R.Tayyip Erdoğan Mantığı’ndan Kurtulmak İçin, Putperestliğin Son Versiyonu Olan Mitperestliği (Dindarlığı) Aşmak Gerek…

Recep Tayyip Erdoğan’ın, insiyâklarıyla hareket ederek ortaya koyduğu bir mantık var; ki artık bunu, sistematize ederek ifâdelendirmemiz ve aşmamız gerekiyor… Aslında kadîm “tanrı-kral”larca icat edilip, peygamberler tarafından kurgulanmış, ve de feodaller tarafından kullanılmış olan -“Allahbaba” kişiliğinden mülhem- bu mantık, aynı zamanda tüm kapitalistlerin de mantığıdır. Onun içindir ki kapitalistler hep, dînî liderliği de uhdesinde bulunduran diktatörlerin mahkûmu olmuşlardır… Sözkonusu mantığın esası, özetle şöyledir: İnsanları doyuran, giydiren ve barındıran öyle bir kişilik vardır (ve olmalıdır) ki, hiç yanlış yapmaz; ve dolayısile de, bütün insanlar ona daima “medyûn-u şükran”dırlar. Gerçekten de, dindar (birey olmayan) insanların zihnine kazınmış böyle bir “Allahbaba” mitosu ve/veya bir “hâmi kişi” portresi vardır; ki “patronaj” müessesesi de bunu vâcip kılmaktadır. Dolayısile de, “din” ideolojisiyle beyni yıkanmış herkes, hatta uzman bilimciler dahî, patronunun menfaatine halel getirmeyecek şekilde düşünülüp konuşulması gerektiğini bilmekte; ve de zımnî bir anlaşmayla öyle davranmaktadır. Bunun içindir ki, şâyet dindarın (mitperest’in) biri –bir şekilde- bütün patronları hizaya (disipline veya itaate) sokabildiği taktirde, tüm insanların düşüncelerini de disipline edebilmektedir. Daha açıkçası, insanlar arasında, onların tek tek özgürce düşünüyormuş gibi bir hisle fikir(!) üretebilecekleri (veya yumurtlayabilecekleri) bir ortak mantık tesis edebilmektedir. Çünki o insanların fikriyâtı, son tahlilde, yanılmaz bir “Allah” miti kabûlüne (dogmasına) dayanmaktadır; dolayısile hepsi de O Allah’a göre –parasal varlıkları ölçüsünde- sıralanmaya veya hizâlanmaya çalışmaktadırlar. İşte Erdoğan, o Allah mitine tapındığını gösterip çoğunluğun oy’unu almak sûretiyle “seçkin kul”luğunu ispatlamış biri olarak, Devlet’in tepesine oturabilmiştir. Ondan sonra da, kurulu Devlet mekanizmasını kullanarak, tüm kapitalistleri hizaya getirmiştir. Bu durumda, hem Kapitalizm’i kabullenip, hem de Allah mitine inananların, Erdoğan’ı eleştirmesi kadar mantıksız bir tavır olamaz; ki Recep Tayyip de gâyet haklı olarak bu mantıksızlığa “cin-ifrit” olmaktadır. Zira böyle bir eleştirel tavır, o mantık muvâcehesinde anlamsızdır; dolayısile de sâdece, kendisini, global ve/veya emperyal güçlere (dış güçlere veya “üst-akıl”a) şikâyet etmek anlamına gelmektedir… Bu yüzden, parazit entellerimiz, Erdoğan’ı Batı’ya veya ABD’ye şikâyet ettikçe, O da kontrollu bir müzmin (kronik) iç savaş çıkarıp, halkı –bezdirmek sûretiyle- râzı ederek, ABD emellerini tahakkuk ettirme yoluna girmeye mecbur kalmaktadır; pozisyonunu ve –ülkedeki- mitperestlik mantığını koruyabilmek için… Onun bütün derdi,- Ülke borca da batsa, parça parça bölünse de- kendisinin, Allah’ın seçkin kulu olarak yanlış yapmamış olması, veya öyle algılanmasıdır. Bu hususta, realiteyle sözleri arasındaki çelişkiler yüzüne vurulsa dahî, göz göre göre –ve bütün samimiyetiyle (mitomanlığıyla)- yalan söylemek, hatta “karayı ak göstermek” üzere, hâkimiyetine aldığı “devlet istihbârat örgütleri” vâsıtasıyla provokasyonlar düzenlemek, onun için gâyet normal tedbirlerdendir. Zira kendini, sâdece Allah’ın doğruluğunu (yanlış yapmayacağını) ispatlamaya çalışmakla mükellef bir elçi (veya halife) gibi görmekte, ve de –her şeye kâdir- Allah doğrulandı mı, bütün zararlar telâfî edilebilir diye düşünmektedir. Bu düşünce, Erdoğan’ın kafasına bir ilham veya vahiy olarak gelmemiştir. Böyle düşünceler, Cumhuriyet’in kuruluşundan beri, köy odalarında, cemaat sohbetlerinde, İmam-Hatip okullarında köpürtülüyordu zâten… Ama bunu bildikleri halde, Atatürkçülükle yollarını bulan(!) Cumhuriyet aydınları –büyük bir ihânet örneği göstererek- bu gerici (dogmatik) fikriyâtla mücadele etmemişlerdir; İnönü gibi gizli veya takiyyeci dindar oldukları için… Şâyet mitperestlikle, veya “tapınç kültü” dindarlığıyla bilimsel olarak mücadele edilseydi, kimse son –ve yoz- Osmanlı’ya özenip, mahallî dinsel cemaatlerin öğretilerini genelleyerek tüm ülkeye teşmil etmeye kalkmaz, ve de böyle bir mantıksızlığı zorla tatbik etmek üzere diktatörlüğe heveslenmez, heveslenemezdi… Yani netice itibariyle bizim entellerin, halkların mitperest (dindar) bırakılmak sûretiyle kapitalistler tarafından sömürülmelerine hiç itirazları olmamıştır; zira o sömürüden kendilerinin de nemâlandıklarını bilmekte, veya en azından hissetmektedirler. Ama –sâdece- dindar yaşam biçiminin kendilerini kuşatmasından rahatsızdırlar; ki, 1826’dan (yani Kültürel Soykırım’dan) sonra, Osmanlı aydınlarının kapıldıkları bir “Levanten” hissiyâtı ve tavrıdır bu… Yani son tahlilde Atatürkçü geçinen güruh da, gerçek bir “elit” olmayıp, dejenere ve asalak bir zümredir... Onun için, mitperest (ve mitoman) mantığını insanlığın zihninden silmek (kazımak) üzere, her şeyden önce, bütün dînî ve felsefî dogmaları yıkacak, ve uzman bilimcilerin “at gözlüğü”nü çıkartacak şekilde, bilimde çığır açmak, ve de meseleyi tüm Dünya’ya temdîd ve teşmil etmemiz gerekmektedir. Yoksa, pozitivist ve dinsel (mitperest) eğitim şekli ve müfredâtı, aklî (sıralama) ve bedenî (sayma=ritm) melekeleri sağlıklı çocukları bile serseme çevirmeyi ve de toplumları ifsât etmeyi sürdürecektir.

