Anlamlı olan, “ALLAH” mitos’u değil, “Yaratıcı Başlangıç:KAOS”ların diyalektiği, yani “Tanrısal Yol”dur.



Kaos, “zaman’la birlikte hiçbir yaşamsal parametrenin ve disiplinin sözkonusu olmadığı –sebepsiz- orijinal durum” diye tanımlanabilir. Bu bilimsel tanımın ışığında “fizîkî kaos”, yani fizîkî kozmos’u yaratan kaos, eski Yunanlı filozofların tahayyül ettikleri gibi, “mutlak boşluk” olarak değil, ancak matematikçe, “boyutsuz (matematiksel) nokta” şeklinde kavranılabilir. Çünki Grek filozoflarının düşündükleri “mutlak boşluk” kavramı, tam anlamıyla bir “ham hayal”dir; zira madde olmayan yerde hacımdan (boş mekân’dan) bahsedilemez. Ama her hâlükârda “kaos” durumu veya noktası, aklın ve mantığın sukût ettiği yerdir aynı zamanda… Kaotik olaylar için en açıklayıcı model (örnek) olarak, “kum tepeciğinin bir yamacında, bir esintinin veya düşen bir kum taneciğinin etkisiyle oluşan heyelan” gösterilir; ki gerçekten de, böyle bir heyelanın biçimlenişi, önceden kestirilemez, tekrarlanamaz, ve de her yapılan deneyde, spesifik kurallar ve şekiller çıkar ortaya… Onun için, “yaratıcı orijin” diye de nitelendirebileceğimiz “kaos”ların nedenini açıklama iddiasıyla ortaya çıkan her düşünce ve mantık (ve bu arada, yaratıcı Tanrı kavramı), paradoksal yani “akıl dışı”dır; ki bu akılsızlığın formüle edilmiş tarihî belgesi de, Aristo Mantığı nâmıyla ortada durmakta, ve hatta –hâlâ- kullanılmaktadır… O halde demek ki, kaoslardan sonra ortaya çıkan –aklımızla- mantıkî süreçleri izleyip düşünerek bilinçlenmeye, ve de bu yoldan “tanrı” mevhûmunu tasarlamaya, daha doğrusu üretmeye mecbûruz; varoluş olayını veya problemini kavramak için… Buna göre insan(lık), bilinçlene bilinçlene “her şeyi bilen” niteliğindeki bir “transandant limit”e ulaşınca (ulaşırsa), aynı zamanda “her şeye muktedir irâde (Tanrı)” durumuna da gelmiş olacaktır; ki bu nihâyi bilinç aşaması, bütün kaosların da –hikmetinden sual olunamayan- faili demektir. Zira “her şeyi yapabilen” demek, hiçbir şeyle (sâbiteyle) kıyaslanamaz, dolayısile de tanımlanamaz demektir. Yani “kaos”ların ardında olduğu düşünülen veya kurgulanan “yaratıcı=tanrı” kavramı akıl dışıdır, ve her türlü târiften münezzeh bir isimdir sâdece… Ve bu da demektir ki, “her şeye muktedir irade”nin yerine geçip de, “Allah şunu şöyle, bunu böyle yapmıştır (yapar), ve de insanlara şunları emretmiştir” filân diyerek Tanrı kavramını somutlaştırmaya ve tanımlamaya kalkmak, bir spekülâsyondan başka bir şey değildir. Ve de dinler bunu yaptığı için, nihâyette hep zorbaların ve/veya kurnaz düzenbazların âleti hâline gelmişlerdir. Zaten dinlerde tasvir edilen “Allah” profili de aslında, sorumluluğu –iyilikler benden, kötülükler ondan, şeklinde- Şeytan’la paylaşan bir “çift kişilik (dualite)” tanımlamaktadır; ve dolayısile de, çoğu zaman şeytânî kişiler sahip çıkmaktadırlar bu “Allah” mitosuna… Yani son tahlilde diyebiliriz ki, Grek Mitolojisi’ndeki, tüm tanrıların babası olarak tanımlanan KAOS miti, Ortadoğu dinlerinin ALLAH mitosundan çok daha anlamlı ve mantıklıdır… İnsanlığın çoğalarak gelişmesini, ve faunasını (hatta eko-sistem’i) aşmasını sağlayan “irâde-içgüdü” diyalektik çelişkisi, “insan”da içgüdüleri engelleyen “irade” diye bir direnç (fren) oluştuğu anlamına gelmekte, ve bu da, “insanlığa geçiş”in kaotik olduğunu göstermektedir. Zira, beslenme ve üreme içgüdüleri, canlılığın iki ana karakteristiği veya temel yasaları olduğundan, bunları inkâr (negasyon) etmek veya olumsuzlamak, ancak bir kaos neticesinde gerçekleşebilir; ki nitekim insan irâdesi de, -bütün insânî etkinliklerin temeli- “ritm melekesi”ni yaratan, böyle bir kaostan neşet etmiştir. Yani önce, ritmik tepinmeler (veya âyinler) ile edinilen “ritm melekesi”, içgüdüsel eğilimleri frenlemiş, sonra da bu frenleri sembolize eden –korkunç masklar şeklindeki- tabular ihdâs edilip, bunlara atfen bir takım “yasak”lar formüle edilmiştir. Sözkonusu “ritm melekesi” aynı zamanda insana, katlı tonlarda (melodik) ses çıkarmak, yani müzik yapmak ile, “ölçü”ler ve “sayı”lar yaratıp bilim yapmak gibi beceriler edindirerek ona, tabusal yasakların kazandırdığı zamanlarda çevreyi değiştirme imkânı sağlamıştır… Ritm melekesi bir kaostan neşet etmiştir çünki, ritmik davranışlar hiçbir hayvânî (içgüdüsel) amaca hizmet etmemektedir; yani –refleksif davranışların hükümrân olduğu- biyolojik âleme ait bir davranış biçimi değildir. Buradan anlaşıldığına göre, insanlaşacak olan primatlar öyle bir “şok” geçirme noktası veya boşluğu (yani kaos) yaşamışlar ki, sonradan gelenekselleştirecekleri (ve de meleke kesbedecekleri) ritmik hareketlere mecbur kalmışlar; sebebinden sual olunamaz bir şekilde… Ama bu imkânsızlığa rağmen, yine de bir sebep tahayyül etmek gerekirse, primatların soğuktan veya –gök gürültüsü gibi sebeplerden mütevellid- korkudan dolayı titreme hareketlerine mecbur kaldıkları, ve giderek bu ritmik hareketleri gelenekselleştirdikleri, veya felç olarak titrekleşen liderlerini taklîden, böyle bir gelenek geliştirdikleri düşünülebilir… Mesela Şanlıurfa’nın Göbeklitepe mevkiinde ortaya çıkarılan, ve de “M.Ö.10-12” bin yıllarına tarihlenen (Buzul Çağı bitimi) yapılar, yerleşik tarım toplumlarında ortaya çıkan “tapınç kültü”den (dinlerden) önce, toplumsal kohezyonu sağlayan unsurun, “ataların ruhlarıyla, veya Uluruh’la temas” anlamı da yüklense, aslında rûhî birliği (ritmik rezonansı) sağlayan ritmik âyinler olduğunu göstermektedir. Çünki böyle kutsal mekânları, silindir şeklinde tasarlamak, ancak, el ele, kol kola veya yan yana dairevî şekiller oluşturarak ritmik hareketler yapan (semah dönen veya halay çeken) insanların harcı olabilir... Sözkonusu ritmik hareketlerin, zamanlar ötesi bir “kaos”tan neşet ettiğini anlamak için, bir hayvanın (primatın), ateşi kullanmak üzere “deneme-yanılma” metoduna başvurduğunu farzetmek kâfidir. Zira ateşi “deneme-yanılma” metoduyla kullanabilmeyi öğrenmek veya zamanlama yetisi kazanabilmek için, sonsuz deneme yapmak, yani sonsuz kere “elleri yakıp yakıp geri çekmek” işlemi gerçekleştirmek gerekmektedir; ki bu da, “ritm melekesi”nin –biyolojik âleme nazaran- zamanı sonsuza doğru hızlandırdığını (yani kaos’un sözkonusu olduğunu) göstermektedir. Ve bu aynı zamanda, refleksif davranışlarla, ve “deneme-yanılma” metoduyla, zamanlama yetisinin kazanılamayacağını da ifade etmektedir.

