) ortaya çıkmasıyla mümkün olabilmiştir.  İşte bu şekilde “doğal arz”ın üzerine ilâve edilen üretim ve üretim araçlarının tümüne biz, “artı-değer (kapital)” demişiz… Yani kapital (artı-değer), insan emeğinin, kozmik emek (meleke faaliyeti) olarak ortaya çıkıp, üretim araçlarını ve “iş” emeğini doğurmasıyla vücut bulan bir değerdir.  O halde demek ki, arz’ın arttırılması ve arttırma kapasitesi (üretim araçları) şeklinde ortaya çıkan “artı-değer(kapital)”in bir kısmı, “talep”i veya talepçi sayısını arttırmada kullanılsa da, muayyen bir kısmının “kozmik emek” etkinliği (yani yaratıcılık ve kalite arttırımı) yatırımında kullanılması şarttır. Yoksa, insanlaşma disiplini bozulacağından, tüketici kredileriyle talep artışı pompalansa dahî, uzun vâdede “arz”ı  arttıramayacak ve sistem çökecektir. Çünki insanlar, sâdece muayyen malların üretimi için çalıştıklarında, nüfus artışıyla birlikte psiko-sosyal bunalımlara yol açacaklardır; katma değer yaratmayan lezzet ve şehvet düşkünlüğü  ile beraber, açlığa da sebep olacakları için… Başka bir deyişle, “kozmik emek” etkinliği zayıfladığında, toplumu bir arada tutan ve ilerleten ritmik rezonans, –ondan mütevellid- empati ve rasyonalite kaybolacak, ve dolayısile de ortaya, içgüdüsel tüketim taleplerine rücû ederek perspektiflerini daraltan, ve  hayvanî bir rekabetle birbirlerini yiyen mahalli iradeler çıkacaktır. Ki nitekim, “kapitalist demokrasi”lerde, vaad edilen “bireysel özgürlük” kavramının muhtevâsı, “lezzet kompleksleri ile seks fetişleri icat edip, talepi ve arzı arttırarak, -ekonomiyi büyütmekle birlikte- daha büyük piyasa malı hâline gelme özgürlüğü” anlamına gelmektedir. Ve piyasaların (borsaların), psikolojik dalgalanmaları ve krizleri de, bununla ilgili olarak patlak vermektedir tabii… Bu dalgalanma ve çöküşleri, bir nevi “tanrısal (veya rûhî) otonomi”nin, hikmetinden sual olunmaz cilveleri diye yorumlayan kapitalist mentalite aslında, insan aklına bile ipotek koymaya kalkan şizofrenik Batılı zihniyetidir. Ki bu zihniyet aynı zamanda, öngörülmeyen kitlesel eğilim ve olayları, tapınılası (ve yakınılası) bir tanrı mitinin hikmetine bağlama konformizmine sahip, “dindar” kafasıyla da örtüşmektedir… Oysa burada sözkonusu olan fenomen, insan denilen hayvanın –yemini arttırmak sûretiyle sayısını çoğaltmak anlamında- faunasını genişletmek olayı değil, insanın, kendini hayvanlıktan sıyırmakla birlikte, faunalardan, ve de “eko-sistem”den ayrılması veya yükselmesi meselesidir. Ki bu yükselişte, hem krizlere girilmeden, hem de değişimlere adaptasyon sağlanarak ilerlemeyi gerçekleştirecek bir optimum hızı bulmak içinse, “kozmik emek/iş” oranını takip etmek yeterlidir… Ama toplumların –tekrar tekrar- faunalaşmaması, ve krizlere girmemesi, insanların kalıcı şartlı refleksler (alışkanlıklar) edinmemesiyle mümkün olabileceğinden,bu yolda insanlığa rehberlik edecek seçkin bireylerin, piyasadaki “arz-talep” kıskacının dışında tutulmalarını gerektirmektedir. Yani kapital sahipleriyle birlikte, “iş” satarak geçinen bütün emekçiler de birer “piyasa malı” olduklarından, kısır “alış-veriş” ilişkilerine gömülmüş bu insanlardan, insânî tekâmüle dair fikir ve kararlar beklenemez; dolayısile de, toplumun gelişmesi için, “mal” olmayan insanlara ihtiyaç duyulur. Ki bu da, sayma(ritm) ve sıralama melekeleri güçlenerek, hayvanî  refleksleri kontrol edebilecek hâle gelmiş bulunan “kozmik emek” sâhibi seçkin kişilerin, “iş” karşılığı beklenmeksizin finanse edilmesi demektir. Bu olay, insanlığın başlangıcındaki, ritmik tepinme şeklinde çabalayarak heceleme (söz), katlı frekanslardaki sesler (müzik) ve katlama veya katetme birimleri (ölçü) denilen beceri ve kavramları yaratmış bulunan ilk yaratıcıların, totemler ve tâbîler tarafından –karşılıksız- beslenmesi olayının, dolayısile “devlet oluşumu” fenomeninin günümüze projekte edilmesinden başka bir şey değildir aslında… İşte “artı-değer(kapital)”in esas yaratıcıları bunlardır; ve de başlangıçtaki, zirâi  veya  gıdai arz artışı, bunların mârifetiyle sağlanmıştır. Hatta bir takım cafcaflı taşların (calcul), ve giderek gümüş veya altın’ın, para (mübâdele aracı) olarak değer kazanması bile, melekeleri güçlenmiş bu kişilerin, kararlı hâle gelmiş “insânî görüş (estetik)” algısından kaynaklanmıştır. Kaldı ki, matematiksel (bilimsel) mantığın temel elemanları olan sayılar dahî, ordinal özellikleri sayma(ritm), kardinal özellikleri ise sıralama melekeleri vasıtasıyla yaratılmış kavramlardır…  O halde demek ki, her “artı-değer”in, tahvil edilebilir (convertible) hâle gelinceye kadarki oluşum sürecinde, tulumbadan su çekmek için dökülmesi gereken bir maşrapa su gibi  –karşılıksız- bir cüz’î  yatırım desteğine ihtiyacı vardır. İşte devletlerin yapmaları gereken başlıca –varoluş- görevleri, bu “can suyu”nu dökmektir; yoksa, birbirini yiyerek iflâs eden kapitalistleri, halkın parasıyla kurtarmak değil… Zira bu teşbihle gâyet güzel anlaşılmaktadır ki, tulumbayla havuza gerektiği kadar taze veya yeni su (yani değer) katılmadığı taktirde, kapitalistler, mevcut suyu geri dönüşümlü kullana kullana pisletip azaltarak birbirlerini yiyecekler, ve sonunda da, devleti bir soygun (ve zulüm) aygıtına dönüştüreceklerdir. Büyük kapitalistlerin ihdâs ettikleri “araştırma-geliştirme (AR-GE)” fonları da, bir “kozmik emek” yatırımı olarak düşünülemez; zira o çalışmalar, şu veya bu şekilde kapitalistçe beklentilere, veya gizli taleplere indekslidirler… Mesela insanları (gençleri), geleneksel aile kurumu dışında, kadîm zamanların tabu’lu panteist (şâmanist) topluluklarında olduğu gibi bir araya getirerek, onların rûhî (ve mental) gelişimini izlemek ve ölçmek yerine, abartılı (kışkırtıcı) bir şekilde geliştirilen telekomünikasyon araçlarıyla onları sanal oyunlara ve oyunbazlığa, yani “vâsıtalı refleksif ve cinsel etkileşim”e sürüklemek, vahim bir hatâ olmuştur; ve olmaktadır. Çünki bir defa, böyle bir iletişim, insanları melekî rezonansa sokan ve onlarda “empati” anlayışını geliştiren bir komünikasyon değil, tam tersi olarak, onları hayvânî (refleksif) didişmelere mahkûm eden bir “asosyalleştirme” olayıdır. Kaldı ki bu gidişât, insanları güden, ve onların beynini yıkayan bir –kapitalist uşağı- sanal (elektronik) merkezin oluşmasına da yol açabilecektir. Onun içindir ki, genç insanları, yeniden ritmik rezonansa (duygu birliğine) sokmak üzere,  “tarih öncesi-zon” şartlarında (kulüplerinde, yurtlarında) bir araya getirmek gerekmektedir.