Dogmatik Tanrı İnancından, Bilimsel “Bilinçlenme Yolu”na Geçiş…

Aklın ve düşüncenin esası,- ölümsüzlük özleminden (ve dürtüsünden) mütevellid- her şeyin izâfe ettirilebileceği bir mutlak sâbite arayışından başka bir şey değildir. Zira aksi halde, her şeyin yalan olduğunu kabul etmek gerekecektir ki, insanlardaki, “ritm melekesi” kaynaklı “bilinçlenme dürtüsü”ne bunu kabul ettirebilmek (veya yedirebilmek) asla mümkün değildir… İnsanlar “tarım toplumu”na ve dolayısile de “tapınç kültü”ne ve “mitoloji”ye geçmeden önce, herkesin ölümsüz bir rûha sâhip olduğuna, ve bu ruhların –yükselerek- kavuşacağı, tüm Evren’i kapsayan bir Uluruh’un (veya Tengri’nin) bulunduğuna inanmışlardır. Beslenme ve çiftleşme tabularının hüküm sürdüğü “tarih öncesi-zon”a ait olan bu inanç, aslında insanlara, topluca yaptıkları ritmik hareketlerin (âyinlerin) kazandırdığı –ritmik rezonanstan mütevellid- bir birlik hissidir; yani sâdece hayalî bir tasarıma dayalı idealistçe bir inanç değildir bu… Zaten bidâyette, insanların zihninde, tasarım (örnekleme) yaparak bir “tanrı” miti oluşturabilecekleri veriler de mevcut değildir. Ancak ne zaman ki insanlar, mutlakiyetçi hükümdarlar mârifetiyle kitlesel (kastî) işbölümü düzenleri tesis ederek, kadîm tarım uygarlıklarını kurmuşlardır, işte o zaman, “tanrı-kral”lara itaat –disiplini- anlamında “tapınç kültü”nü, ve de giderek onun mitolojik “fikrî üstyapı”sını (veya hikâyesini) geliştirmişlerdir. Oysa insanlık başlangıçta, -ritmik hareketlerden mütevellid- hissî bir “birlik rûhu” mevhûmuna sâhip olurken, aynı zamanda “ritm melekesi”nden mütevellid zaman ve mekân ölçülerini ve kavramlarını da yaratmıştır. Ve bu “zaman” ve “mekân” ölçülerinden de diğer ölçüleri türeterek, tüm olayları determine ve tüm olguları standardize etmeye başlamıştır. Ki bu gidişât, insanlığın kendini de standart hâle getirmesinin, yani kendi kendisiyle özdeşleşerek mutlaklaşmasının (Tanrılaşmasının) –bilimsel- yolunu açmıştır aynı zamanda… O halde, ilk insanlar nasıl ki aralarından ritm melekesi güçlü olanları (kademli olanları) selekte ederek öne çıkarıp, onları tâkip etmişlerse, bugün de –hatta- daha objektif (bilimsel) olarak, inisiye insan seçilimini gerçekleştirebilirler; ve gerçekleştirmelidirler. Zira tarım toplumuna geçildikten sonra –kastî- kitlesel üretimin ortaya çıkardığı “iş bölümü” düzeninin, “kol gücü”ne ve -bundan mütevellid- niteliksiz insan popülâsyonuna olan ihtiyacı, artık sözkonusu değildir. Onun için bugün yapılacak olan işin özü de, “tarih öncesi”yle aynıdır; ve de sayma(ritm) ve onun türevi olan sıralama melekelerinin –ana rahminden itibâren- ölçümünden ibarettir. Zira insanlarda, zaman mevhûmunu ve zamanlama yeteneğini, dolayısile de içgüdülere karşı direniş gücünü yaratan “ritm melekesi”, -ateşin kullanımı öncesinden günümüze kadar gelen bir skalada- zamanlar üstü bir fenomen olup, daima takviye veya şarj edilmesi gereken bir potansiyeli ifade etmektedir. Daha doğrusu, insanlar arasında “ritm melekesi”nin olgunlaştığı, ve lineer (akıp giden) bir zaman mevhûmunun oluştuğu “tarih(ateş) öncesi-zon”, hâlen de yaşanmakta, ve hâlâ da “rubikon”u geçememiş (melekeleri olgunlaşmamış) büyük bir insanımsı kitlesi mevcut bulunmaktadır; toplumlarda… Nasıl ki, “tarih öncesi-zon” başlangıcından kalma mağara resimleri arasında, hem yıldız benekli olanları, hem de olmayanları varsa, bugün de Dünya’yı net görenler ile göremeyenler (halüsinasyon görenler) bir arada yaşamaktadırlar. O zamanki panteist gruplar nasıl ki, ritm melekesini güçlendirmek ve senkronize olabilmek için ritmik âyinler yapıyor idiyseler, bugün de devamlı olarak yapılan ve dinlenen pop müzik neşriyâtı, hele ki –alışılmış melodilerden ârî- caz müziği, “ritm melekesi”ni dirilten başlıca “şarj” etkeni olarak icrâ edilmektedir. Gelecekte, zaman birimi “saniye”nin ritmik boyutlara çekilmesiyle, tüm insanların “saat” âletlerine bağlı olarak –mecbûren- rezonansa (eştitreşim’e) sokulmaları da gündeme gelecektir herhalde… Yani sayma (ritm) ve sıralama melekelerinin, genler sarmalında kaydolunduğuna (kodlandığına) dair bir emâre yoktur; herne kadar –ritmik rezonanstan kaynaklanan- tabusal çekincelerden