Diğer yandan baktığımızda, canlılar âleminin de, fizikî kozmosun anti-tez’i, yani negasyonu olduğunu görmekteyiz. Zira fizikî âlemin iki temel kânunu olan, “Atâlet Prensibi” ile “Termodinamiğin II. Prensibi”, biyolojik âlemde inkâr (negasyon) edilmekte ve geçersiz hâle gelmektedir. Yani “hiçbir cisim, bir kuvvet etkisinde kalmadan hareket edemez” anlamındaki kânun, yüzen, yürüyen veya uçan canlı cisimler tarafından, “dışarıdan bir basınç uygulanmadan, hiçbir enerji yoğunlaşamaz” anlamındaki “entropi artışı” kânunu da, doğuran, büyüyen, katılaşan canlı varlıklar tarafından aşılmıştır, yani inkâr (negasyon) edilmiştir. O halde, canlılığın oluşumu da bir “kaos” olayı demektir; ki nitekim, bir protein molekülünü meydana getiren elementlerin diziliminin, normal şartlarda tesadüfen gerçekleşme ihtimali, hemen hemen “sonsuzda bir” mesâbesinde, yani “sıfır” raddesindedir. Dolayısile, bu da demektir ki, okyanuslarda ilk protein (veya aminoasit) molekülü teşekkül ederken zaman durmuş, veya olağanüstü şartlarda, bir takım kombinasyonlar ve permütasyonlar gerçekleşmiş; yani bir kaos noktası veya boşluğu husûle gelmiştir. Kaldı ki, protein moleküllerinin bir araya gelerek, kendi kendine çoğalan ve beslenen sistemleri, canlı dediğimiz organizmaları oluşturmaları ise, tam anlamıyla bir sır ve/veya mûcizedir; zira “kaos”lar, tanım itibâriyle biricik olduklarından, deneysel olarak tahkik edilemez, yani tekrarlanamazlar.

Son olarak, Fizikî Kozmos’un da, Büyük Patlama (Big-Bang) denilen kaostan neşet ettiği göz önüne alındığında, Âlemler Diyalektiği’nin açık formülü ortaya çıkar: 13-14 milyar yıl önce Büyük Patlama kaosu ile Fizikî Âlem ortaya çıkmış, ondan 10-11 milyar yıl kadar sonra, Fizikî Âlem’in içindeki Dünya’nın okyanuslarında gerçekleşen “canlanma” kaosu ile Canlılar Âlemi doğmuş, ve en sonunda, bundan 1 milyon yıl kadar önce, Canlılar Âlemi içindeki bir primat türünde husûle gelen kaos neticesinde de, İnsanlık Âlemi zuhûr etmiş. Ve böylece de, “Fizikî Âlem-Biyolojik Âlem-Antropolojik Âlem” şeklindeki diyalektik siklus (çember), kozmik saate göre kapanmış, bizim saate göre de kapanmaya yüz tutmuştur… Demek ki her şeyden önce, dincilerin “yaratılış” efsanesi ile insanları gütmesine, ve kapitalistlerin bilimcilere, “uzmanlık” adı altında “at gözlüğü” takarak onları yönlendirmesine engel olmak için, bu Âlemler Diyalektiği formülünü rehber edinmeliyiz. Zira, “tez-antitez-sentez” kalıbındaki bu diyalektik formül, her şeyden önce, “insan(lar)”ın kalite farkıyla “tez” konumuna geleceğini (gelmekte olduğunu), ama bu konuma gelmek için de, –canlılığını (ölümlülüğünü) aşarak- şuurunu cansız maddeye intikal ettireceğini, ve böylece de Büyük Patlama’nın yarattığı dağılımı tekrardan toparlanmaya dönüştüreceğini ifâde etmektedir. Yani –fizikî-Kâinat’ın total devinimini de, bütün uzay cisimlerinin sinüzoidal (dalgalı) hareketleri muvâcehesinde “tersinir (reversible)” bir olay şeklinde kavrayabilmektedir aklımız... Nitekim, aynı formülden hareketle, Fizikî Kozmos’un 13-14 milyar yıllık, Canlılar Âlemi’nin yaklaşık 2 milyar yıllık, ömürleri göz önüne alınıp, bir de buna , insanlığın “1/2 – 1” milyon yıllık “Homo-Erektus” ile, 100 bin yıllık “Homo-Sapiens” aşamalarından sonra, –âdeta logaritmik bir artışla - olağan üstü hızlanmış ve hızlanmakta olan gelişmesi ve bilinçlenmesi de eklendiğinde, Kâinât’ın evrilmesinde başı çeken insanlığın, tanrılaşmaya ne kadar uygun ve yakın olduğu açıkça görülmektedir. Bu formülden, “zaman” parametresinin âlemden âleme geçişlerde, hele ki insanlık âleminde ne kadar hızlandığı anlaşıldıktan sonra, Evren’in genişleme ivmesinin (ve entropi artışının) nasıl önüne geçilebileceği meselesi de cevaplanmış olmaktadır. Yani Evren’in genişlemesi, -bir sarkaç şâkulünün en alt noktaya inmesi gibi- dağılıp yok olma noktasına doğru ivmeli bir şekilde giderken, gidişâtı tersine, yani yoğunlaşmaya (entropiyi azaltmaya) çevirecek şuurlanma da, -Âlemler Diyalektiği dediğimiz 5.Boyut’tan- daha büyük bir hızlanmayla gelişmektedir. Dolayısile, insanlıktan tezahür etmekte olan bilinçlenme, muayyen bir olgunluğa eriştiğinde, başlangıçtaki gibi bir noktaya (veya düğmeye) basılmak sûretiyle “Büyük Patlama” süreci tersine çevrilebilecek, ve tersinir (reversible) sistem aynı ivmeyle Kâinât’ın büzülmesi yönüne evrilebilecektir. Ve bu arada, entropinin niye ivmeli olarak arttığı da açıklığa kavuşturulmuş olacaktır tabii ki… Bu olayın ne zaman gerçekleşebileceğini kestirmek henüz mümkün değildir ama, insanların 500 yıla varmadan Dünya’dan ve içgüdülerinden bağımsız olarak Uzay’da yaşayabilir hâle geleceklerini söylemek, hiç de kehânet sayılmaz. Zira insanların, beslenmeyi haplar ve solüsyonlarla, üremeyi de yapay döllenme veya kopyalama şeklinde gerçekleştiren, vücut organ ve aksâmlarını da, dayanıklı maddelerden yapılmış benzerleriyle (protezlerle) değiştirebilen -yağları ve etleri azalmış- ince ve uzun ömürlü yaratıklar hâline gelecekleri, “görünen köy” gibidir… Demek ki dincilerin, “Kâinat, Termodinamiğin II.Prensibi’ne göre bir gün ölecek, ve sonra da, başlangıçta olduğu gibi Tanrı tarafından –belki başka biçimde- yeniden yaratılacak” şeklindeki safsatalarını kabul etmek için, hiçbir mecbûriyet veya çâresizlik sözkonusu değildir. Zira insan(lık)da senteze ulaşan “âlemler diyalektiği”nin gelişimi, “tanrılaşma” diyebileceğimiz bir fenomeni ifâde ve işaret etmektedir aslında… Dindarlar, Kıyamet kehânetlerini (!) veya beklentilerini güçlendirmek ve delillendirmek telâşıyla, Termodinamiğin II. Prensibi’nden, “Kâinat’ın Ölümü” senaryosu çıkarmakta ve yazmaktadırlar; “tanrı-insan” dualitesine inandıkları için… Oysa Kâinat’ın –tüm bilim dallarını kapsayan- “Âlemlerin Diyalektiği” veya “bilinçlenme” boyutu, total evrimle devinen insanlığın gelişme (tekâmül) rotasını açıkça belli etmektedir; ki bu rotaya, Tanrısal Yol da diyebiliriz; “tapınç kültü”nden kurtulmak için, hep böyle bir yol tahayyül etmeye (kurgulamaya) çalışmış olan Tarikatçılara (Mutasavvıflara) atfen ve hürmeten…

Kıyâmet Koparmaya Çalışan Dinler ve Kapitalizm, Artık Aşılmalıdır.

Tarihî devirler boyunca, insanlığın çoğalarak gelişmesi için, -ritm melekesinden mütevellid- irâde ile, içgüdüler arasındaki çelişkinin dengeli bir şekilde yönetilmesi gerekmiştir. Ve bu çelişkiyi dinler, önceleri iyilik ve kötülük tanrıları arasındaki kavgalar olarak, sonraları da “Allah-Şeytan” çekişmesi şeklinde sembolize etmişlerdir. Yani bir bakıma, insanlığın bilinçlenme sürecini dinlerin gelişiminden de izlemek mümkündür. Zira önceleri, -Hürmüz ve Ehrimen gibi- eşdeğer iyilik ve kötülük tanrıları sözkonusu olurken, sonradan kötülük tarafı, “Allah’ın yarattığı Şeytan” mesâbesine düşürülüp “tenzîl-i rütbe” edilmiştir. Ama bugün, çoğalmanın gereği kalmadığı –hatta zararı olduğu- için, Şeytan’ı veya nefsimizi (yani içgüdülerimizi) öldürmenin, ve de Tanrı’yı içimizde aramanın (Tanrı’laşmaya başlamanın) bilincine ulaşmalıyız artık… Bunun için de, bir yandan bireyler olarak, “irade-içgüdü” diyalektik çelişkisini, iradenin hâkimiyetinde yönetme, ve içgüdüleri sistematik (bilinçli) bir şekilde frenleyerek köreltme –amacına mâtuf meditasyon- usulleri geliştirirken, diğer yandan da “melekeleri muhtel” bebek doğumlarını önlemek üzere, sıkı bir “doğum kontrolu” sistematiği tesis etmeliyiz; bir an önce… Zira kontrola alınmayan, hatta Kapitalizm’in “büyüme ekonomisi” mûcibince teşvik edilen nüfus artışı, sâdece “eko-sistem”i bozmakla kalmamakta, aynı zamanda insanlarda lezzet ve şehvet düşkünlüğü yaratarak, obezite ve her türlü cinsel sapıklık şekillerinde dejenerasyona da yol açmaktadır. Kapitalistlerin yarattığı bu lezzet ve şehvet düşkünlüğü, yoksul kitlelerde dinî taassup olarak da karşılık bulmakta, ve bu taassup bazen, ekstremist terör gruplarını yaratmaktadır.

