Din(ler)in Rezâleti ve Diyalektik Antropoloji…

Aristo Mantığı’nın ve klâsik antropoloji anlayışının mahsûlü olan “din” doktrinleri artık, insanlığın gelişmesi önündeki en büyük engel hâline gelmiştir. Hatta engelden de öte, insanlığı rotasından çıkaran ve felâkete (Kıyâmet’e) sürükleyen “siren”ler hâline dönüşmüştür bu doktrinler… Şâyet başıboş bırakılıp da, bilimin inceleme sahasına dâhil edilmedikleri taktirde, çıkarcı politikacıların (ve kapitalistlerin) rehberliğinde insanlığı mahva sürüklemeleri, kaçınılmaz bir âkıbet gibi görünmektedir. Çünki tarihî devirler insanının “Aristo Mantığı”nda, sonsuzluk kavramına yer yoktur; sâdece  Dünya’nın devinim peryodlarından ve boyutlarından türetilmiş, değişmez “zaman”  ve “mekân”  ölçülerine göre “başı-sonu” belli olan kategorilere yer vardır. Dolayısile peygamberler de, insanlığı, “başı-sonu” belli olan bir hayat sahasında (fauna’da), ve de zaman aralığında yaşayan bir biyolojik varlık veya –üretim yapabilen anlamında- “akıllı hayvan” olarak kurgulamışlardır. Zira onlar, her türlü faunayı ve hatta “eko-sistem”i aşabilen bir “insanlık” vizyonundan da, insan aklının “sonsuzlar matematiği” ve/vaya  Matematiksel Mantık’la tanrılaşmaya doğru giden  “sonsuz bir bilinçlenme kapasitesi”ne sâhip olduğu idrâkından da, mahrumdular. Ve onun için de, dinsel doktrinlerinde, metafizik bir “öbür dünya (ahret)” eklentisi veya temdîdi yapmak zorunda kalmışlardı; sonluluğu, hem Allah’ın şânına yakıştıramadıklarından, hem de –zihnen- sıkıcı bulduklarından ötürü… Oysa onların düşüncelerini, kullandıkları Aristo Mantığı kısıtlamaktaydı; ve ne yazık ki(!) Allah’ları da, -insanların daha sonra idrâk edecekleri- Matematiksel Mantık hakkında kendilerine en ufak bir “tüyo” bile vermemişti. Veya peygamberler, kullandıkları düşünce disiplininin (Aristo Mantığı’nın), yersel veya kısıtlı bir tefekküre imkân verebileceği ihtimâline binaen, öğretilerini, her şeye muktedir ve “hikmetinden sual olunmaz” bir mâbudun (Allah’ın) sorumluluğuna tevdi etmişlerdir; bütün tarihî devirlerde –bâki- kalacak olan câhil çoğunluğun desteğiyle doğrulanmasını garantilemek üzere… Ve böylece, tarih (veya ateşin kullanımı) öncesini bilmemelerine, dolayısile de “tarih sonrası”na dair en ufak bir tasarımda bile bulunamamalarına rağmen, “lâf”la evrensel (zamanlar ve mekânlar üstü) bir doktrin ortaya koydukları iddiasını güderek, nihâyette “şeytan”a hizmet eder duruma düşmüşlerdir; Russell Paradoks’la açıkça anlaşıldığı gibi… Yani onlar, Aristo Mantığı’nın cevaz verdiği “basit çelişki”lerden yararlanmak üzere, “Allah-Şeytan” çelişkisi uydurarak işin içinden çıkmayı düşünmüşler, ama gerçekte, Allah’larının –her an- Şeytan’la yer (veya rol) değiştirebildiği bir paradoksa saplanmışlardır; iyilik tanrısı, kötülük tanrısı şeklinde kurgu yapmış selefleri politeistler gibi…  Gerçekten de, bugün, herhangi bir Zooloji  talebesi bile bilir ki, bir “habitat” içindeki herhangi bir hayvan türü, ekstradan beslendiği taktirde, nüfusunun olağanüstü artmasıyla birlikte, tüm “yaşam sahası”nın dengesini bozar; ve de onun mahvına sebep olur. İşte peygamberler, tam da bu hayâtî  