mütevellid “vicdan” diye bir duygudan bahsedilse de… Bu da göstermektedir ki, melekelerin sağladığı bilgi birikimi ve bilinçlenme hızı, biyolojik evrimin hızından kat be kat yüksektir. Çünki ritm melekesi, hem kazandırdığı “heceleme” becerisi ile “konuşma”yı sağlamış, hem de olay ve olgu özelliklerinin (hız,ebat, ağırlık gibi) dilimlenmesi demek olan “ölçü”leri yaratarak, bunlar vasıtasıyla yapılan sayısal (veya matematiksel) reprezantasyonlar şeklinde bilimsel düşünceyi yaratmıştır. Kaldı ki insanlık giderek, bütün düşüncelerinin sözsel ve görsel kayıtlarını da gerçekleştirmiştir; zamanlar ve mekânlar arasındaki bilgi aktarımı için… Ve bugün de, bilincini cansız maddeye intikal ettirme sürecinin başlangıcı olarak, sayma (ritm) ve sıralama melekelerini bilgisayarlara geçirmiştir; (0-1) saymalarının sıralanması (permütasyonu) işlemleri şeklinde… Demek ki, büyük bir ihtimalle, “ritm melekesi” biyolojik genlerimize geçmeden, insanla başlamış olan (veya zuhûr eden) bilinçlenme, cansız maddeye intikal edecektir… Bu durumdan, “biyolojik varlık” anlamındaki tüm insanların, bu bilinçlenme hızına ayak uyduramayacağı, yani “insan”lığın, doğal olarak kazanılmış bir “mukteseb hak” olmadığı anlaşılmakta, ve de insanlığın bilgisayarlara esir düşme tehlikesi ortaya çıkmaktadır; bazı bilimkurgu senaryolarında anlatıldığı gibi… Onun içindir ki, ritmik etkinlikler –en azından müzik şeklinde- günlük hayatın vazgeçilmez bir parçası olarak insanları güdümleyip durmaktadır. Ama insanlık, hem liderlerini objektif (bilimsel) kriterlerle seçememekte, hem de lider konumuna gelen inisiyatörlerin peşine bir sürü “biyolojik varlık” veya “âtıl kapasite” takılmaktadır; ileriye gidişi engellemek üzere… Onun için, bütün “iş”lerin robot ve bilgisayarlara devredilmekte olduğu günümüzde, melekeleri güçlü insanların ayıklanarak, niteliksiz popülâsyonun –tedricen- likide edilmesi, “gerek şart” hâline gelmiştir artık… Zira bugün, sayma ve sıralama melekeleri muhtel olan insanlarda, zaman ve mekân mevhumlarının süreklilik ve bütünlük arzetmediği, dolayısile onların hiçbir konuda bütüncül (teorik) bir kavrayışa sahip olamadıkları (yani şizofrenik oldukları), dolayısile bunların likidasyonunun, insanlığın geleceği için bir kazanç olacağı iyi bilinmektedir. Çünki bunlar, görecekleri tahsille teorik fikirleri ezberleseler dahî, onların sâdece “teorem” kalıplarını uygulayabilirler ama, değişik durumlardaki tatbîkatlarını yapamazlar. Kaldı ki hukuk hükümleri (kanunlar), kelimelerle ifade edildiğinden, daima metaforların yorumlarına açıktırlar. Dolayısile de, hukûkî kararlar, son aşamada hâkimlerin vicdânî kanaatlerine havâle edilmiştir; ama tarifi olmayan bir “vicdan”ın kanaatine… Demek ki, insanımsıların likidasyonu yapılmadığı taktirde, –gelişmiş üretim araçları yüzünden- yığınlara, ürettirilen nisbette tükettirilemeyince, onları ekonomik pozisyonlar uğruna, ve dinsel bahânelerle itlâf etmek, hiç de insânî bir tutum sayılamaz artık… Aslında, “tanrı-kral”larla başlayıp feodallerle devam eden “hânedanlar” düzeninin îcâbı ve îcâdıdır, “üremeyi ve üretmeyi arttırma” anlamındaki ekonomik genişleme (büyüme) politikaları; ki kapitalist hânedanlar da aynı “ekonomi-politik” düzeni sürdürüp nemâlanmaktadırlar. Oysa, hânedanlar öncesinde, ve hatta hânedanlar sırasında dahi –gizli tarikat usûllerince- inisiyasyon seçilimleri daima yapılagelmiştir; “insan”lığın ne olduğunu bilenler tarafından… Kaldı ki bugün, insanların meleke gücünü –objektif olarak- ortaya çıkaracak pek çok kriter (ölçüm) ve ölçü bulmak da mümkündür artık… Ayrıca, bu “bilinçlenme” yolunun sonunda, tek bir bilinç odağının (Tanrı’nın) ortaya çıkacağı da, teorik olarak gâyet açıktır. Bu açıklığa rağmen, objektif (bilimsel) insan seçilimine, hem kapitalistler, hem de dinciler ölümüne karşı çıkmaktadırlar. Çünki, hem –büyük çoğunlukla- kendilerinin ciddi bir inisiyasyon seçiliminden geçemeyeceklerini bilmektedirler, hem de bu seçilimden geçebilecek olanların, dinleri de, kapitalizmi de abuk bulacaklarını tahmin edebilmektedirler. Zira Dünya’da en büyük fitneye ve kargaşaya sebep olan –Ortadoğu mahreçli- İbrahimî veya Semâvî nâm dinler, Monoteist olduklarını