Herne kadar son (semâvî veya İbrahimî) dinlerde, kötülük tanrısının rolü ve rütbesi azaltılmış, ve tek tanrıcılığa doğru bir temâyül belirmişse de, Kapitalizm’le birlikte –kötülük tanrısı yerine kâim- Şeytan’ın etkinliği çok daha artmıştır. Çünki bir defa mantıken, “sıra dışı varlık” anlamında bir “tanrı” mitinin kabûlü paradoksal yani “akıl dışı”dır. Onun için de, bu paradoksun –çoğunluk tarafından- anlaşılamamasından yararlanan kapitalist zihniyet,”tapınç kültü”nün (dinlerin) tayin ettiği “yaratan, besleyen, üreten tanrı” miti nâmına, itaatkâr kılınmış insanları Şeytan’a hizmet ettirmektedir. Zira kapitalistler kendilerini, insanları besleyen ve üreten çobanlar olarak empoze etmekle, insanların da çoğunlukla hayvânî bir hayatı kabullenmelerine yol açmaktadırlar. Oysa, ateşin kullanımı öncesinden yerleşik “tarım toplumu”na geçilinceye kadarki süreçte (tabu’lu topluluklarda) insanlar, sâdece, erkek-kız kardeşler, dayılar, teyzeler ve anneler olarak bir arada yaşıyorlardı. İnsanlık çekirdeği olan o topluluklarda “baba”lar yoktu; zira döllenmeler ancak, düşman veya hasım klânlar arasındaki mücadeleler esnasındaki tecavüzler, veya uykulu (bilinç dışı) münâsebetler şeklinde husûle gelebiliyordu. Hatta bazen, savaşlarda erkekler tümden katlediliyor, ve ırzlarına geçilen kadınlar da Amazon denilen toplulukları oluşturuyorlardı… Öte yandan, beslenmelerini de önceleri sâdece toplayıcılıkla, ve bu arada “totem” olarak kutsadıkları ağaç ve hayvanların meyveleri, yumurtaları, sütleri vs. ile, sonraları da av hayvanlarıyla gerçekleştiriyorlardı. Ama arta kalan bütün zamanlarını da, “uluruh ve ataruhlarıyla temasa geçmek” olarak tanımladıkları ritmik dansları (âyinleri) yapıyorlardı; “ritm meleke”sini edinmek veya güçlendirmek için… Kaldı ki, av etkinlikleri öncesinde –büyü diye- yaptıkları danslar veya âyinler bile, aslında ritm melekelerini çalıştırmak şeklindeki, “senkronize olma antrenmanı” anlamını taşıyordu… Ancak, yerleşik tarım toplumuna geçilince, ortaya çıkan “tapınç kültü”, önce mutlak itaat mercii olarak, mülklerin (toprakların) ve malların (zahîre ve barınakların) tek sahibi, dolayısile insanları besleyen ve üreten çoban anlamındaki “tanrı-kral”ları yarattı. Sonra da, malların mülklerin muayyen bir hiyerarşi dahilinde paylaşıldığı, dolayısile de “para” gibi bir değişim (mübâdele) aracına mecbur kalındığı feodal düzeni doğurdu; “tanrı”yı Gökyüzü’ne (veya metafiziğe) itekleyen semâvî dinler vasıtasıyla… Daha sonra ticarette dönen paraların birikmesi, ve bunun üzerine “kolonyalizm ve kölelik” kazançlarının da eklenmesiyle zengin olan kişiler, mal ve üretim araçları şeklindeki insanlığın “artı-değer”ini ellerine geçirerek kapitalist düzeni kurmuşlardır; en ilkel “tapınç kültü” ile başlayıp, dinlerle süren kitlesel itaat disiplini üzerinde… Tanrı-Kral’ların ve feodallerin, doğuştan Tanrı’nın seçkin kulları olduğu savı, “tapınç kültü” ve dinlerin tayin ettiği bir varsayım. Ama kapitalistler, “tapınç kültü”ne ve dinlere sâhip çıkmak sûretiyle –zımnî bir mutâbakatla- edinmişler seçkinliklerini; yoksa kapital sâhipliğini tanrısal seçkinlikle uyuşturabilmek mümkün değil… Tanrı-Kral’lar ve feodaller, tanrı, tanrı yakını veya tanrısal seçkin olduklarına samimiyetle inanıyorlardı; dolayısile de onların insanlığa karşı işlenmiş bir suçları sözkonusu olamaz. Ama kapitalistler, tanrısal bir seçkinliklerinin olamayacağını bildikleri halde (laiklik ve sekülariteyi savundukları halde), dinlerle –tapınç kültünden- gelen “itaat disiplini” alışkanlıklarını kullanarak, halkların inançlarını suistimal etmekte ve onları sömürmektedirler. Yani halkların, Tanrı-Kral ve Feodal’ler düzeninden kalma “malları mülkleri ellerinde bulunduranlar, bunları diledikleri gibi kullanabilir ve harcayabilirler” anlamındaki inancını sömürmektedirler. Ve dolayısile de insanlığa karşı suç işlemektedirler. Oysa, bir kapital (artı-değer) sahibinin, “sadece kendi kararlarıyla para kazanma” gibi bir özgürlüğe hakkı yoktur; zira tasarrufundaki “artı-değer”, tüm insanlığa aittir. Ne var ki, halkların bu kör inancını ve kapitalistlerin meşrûiyetini sorgulayan Komünistler (Marksist-Leninist’ler) bile, “artı-değer”i yaratan insanın nasıl oluştuğunu bilmediklerinden, 1917’de el koydukları “kapital (artı-değer)”i doğru kullanamamış, ve iade etmek zorunda kalmışlardır; kapitalist nâm sahtekâr düzenbazlara… Çünki kozmik emeği yok sayıp, “iş” emeğini yücelten ideolojileriyle (komünizmle), bir “emek fetişizmi” yaratarak, merkezi plânlama ve işçi çobanlığı (ve hamâseti) yapmaktan başka bir şey bilmeyen demagog düzenbazların, kalburüstü (seçkin) olmalarına yol açmışlardır. Oysa esas mesele, hayvânî bir ilişki veya karşılaşma tarzı olan “rekâbet”i ortadan kaldırmaktı. Çünki hayvanlar, faunalarının kısıtlı şartlarında ölümüne rekabete mecbur kaldıkları halde, insanların varoluşu, onların, tüm faunaların ve hatta “eko-sistem”in üzerine çıkmalarını sağlayan bir “standardizasyon” olayıydı; ritm melekesiyle yarattıkları “zaman” ve “mekân” ölçüleri, ve bunlardan türetilen tüm diğer ölçüler göz önüne alındığında... Dolayısile de, insanları tüketim çılgınlığına, lezzet ve şehvet düşkünlüğüne –yani hayvanlaşmaya- sürükleyen kapitalist rekabet düzeni ancak, “kozmik emek” sahibi yaratıcı insanların koyacağı standartlarla (ölçülerle) aşılabilirdi. Zira her konudaki –bilimsel- standartların belli olduğu bir insânî düzende,”rekâbet” diye bir didişmenin veya çekişmenin (ve de insanları çekiştirmenin) hiçbir anlamı kalmazdı. Yani insanlığın içinden temâyüz eden seçkin (inisiye) kişiler ancak, -yarattıkları ölçü ve/veya kriterlerle- toplumlar için neyin iyi, neyin kötü olduğuna karar verebilirlerdi; yoksa bir şey, kitlelerin –kapitalistlerce- teşvik edilen hayvânî (içgüdüsel) eğilimlerine göre faydalı addedilerek, onun iyiliğine veya kötülüğüne karar verilemezdi. İşte Sovyet komünistlerinin, hem bilimcileri uzmanlaştırarak (at gözlüklü yaparak), hem de kitlelere bir takım –komünist- dogmalar ezberlettirerek onları güdüm altına almaya çalıştıkları içindir ki, ütopik sistemleri çökmüştür. Oysa onlar, her şeyden önce insanca yaşayabilen (melekeleri güçlü) inisiye insanların objektif seçilim sistemini kurup, seçilen inisiyatör ve kreatörlere –sâdece harcama ve kullanımları için- “açık çek” vermeli, sonra da bu seçkinlerin (bilimci ve sanatçıların) keşiflerine istinâden tüm üretim ve hizmet mâmûlâtını standartlara bağlamalıydılar. Zira sâdece ucuzlatmayla rekâbet yapmanın bir alt limiti vardı; ki o noktadan sonra kapitalizm kendiliğinden iflâs ederdi…