noktada yanlış yapmışlar, ve insanların ürettikleriyle alabildiğine beslenip üreyebilecekleri yönünde fetvâlar vermişlerdir; Allah’ları nâmına… Ama buna rağmen Kuran’da, “Allah’la aldatmak” diye  bir “günah” da zikredilmiştir; sanki –herşeye muktedir- bir yaratıcı, kendinin istismar edilmesine engel olamazmış gibi… Oysa Matematiksel Mantık ve Diyalektik Antropoloji’yle  artık anlaşılmaktadır ki, insanlara, “helâl(!) kazançlarınızla dilediğiniz gibi yiyip üreyin”  mesajı vermekte olan dinsel doktrinlerin hepsi esastan, insanları günaha sokmaya çalışmakta, ve şeytana hizmet etmektedir. Zira, üretim yapmayı başaran insan aklı, sayma(ritm) ve sıralama melekelerinin mahsûlü olarak, beslenme ve üreme içgüdülerinin frenlenmesiyle (tabularla) ortaya çıkmış bir kumanda merkezidir. Ve onun için de, bu tabusal frenlerin münâsip kurallarla her zaman korunması gerekmektedir; akıl sağlığı için… Oysa Kapitalizm rejimi, değil bu fren mekanizmalarını korumak, onların yok edilmesi (tüketim teşviki) üzerine kurulmuştur; dinlerin de angajmanıyla… Çünki, beslenme ve üremeyle insan popülâsyonunun artması, hem genel tüketim talebinin artması şeklinde, hem de –krize girildiğinde- “insan itlâf programı”nın, yani “savaş”ların ve silah tüketiminin devreye girmesiyle, hep kapitalistlere hizmet etmektedir.

Matematik’te, limit ve integral kavramlarının (ve hesaplamalarının) ortaya çıkmasıyla, insanlığın 17-18.Yüzyılda ulaştığı bilinç seviyesi, eskiye nazaran öylesine kalitatif bir fark yarattı ki, ondan sonra artık, Aristo Mantığı’nın çöpe atılması farz oldu. Çünki, Aristo Mantığı’nın geçerli olduğu bütün tarihî devirlerde mesela, bir tavşanla kaplumbağ arasındaki yarışta, tavşan biraz geriden start aldığında, kaplumbağ’yı hiçbir zaman geçemeyeceği, gâyet mantıklı olarak –ciddi ciddi- iddia edilebiliyordu; açıkça görülen realiteye rağmen… Zira, geriden çıkış yapan tavşan, kaplumbağ’nın çizgisine gelinceye kadar geçen zamanda, kaplumbağ daha ileriye gider, tavşanın arayı kapatmak için yeniden yapacağı koşu süresinde de kaplumbağ tekrar bir miktar yol alır, ve dolayısile de aralarında, kaplumbağ lehine daima (sonsuza kadar) bir mesafe kalır diye düşünülüyordu; limit kavramı ve hesabı bilinmediğinden… İşte peygamberler de aynı mantıkla düşündükleri içindir ki, insanlığın bir gelişme limitinden sonra, kalitatif bir bilinç sıçraması yapabileceğini tasavvur dahî edemiyorlar, ve dolayısile de, her mahlûk gibi miadını doldurup munkariz olacağını  düşünerek  “Kıyamet” kehânetini yumurtluyorlardı; Uzay’ı da, ancak öldükten sonra –rûhen- gidilebilecek metafizik (ulaşılmaz) bir alan olarak gördüklerinden… Sonsuzlar matematiğinde, limit ve integral problemlerinin çözülebilir hâle gelmesiyle insanlık bilinci, metafizik bir –muhayyel- öteki dünya veya ahret mekânını iptal etmiş, ve dolayısile de “Allah” diye bir sıra dışı varlığa (mit’e) mahal bırakmamıştır. Zira metafizik bir “öbür dünya” kavramı, sonlu kümeler ve kategoriler düşüncesinin çâresizliğinden neşet etmiş bir nosyondur. Oysa sonsuz diziler ve matrikslerin limitlerinin hesap edilebilmesiyle, zaten farklı bir alana veya âleme