Ebedî Devlet İçin, İlk Yatırım, Kademli(İnisiye) İnsan Seçilimine Yapılmalıdır!

Kapitalist düzende piyasaların talep ettiği (yani piyasa malı olabilecek) gençler, bilgi, ses, güzellik vs. yoklamaları veya yarışmalarıyla, ve de uzman veya otorite (yani önyargılı) kişilerden müteşekkil jüriler mârifetiyle seçilirler. Buradaki amaç, “insânî değerler” piyasası içinde, eksilen değerler yerine, yenilerini koyarak rekâbeti canlı ve dengede tutmaktır. Ama kapitalizmi aşacak bir düzenin tesisi için -melekeleri güçlü olanları ayıklamak üzere- gençlerin, “inisiyasyon” seçilimine tâbi tutulmaları gerekir. Kademli (inisiye) insan seçilimi, kapitalistlerin “eleme” usûlüyle yaptıkları sınav veya yarışmalar gibi ayrımcı (ötekileştirici) değil, tam tersine, birleştiricidir. Çünki bir defa, seçilime uğrayanlar, aralarında biyolojik menfaat ilişkisi bulunmayan gençlerden müteşekkil –panteist- gruplar içinden, sempati odağı hâline gelmek sûretiyle, insanların serbest tercihleriyle seçilmekte, sonra da “inisiyatör” veya “kreatör” olarak seçilenleri kılavuz edinmek, herkesin gönüllü kararına bırakılmaktadır. Yani inisiyasyon seçiliminden sonra –dahî- kimse dışlanmamakta, bilâkis herkes “toplumsal hayat” yolundaki sırasını öğrenmekte ve kabullenmektedir. Dolayısile de, bir grup insanın ritmik rezonans bazında birleşmesiyle ortaya çıkan ruh (anlayış ve zihniyet birliği), insanlığa yepyeni değerler kazandırabilmektedir…  Ayrıca, “tarih öncesi”nin tabu’lu –kardeş-  topluluklarına benzer şekilde oluşturulacak, dolayısile de nisbet (gösteriş) ve rekâbetin yanlış (ayıp) sayılacağı gençlik gruplarının içinden, sempati odağı hâline gelerek selekte olacak bireyler, çevrelerine “insan” örnekliği yapabileceklerdir. Kozmik emek kaynağı olan insanlar önce (gençliklerinde), -örneğin- ortak mekânlara sâhip kız ve erkek talebe yurtlarındaki aktiviteler içinde seçilime uğrayacak, sonra da “doktora” derecesine mâtuf -bilimsel ve sanatsal- çalışmalarındaki konuları (problemleri) kendileri seçip, üniversite profesörlerini sâdece danışman (adviser) olarak kullanacaklardır. Dünya çapında –orijinal- bir tez kabul ettirip, problem çözdüklerinde de, Devlet garantisinde açık çek sahibi “seçkin kişi” statüsü kazanarak, her türlü (ve alanda) çalışma özgürlüğüne sahip olacaklardır. Ama “açık çek”lerini sadece tüketim ve kullanım için tasarruf edebileceklerinden dolayı, hiçbir zaman, kendilerini de, yakınlarını da mal-mülk sahibi yapamayacak ve miras bırakamayacaklardır… Ayrıca bu insanların, devam mecburiyeti olmadan, “tabii senatör”lük gibi bir statü içinde, TBMM’nde yer almaları da tercihe şâyândır… Bu seçkinler, farz-ı muhâl tüketim çılgınlığına kapıldıklarında ise, yaratıcı faaliyetlerinin (fikir ve eser üretimlerinin) kesintiye uğradığı tespiti, diğer seçkinler tarafından kolayca yapılabileceğinden dolayı, derhal öğretmen statüsüne indirgenip, akademik emsallerine uygun bir maaşa bağlanabileceklerdir. Çünki, melekeleri etkin olan bir kişinin, sürekli olarak problem bulup (keşfedip) çözme, ve tasarım yapma eğilimi içinde olacağı husûsu, tüm “seçkin”lerin mâlûmudur. Zaten onlara “açık çek” verilmesinin esas sebebi de, para kazanmak için kapitalistlerin ısmarlama işleriyle uğraşarak zihinlerini meşgûl etmemelerini, dikkatlerini dağıtmamalarını sağlamaktır… Buradan kolayca anlaşılabilir ki, bir ülke veya toplumdaki “kozmik emek” kaynağının potansiyeli, ancak “seçkin kişi” sayısıyla ölçülebilir. Ondan sonra da, yaratılan eserlerin (buluşların) piyasada değer kazanması süreci izlenerek, insanlığın optimum ilerleme hızı tespit edilebilir…

Biz Bizans’ı, Şahsî Mal-Mülk Tanımayan Tarikat Umdeleriyle Fethettik:

Biz “evlâd-ı fâtihân” Türkler, Kânûnî’ye kadar, şahsî mal-mülk nedir bilmedik. Bizim için “mal”, elyâk evlâd tarafından idâre edilen vakıfların “döner sermaye”si, “mülk” ise, Mîrî  arâzi üzerindeki “kiracılık tasarrufu” demekti. Şâyet Tarikatçılık –yozlaşmayıp da- gerçek  bir seçilim ve sıralanma anlayışı olarak devam ettirilebilseydi, bugün de Dünya fütuhâtına devam ediyor, ve/veya Dünya halklarına önderlik yapıyor olacaktık. Onun için, devletimizi yeniden kurarken “fetih” âyarlarımıza dönmeli, ve de atalarımızın Rum ve Ermeni şehirlerini meteliksiz (hatta cepsiz) urbalarla ve tahta kılıçlarla –gönülden- fethettiklerini hatırlamalıyız. Ve de onların, etnik veya dinsel mensûbiyet duygusuyla bir araya gelmiş (getirilmiş) gerzekler gürûhu olmadığını iyi anlamalıyız. Bundan dolayı da başlangıçta, yerli halkların onlara “deli” gözüyle baktıklarını  unutmamalıyız; herne kadar, hânedan tarihçileri, halkları gönülden (ve zihinden) fethetmiş olan –sivil- fâtihlerimizi “maddi güç” saymayıp, onları, metafizik güçlere sahip mistik dindarlarmış gibi lânse etseler de… Nitekim büyük fatihlerin soyundan gelen hânedanlar bile, Tarikatçı (ilerici) karakterlerini yitirip zorbalaştıklarında, her şeyden önce –Babai, Celâli vs. adları altında- bu insanları hedef almışlardır. Oysa “insan” kalitesini, “ritm melekesi”yle ölçmesini bilen o insanların tek eksiği antropolojikti; yani adam olacak primatın “ritm melekesi” kazanarak insanlaştığı, ve bu “tarih öncesi” sürecin (zon’un), zamanlar üstü olarak daima (her devirde) yaşandığını bilmemeleriydi; ki zaten bu hususu, bugüne kadar da, bilen yoktu… Ve ondan dolayı da, sözkonusu insanlaşma zonunu –dinlerin etkisiyle- metafizik bir “öbür dünya” kavramıyla, insanlaşma dinamiğini (ritmik hareketlerin meleke kesbetmesini) de, Tanrı adındaki bir şahsın (mit’in) mârifeti olarak kabul etmek zorunda kalmalarıydı. Yoksa onlar, “Uluruh”çu şâmanlar olarak, Tanrısal (veya kaotik) her zuhûrât için, -insan mümâsili- bir yaratıcı (yapıcı) Tanrı kişiliği varsaymanın abukluğunu (abesliğini) gâyet iyi anlarlardı…  Bugün artık, üzerimize –bizi yok etmek için- gelen Romen Diyojen’lerin veya Haçlılar’ın orduları da yok ki, Alparslan’lara veya Kılıçarslan’lara (ve ordularına) ihtiyaç duyalım… Dincilik, ırkçılık gibi arkaik ve eksantrik ideolojilere kapılarak tefrika yaratmayalım, ve yaratılmasına olanak tanımayalım yeter… Demek ki, devletimizi orijinaline uygun şekilde yeniden inşâ ederken, her şeyden önce mevcut piyasalara mal (ve malzeme) olmamamız, hatta tam aksine, insânî düşünce ve davranışlarımıza prim yaptırmamız gerekmektedir. Zira devletleşmeden önce, atalarımızın ilk döner sermayeleri, böyle kazanılan primlerle oluşmuştur; fakir Rum ve Ermeni’lerle birlikte bir insâniyet düzeni tesis etmek üzere… Mesela onlar, daha devletlerini bile oluşturmadan önce, halktan topladıkları bağışları, insan seçme ve yetiştirme sistematiği (zâviye ve dergâhlar) için kullanmışlardır; sonradan saltanatçı dindarların, biatçı kul beslemek ve üretmek için kullanmalarının tam aksine…  Buradan da anlaşılmaktadır ki, Kavlîyûn ve Seyfîyûn’da “kademli”, Şurbîyûn’da da “şerbetli” adıyla seçkin insan ayıklayan “inisiyasyon” seçilim sistematiği gâyet doğruydu; ve de esas itibâriyle sayma(ritm) ve sıralama melekelerinin –gücünün- ölçümü anlamına geliyordu… Bu halkların arasındaki Tarikat bağlantıları, o kadar derin ve bâriz ki, mesela bizim hâlâ kullandığımız “efendi” ve “efendim!” terim ve nidâları Rumca’dan geldiği gibi, Ermeniler de soyadlarını hâlâ, Şurbîyân (Fütüvvet’in şerbetlileri, yani usta zenaatkârları) mensûbiyetinden almaktadırlar; Ekmekçiyân, Zilciyân, Deveciyân vs. gibi… Onun için, bugün kapitalizme karşı çıkarken, artık bize kimse deli gözüyle bakamaz. Aradan geçen 8-9 asırlık zaman süresince, fetih yapan atalarımızın “her şeyden önce insanlık” düsturunun doğruluğu, tekrar tekrar tahkik edilmiş, ve en sonunda da, adam olacak primatın, ritmik davranışları meleke kesbederken, aynı zamanda beslenme ve çiftleşme içgüdülerini frenlediği, dolayısile de –bu hususlarda- tabular ihdas etmek sûretiyle insanlaştığı ispatlanmıştır.Ve buradan da, insanlığın, içgüdüsel menfaatler doğrultusunda yapılan rekabetlerle ortaya çıkmadığı, dolayısile de dinlerin ahlâk öğretisine muhtaç olmadığı, yani kapitalist zihniyetin, insanlığın doğasına veya fıtratına aykırı yapay bir mentalite olduğu açıkça anlaşılmıştır. Ve dahi anlaşılmıştır ki, bir kısım –fâtihân- atalarımız, ferâset ve  iz’ân sâhibi “deli-veli”ler iken, esas “çatlak (şizo)”lar, Kânûni’den itibâren Arap hânedanlarının “din” anlayışına dönen  Osmanlı’yı da, kendilerine râm ederek Dünya’yı cehenneme çeviren Kapitalistlermiş meğer… Böylece de ortaya çıkmıştır ki, anti-kapitalist mücadele, çoğunluğun beynini yıkayarak kendilerine (normal olduklarına) inandırmış bir avuç kapitalistle girişilen bir nevi “deli gömleği giydirme” müsabakasıymış aynı zamanda… Çünki başlangıçta, “kozmik emek” adına prim yaptırmak veya tahvil çıkarmak, çoğunluğa acaip görünse de, adam(birey) olanların ayıklanıp öne çıkmasıyla, kitleler insâniyet yoluna çekilerek kapitalistler dımdızlak hâle, yani istismar yapamaz duruma sokulabilmektedir; Bizans fütuhâtımızdan anlaşıldığı gibi… Ve hatta buradan, toplumsal düzenin ihyâsıyla birlikte, kapitalistlerin tedâvi gördükleri  de anlaşılabilmektedir. Çünki, kumarbazlık gibi bir meslek (para kazanma mesleği) olan kapitalistliğin, normal insanlar tarafından yapılabileceğini, veya kapitalistlik yapan birinin normal kalabileceğini düşünmek, abesle iştigâldir. Zira bu mesleğin insanlara kazandırdığı “kurnazlık” ve “gaddarlık” gibi hasletler(!), insâniyetin fıtratına aykırı olan ve insanların rûhî (psikolojik) dengesini mahveden –olumsuz- alışkanlıklardır. Kaldı ki, bu dengesiz yaratıklar, teselliyi lezzet ve şehvet düşkünlüğünde aradıklarından, hem kendilerini daha bir dağıtmakta, hem de diğer insanlara çok kötü bir örnek teşkil etmektedirler.