Diğer taraftan, kontrol altına alınması ve düzeltilmesi gereken bir diğer kadîm gelenek ve inanç da, “evlilik” kurumu ile “kadın köleliği” diye adlandırılabilecek hususlardır… Yerleşik tarım toplumuna geçilmekle birlikte aynı zamanda, hem işgücü ihtiyacının ortaya çıkması, hem de beslenme olanağının (besin arzının) artması dolayısile, insanlar için çoğalma imkânı doğmuştur. Bu imkân ve şerâit de, “tabu”ların –bilinçsizce- yıkılıp üremenin (çiftleşmenin) bazı kurallar çerçevesinde teşvik edilmesine, dolayısile “evlilik” kurumunun doğmasına yol açmıştır. Evlilik kurumu adı altında meşrûlaştırılan “çiftleşme (cinsel ilişki)” olayı o kadar teşvik görmüştür ki, tabulu dönemden kalmış ve şekil değiştirmiş olan –utanma gibi- çekingenliklerin dahî aşılması için, dinler vâsıtasıyla, “üremenin Tanrısal bir görev, alınan cinsel hazzın da Tanrı ödülü olduğu” inancı yerleştirilmeye çalışılmıştır insanlara… Mesela bu hususta Sümerler, Ziggurat dedikleri “gözlemevi-tapınak”larının tepesine kutsal bir “zifâf odası” kurarak, gelinlere mask veya makyaj yaparak, soylularına çiftleşme kolaylığı sağlamaya çalışmışlardır; tabulu zamanlardan kalma korkularını (tutukluklarını) yenmeleri için… Hatta Sümer tabletlerinde pek çok kaydına rastlanan bira siparişlerinden ve birahânelerden de anlaşıldığına göre, “tabu”sal tutukluklarını aşmak için, -en ilkel alkollü içki olan- biradan da yararlanmışlardır… Ve ondan sonra da insanlar, Dünya’ya “çocuk yapmak üzere çiftleşerek zevk almak” için, ve en sonunda da, sâdece cinsel hazz almak için geldiklerine inanmaya, ve dolayısile de –her bakımdan- sapıtmaya başlamışlardır. Hatta dinler, insanları türlü fedakârlıklara motive edebilmek için, ölümden sonra bile “cinsel hazz” alınabileceği (yani Cennet) vaadinde bulunmuşlardır. Bu şekilde kadınlar, bir erkekle aynı eve tıkılıp da “seks serbest, çocuk yapmak sevap” denilince –çocuk yapma makinalığı gibi bir misyon yüklenerek- devamlı hâmile kalmışlar, ve giderek atâlete alışmışlardır. Ama atâlete alışınca, melekeleri bozulduğu için, doğurdukları çocuklar da “melekeleri muhtel” olarak doğmaya, dolayısile de insan türü gerzekleşmeye başlamıştır. Ve en sonunda da Dünya bugün, -sâdece bir- biyolojik varlık olduklarına inandırılmış gerzek insanlarla dolup taşmıştır… Dinler tarafından “Tanrının tesis etmiş olduğu ezelî ve ebedî düzen” olarak lânse edilen bugünkü “kapitalist rejim”in en seçkinleri bile, başarılarının –tanrısal- ödülü olarak “lezzet ve şehvet” hazlarını görmekte, ve dolayısile de insanlara lezzet ve şehvet peşinde koşmaları için kötü örnek olmaktadırlar. Ateşin kullanımı öncesindeki “insanlaşma zonu”nu yok sayan (görmeyen veya anlayamayan) bu –mahcup dindar- kapitalist zihniyet, insanların da pek çok hayvan türü gibi bir gün yok olacağı varsayımından hareketle, onları, büyük bir umursamazlık (sorumsuzluk) içinde Hedonizm’e ve dejenerasyona sürüklemektedir. İnsanlar bugün, “iş” emeğini –mal üretimi, yönetim ve hizmetler olarak- büyük ölçüde robot ve bilgisayarlara havâle ederken, üreme ile lezzet ve şehvet hazlarının hâlâ değerli sayılması, onların bir kısmını obeziteye, ensest ilişkilere, pedofili ve türlü eşcinselliklere sürüklemektedir. Diğer bir kısmını da, dinî menkîbelerde idealize edilmiş insanların (peygamber ve azizlerin) –arkaik- düzenlerini özlemeye ve hatta bu uğurda savaşlar çıkarmaya sevketmektedir. Yani insanlığın, yerleşik tarım toplumuna geçişiyle başlayan “üreme” sevdası, artık sâdece Dünya’yı ve “eko-sistem”i mahvetmekle kalmamakta, insanın tabiatını da dejenere etmektedir; bütün dinsel nasihatlara rağmen… Demek ki artık, dinlerdeki “Allah-Şeytan” dengesi ters yönde, yani Şeytan lehine kesin olarak bozulmuştur. Bu “mahva (Kıyamet’e) gidiş”i, Şeytan’ın zaferi olarak değil de, Allah’ın gazabı (cezalandırması) olarak anlamak, dinlerin “Allah”a yaptıkları en büyük bühtandır; Aristo Mantığı’nın paradoksundan ötürü… Zira “Tanrı” kavramına lâyık hiçbir tanım, “yarattığı mahlûkları, -kendine- âsi olmuş Şeytan’a kaptırdıktan sonra, Şeytan’ı değil de, yarattıklarını (insanları) cezalandıran bir adaletsiz kişilik” ifadesi olamaz. Yani mesela, “fareli köyün kavalcısı”, köyün çocuklarını kandırıp da peşine taktığı zaman, hangi vicdan, kavalcının değil de çocukların cezalandırılmasına râzı olabilir?!.. Demek ki son tahlilde, -Allah, Rab, God vs. adlarındaki- mitolojik tek Tanrı kavramının da foyası çıkmıştır artık… Yani insanları hem hayvanlığa (beslenme ve çiftleşme içgüdülerine) teşvik edip, sonra da onları, dejenere olarak Dünya’nın dengesini bozacak kadar çoğaldıkları (yani Şeytan’a uydukları) için cezalandırmaya (mahvetmeye) kalkan bir kararsız Tanrı kişiliği artık kabul edilemez. Dolayısile insanlık artık, Tanrısal Yol’u anlamaya, ve o yola girmeye mecburdur, Kıyamet’ten kurtulmak için; dinlerden ve kapitalizmden vaz geçmek sûretiyle…

Normal Bir İnsan, Bugün Nasıl Yaşar; ve Yaşamalı?!..