geçilmektedir; ve dolayısile de, sonlanma neticesinde tahayyül edilen müteakip bir metafizik (maddi olmayan) alan, veya âlem kurgusuna gerek kalmamaktadır. Nitekim, genel olarak mikrokozmos fiziği, ve özel olarak da Kuantum Teorisi, böyle doğmuş veya yaratılmıştır. Yani bu da demektir ki, sonsuz dizilerin ve matrikslerin limit problemleriyle, bulunduğumuz fizikî âlemin içini (mikrokozmos’u) derinliğine keşfedebilmek, ve dolayısile makrokozmos’u da, başlangıcından îtibâren tümüyle kavrayabilmek mümkündür; metafizik bir alan bırakmamacasına… Ama buna rağmen dinsel mavralar (masallar), yine de dillendirilmeye ve kaale alınmaya devam etmektedir; çoğunluğun matematiksel mantıktan anlamaması, ve de insanlığın, düzgün-doğru (lineer) kronolojik bir gelişme gösterdiği hikâyesini vaaz eden klâsik antropoloji tedrisâtının hâlâ sürmesi yüzünden…

“Diyalektik Antropoloji” Gerçeği Hakkında…

Kadîm zamanlardan kalma mağara resimlerine baktığımızda, çağdaş sayılabilecek insan grupları arasından, bazılarının yaptıkları çizimler, yıldız gibi beneklerle bezenmiş olarak görülürken, diğer bazılarında bu beneklere rastlanmamaktadır. Benekli resimler, sayma (ritm) ve sıralama melekeleri gelişmemiş, ve o yüzden de “zaman” ve “mekân” duyguları (mevhumları) olgunlaşmamış insanımsıların, “halüsinasyon” dediğimiz anlamdaki görüşlerini aksettirmektedir; tıpkı bugün, kafasına odun vurularak sersemletilen birinin, gözünün önünde uçuşan yıldızlar görmesi gibi… Yani demek ki, insanların aynı kökenden türediğini göz önüne aldığımızda, resimleri benekli yapanlarla beneksiz yapanların gelişme zamanları aynı hızda çalışmamış, veya her iki grubun saatleri (numaratörleri) farklı hızda zamanlar kaydetmiştir; zira “zaman” mevhumunu, ritm melekesi sâyesinde “insan” yaratmaktadır. Ritm melekesi olgunlaşıp da, zihinsel “sıralama melekesi”ni türettikten sonradır ki, herkesin aynı anlayabileceği düzgün, doğru bir şekilde akıp giden –kronolojik- “zaman” nosyonuna ulaşılmıştır. Ama bu demek değildir ki, ateşi kullanabilen ve beneksiz resim yapabilen –melekeleri olgunlaşmış- bireylerin ortaya çıkmasıyla başlayan “tarihî devirler”de, yaşamış (ve yaşayan) bütün insanlar da bireydir… Tam aksine, bugün bile melekeleri olgunlaşmamış (Rubikon’u aşamamış) pek çok “tarih öncesi” insanı yaşamaktadır toplumlarda… Ve o sebepten de, “ritm melekesi”nin şarj edilmesi anlamındaki dans ve müzik etkinlikleri, bir ıstırâr hâli olarak sürüp gitmektedir bütün Dünya’da… O halde, sözkonusu –gelişmeleri- farklı insan grupları temâsa geçtiklerinde, beneksiz resim yapabilen bireylere (önderlere) sahip grup, diğer grubun üyelerini ehlî hayvanlar gibi, şartlı reflekslerle eğiterek rutin işlerde kullanabilirlerdi; diyebiliriz. Ama şâyet bu karşılaşmada, halüsinasyon görenler çoğunluğa (ve kaba güce) sahip olsalardı, kendi ilkel üretim (veya avlanma) usulleriyle, açık görüşe sahip olanların kökünü (neslini) kurutacaklardı, herhalde… Çünki mesela, açık görüşlü olan gelişmiş insanların, ava çıkacak arkadaşlarının melekelerini güçlendirmek ve senkronizasyonunu sağlamak için icat etmiş oldukları “avı veya av hayvanını kutsama