iddia etseler de, tek bir “Tanrı”nın tanımında, hatta adında bile anlaşamamaktadırlar. Anlaşamazlar da; çünki evrensel çapta (sonsuz elemanlı kümelerde) düşünüldüğünde, sıra dışı varlık anlamında bir Tanrı (mitos) kabûlü paradoksaldır (R.Paradox); yani akıl dışı (hem var, hem yok gibi) bir varsayımdır. Demek ki insanlık, bölünmüş bir halde farklı farklı tanrılara tapmaktadır; politeizmin son versiyonu olarak… Ve bu durumdan (itaat disiplini ve tüketim alışkanlıkları sömürüsünden) kapitalistler de çok hoşnut olarak, dindarlığı teşvik ve tahkim etmektedirler; tüketim ve savaş ekonomileri sarmalını sürdürebilmek için… Ayrıca kapitalist pragmatizminden ötürü, bilim de dallandırılıp, bilim adamı diye “at gözlüğü” takmış spesiyalist-kariyerist bilimciler (uzmanlar) yetiştirilince, onlar da, insanlık problemlerini teorik bir bütünlük içinde kavrayamayan “görme özürlü”lere veya “şizoit”lere benzemiş, veya benzetilmişlerdir. Demek ki, gelmiş bulunduğumuz aşama, yerleşik “tarım toplumu”na geçildiğinde ortaya çıkan “tanrı-kral”ların, hânedanlar tesis ederek işbölümüne dayalı üretim düzeni kurmalarıyla başlayan “tarihî devirler”in inkârı (negasyonu) noktasıdır. Yani bundan sonra artık, tarihî devirlerde teşvik edilmiş olan “üreme”nin kontrola alınması, ve de “tarih öncesi”nde olduğu gibi inisiye (kademli) insan seçilimine önem verilmesi gerekmektedir. Veya başka bir deyişle, yığınların veya “sürü”nün –beslenme ve üreme içgüdülerine endeksli- menfaatlerini gözeterek para ve başarı kazanan kapitalistlerin ve politikacıların karşısına mutlaka, insanlığın, çıkış noktası istikâmetinde geleceğini düşünen seçkin (inisiye) bilimcilerin çıkarılması şart olmuştur; eski kâhinlerin mütekâbili olarak… Aksi halde, kadîm “tanrı-kral”ların “dünya görüşü”nü aksettiren dînî öğretiler, eline –bir şekilde- sermaye geçirmiş olan her kapitalist tarafından desteklenecek, ve de insanlık, binlerce yıl önce yaşamış önderlerin (peygamberlerin) yumurtladıkları kehânetler uyarınca (ve uğruna) intihâra, yani Kıyâmet’e sürüklenecektir... Bugün, adına “emperyalizm” de denilen anonim şirketten –mal mülk edinmek sûretiyle- hisse almış insanların “anti-emperyalist”lik iddiasıyla siyasî pozisyon almaları, tam anlamıyla sahtekârlık ve provokasyondur. Yani “anti-emperyalist”liği de, emperyalizmin bir kolu yapmaktadır bugün… Bu provokasyon, kendi malını mülkünü az bulan, veya politik statü ve ün kazanmak isteyen, açgözlü ve hasetçi küçükburjuvalara yaptırılmaktadır; acımasız bir “anti-emperyalist”lik görüntüsü verebilmek için… Oysa “anti-emperyalist”lik, maldan mülkten vazgeçmiş, gözütok ve görgülü insanların yapabileceği bir iştir; kapitalistlerin negasyonerleri olaraktan… Demek ki insanlık, “tanrı-kral”ların hükmî şahsiyeti metafizik alana itildiği, ve onların uhdelerinde bulunan insanlığın toplam “artı-değer”i de bazı uyanıklarca (!) bölüşüldüğü halde, kendilerini “tanrı-kral” sanan bir takım insanlar (kapitalistler) tarafından feci bir âkıbete (Kıyâmete) doğru sürüklenmektedir. Ve bunu da, feodallerin kardinallerle yaptıkları gibi, bir “kapitalist-din adamı” ittifâkıyla gerçekleştirmektedirler; arada bir, her iki zümrenin de adamı olarak temâyüz eden psikopatların faşizan rejim denemeleri şekline bürünse de… Ama buna mukabil, gelişen telekomünikasyon araçları sâyesinde bir “sermaye vahdeti (Globalizm)” gerçekleşmiş gibi görünse de, uluslar arası piyasaları kontrol altında tutabilen tek bir insânî zihniyet ve akla ulaşılamamıştır. Yani metafizik alana iteklenmiş olan Tanrı(kral)’ın yeryüzündeki projeksiyonunda tek’lik sağlanamamıştır; ki o yüzden de “monoteizm”, sâdece bir iddiadan ibaret kalmıştır. Nitekim koskoca bir Roma İmparatorluğu da, fütuhatçı Arap-İslam orduları da, Haçlı Seferleri ve son olarak Osmanlı yayılmacılığı da, Rab, God, Allah gibi adlar takılan mitosu, tek bir tanım ve isim altına –zorla dahî- sokamamış, ve de tüm insanlığa teşmil edememiştir. Demek ki, kadîm (kurucu) uygarlıklarda “tanrı-kral” uhdesinde –zahîre şeklinde- bulunan toplam “artı-değer”, sermaye hâlinde bölüşüldükten, ve “tanrı” da, kral olmaktan çıkarılıp metafiziğe gönderildikten sonra, “tanrı” kavramı, hükmî şahsiyet