İnsanı en çok yoran ve şaşırtan canlılık etkinliği, cinsel içgüdüdür tabii ki… Her hayvan türü gibi insanlar da, uygun şartlarda karşıt cinsler olarak bir araya geldiklerinde, cinsel organları vasıtasıyla birbirlerine doğru çekilirler. Çünki erkeklik organı erekte olurken, dişilik organı da “gel-gel” reflekslerine başlar. Bu çekim gücüne karşı, giysilerin ve ahlâkî tenbihlerin (nasihatlerin) engel çıkardığını sanmak, hele ki terbiyeli (ahlâklı) insanlarda “cinsel çekim” olayının gerçekleşmeyeceğini düşünmek büyük bir yanılsamadır; zira ahlâk ve örtünme, esas engelin sonuçlarından (veya türevlerinden) başka bir şey değildir. Yani meleke faaliyetinden mütevellid fiilî tutukluklar ve onların ilâmı anlamındaki yasaklar (tabular) yerine, tarihî devirlerde vaz edilmiş dogmatik (dinsel) öğreti ve tedbirlerdir bunlar; ki melekeleri muhtel insanlar için asla kâbil-i tatbik değildir. Zira esas engeli teşkil eden etken, insanların müzikle, şiirle meşgûl olurken, veya dans ederken “sayma (ritm)” melekelerinin, gerçek veya hayâlî “tablo”ları seyredip tasvir ederken de “sıralama” melekelerinin girdiği rezonans (eştitreşim) hâlidir. Nitekim, dans ederken partnere karşı duyulan cinsel arzu biraz arttığında, ritmik uyumun (rezonansın) nasıl bozulduğunu, veya güzel güzel haller ve ortamlar tasvir ederken, cinsel temasın sınırlarına gelindiğinde, konuşanın dilinin nasıl önce peltekleşip sonra da tutulduğunu, dikkat eden herkes yaşamış ve görmüştür; veya görebilir. Ama melekeleri muhtel olanları da, hiçbir nasihat ve örtünme durduramaz… Buradan da açıkça anlaşılır ki, insanları cinsel bakımdan kontrollu yapan esas etken, dinî nasihatler, korkutmalar veya kapalı giysiler değil, onların meleke güçleridir; ve “irade” denilen kavram da, bu güçten başka bir şey değildir. Mesela karşıt cinslerin karşılaşmalarında, bazı –seçkin- kişilerin melekeleri (iradeleri), cinsel çekime karşı o kadar güçlü direnir ki, “irade-içgüdü” diyalektik çelişkisini (dalgalanmasını) romantik veya plâtonik aşka dönüştürürken, o kişileri de, dâhî veya kahraman hâline getirir. Ondan dolayıdır ki, iradî insanların cinsel ilişki kurabilmeleri için, çok defa –katalizör olarak- alkollü içki kullanmaları gerekir… Dinler, cinsel hazzı, “Tanrı ödülü” olarak yutturdukları gibi, meleke gücü demek olan iradeyi de “Tanrı korkusundan ve ahlâkî öğütlerden mütevellid terbiye” olarak speküle etmişlerdir. Ancak Sümerlerden beri iyi bilinmektedir ki, dinî (mistik) söylem ve telkinler, -mantıksız olduklarından dolayı- sâdece “cinsel ilişki katalizörü” anlamında işe yaramaktadırlar; alkol gibi, iradeyi kaldırarak insanları “akıl dışı” çiftleşme ilişkisine hazırladıkları için… Ama bu arada, bir Allah mitine teslimiyeti (iradesizliği) meşrûlaştırdıkları ve –hayvânî- seks hazzını ûlvîyet şalı ile örttükleri için de, alkolden daha fazla zararlı olmaktadırlar. Yani bir bakıma alkol, melekeleri bozarak insanları sekse hazırlamakta, dînî (mistik) söylemler ise, melekeleri muhtel ve sekse –daima- hazır olanlara, “Allah rızası için..” kabîlinden, meşrûiyet kılıfı yerine geçmektedir. Ki bu da, hafifmeşreb (sekse yatkın) kadınların çok işine gelmektedir; erkekleri, “kötü” damgası yemeden gaza (veya kıvâma) getirebildikleri için… Yani dînî taassupta, -çocuk yapmamaları gereken- fâhişe tandanslı (melekeleri muhtel) kadınların rolü çok büyüktür… Yoksa normal insanlara, ne zaman hayvanlık, ne zaman insanlık yaptıkları açık seçik anlatılabilse, “irade-içgüdü” diyalektik çelişkisini yöneterek insanca yaşamayı kolayca öğrenebileceklerdir.