Arap-İslâm asimilâsyonuna karşı Batılılar, Haçlı Seferleri ile Kolonyalizm çağını başlatırlarken biz Türkler, Bizans teritoryasında, geleneksel insâniyet anlayışımızla buna direndik, ve böylece de “anti-kapitalizm”in temellerini atmış olduk. Arapların hükümranlık bölgesinde ise, Hz.Muhammet’in dinini “hânedan” ideolojisi hâline getirmiş olan aşiretlere karşı, -hakkı yenmiş- Hz.Ali’nin taraftarlarına  destek verdik. Sırf bu sebeptendir ki, Arap ordularına teslim olmuş bir İran’ın özgün tarihî kişiliği (karakteri), -bir dereceye kadar- Arap asimilâsyonundan kurtarılıp korunabilmiştir. Biz bütün bunları (fütuhâtı), peygamberler kadar adam olan, ama aynı zamanda adam seçmesini (seçilimini) de bilen, birçok insanın (ehl-i tarik’in) kolaborasyonuyla gerçekleştirdik… Zaten başka türlü de gerçekleştirilemezdi; zira mantıki bir düşünce ancak (en az) iki kişi tarafından belirlenebilirdi; rûhî (ritmik) rezonans bazında… Tek adam (peygamber) fikriyâtı ise, bilimsel (ölçülere müstenit) olmadıkça yön değiştirmeye müsaitti; tıpkı, -geometrideki- tek bir doğrunun, iki nokta tarafından belirlenebildiği, tek bir noktadan ise, her yöne çevrilebilen doğruların geçtiği gibi… Nitekim Hz.Muhammet’in fikriyâtı (Kuran ve hadisler) bile, önce Hz.Ali noktasından, sonra da pek çok imam zâviyesinden bakılmak sûretiyle realize edilebilmiş, ve dolayısile de ortaya, farklı açılara sâhip pek çok doğru (ve yön) çıkmıştır; mezhepler olarak… Kaldı ki –en az- iki kişinin anlaşmasıyla belirlenen bir fikriyâtta, görüşülecek (danışılacak) ve tapınılacak bir “Allah” mitine de mahal kalmıyordu; zira iki kişi birden, aynı hayâli göremezdi. Onun içindir ki, Tarikatçı fâtihân atalarımız “tapınç kültü”ne (namaza, niyaza) pek önem atfetmemişler, ve de onlara, -Savaş halleri ve Cuma gibi- özel zamanlarda topluca  icra edilen  seremonik ritüeller gözüyle bakmışlardır. Gerçek ibadet olarak da, melekeleri güçlü insanların seçilimine yarayan – semah veya zikr gibi- ritmik ritüelleri görmüşlerdir… Yani netice itibariyle denilebilir ki, bizim fâtihân atalarımız, kapitalizme de, “tapınç kültü”ne de karşıydılar; ve zaten fethi de bu umdelerle gerçekleştirmişlerdi… Bugün artık, fetih umdelerinin ve zihniyetinin ne zaman –resmen- geçersizleştirilmeye başlandığını da, kesin olarak biliyoruz; ki o tarih de, Kânûnî’nin hocası ve imamı olan –büyük dedem- Mevlana Bekdaş Efendi’nin ölüm tarihi 1534’tür. Zira, bir defa 1534’te Istanbul kadısı olan Ebusuud Efendi, İmam-ı Sultan Mevlana Bekdaş’ın ölümünü müteakip, “Şeyhülislâm”lık gibi bir yüksek makam ile pâyelendirilmiş, ve de o yobazın mârifetiyle Anadolu –Alevi- halklarına “tapınç kültü” dayatılmıştır. Sonra da, Istanbul’daki sermaye piyasasını legalleştirmek üzere bir dizi –kânûnî- düzenleme yapılarak, “evkaf” ve “kapan” müesseselerinin kapitalistler tarafından kuşatılmasına, ve de bunların “şirket” ve “borsa (veya yasal tefecilik)” hâline dönüşmesine yol açılmıştır…

1534’ten, daha doğrusu Ebusuud yobazlığı ve teröründen sonradır ki, Tarikat yozlaşmaya başlamış ve yeraltına inmiştir. O tarihten sonra orijinal (Fâtihân) Tarikat’ın, açıktan yaşandığı tek yer olarak Istanbul kalmış, ve de Bekdaşîlik diye anılmıştır; zira 1826’ya kadar –Seyfîyân ardılı- Yeniçerilerin (Ocağ-ı Bekdaşiyân’ın) koruması altında yaşamıştır… Yeniçerilerin, -Mekke ve Medine’ye donanım ve yardım götüren- çok özel ve güçlü (ve de hacı) birlikleri olan Surre Alayı’nın  ilk imamı Mevlana Bekdaş Efendi’yi saygıyla andıkları, hatta onu Hacı Bekdaş-ı Veli ile karıştırdıkları (bir tuttukları) iyi bilinmektedir. Onun için kendisi, 1826’ya kadar Istanbul Bekdaşiliği’nin (ve dergâhların) tek, Fâtihân Tarikat Sistematiği’nin de son pîri sayılmıştır. 1534’ten sonra başlayan “iğtişâş devri”, Saltanat ile Tarikat (Bekdaşiyân) arasında şiddetli mücadelelerle geçmiş, ve hatta bu arada bir çok padişah da, ya tahtından indirilmiş, ya da idam edilmiştir… Ne zaman ki Osmanlı 1826’da, on binlerce Yeniçeri’nin katli pahasına kapitalizme satılmıştır, işte o zaman da, kolonyalizmin başlangıcında kapitalizme karşı çıkarak bu ülkeyi fethetmiş olan atalarına ters düşmüştür. Ve bu ihânetin doğal (mantıkî) bir sonucu olarak da, Tevhid Dini mefkûresinden vaz geçerek, İslâmiyeti, kiliseciliğe (mezhepçiliğe) indirgemiştir. Ve böylece de son Osmanlı, Önasya’daki Türklüğün varoluş sebebini ortadan kaldırarak ülkemizi, emperyalizm sömürüsüne ve Arap-İslam asimilâsyonuna açık hâle getirmiştir… Yani son Osmanlı’nın (hele ki II.Abdülhamit’in) Bekdaşi korkusu ve düşmanlığı, aslında, fâtihân atalarına ihânet etmiş ve kapitalizme râm olmuş bir yoz Hânedân’ın, yolundan saptıramadığı ve kendine suç ortağı yapamadığı Tarikatçı –eski- yoldaşlarına karşı duyduğu suçluluk hissinden kaynaklanmaktadır; ve özellikle de bizim sülâleye mâtuftur… Son Osmanlı’nın habis zihniyeti bugün dahî, bendegânının ve reayâsının