dansı”nı yadırgayacak, ve de o dansları, kendilerine karşı yapılan bir –kara- büyü olarak algılayacaklardı; gâyet haklı olarak… Ama tabii ki, -istisnai vakalar dışında- böyle bir menfî gelişme olmadı; ve bidâyette olamazdı da… Zira seksin (evliliğin) sözkonusu olmadığı o tabulu topluluklarda kadınlar, ya uykulu (bilinçsiz) hallerde “ruh”lar tarafından hâmile bırakılır (ensest gibi), ya da –hayvan gibi görülen- diğer insanımsı gruplarıyla yapılan mücadeleler ve savaşlar sırasında tecavüze uğramak şeklinde döllenirlerdi; olay, kadının esir düşmesi veya erkeğin hayvanlar gibi boğazlanması şeklinde sonuçlansa da… Ve böylece, tarih öncesinin o “tabulu” topluluklarının bir kısmı da, erkek kardeşlerin savaşlarda –öncelikle- ölmesiyle, tamamen kadınlardan müteşekkil Amazon gruplarına dönüşürdü… Ama sonuçta muhakkak ki, ritmik âyinlere en fazla önem veren gruplar, melekeleri (zaman ve mekân mevhumları) olgunlaşmış bireyler (inisiyatör ve kreatörler) çıkararak, hayvanları ehlîleştirmeyi ve tarım yapmayı becermiş, dolayısile de kurdukları kitlesel işbölümü düzenlerinde (ilk devletlerde), geri kalmış grupları  işçi kastları olarak istihdam etmişlerdir; Mezopotamya ve Mısır uygarlıklarının kalıntılarından anlaşıldığı gibi… Ayrıca şu nokta da anlaşılmaktadır ki, sözkonusu kadîm uygarlıkların ilk kurucu kralları, -“panteist-animist” zonda, ritmik aktivitelerin içinde kendiliğinden öne çıkan/çıkarılan animatör veya inisiyatörler gibi-  melekeleri olgunlaşmış bireylerin “inisiyasyon” sınavlarında ayıklanmasıyla seçilmiştir; mesela ateşi kullanma becerisi ölçülerek… Ama üretim toplumu oturunca, amaçlı (plânlı) çalışma ve analoji mantığının ortaya çıkmasıyla birlikte, en önemli amaç, insan neslinin –idâmesi için- çoğalması olmuştur. Ve böylece de, insanı insan yapan, veya ona aklını kazandıran melekelerin edinilmesindeki, en önemli faktör olan “tabu”ları tanımayan bir zihniyet oluşmuştur; tarihî devirlerde… Bu da demektir ki, ateşin kullanılması ve beneksiz resimlerin yapılmasıyla başlayan tarihî devirler, “tarih öncesi-zon”un antitezi yani inkârı (negasyonu) olmaktadır. Dolayısile de, “ölçülü zaman” kavramının yaratıldığı kronolojik tarihî devirlerde, tarih öncesi bilinememekte, veya bilince çıkarılamamaktadır. Ama buna karşın, zaman kavramının tebellür etmemiş olduğu “tarih öncesi-zon”, bütün tarihî devirler içinde sürüp gitmektedir; melekeleri olgunlaşmamış “geri” insanları, ve onların muhtaç oldukları –ritmik- müzik ve dans etkinlikleriyle birlikte…

Tarihî devirlerin ilk düşünme yöntemi, “analoji” veya benzetmeler mantığıdır; ki bu da, sert ritmik hareketler neticesi, göğüs kafesinin sıkışmasıyla ağızdan çıkan sedâların (hecelerin), ve bunların kombinasyonlarından elde edilen kelimelerin, nesne ve olaylara tekabül ettirilmesi ile kazanılan konuşma (dil) becerisinin bir türevi olarak gelişmiştir. Tarihî devirlerin ilk uygarlıklarını tesis eden birey insanlar (Tanrısal krallar), analoji mantığıyla öyle “kutsal palavra”lar uydurmuşlardır ki, onları takip eden tarihî devirler boyunca üretilmiş bütün mistik ve dinsel fikriyât da, aynı temel (paradigma) üzerinden