Gençlerin kafaları, dinsel (mistik) hurâfe ve dogmalarla doldurulmasa, melekeleri sağlam olanlar, bu çağda nasıl yaşanacağını (yaşanması gerektiğini) kolayca anlayabilirler; ve diğerlerine de rehberlik yapabilirler aslında… Çünki mesela bir balık, ilerlemek için nasıl kuyruğunu sağa-sola (veya yukarı-aşağı’ya) sallıyorsa, bir bisiklet sürücüsü, -tekerlekler jiroskop dengesi kazanmadan önceki düşük hızlarda- ilerlemek için nasıl bir sağa bir sola doğru didon kırıyorsa, insanlar da doğru-dürüst yaşayarak gelişmek (bilinçlenmek) için, “irade-içgüdü” çelişkilerini böyle yönetmek zorundadırlar… Normal (sağlıklı) bir genç, ergenlikle beraber –cinsel hormonlarının da baskısıyla- kendini spor, müzik, dans ve flört etkinliklerine verir; ama genellikle, yarışma (veya arena) sporlarına ve mastürbasyon etkinliğine kendini kaptırmaz. Çünki vücudundaki doku ve organların, olağanüstü rejenerasyonunu ve büyüme iştiyâkını hisseder; ve de insanı havalandıran böyle bir doğal dürtüyü bozmak istemez… Flört olayı, bir erkekle bir kadının, cinsel organları vasıtasıyla birbirlerine doğru çekilirlerken, melekelerinin rezonansa girip, müzik ve dans etkinlikleri ile, veya sanatsal ve bilimsel fikir nüveleri (ilhamlar) üretmek sûretiyle bu çekime direnmesi demektir. Ki bu direnişin en yaygın eseri de, insanlara seks hazzını unutturacak (erteletecek) kadar zevk veren şarkılardır. Tabuları ihdâs etmiş “ritm melekesi”nin belki de ilk –sanatsal- eseri olan şarkılar, önceleri tapınaklarda söylenen (icra edilen) dinsel etkinlik (ilâhîler) olarak ortaya çıkmış olsalar da, tapınaklardan taşıp halklara intikal ettiklerinde, üzerlerine “cinsel arzu” ifade eden sözler yüklenen aşk şarkıları hâline dönüşmüşlerdir. Böylece de şarkılar, hem ritmi bozulmak sûretiyle seks katalizörü olarak kullanılan, hem de sağlam ritmlerle sevgi duygularını yeşerten –iki yüzlü- bir araç gibi kullanılmaya başlanmıştır. Ve bundan dolayı da, şimdiye kadar hep, şarkıların (müziğin) akılla tasarlanarak icat edildiği kanısı hâkim olmuştur. Oysa artık, sözlü düşüncenin ana unsuru “hece”lerin de, bilimsel bilginin yapıtaşı “ölçü”lerin de, dolayısile aklın da, tıpkı –esası katlı tonlarda (melodik) ses çıkarmak olan- müzik gibi, “ritm melekesi”nin ürünü ve türevi olduğunu gâyet iyi biliyoruz. Zira insan olacak primatların, yaptıkları ritmik hareketler meleke kesbetmiş olmasaydı, onlar hiçbir zaman, sürekli akıp giden bir “zaman” mevhûmuna, ve ondan sonra da, zaman ölçüsü ve kavramına –dolayısile bilimsel düşünceye (akla)- asla sâhip olamayacaklardı. Ve de “zaman”ı, tüm diğer hayvanlar gibi, “refleks uyaranı” bir doğal parametre (değişken) şeklinde yaşayacaklardı… İnsanlarda aynı duyguları uyandırıp, aynı fikirlerin ilhamlarını veren meleke rezonansı, aynı zamanda “sevgi” kavramının da muhtevâsını teşkil etmektedir; ki bu iletişim, herhangi iki insan arasında, ve özellikle de –tabuların fiilî etkisi altındaki- yakın akrabalar arasında sözkonusudur. Yoksa, birbirine cinsel arzu duyan iki karşıt cins arasındaki sevgiye “aşk” denilmekte, ve de vuslat gerçekleşmediği sürece gerilimi ve –yaratıcılık anlamında- verimliliği çok daha büyük olmaktadır. Cinsel vuslat gerçekleştiği taktirde, meleke rezonansı bozulup şehvet hırsı öne çıktığından, sevgi duygusu gittikçe azalmaktadır; ki dolayısile de, flört ilişkilerinde –kırgınlıklar yaratmamak için- ancak “hâricî inzâl” gerçekleştirebilecek kadar “cinsel temâs”a yaklaşılması, yerinde olmakta ve tadında kalmaktadır. Yani son tahlilde, insanların, muhtelif “cinsî sapıklık”lardan –ve asosyal davranışlardan- bilinçli olarak sakınabilmeleri için, şehvet hırsı ile sevgi duygusunun farkını iyi ayırt edebilir, ve de etkilerinin ters orantılı olduğunu anlayabilir hâle gelmeleri şarttır. Bunu idrak edebilecek kadar melekeleri güçlü olmayan insanlar ise, -sevgi ile seks duygularını karıştırdıkları için- sosyal varlık (birey insan) olamaz ve hatta, tabularla ilgili antropolojik yasaları bile çiğneyen (ensest, pedofili vs. yapan) yaratıklar hâline dönüşebilirler. İşte dînî ahlâkî kurallar, bu gibi –geri- insanlar için vaz edilmiş, ama modern toplumlarda yaptırımdan mahrum kalınca da beyhûde hâle gelmiş toplumsal disiplinlerdir. Onun için modern toplumlarda, “varoluş” gerçeğini anlayan insanların, anlayamayanlara kılavuzlanması elzemdir; binlerce yıl önce yaşamış olan, ama meramlarını günümüzde anlatabilmeleri pek de mümkün olmayan birey insanlar (peygamberler) yerine… Flört etmek, gençlere, “irade-içgüdü” diyalektik çelişkisini yönetmeyi öğrettiği, ve onların yaratıcılık yapmalarına yol açtığı gibi, aynı zamanda “cinsel fetişizm”den, ve “kıskanma-kıskandırma” huylarından kurtulmalarını da sağlamaktadır. Çünki gençler, ne kadar çok flört ederlerse, karşı cinsin “çekim” araçlarının da (fetişlerinin de) o kadar farkına varmakta, ve dolayısile de –zihninde- bunları ayıklayarak, yalın dişilik (veya erkeklik) modülünü teşhis edebilmektedirler. Ve en sonunda da, öyle bir limite ulaşmaktadırlar ki, artık flörtten (yani rûhî ve zihnî dalgalanmalardan) bıkmaktadırlar. İşte bu noktadan sonra da, seks teknikleri geliştirerek tatminkâr bir şekilde “def-i hâcet” edebilecekleri bir daimî partner aramakta ve bulmaktadırlar; objektif düşünebilen “birey” kalitesine yükselebilmek üzere… Ve de ancak bu sûretle, hiçbir cinsel art niyet taşımadan insanlarla ilişki kurabilen sosyal varlık (birey) hâline gelerek, ömrü boyunca “flört ilişkisi” aramakla hem kendini, hem de çevresini helâk eden mahlûklar arasından temâyüz edebilmektedirler. Nihâyette ise, cinsel potansiyellerinin düşmesiyle birlikte, seksten de bıkarak huzurlu bir “ihtiyarlık” finaline geçebilmektedirler; dikkatlerini daha çok, yavaşlayan metabolizma ve rejenerasyon faaliyetlerinin kontroluna tevcih etmek, ve dolayısile de “düzenli ricat” şeklinde (bilinci kaybetmeden) bedeni toprağa iade edebilmek için… Cinsel fetişizmi (ve de patalojiyi) aşmış olan böyle olgun insanlara, Kapitalizm’in verebileceği hiçbir şey yoktur; zira çok para edinmek, “angarya” gibi gelir böyle insanlara… Buradan da anlaşılabilmektedir ki, Kapitalizm aslında, fakirlere vaad veren, zenginlere sapıklık kazandıran(!) bir ideolojinin ve rejimin adıdır. Ve seksopat insanların, kendilerini “adam(birey)” gibi gösterebilecekleri tek rejimin adı da “Kapitalizm”dir; zira “piyasa malı” olmak için, insan olmak gerekmemektedir.