piçleri tarafından sürdürülmektedir; hem kapitalist, hem de kiliseci (mezhepçi) dindar olunmak sûretiyle… O halde demek ki, Gazi Mustafa Kemal’in önderliğinde yapılan Milli Kurtuluş Savaşı da aslında, uygun konjoktürel şartlarda, Sovyet İhtilâli’nin rüzgârıyla başarılmış, taktik bir kazanımdır. Ve onun için de, Sovyetler Birliği’nin sağladığı denge çökünce, stratejik düşmanlarımız ve tarihî varoluş sebebimiz açıkça ortaya çıkmıştır. Ama bu arada, Atatürk’ün kurduğu devletin, Atatürkçü geçinen oportünist kariyeristlerce, Osmanlıcı yobazlara terk edilmesiyle birlikte, laikleşmiş Kürtlerin ayaklanması da, çok hazin ve ibretlik bir tablo ortaya koymuştur. O halde, bugün hâlâ Atatürkçülük satmanın, küçükburjuva ve gençlerin gazını alıp, onları pasifize etmeye yönelik bir provokasyon anlamına geldiği gâyet açıktır… Demek ki, konjoktürel taktikler uygulamış bir önderin ardından, onun adına –stratejik- ideolojiler uydurmaya kalkmak, apayrı bir hainlik anlamına geliyormuş… Aslında esas mesele gâyet basit ve bilimseldir: 1534’ten 1826 yılına kadar, “Allah” diye bir mit (ideal kişilik) kabul edip padişahı da onun temsilcisi gibi gören Saltanatçılarla, Tevhid Dini’ni, Tanrısal Yol (tekâmül yolu) olarak anlayan Tarikatçılar arasında bir “çekişme diyalektiği” yaşanmış, ama 1826’daki Yeniçeri katliamı (ve Bekdaşi avı) sonrasında, Osmanlı hânedânının kapitalizmle birlikte Arap-İslâm dogmatizmine râm olmasına mukâbil, Bedaşilerin de, “Allah” mitini ve “tapınç kültünü” külliyen inkâr etmesiyle taraflar tamamen ayrışmıştır. Ve nitekim bugün de açıkça anlaşılmıştır ki, kadîm bir gelenek olan “tapınç kültü (namaz, niyaz)”,  faydadan çok zararı olan bir âdettir; hem tek tek insanlarda, yaptıkları kötülüklerin bedelini ödüyormuş gibi bir his yaratarak, onları rahatlatıp yeni kötülüklere hazırlaması, hem de onların, Tanrı miti (şahsı) nâmına hüküm sürdüğünü iddia eden bir despotun (zâlimin) peşine takılmalarını sağlaması nedeniyle… Sonuçta, devlet erkini tekrar tekrar ellerine geçiren Saltanatçılar, –60 yıl kadar önce- ardılları Adnan Menderes mârifetiyle İmam-ı Sultan Mevlana Bekdaş’ın Eyüp’teki türbesini yıktırsalar da, yine Eyüp’te bulunan Bekdaşiyân’a (bizim sülâleye) ait Âgâh Efendi Dergâhı’nı, Nakşibendî nâm taifeye peşkeş çekseler de, fâtihân zihniyeti tamamen nisyâna gömememişlerdir. Ancak ne var ki, taşradaki Bekdaşiyân Alevilerin bu mahalleri ziyâretgâh ve buluşma  yeri yapmalarını, ve dolayısile de birleşme yoluna girmelerini, önlemeyi başarmışlardır; geleneksel fesat ve nifakçılıkları mûcibince… Ben bu ayrışmanın Bekdaşiyân tarafında, hem de tam orta göbeğinde doğmuş biri olarak, şuurlanırken önce, 1960-61 yıllarında hocam Cahit Arf’ın teşvikiyle yaptığım çalışmalarda Well-Ordering Principle aksiyomuna takıldım; ve de Kâinat’taki her zerrenin sıralanmış veya sıralanır olmasının hikmetini, Tanrı vergisi mi, yoksa insan mârifeti mi diye düşünmeye başladım. Daha sonra, 1965 yılında da, okuduğum Marksist eserlere bir “ihtirâzi kayıt” olarak formüle ettiğim, “insanla ilgili bir teorinin, bilimsel olabilmesi için, insanla hayvan arasındaki –nesnel- kategorik farkın bilinmesi lâzımdır” şeklindeki hipotezimi kafama yazdım. Ve en sonunda da öyle bir neticeye ulaştım ki, her şeyi açıklayabiliyor ve bütün problemlerin çözüm yolunu gösteriyordu: Uzay’daki her şey (mekân, kütle, hareket vs.), tek bir “zaman” parametresinin fonksiyonları olduğu gibi, bütün insânî  düşünce ve davranışlar da “ritm melekesi”nin fonksiyonlarıydı. Yani müzik, ölçü (bilim), konuşma vs. gibi ne kadar insânî haslet varsa, hepsi de ritm melekesi sâyesinde ortaya çıkmışlardı. Kaldı ki “ritm” aynı zamanda, “zaman” mevhumunu ve kavramını da yaratan bir davranış biçimiydi… Demek ki aslında insan, Kâinât’ın minyatürü (veya çekirdeği) şeklinde ortaya çıkmış olan, ve de onu yeniden yaratma potansiyeline sâhip bulunan bir varlıktı. Zaten bütün Uzay cisimlerinin genel hareket (varoluş) biçimi sinüzoidal (dalgalı) olduğu gibi, insanı belirleyen davranış biçimi de –benzer şekilde- ritmikti. Kaldı ki insan(lık), fizikî kozmosu inkâr (negasyon) etmiş bulunan biyolojik kozmosun “anti-tez”i veya negasyonu olmakla, evrensel devinimin uç (sentez) noktasını teşkil etmekteydi… Yani Tarikat fikriyâtı olan Tasavvuf’taki, “tüm Kâinat, tek bir insanda mündemiçtir” anlamına gelen söz de, tam isabetle ifade edilmiş bir hikmetti aslında… Üstelik bu söz, felsefî bir –kuru- lâf da değildi; Tarikat sistematiğindeki, kademli (inisiye) insan seçilimi düşünüldüğünde… Dolayısile de –yobazların inançları hilâfına- Tanrı ve insan diye bir dualite abuktu; zira Tanrı ancak, evrensel devinimin ucu (sentezi) konumundaki “insan”da tecelli eden ve Kâinât’ı dönüştürmeye doğru giden bir inisiyatif olarak tahayyül edilebilirdi; “vahdet-i mevcûdât”çıların düşündüğüne benzer şekilde… Netice itibariyle denilebilir ki, tarihimiz