olarak tekliğini koruyamamıştır. Ve şimdi de artık anlaşılmaktadır ki, tüm insanlığa şâmil evrensel bir sıra dışı varlık (mit) kabûlü paradoksal (Russell Paradox) yani akıl dışıdır; “hem var, hem de yok” veya “ne var, ne de yok” gibi anlamlarda, veya anlamsızlıklarda… Bu da demektir ki, tüm Dünya’daki “allâme-i cihan” din adamları ve bilimciler bir araya gelip, bütün dinlere (ve dindarlara) teşmil edilebilecek tek bir “Tanrı” tanımında anlaşmaya kalksalar dahî, bunu asla başaramayacaklardır. Ve insanlar da, hem “tanrı vardır (teizm)” diyenlerle “tanrı yoktur(ateizm)” diyenler şeklinde kategorik bir ayrışmaya uğrayacaklar, hem de dindar kesimler, “insanlığın tek tanrısına tapınıyorum” diye mahallî mâbutlara tapınmaya devam edeceklerdir. Emperyalist kapitalistlerin (Globalistlerin) düzeni, aynı zmanda bilimi dallandırıp, bilim adamlarını da at gözlüklü “uzman”lar hâline indirgediğinden, her dinin ve hatta kilisenin (cemaatin) mensupları, kendilerinin tapındıkları ilâhın esas “tek tanrı” olduğuna inanıp, diğerlerinin câhilliklerinden başka ilâhlara tapındıklarını düşünmektedirler. Emperyalist zihniyet, insanların benimsemiş (içselleştirmiş) olduğu bu geleneksel yalanı, hem –kendisinin tesis edemediği- mahalli disiplini (otoriteye itaati) sağladığı için, hem de “savaş ekonomisi” potansiyelinin manivelası olduğu için gâyet faydalı görmekte, üstelik bu hususta, kendilerini “Tanrı’ya yakın” sayıp saydırarak “yolunu bulan” din adamlarından da destek almaktadırlar.

Artık Tanrısal Bireyler Değil, “İnsanımsı” Çoğunluk Sözkonusu Olacaktır:

Ezelden beri ortaya çıkan, melekeleri olgun, “zaman” ve “mekân” mevhumları netlik kazanmış, dolayısile ölçü (ve kriter) koyabilen birey insanlar, kendilerinde daima bir ölümsüzlük ve tanrısallık hissetmişler veya vehmetmişlerdir; ki bu duyguları veya algıları da, yaptıkları –kalıcı- işler bakımından doğrudur. Zira bu şekilde insanlığın, Kâinât’ı dönüştürmek yolundaki evrensel ve ebedî rolüne katkı yapmaktadırlar… Ama artık insanlığın, doğal olarak kazanılmış bir “mukteseb hak” olmadığı anlaşıldıktan sonra, esas meselenin, büyük çoğunluğu teşkil eden melekeleri muhtel “insanımsı”larda yattığı ortaya çıkmaktadır. Çünki bu “geri”ler, veya insanımsılar, “insan” formatını çok iyi taklit edebilmekle birlikte, aynı zamanda toplumsal yapıda, içgüdüsel iştiyaklarına, gayri meşrû kanallar veya tuneller açmakta da aynı derecede mâhir olabilmektedirler. Yani bunlar bir bakıma, çoğalarak insanlığı ele geçirmeye veya çürütmeye çalışan yabancı istilâcılar veya virüsler gibi davranmaktadırlar. Bu insanımsıların, insanlığa en büyük zararı da, “birey”lerin çevresini sararak onları, hem kendilerini –insan eşitliği prensibine(!) göre- “adam” yerine koymaları, hem de kendilerine çobanlık yapmaları husûsunda iknâ etmekle, ve dolayısile “emperyalizm” denilen anonim şirkete ortak olmaya doğru iteklemekle ortaya çıkmaktadır. Yani bir bakıma, “adam(birey)” olan insanlar, kendilerinin –Tanrısal- seçkin oldukları hissine kapıldıkları an, Şeytanın (geri çoğunluğun) dolduruşuna gelmekte, ve de Kıyâmet yoluna taş döşemektedirler. Onun için artık, birey olmanın bilincine varmak, kendini tanrısal seçkin görmekle değil, çoğunluğun geri (insanımsı) olduğunu idrâk etmekle mümkün olabilecektir. Çünki ancak o zaman, -savaş ve terör olaylarındaki- insan kıyımına seyirci kalarak Cehennem yoluna taş döşemek yerine, ciddi bir “doğum kontrolu” taraftarı olarak Tanrısal Yol’a gireceklerdir. Ve de insanlığın bugünki esas meselesinin, kapitalizme işçi devşirmek değil, bilimsel (objektif) bir inisiyasyon seçilimiyle yığınlardan adam ayıklamak olduğunu anlayacaklardır. Kaldı ki artık, günümüz bireyleri, tarihte tanrısallık iddiasıyla “rol-model” olmuş kişilerin (peygamber, aziz vs.), Tanrısal Yol’daki gelişime nasıl engel olduklarını, ve sonraki bireylerin (inisiyatörlerin) işini nasıl güçleştirdiklerini de anlamış olmalıdırlar. Onun için de artık, “ezber” ve “taklit”e dayalı skolastik eğitimden tamamen vaz geçerek, bilimsel “inisiyasyon” seçilimi üzerine kafa yormalıdırlar; devletten “açık çek” alacak, malsız mülksüz danışman ve eğitmen adayları olarak… Çünki, “toplumlardaki