yükselmiştir. Bu fikirlerin ana tema’sı, “birbirlerine nedensellik ilişkisiyle bağlı olduğu gözlemlenen doğal olaylardan analoji yaparak, insanlığa bir geçmiş uydurmak” şeklinde kurulmuştur; ki bütün muhayyel yaratıcı ve yapıcı tanrılar da, bu mantığın ürünüdürler aslında… Zira, ilk uygarlıkların (mesela Sümerlerin) kurucu babaları da, bugünkü bir insan evlâdının, ritm melekesinin canlandığı ve analoji yapmaya başladığı, bebeklikten çocukluğa geçiş sınırındaki (3-4 yaşlarındaki) hâline benzer bir şekilde, insanlığın geçmişini hatırlayamamışlardır. Yani bir bebek, ana rahmindeki cenin hâlinden itibâren, anasından ve yakınlarından, bir rezonans olayı şeklinde “ritm melekesi”ni edinerek nasıl analojilerle (metaforlarla) –hâfıza kayıtlı- düşünmeye başlıyor ve eskiyi hatırlayamıyorsa, “ritm melekesi” kazanarak “analoji” mantığıyla düşünmeye başlayan ilk “birey” insanlar da, geçmişlerini (tarih öncesini) anımsayamamışlardır. Ama bununla birlikte, geleneksel olarak sürdürdükleri ritmik –var oluş- âyinlerini, totemleri, tanrıları vs.  kutsama ritüellerine, tabusal çekincelerini de, tanrıların emri olarak, “evlilik” ve “oruç”  usûllerine dönüştürmüşlerdir. Ve böylece de, kendilerinin varlık nedeni olan dinamikleri, tanrı emirlerinin sonucu (îcabı) olarak zihinlerine kaydetmişlerdir. Oysa insan, tarih öncesinde yaptığı ritmik hareketlerin meleke kesbetmesine paralel olarak edindiği zihnî “sıralama melekesi” ile birlikte türettiği, zaman-mekân mevhumları ve, ölçü, sayı, oran kavramlarıyla başlayarak, güçlü bir yaratma arzusu ve şevki (yani irâde) kazanmış, ve bu şevkle de, beslenme ve çiftleşme içgüdülerine fiilî çekinceler (tabular) koyabilmiştir. Bu da demektir ki, insan, bir primatın, kaotik bir durum sebebiyle mecbur kaldığı, ritmik tepinmeler şeklindeki anormal hareketleri sâyesinde zuhûr etmiştir. Buna karşın, tarihî devirler boyunca insan, konuşma iletişiminin baskınlığı, ve yazının büyüsel etkinliği yüzünden kendini, tanrılar veya onların yakınları (mesela peygamberler) tarafından –ahlâkî öğretilerle- terbiye edilmiş (ve edilen) bir biyolojik varlık (terbiyeli hayvan) olarak görmüştür. Gerçekten de, “okuma-yazma” oranının çok düşük olduğu tarihî devirlerde ve toplumlarda, yazılı her metin, bir tür “sihir formülü”, ve onu okuyan ender kişiler de, bilgin veya kâhin olarak görülmüşlerdir. Üstelik böyle bir algıya, dinî metinlerdeki mesajcının (peygamber veya azizlerin) Tanrı sözcüsü olma iddiası da eklenince ortaya, hipnotik bir iknâ olayı çıkmıştır. Dolayısile artık, bu kitlesel hipnoz (uyutma) usûllerinin terk edilmesi, ve yerine de, birey insanların yetiştirilip selekte edilmesine yarayacak “meditasyon” tekniklerinin ikâme edilmesi, gerek bir şart hâline gelmiştir… Nitekim bilimsel düşünce ve matematiksel mantık gelişip de, “sonsuzlar matematiği”ne gelindiğinde, görülen, hatta sâdece tahayyül edilen varlıklar (elemanlar) kümelerinin, hikmeti kendinden menkul veya apriori  “veri”ler olmadığı, bütün maddi veya muhayyel objelerin –mutlaka biri önce, diğeri sonra gelecek şekilde- iyi sıralandığının varsayılması gerektiği anlaşılmıştır; Russell