hakkındaki tüm kavram kargaşası, Saltanat yaratığı yobazların, Tarikat menşeyli –muazzam-  fikrî ve kültürel birikime sahip çıkma zorunda kalmalarından, ve dolayısile de, dogmatik (Sünni) zihniyetlerine göre  onları çarpıtmalarından kaynaklanmaktadır… O halde bütün meselelerin çözümü, ritm ve ondan türemiş sıralama melekeleri sağlam olan insanların –objektif- seçiliminde düğümlenmektedir. Çünki “artı-değer”i  yaratanlar, ilk melekeleri olgunlaşan insanlar olduğu halde sonradan, özellikle de hânedanlar zamanında miras yoluyla olmak üzere kapital, liyâkatsiz (kademsiz=melekeleri muhtel) insanların eline geçmiş, dolayısile de toplumları “biyolojik mahlûk sürüsü” gibi gören kurnaz yaratıkların sömürü aracı hâline dönüşmüştür. Ve sonunda, gelenekselleşen “biyolojik mahlûk sürüsünü gütme ve sömürme” düzenine de Kapitalizm adı verilmiştir; kurnaz (dolayısile psikopat) kapitalistlerin de, örnek insan sayılmalarıyla birlikte…

Bu Yazılanları, Tam Anlamıyla Kimler Anlayabilir?!...

Kapitalizmle mücadele, bir anlamda “deli gömleği giydirme” müsabakası ise, o zaman her şeyden önce kapitalistlere ve onların güttüğü çoğunluğa hiç benzemeyen, hatta onları “deli” gibi gören bir başka –seçkin- insan tipini tanımlamalıyız; ki işte ancak onlar, burada yazılanları lâyıkıyla anlayabileceklerdir… Bugün böyle bir tipi belirleyebilmek (anlatabilmek), bizim için çok daha kolaydır; zira insan tiplerinden en rezil olanı, “kapitalist-dindar” tanımlanmasıyla tepemize çıkmış (çıkarılmış) bulunmaktadır…  Şayet herhangi bir kişi, bir depoda bulunan malların (hele ki temel gıda maddelerinin), -yakında bulunan bir parkın banklarına oturarak-  kâğıt üzerinden alışverişini yapıp, bundan para kazanan veya kaybeden kumarbazları normal görmüyor, ve onlara kaçık (deli) gözüyle bakıyorsa, o şahıs, burada yazılanları anlayabilecek kapasitede normal bir insandır. Çünki, temel gıda maddelerini kilitledikleri depolara, kapan (yağ kapanı, un kapanı vs.) adını veren, ve depolarda durduğu müddetçe, o malların fiatlarını sâbit tutan –fâtihân- atalarımız da, sözkonusu borsacı bankerlere kaçık, ve hatta “spekülâtör” kriminal gözüyle bakmışlardır. Yani bizimle kapitalistler arasındaki “deli gömleği giydirme” mücadelesinin kökeni, Fetih etkinliklerinden olarak, “deli-veli” atalarımızla “pre-kapitalist” Rum ve Ermeni zenginleri arasında cereyan etmiş mücadelelere dayanmaktadır… İşte atalarımızın, daha “emperyalizm” çağı başlamadan teşhis edip mücadeleye giriştikleri o kriminallerdir ki, tüm insanların yarattığı “artı-değer”e hükmeden kapitalistler olarak Dünya’yı istilâ edip, insanlığı –Uzay’dan gelen insan düşmanı Saylonlular gibi- sinsice ele geçirdiler. Ama ondan sonra, insan yaratığı olan o “artı-değer(kapital)” , kendini büyütmekten başka bir şey düşünmeyen bir canavar hâline dönüşüp, kendi sahiplerini de (kapitalistleri de) güdüme alarak, insanlığı, öngörülemeyen âkıbetlere doğru sürüklemeye başladı. Zira  ilk  “artı-değer”i yaratanın, nasıl bir insan olduğu (yani insanlığın başlangıcı) unutulmuş, dolayısile de “kapitalist”e tanı koyabilme imkânı kalmamıştı. Çünki hem devletin kapitalist hegemonyasına girmesi, hem de bilimin dallanması dolayısile, değişik bilim dallarından uzmanları bir araya getirip, konsültasyon yapmalarını ve “kapitalist”e teşhis koymalarını sağlayacak finansman da yine kapitalistlerden beklenir hâle gelmişti… Onun için, bundan sonra artık, melekeleri güçlü insanların objektif seçilimlerinin sağlanmasıyla birlikte, bunlardan bir kısmının uzmanlaşmamasının gözetilmesi de şart olmaktadır. Kapitalizm canavarı kontrola alınacak, ve kapitalistler tedavi yoluna sokulacaksa, böyle “allâme-i küll” cinsinden devlet (ve kamu) denetçilerinin yetiştirilmesi gerekli (olmazsa olmaz) bir şarttır… Bir gençlik grubunda, “tarih öncesi”nin tabu’lu şartları sağlandığında, yani kapitalist fetişizminin şartları kaldırıldığında, o gençler aralarından, melekeleri en güçlü olanı seçer ve öne çıkarırlar. Çünki melekeleri güçlü olan bir insan, her şeyden önce, kendinde bulunan bir nesneye özlem duyulmasından veya imrenilmesinden son derece rahatsız olur; değil gösterişten hoşlanmak… Sonra da müzik, -rakipsiz (meditatif anlamda)-  spor yapmadan ve sanatsal tasarımlar veya bilimsel problemler üzerine düşünmeden duramaz; ve dolayısile de diğer insanlarla refleksif etkileşime (çiftleşme ve beslenme içgüdüleriyle ilgili didişmelere) giremez. Ve onun için de, insanları cezbetme ve peşinden sürükleme yetisine sahip bir “inisiyatör” veya “kreatör” olarak temâyüz eder… Bu insanlardan “bilimci” tandanslı olanlarının kafasında daima bir (veya birkaç) problem vardır; zira zihinleri hep –bilgisayar gibi- “sayma-sıralama” işlemi yaptığından, çevreden veya kitaplardan aldığı verilerdeki problemleri görür, formüle eder ve çözmeye uğraşırlar. Ama kapitalist düzen sâdece mesleğe (uzmanlığa) para