çoğunluk, insanımsılardan müteşekkildir” dedikleri anda, politikacılıktan da, kapitalistlikten de, dolayısile “emperyalizm” anonim şirketi ortaklığından da ayrılmış ve arınmış olacaklardır; ister istemez… Ve işte, insanlığı “tarih sonrası”na geçirecek, ve toplumların dönüşümüne önayak olacak ilk seçkinler grubu da, bunu diyebilecek, ve dolayısile de millet (veya halk) diye kitlesel bir hükmî şahsiyete hitap etme ve hükmetme ayrıcalığına veya düzenbazlığına tenezzül etmeyecek bireylerden oluşacaktır. Ve böylece de, “insan” tanımını yapmadan, “insan eşitliği” sloganıyla yığınları istismar eden, ve –bir şekilde- para kazanan (veya kazandırılan) insanımsıların, kendilerini adamdan sayarak insanları ezmelerine yol açan kapitalizme karşı, açık bir tavır konulmuş olacaktır… Panteist toplulukların başını çeken, ve ilk “kitlesel(kastî) işbölümü” düzenleriyle tarım toplumlarını kuran liderlerin, topluluğun veya toplumun diğer üyelerinden olan üstünlüklerini görüp de, kendilerini tanrı veya tanrısal saymış olmaları gâyet normaldir. Ama insanlığın gelmiş bulunduğu bugünki bilinç düzeyinde, gelişmiş bir bireyin, diğer insanlarla olan farkını, onların geriliğine değil de, kendinin olağanüstü üstünlüğüne yorması, hiç de normal değildir; hatta psiko-patalojiktir. Çünki o insanlara, tek başına yapabileceği bir liderlik de, yaptırabileceği bir “iş” de sözkonusu olamaz günümüzde… Dolayısile, günümüz bireylerinin, dinsel, sosyal vs. düşüncelerle takındıkları individüalist tavırlar, sâdece tarihteki kişiliklerin –alışılmış- taklitleri (yani mal) anlamına gelmekte, ve de piyasalar tarafından satın alınmaktadır; ki bu hususta insanımsıların sahtekârlıkları da sözkonusu olabilmektedir. İnisiyatör veya kreatör birey ile individüalist birinin karıştırılmasındaki başlıca etken de, iliklere kadar işlemiş mitperestlik (dindarlık) olmaktadır tabii ki… Oysa inisiyatör veya kreatör ile individüalist arasındaki farkın kriteri gâyet açıktır: Birincilerin, “kozmik emek”le gösterdikleri inisiyatifin (liderliğin) ve yarattıkları eserlerin, arkası veya altı “iş” emeğiyle doldurulur; kendileri Dünya gözüyle görseler de, görmeseler de… İkinciler ise, “finans kapital”ce yatırım yapılan, belirlenmiş işlerde ehlî hayvanlar gibi çalıştırılmak üzere –peşînen- beslenir ve barındırılırlar… Yani bir bakıma, yaratıcı “birey”lerin, “kozmik emek”leriyle ortaya koydukları teoriler, inşaatına çatıdan başlanan bir binâya benzer; yani –toprağa temel atmak yerine- havaya çatı çatmak gibi bir şeydir. Dolayısile hiçbir pragmatik kapitalist, bu işe yatırım yapmaz; ve/veya katkı vermez. Ama buna karşın, -bugün bile- biri çıkıp da peygamberliğini îlân etse, arkasında pek çok takipçi, ve yâvelerine pek çok alıcı bulabilir. Çünki mitperestlik (dindarlık) artık, borsaya kote olmuş bir anonim şirketin hissesi gibi değerli bir piyasa malıdır. Yani insanlığın –geçmişini analiz ederek- geleceğini gösteren ve yapılandıran teorik öngörü ve çıkarımlar, kapitalist zihniyet tarafından kaale alınmaz (aldırılmaz) da, binlerce yıl önce çıkıp, insanlığın geçmişini ve geleceğini bildiklerini iddia eden “peygamber”lerin kehânetlerine prim yaptırılır; çoğunluğun kendi kafasıyla düşünemeyen “insanımsı”lar olmasından bilistifâde… Oysa “tabu”ları inkâr (negasyon) edip, üremeye (çiftleşmeye) cevaz vererek “tarihî devirler”e geçmiş olan insanların, mâzilerini bilince çıkarabilmeleri imkânsızdı; dolayısile onların “varoluş”la ilgili mülâhazaları, ve en başında da “din” doktrinleri spekülâsyondan ibaretti… Onun için, tüm insanlığa şâmil bilimsel (objektif) bir “adam(birey)” seçilimi (inisiyasyon) sistematiği tesis etmek üzere yola çıkacak olanların, insan popülâsyonundaki çoğunluğun,- tarihî devirlerdeki spekülâtif îzahlarla (dinlerle) beyinleri yıkanmış- insanımsılardan müteşekkil olduğunu, ve bu nâkısanın fakirlikle de alâkalı olmadığını anlamaları ve söylemeleri, gerek (olmazsa olmaz) bir şarttır. Bu hükmü paylaşacak olanların arasına, “birey” tanımına tam uymayan kişiler de katılabilir ama onlar, bazı bireylerden etkilenerek insanlık yoluna baş koymuş, kadîm düzenlerden bakiye terbiyeli insanlar olarak görülmeli, veya “kamber”lerden