Paradox  sâyesinde… Analoji ve nedensellik mantığıyla yaşanan bütün tarihî devirler içinde, “iyi sıralanma prensibi”nin nedeni yoktur. Ayrıca bu prensip, yeni ve daha kapsamlı bir teori kurulmakla değişebilecek bir varsayım da değildir; matematiksel mantığın işleyiş, ve dolayısile aklın düşünme prensibidir. Kaldı ki, insanın, sayma(ritm) melekesiyle “ordinal”, sıralama melekesiyle “kardinal” özellikler yükleyerek yarattığı “sayı”ların teşkil ettiği küme de, “ölçü”ler vasıtasıyla, tüm cisim ve olayların –kütle, hız vs. gibi- özellikleriyle birebir tekabülât hâlindedir. Dolayısile, tüm varlıkların “insan” tarafından sıralandığı, hâricen bir “tanrı”ya gerek olmadığı gerçeği de apaçıktır.  O halde insanlık, ya bu prensibin nedenini muhayyel tanrılara yükleme sorumsuzluğunda devam edip –kademli (inisiye) seçiliminden imtinâ ederek- kıyâmete gidecek, ya da sözkonusu prensibi, “tarih öncesi-zon”daki varoluş dinamiğimize (ritm melekesi’ne) indeksleyerek kendini yeniden yaratacaktır. Ama artık açıkça anlaşılmaktadır ki, ateşi kullanma ve beneksiz resim yapma (veya çizgi çizme) becerilerinin kazanılmasıyla başlayan, ve “tarih öncesi”nin antitez’i olan tarihî devirler, Russell Paradox’un anlaşılmasıyla (1901 yılında) kapanmış, ve ondan sonra da, “tarih öncesi-zon”un keşfiyle birlikte, “tarih sonrası”na geçiş (sentez) süreci başlamıştır. Yani mülk (arâzi) ve mal (kapital) sâhibi olan feodal ve kapitalist oligarklardan sonra artık, insanlığa, içgüdüsel etkilerden kurtularak meditasyon yapabilen ve matematiksel mantıkla düşünebilen kademli (inisiye) bireyler öncülük veya rehberlik edeceklerdir; başlangıçta (tarih öncesinde) olduğu gibi…

Tarihî Devirler, Sözsel Düşünce Yanılsaması ve İnsanlık Şizofrenisidir:

Hayvanlar, çıkardıkları seslerle “etki-tepki” iletişimi kurarlar; ki bunlar genellikle çağrı veya uyarı anlamındadır. Oysa insan, refleksif olmayan, amaçsız sesler de çıkarmayı öğrenmiştir; yaptığı sert ritmik hareketler (âyinler) esnâsında, göğüs kafesinin sıkışmasıyla gırtlaktan –basınçla- çıkarken, ses kascıklarını harekete geçirip, avurtta ve dudaklarda şekillenen nefesler vasıtasıyla… İşte bu fuzûlî sesleri (heceleri), ve onlardan yaptığı kombinasyonları (kelimeleri), nesne ve olaylara tekabül ettirmek sûretiyledir ki, konuşma becerisi kazanmıştır insan… Sonra da, doğal olaylar arasındaki “sebep-sonuç” ilişkilerini izleyerek, doğadaki nedensellik mantığını, kurduğu analojilerle içselleştirmiştir. Ama bu arada, tek bir sözcüğü pek çok –benzer- olay ve olguya tekabül ettirmek zorunda kalarak elde ettiği metaforlarla da, yalancılığı ve demagogluğu bir sanat (edebiyat) hâline getirip meşrûlaştırmıştır. Böylece de, hayvanî  veçhesini öne çıkararak, “yatay gelişme” diyebileceğimiz bir “çoğalma-yayılma” stratejisi geliştirmiştir. Ve bu arada, “tabu”ları da inkâr ederek yerine, “günah işleme, ve sonra da -vicdan azâbından kurtulmak için- yaratıcıya ibâdet ve tövbe etme” özgürlüğünü veya “kısır çelişki”sini (yani çürüten çelişki’yi) ikâme etmiştir. Bu çelişki kesinlikle kısır veya çürütücüdür; zira bir insan, Allah’ına niyâz ve tövbe ederek vicdânını ne kadar