verdiğinden, ne yazık ki böyle insanların çoğu –âdeta-  “at gözlüğü” ile dolaşırlar; dar bir alanda (veya bakış açısıyla) düşünmeye mecbur bırakıldıkları için… Halbuki bu insanların üstünlüğü, en şümûllü teorileri bile bütünüyle hıfzedebilmelerinden kaynaklanır; uzun süre kesintisiz dikkat verebilmelerinden dolayı… Buna mukâbil, melekeleri muhtel (bozuk) olan insanlar, dikkatleri kesintili olduğundan, teorileri bütünüyle kavrayamaz ve hıfzedemezler; ama buna rağmen, dar konularda pekâla uzman ve mûcid olabilirler… Ben böyle seçkin insanlardan üçünü, çok yakından tanıma şansına nâil oldum: Biri, köprü-tunel uzmanı bir inşaat mühendisi olan babam Orhan Güran, diğerleri ise, Dünya çapında ünlü matematikçilerimizden Cahit Arf  ile  Masatoşi (Gündüz) İkeda  idi… Bu insanlar, kafalarında daima bir veya birkaç problemle gezerler, ve hatta bunları yakın, orta ve uzun erimli (menzilli) diye de tasnife tâbi tutarlardı. Lâkin ne yazık ki, geçim paralarını mühendislik hizmetlerinden (mesleğinden) ve matematik öğretmenliğinden kazandıklarından dolayı, zihnî faaliyetlerini teknik ve –notasyonel- matematik konularının dışına tevcih edemezlerdi. Onun için de Dünya’da, sosyal etkinliklere “âdet yerini bulsun” diye katılan, -beslenme ve üreme gibi- içgüdüsel ihtiyaçları ise, geleneksel usûllerle “def-i hâcet” kabîlinden gideren, yani kendilerini gösterme dertleri olmadığı gibi, lezzet ve şehvet müptelâsı da olamayan, -kafaları bir takım şifrelerle meşgûl- Uzaylı  turistler gibi yaşarlardı. Ama kapitalizmin esâreti altında yaşadıklarını hissetmiş olmalılar ki, hepsi de “sosyalizm”e meyyal kişilerdi; politikayla hiç uğraşmadıkları halde… Gerçekten de, sayma-sıralama melekeleri devamlı çalışan, dolayısile de bir mesele tasarlar veya çözerken aynı zamanda hep “otokritik” hâlinde bulunan bu seçkin insanlar ile, refleksif etkileşimlerle yapılan “kurnazlık” rekâbeti elemelerinden kalburüstü çıkan kapitalistler arasında kategorik bir fark vardı. Öyle ki, birincilere “insanlığın nöbetçi düşünürleri” de denilebilirdi; meleke etkinliklerini iptal edip, reflekslerle (kurnazlıkla) hareket eden kapitalist zihniyetli insanlar nâmına da düşündükleri için… Ama sonuçta, devleti de ele geçirerek, bilimcileri uzmanlık kategorileri içine hapsetmiş bulunan kapitalistler, hayatı özgürce okuyacak (keşfedecek) bilimci bırakmıyorlar; ve dolayısile de, hayvanlığa dönüş, veya Kıyâmet’e gidiş anlamını da kapsayan bir geniş skalada, “yatırım özgürlüğü” kazanmış oluyorlardı. Ve böylece de, bir avuç –büyük- kapitalist, lezzet ve şehvet keyfi (budalalığı) yüzünden, insan popülâsyonunu kontrolsuz bir şekilde çoğaltıp, sonra da onların sayılarını savaşlarla, kıtlıklarla düşürmek gibi, gayri insânî bir yola girebiliyorlardı… O halde her şeyden önce “devlet”i, kapitalist hegemonyasından kurtarmak gerekiyordu; insânî bir düzen kurmak için… İşte ben, hiçbir uzmanlık kategorisine hapsolmadığım içindir ki, bu sonuçlara varabildim. Zira her şeyden önce, din ve bilim diye iki –kategorik- ayrı düşünce disiplininin bulunması beni, son derece rahatsız etti; bir şizofreni hastasının, maddi ve mânevi âlem diye yarılmış (çatlamış) zihniyetini bana zorla kabul ettirmeye çalışıyormuş gibi bir hissiyâta kapılarak… Bu konuyu, ergenlik çağından çıkarken babamla tartışmaya başladım; ve de epeyi sürdürdüm bunu… Ondan sonra, 20-21 yaşlarındayken, Cahit Arf  hocamın ortaya attığı meseleyi, O’nu –fazlasıyla- tatmin edecek biçimde açıkladıktan sonra, dikkatimi çeken Well-Ordering Principle, beni yıllarca düşündürdü; bu aksiyomun, apriori var olan bir gerçekliği mi, yoksa bir insan yapımını mı ifade ettiği şeklinde… Aynı sıralarda, matematikle müziğin, matematikle konuşmanın (felsefe ve edebiyatın) alâkasının ne olabileceğini, matematiksel mantıkta ortaya çıkmış olan Russell Paradox’un, Aristo Mantığı’nın çürütülmesindeki rolünün ne olduğunu da devamlı düşündüm. Çünki ben, insanî etkinlikler arasındaki tefrikaları kategorik görmüyor ve “tevhid-i  vücûd”u  arıyordum. Zira matematik, müzik, söz (edebî ve felsefî) vs. gibi disiplin ve becerilerin birbirinden bağımsız (kategorik ayrı) olması hâlinde, “insan” kişiliğinin çok parçalı (şizofrenik), yani müstakil “alt-ben”ler (veya Cin’ler) koalisyonu şeklinde oluşacağını, ama o taktirde de, bir “ben”likten sözedilemeyeceğini düşünüyordum… Daha sonra, 25 yaşındayken, Marxism’e karşı  ihtirâzî kayıt olarak, “insanla hayvan arasındaki nesnel kategorik fark bilinmedikçe, insâniyet hakkında bilimsel bir teori kurulamaz” şeklinde formüle ettiğim hipotezimi, tam 20 yıl boyunca düşünerek yaşadım. Ve en sonunda (1985’te), insanla hayvan arasındaki nesnel ayrımın “ritm melekesi” olduğunu farkedince de, bütün meseleler çorap söküğü gibi çözüldü; veya çözüm yoluna girdi…  O halde demek ki artık, hem fâtihân atalarımızın kurduğu devletin orijinal umdelerini ve tarihini yaşatan (sürdüren), hem de bu ilkeleri bilimin son buluşları ışığında güncelleyen biri olarak, -fikren- inşâ edilmekte olan yeni Türk Devleti’nin ilk “devlet adamı” olmaya adaylığımı koymuş bulunuyorum.  