sayılmalıdırlar; zira atalarımızın söylediği “kambersiz düğün olmaz” sözü çok mânidar ve gerçekçidir… O halde demek ki, tarihî devirleri kapatacak olan aydınlanma, böyle bir elitist çıkışla, insanlıktan yana olanlarla olmayanların ayrışması şeklinde başlamak zorundadır; bilimsel (objektif) bir inisiyasyon seçilimi tesis edilinceye kadar… Toplumlardaki çoğunluk, “insanımsı”lardan müteşekkil olduğu için, “kapitalist-demokrasi” rejimi mûcibince “birey-insan”ların da ahlâkı bozulmakta ve bilinçleri bulanmaktadır. Ve dolayısile de, insanımsılara “gerzek(veya geri)” diyeceklerine, onlarla, kendilerinin tanrısal (veya apriori) seçkin oldukları husûsunda anlaşmaya girişmektedirler; zımnen de olsa… Ve böylece de, metafizik bir “tanrı” kavramı ile birlikte, dinsel zırvalamalar sürüp gitmektedir. Halbuki aydınlar (bireyler) sapıtmamış olsalar, çoğunluğun kendilerine –istismar aracı olarak- bilinçsizce verdiği “tanrısallık” pâyesine tenezzül etmez, gerzeğe gerzek diyerek, yığınların içinde gömülmüş bulunan fakir bireylerin ayıklanmasına önayak olabilirler… İnsanlığın varoluşu veya “tez”i, “tarih öncesi” ise, bunun “anti-tez”i de, tabuların inkâr edildiği “tarihî devirler”dir. Şimdiki bizim uğraşımız ise, tabuları izah edip “tarihî devirler”i (ve dinleri) inkâr ederek –veya yalanlayarak- insanlığı “sentez” konuma getirmek, yani “tarih sonrası”na geçirmektir. İnsan formasyonunun yapılandığı “tarih (veya ateşin kullanımı) öncesi”nin ve “tabu”ların inkârı, insan zihninde –şizofrenik- bir boşluk bıraktığı içindir ki, dinsel (metafizik) îzahlar ve “tanrı” mitleri uydurulmuştur; o boşluğu doldurmak üzere… Oysa şimdi, “tabu”ların esrârını çözebildiğimize göre, insanlığı maddî temeline oturtabiliriz artık… Yeter ki, “ben hayatımı –ihmal edilebilir falsolar dışında- hatâsız yaşadım” diyebilen, yani hayatında kendini de, başkalarını da aldatmamış olan bireyler çıkıp, “gerzek yığınlar”ın negasyonunda birleşsinler… Böyle bireylerin, yaşadıkları hayat tarzından çıkarılmış bir metodoloji de, İnsan(Emek) Bilimi adıyla ortaya konulmuştur zaten…

Gerzeğe Gerzek Diyebilenler Birleşmelidirler!...

Yüzyıllarca Zâviye’lerde “kademli (inisiye)” seçilimi gerçekleştirmiş, ve de Yeniçeri Ocağı için seçkin çocuklar devşirmiş Bekdaşiyân, her biri “insan sarrafı” olarak, tabii ki “insan” ile “insanımsı” arasındaki farkı ayırt edebilir, ve de gerzeğe gerzek derlerdi. Dolayısile de, kendilerinde bir “tanrısal seçkinlik” vehmetmelerine gerek kalmazdı. Kaldı ki bu tavır, onların başkalarını küçümsediği anlamına da gelmezdi; zira “akîde”lerine göre, “haddini bilmeyene bildirmek, öksüze kaftan giydirmek” kadar sevaptı… Onun içindir ki, 1826 katliâmından sonra, Emperyalizm’e râm olarak İslâmî kilise (muayyen bir mezhebe bağlı cemaat) kurup, kendilerine bir nevî “İslâmî üstünlük(kibir) statüsü” biçen Osmanlılar, ve onların bendegânıyla, Bekdaşiler hep dalga geçmişlerdir. Nitekim, Bekdaşi hicivlerinin haklılığı bugün, hem son Osmanlı örneğinden ilham alınarak kurulmuş Suudi Arabistan Krallığı ile, hem de Osm.İmp. hayalleri kurarak TC Devleti’ne musallat olan AKP oluşumuyla açıkça ortaya çıkmıştır. Ama ne yazık ki, 1826’daki Kültürel Soykırım mûcibince Bekdaşi sülâleler likide edilip, zihniyetleri (ve akîdeleri) unutturulunca, Türkiye büyük bir travma ve kafa karışıklığı yaşamıştır; ve yaşamaktadır hâlâ… Buna rağmen , o korkunç süreci, bir laboratuar deneyi gibi inceleyip dersler çıkararak aklı başında yaşamış aile ve kişiler de vardır; hâlâ koyu bir tecrit altında tutulan… Mesela öyle bir kişi düşünün ki, hem Osmanlı İmp.’nun bânilerinden FATİH SULTAN MEHMET’e öğretmenlik ve danışmanlık yapmış MOLLA GÜRANÎ ile, YAVUZ SULTAN SELİM ve KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN’ın imamlığını ve hocalığını deruhte etmiş İMAM-I SULTAN MEVLANA BEKDAŞ’ın soyundan gelmiş, hem de onların Nizâm- Âlem mefkûresini bilimsel bir teori hâline getirmiş olmasına rağmen, kopkoyu bir tecrit ve ambargo altına alınıp yok hükmünde sayılsın… Ve üstelik de aynı kişi, 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 krizlerinin (darbelerinin) hepsinde de ağır cezalar alıp, kâh Yurt dışına çıkmak, kâh da uzun hapisler