Dünya’ya Yeniden İnsanlık Öğretebilmemiz İçin Dirilmemiz Gerekiyor:

Türkiye Türkleri bugün, bir yandan anakronik bir milliyetçilik (Kürtçülük) akımının silahlı saldırısına mâruz kalırken, diğer yandan da, arkaik Arap-İslâm ideolojisinin asimilâtif etkisine hedef olmaktadır. Türk varlığı bu noktada, silahlı saldırganları esas düşman olarak görüp, Arap-İslâm asimilasyonuna teslim olmak gibi büyük bir tehlike altındadır. Aslında hem bizim, hem de tüm Dünya için en büyük felâket, Arap-İslâm asimilâsyonuna uğramamız olacaktır; veya olur. Zira ilk ve en büyük Hristiyan imparatorluğunu (Doğu Roma’yı), Araplar değil biz fethetmiştik; ki fethimizin, anti-kapitalist unsurlar ihtiva etmesi hasebiyle, günümüze kadar teşmil edilebilmesi olanağı da vardır. Ama bu fethimizi Araplara hediye etmemiz hâlinde, anakronik bir vaziyet hâsıl olur, ve de Dünya’yı kargaşaya boğar; ki nitekim, Arap-İslâm zihniyetinin kapitalist Batı zihniyetiyle olan uyuşmazlığı, “terörizm” boyutlarında açıkça görülmektedir. Çünki Araplarla Batılılar, “gömücü (defineci)” ve “paragöz” olmaları itibariyle, zıt kardeşler gibidirler… Biz bu anakronizme (Arap-İslâm asimilâsyonuna) geçit vermeyip “fetih” âyarlarımıza döndüğümüzde, aynı zamanda tüm insanlığa da inisiyatörlük yapıyor olacağımızdan, milliyetçilik (ve hatta solculuk) gibi reaksiyoner akımların hiçbir şansı kalmayacaktır… Türklüğün bugünkü perişan durumu, -fütuhattan ve “tevhid dîni” mefkûresinden vazgeçerek- yozlaşan Osmanlı ile birlikte “İslâmcılık” ve “ırkçılık” şeklinde polarize olmasından kaynaklanmaktadır. Herne kadar son zamanlarda “Türk-İslâm Sentezi” gibi bir “bulamaç” ortaya atıldıysa da, bunun hiçbir ciddiyeti yoktur. Çünki buradaki “sentez” sözcüğü, felsefî veya matematiksel bir terim olarak değil, “bulamaç” kavramını çağrıştıran bir metafor olarak kullanılmıştır. Oysa fâtihân atalarımızın zihniyeti, ve onların “dinî tevhid” ve “nizâm-ı âlem” mefkûresinin, “ilmî tevhid” ve “küresel insanlık düzeni” şeklindeki gelişmiş hâli, günümüze kadar gelmiş ve –tarafımızdan- sistematize edilmiştir; ki artık yapılması gereken iş, hareket kabiliyeti yüksek bir inisiyatörün çıkıp, onu bir kitle tabanına oturtmasından başka bir şey değildir. Bu kitle tabanının, Türk sıfatı taşıması, ve bir siyasi parti olarak organize edilmesi tercihe şâyandır; dinlerin ve kapitalizmin foyalarının döküldüğü, bugünki Türkiye ve Dünya konjoktürü muvâcehesinde… Çünki fâtihân Türk zihniyeti, fikriyâtını da güncelleyerek günümüze kadar gelmiştir ama, kendine Türk diyen insanlar, kafalarına nifak tohumları ekilmek sûretiyle parça parça bölünmüşlerdir. Dolayısile evrensel Türk fikriyâtını, kendilerine Türk diyen insanlarla buluşturarak, hem fikriyâta zemin, hem de zemine bütünlük sağlamak şart hâle gelmiştir artık… Sözkonusu siyasi partinin adı, mesela Fâtihân Türk Partisi, Türk Nizâm-ı Âlem Partisi, İnsâniyetçi Türk Partisi, İnternasyonalist Türk Partisi vs. gibi olabilir; ki her milletten insanlar da, aynı klişe adlarla aynı fikriyâtı paylaşan partiler kurabilirler. Üstelik kurulacak bu partiler, komünist partiler gibi “internasyonalist niyetli” değil, gerçekten internasyonalist olurlar. Çünki üyelerini Gençlik Kolları’ndan kaydedip, delegelerini de Gençlik Kolları bünyesinde kurulacak “tarih öncesi-zon” kulüplerinde “inisiye” olarak seçilime (seleksiyona) uğrayan bireylerden teşkil ederler. Ve böylece de, delegelerden itibâren bütün yöneticileri –evrensel kriterler muvâcehesinde adam (birey insan) olmaları hasebiyle- Dünya’daki tüm bireylerle eşdeğer (benzer duygu ve düşüncelere sâhip) hâle gelirler. Ve dolayısile de aralarından, üçbuçuk menfaate yoldaşlarını satan “iş-ücret” şartlı refleksinin zebûnu işçiler gibi insanlar çıkmaz; çıkamaz… Nihayette, bu partiler iktidara gelince de, devletlerin yapısını kendilerine benzeterek reforme etmek sûretiyle, kapitalizme ve onun “çok partili demokrasi oyunu”na –tedricen- son verirler; hükümet üyelerini (bakanları), nitelikli oy kullanılan bir seçimle (eleksiyonla) halka seçtirseler de…

Memleketi Arap sermayesine ipotek ederek, kazandıkları paralarla bizi Batı Emperyalizmi’ne (Globalizm’e) köle yapmak isteyen İslâmcı diktaya karşı, uyanın eyy Evlâd-ı Fâtihân!...

Ali Ergin Güran: 6/12/15