Zira, benim gibi derin bir tarihî kökene sâhip, ve Dünya çapında orijinal tezi olan bir bilimciden, doğru dürüst istihbârat –bile- alamayan, ve de onu, bir takım gerzeklerin verdiği raporlar muvâcehesinde yanlış değerlendirerek “açlığa mahkûm” eden bir devlet çökmüş, veya yabancıların eline düşmüş demektir. Dolayısile de, yeni devleti oluşturmaya çalışmak, her “birey” insana –re’sen- düşen bir görevdir artık... Gerçek “fetih” tarihimizin yazılması ile, gerçek “insan”, “kapital (artı-değer)” ve “devlet”  tanımlarının ortaya konulması, oryantalist ve şizofrenik Batılılara –ezberlerini bozduracak ve kendilerine getirecek- bir şok tedâvîsi olacağından dolayı da, aynı zamanda bir insâniyet görevidir bu… Emperyalistlerce uygun görülüp, “saltanat dinciliğinin ve kapitalistlerin zebûnu  sürü”ye seçtirilen kişilerin karşısına, tarihin ve bilimin seçkinleştirdiği kişileri çıkaralım da, görelim bakalım hangi taraf galebe çalacak; Dünya kamuoyu önünde… Diğer yandan, pratikte yapılacak ilk iş de, saltanat dincilerinin, kendilerine biat etmiş kulları beslemek ve çoğaltmak şeklinde kullanarak suistimâl ettikleri –hatta iktidara geçmek için kullandıkları- “bağış toplama” etkinliğini, fâtihân atalarımız gibi, “objektif insan seçilimi (inisiyasyon)”  kanalına tevcih etmek olmalıdır. Zira atalarımızın da mâlûmuydu ki, bir ülkede pozitif “insan seçilimi” gerçekleştirildiğinde, o ülkede fakir-fukara kalmaz. Ve dolayısile de, “tapınç kültü”nün maddi (veya mâkul) gerekçesi ortadan kalkar… Son tahlilde, şu nokta da açıkça anlaşılır ki, Devlet’i, objektif insânî seçilim kriterleriyle seçilenler belirlediğinde, etnik ve dinsel mensûbiyet duygularıyla meşbû gerzekleri (yani sürü’yü) bir araya getirerek güden, çıkarcı fırsatçılar da sukût edecek, veya lüzumsuzlaşacaklardır. Çünki dincilik de, milliyetçilik de, “insan” oluşumunun bilinmediği  tarihî konaklarda, “yaratılış” efsânesi üzerine uydurulmuş , geçici doktrinlerdir. Ve ondan dolayı da, “insan”ın, “devlet”in ve “kapital”in anlaşılmasıyla geçilecek “tarih sonrası”nda, hiçbir hükümleri kalmayacaktır... Ama tabii ki, insanlığın başını sonunu görüp doğru bir rotaya giremezsen, emperyalistlerin tarihî ve arkaik ideolojilere yapacağı yatırımlar mûcibince bölük bölük bölünürsün. Zira her etnik veya dinsel cemaate yapılan yatırım, otomatikman onun tarihî muarızını (zıddını) da kemikleştirecek kadar verimlidir… Demek ki gündeme “insan”, “devlet” ve “kapital” konularını getirip, bilimsel bir tartışma düzeyi tutturamazsak, en kaliteli aydınlarımız bile, tarihî ve arkaik  ideolojilerin militanları gibi davranmaya mecbur edilecek, dolayısile de “Sevr Konferansı”nı yeniden gündeme getirme şartları yaratılmaya çalışılacaktır… Gazeteci Ahmet Hakan Coşkun’un dövülmesi olayı, “bölünme devri”nin milâdı gibi görülebilir; zira kendisi, kıvrak zekâsıyla Aristo Mantığı’nı en iyi veya en objektif şekilde kullanmaya çalışan bir yazar ve düşünürdür. Ama tabii ki, Aristo Mantığı’nın –bizzat kendisinin- subjektif olduğunu, insanları tapınç kültlerine göre kategorize etmenin mantığı olduğunu (dolayısile egemenlerden yana olduğunu), zira “sıra dışı varlık”lara, yani “Tanrı” mitlerine cevaz verdiğini bilmemektedir. Dolayısile de egemenlerin, aynı mantıkla düşünen birinin, kendilerini eleştirmesine katlanamayacaklarını tahmin edememiştir… Onun için, aklı başında olan tüm gazetecilerimizin bugünkü esas görevi, “insan nedir?”, “kapital nedir?”,  “devlet ne demektir?”, ve de bu kavramların çarpıtılmasına olanak sağlayan “Aristo Mantığı neden paradoksal, yani akıl dışıdır?” gibi soruları gündeme taşımak olmalıdır. Zira böyle bir “meydan okuma”da, siyasilerin, insanlıklarını (adamlıklarını) ispatlamak zorunda kalacaklarını düşünmelidirler. Aksi halde, siyasi gündemlere mahkûm oldukça, ülkenin genel gidişâtına paralel olarak parçalanacakları (hizipleşecekleri), ve sonra da teker teker harcanacakları (kişiliksiz kılınacakları) görünen köydür… Tabii ki hiçbir hayvanımsı, “insan nedir?” sualini tartışmaya yanaşmayacaktır. Ama bu konuyu tartışmak üzere bir araya gelmiş “birey” insanlara, saldırmaya da cesaret edemeyeceklerdir; hayvanlıkları sırıtır, ve tüm insanlığı ayağa kaldırırlar diye…  Kaldı ki terörizmin, girift –ve büyük- organizasyonlar şeklinde tırmanışa geçtiği günümüz Dünya konjoktürü de, “insan nedir?” sorusunun sorulmasını zorunlu kılmaktadır artık… 

Bizans Fütuhâtı’mız aslında, evrensel bir açılım (fetih) olduğundan, düzmece Osmanlı tarihini tashih edip Fetih âyarlarımıza döndüğümüzde, Türkiye ebediyen Türk kalacaktır; daha doğrusu, bir “matematiksel dil” konuşan Küresel İnsanlık Toplumu kuruluncaya kadar..



Ali Ergin Güran: 11/10/15