yatmak zorunda kaldığı halde… Ve hatta, F.Almanya gibi bir “Hür Dünya” ülkesinde, iltica talebine rağmen, tutuklanarak “ön şartlar”a bağlı olarak (yani pazarlık şeklinde) sorgulandığı halde, kimse meraklanmasın… İşte bu kişi, bendeniz Ali Ergin Güran, ve yaşadığı ülke de –varlığı hâlâ tartışmalı- Türkiye Cumhuriyeti’dir… Buradaki “soylu”luklardan veya yaşanmış mağduriyetlerden birine bile sâhip olan herkes, bunları satarak itibar, statü ve kazanç elde edebilir; bir “kapitalist demokrasi” düzeninde… Kaldı ki benim durumumun, -ailevî kökenlerim ve yaşadıklarım itibâriyle “yegâne”lik arzettiğinden- piyasada daha yüksek bir prim yapması beklenir. Amma ve lâkin, şâyet siz, yaşadığınız mağduriyetleri, Komünist İdeoloji’nin hatasını (eksiğini) deşifre edip, soyunuzla da itibatlandırarak teorik bir bütünlük içinde izah ediyorsanız, bu izah, Kapitalizm’in ciddi bir eleştirisi (negasyonu) anlamına geleceğinden ötürü, adem’e mahkûm edilirsiniz; Emperyalizm’in tüm kurum ve ajanları vasıtasıyla… Çünki böyle bir teorik sunuştan açıkça anlaşılır ki, Dünya’da Kapitalizm yükselirken, insânî bir düzen yıkılmış; ve üstelik de, 1826’da yıkılan düzenin tepesinde tutulmuş bir hânedan (Osmanlı) tarafından, resmen tesis edilmiş İslâmî Kilise (mezhep) dinciliğine destek olmak üzere yazdırılan “düzmece tarih” vâsıtasıyla, gerçekler tahrif edilmiş… Mesela, İmam-ı Sultan Mevlâna Bekdaş adı hiçbir tarih kitabında zikredilmediği gibi, bu zâtın vakfına ait Karaköy Hamamı da –gasben- yıktırılarak yerine, Karaköy Palas adındaki İşhanı yaptırılmıştır. Üstelik aynı zâtın Eyüp’deki türbesi de, 1954 îmâr(!) operasyonu sırasında, A.Menderes tarafından ortadan kaldırılmıştır. Kaldı ki, Vakıflar İdaresi de bu mümtaz şahsiyetin ismini, eski yazıdan, “Mehmet Bekdaş Efendi” olarak, yani bir “Alevi kapıcı veya bakkal” ismini çağrıştırır şekilde transkripte ettirmiştir; “mevlâna” kelimesinin açık tahrîfiyle… Ve böylece de, Istanbul Bekdaşilerinin, Osmanlı’dan çok önce devlet kurmuş olan Dânişmendli’lerden geldikleri, Alevi kökenli olmadıkları, tam aksine, Anadolu Alevileri’nin bir kısmının İmam-ı Sultan ve Yeniçerilerin etkisiyle Bekdaşiyân oldukları gerçeği gizlenmek istenmiştir. Ve üstelik, Anadolu’nun Bekdaşiyân Alevileri de, Çaldıran’ın muzaffer mareşali ve Ortadoğu fâtihi YAVUZ SULTAN SELİM’i avâmîleştiren (egzajere eden) rivâyetlere inandırılmak sûretiyle, tarihî kökenlerinden koparılarak –âdeta- piçleştirilmişlerdir. Dolayısile de, Fetih dinamizmi, zihniyeti ve fikriyâtı yok sayılarak Roma (Bizans) Düzeni’nin devam ettiği, Türklerin “Fetih” dedikleri olayın ise, âdi bir “istilâ” olduğu intibâı yaratılmak istenmiş, ve böyle bir “algı operasyonu” da, şimdiye kadar yutturulabilmiştir; Arap İslâmcılarının da iştahları –yeniden- kabartılarak… Ve onun için de, Türkiye’nin, sâdece Sovyet İhtilâli’nin desteğiyle veya rüzgârıyla kurulmuş anakronik (veya zuhûrâttan) bir ülke olduğu savına binaen, Sovyetlerin çökmesini müteakip “Türkiye” varlığı ve şekli yeniden didiklenir ve tartışılır olmuştur. Yoksa, dış dinamiklerin etkisi olmadan , Atatürk düşmanı bir dinci gürûhun iktidar olması, düşünülemezdi bile… Zira bütün iyi niyetli çabalara rağmen, topluma lokomotif olacak bir kapitalist Türk burjuvazisi yaratılamayınca, her –etnik- kafadan ayrı bir ses çıkmaya başlamış, ve bunu da emperyalistler, kendi çıkarlarına iyi değerlendirmişlerdir... İşte bu şekildedir ki, benim gibi Fetih dinamiklerinden gelen, ve objektif (bilimsel) düşünebilen insanlar, at gözlüğü takılmış uzman bilimcilerin de nazarlarından saklanarak, politikacılar ve –emperyalist- ajanlar eliyle koyu bir tecrit ve ambargo altında tutulabilmektedir.

Yani netice itibariyle denilebilir ki, Sembolik (Matematiksel) Mantık’la düşünüp, İnsan(Emek) Bilimi metodolojisi uyarınca fikir üretemeyenler, “iş” emeğiyle bile katkı yapmıyor, ve hatta bizi insanlara tanıtmak (veya takdim etmek) için dahî çaba göstermiyorlarsa, onlar ya emperyalistlerin ajanıdırlar, ya da o ajanların güdümündeki “insanımsı”lardır; herne kadar “anti-emperyalist” havalara girip şamata yapsalar da… Sözümüz, insan olan heryere, ve adam (birey) olan herkesedir…

Ali Ergin Güran: 07/02/16