rahatlatsa da, verdiği zararları telâfî etmeye güç yetiremeyecektir çoğu zaman… Onun içindir ki, sözkonusu özgürlüğü ve çelişkiyi kontrol etmek üzere de, ilk tarihî toplumlarda, mutlak otorite olarak “tanrı-kral”lar ortaya çıkmıştır. İnsanlığın kurucusu sayılması gereken ilk “tanrı-kral”lar muhakkak ki seçkin kişilerdi; zira ateş veya güneş tapınaklarındaki “inisiyasyon” sınavlarından geçmiş inisiye rahipler arasından seçilmekteydiler. Ama daha sonra, çocukların babalarına benzediklerinin gözlemlenmesini müteakip ortaya çıkan “ataerkil verâset hukuku” mûcibince krallık statüsü babadan oğula geçer oldu. Oysa, “meleke gücü=ferâset=irâde=basîret” anlamındaki insan kalitesi, babalardan değil analardan geçiyordu; ve babalardan intikal eden özellikler ise, sâdece huy ve becerilerle ilgiliydi. Dolayısile, silahşör bir babanın oğlu da, çoğu zaman silahşör oluyordu; ama bu, onun “gerzek”liğine engel olamıyordu tabii… Ve böylece de, “kayırma-yaranma” hiyerarşisine  dayalı olarak ortaya çıkan, ve –melekeleri sağlıklı- bireylerin (adamların) ezilmesine sebep olan zâlim hânedanlar devri başlamış oldu. Bu noktadan sonra ortaya çıkan peygamberleri de aslında, “tanrı”ları patentlerine almış zâlim hânedanlara başkaldıran bireyler veya “adam”lar olarak anlamak lâzımdır. Ama nevar ki, bidayette bütün mallar (zahîre olarak) ve mülkler (arazî olarak), yani tüm toplumsal “artı-değer”, tek bir “tanrı-kral”ın tasarrufunda bulunurken, peygamberlerin reformundan sonra, “mal-mülk” sahibi dindar feodaller ortaya çıkmıştır; hânedanlarıyla birlikte… Daha sonra da, şehirlerde sanayînin gelişmesi ve ticaret hacminin olağanüstü büyümesiyle ortaya çıkan sermaye birikimi (kapital) vasıtasıyla da, “insan çobanlığı” rejiminin doğal ve insanî bir düzen olduğu, ve “insan çobanlığı (kapitalistlik)” gibi bir misyonun, ideal (hatta kutsal) bir meslek sayılması gerektiği fikri yerleştirilmiştir zihinlere… Çünki bu düzenlerin hepsinde de, “kayırma-yaranma” hiyerarşisi, düzenin omurgası olmaya devam etmiştir; ataerkil verâset hukuku ile birlikte… Üstelik bugün bile toplumların çoğunluğu, melekeleri olgunlaşmamış, yani birey olamamış (veya Rubikon’u geçememiş) insanımsılardan müteşekkildir; ki onlar da, özgürlük adına, yemlenmekten başka bir şey istememektedirler… Aslında peygamberlerin isyanları, “tarih-öncesi”nin negasyonerleri olan “tanrı-kral”ların ihdas etmiş oldukları “tarihî düzen”i inkâr (negasyon) etmek, yani onlara “antitez” teşkil etmek anlamını taşımıyordu. Peygamberlerin yaptığı iş, ataerkil veraset hukuku ile bozulmuş olan “tanrı-kral”lar düzenine reaksiyon gösterip, onu -lâfzî  direktiflerle- reforme (tamir) etme amacını güdüyordu sâdece… Ama nevar ki, güttükleri hâlisâne amacın tam aksi istikametteki sonuçlara sebep oldular. Ve böylece de, tek bir kralın tasarrufunda bulunan toplumsal “artı-değer”i, pek çok “sahip”e bölüştürerek, insanlığı fesata boğdular; hem de “din”leri, ebedî bir “kurtuluş” öğretisi veya ideolojisiymiş gibi sunarak… Aslında, tarihî devirlerdeki düzen, efsânevî (tanrısal) gerekçelere dayandırılmış “ahlâkî nasihatlar edebiyâtı” ambalajı içinde uygulanan bir “şartlı refleks kazandırma” veya “havuç-sopa” disiplinine dayanıyordu. Yani insanlar, kurallara uydukları taktirde, -beslenme ve çiftleşmeyle ilgili- içgüdüsel talepleri karşılanarak ödüllendiriliyorlar, yanlış yaptıklarında da, hak mahrûmiyetinden işkenceye kadar uzanan bir geniş skalada cezalandırılıyorlardı; ehlîleştirilmek istenen hayvanlar gibi… Ve böylece de, münâsip şartlı refleksler kazandırılmış hayvanlardan müteşekkil sürüler gibi, kolayca güdülebiliyorlardı; toplumsal (veya sosyal) düzen adına… Ama yerleşik tarım toplumuna geçildiğinde, olgunlaşmış sayma(ritm) ve sıralama melekeleri sâyesinde yarattıkları “ölçü”ler ve “sayı”lar vasıtasıyla “geometri (yer ölçümü)” bilimi geliştirip, oranlar icat ederek rasyonel (aklî) düşünme yetisi kazanmış bireyler, yani bilimci ve sanatçılar da yetişmişti; ki bunlar, irade sâhibi kişilerdi… İrâde, insanlığın yaratıcı dinamiği “ritm melekesi”nden güç alan, ve onun türevi –zihnî- “sıralama melekesi” ile birlikte yaratılan ölçüler, sayılar ve oranlar vasıtasıyla hayatın  bilimsel ve sanatsal reprezentasyonunu yaptıran, çevreyi aşma (değiştirme) güdüsüdür. Biyolojik içgüdülere karşı direnç gösteren, ve fiilen “tabu” yasaklarını ihdâs eden de, bu güçlü  insanî ıstırâr hâlidir; ki bunun gücü de, “meleke”lerin, ana rahminden itibâren (yakın çevreden) bir rezonans olayı olarak tevârüs edilmesiyle belirlenir.  Yani  bu da demektir ki, bir insanın “ritm melekesi” muhtel ise, onun sanatçı veya bilimci olabilmesi mümkün değildir; onlar ancak, mevcut eserleri (yaratıcılıkları) nakleden, sanat ve bilim öğretmeni olabilirler. Ve de sâdece irâdî insanlardır ki, içgüdülerini –ızdırap çekmeksizin- dizginleyip yönetebilme, ve dolayısile de toplumlara nizâmat verme yetisine sâhiptirler. Diğerleri ise, mesela testesteron seviyesi  elvermediği (dolayısile kadınlara câzip gelmediği) halde, “orgazm hazzı”nı, çağrıştırdığı fetişler ve sözler vasıtasıyla hayâlî bir amaç hâline getirerek, o uğurda her türlü çılgınlığı yapabilen, ve de bu yolda birbirlerini özendirip çoğaltan, bilinç ve irâde fukarası –yardıma muhtaç- insanımsılardır aslında… Sözkonusu irâdî  insanlar, tarih öncesinde, âyin başı (halay başı) olan, düz çizgi çizebilen (beneksiz resim yapabilen), ve de ateşi kullanabilen grup animatörleriydi. Yerleşik “tarım toplumu” bidâyetinde ise, şarkı söyleyebilen, geometri (yer ölçümü) yapabilen, ve de hayvanları ehlîleştirip güdebilen (çoban) önderlere veya liderlere dönüştüler; ki zâten “lider” sözcüğü de, “şarkı söyleyen” anlamını taşıyordu… Daha sonra da, -hâmi ve ortam anlamında- fırsat bulduklarında ortaya, her türlü bilim ve sanat etkinliğinden anlayan, “allâme-i küll” denilen âlimler çıktı; aynı irâdî insan makûlesinden olarak… Mesela İbn-i Sîna ve Leonardo da Vinçi, bunların en meşhurlarındadır… Ama sanayi devrimi gerçekleşip, büyük sanayi komplekslerinin ortaya çıkmasıyla birlikte, yoğunlaşan mal (kapital) birikimi sâyesinde (veya yüzünden) kapitalistler, bilimi de dallandırarak, bilimsel çalışmaları, piyasa talepleri doğrultusunda güdüme aldılar. Yoğunlaşan mal (kapital) birikimi o kadar büyüktü ki, -feodallerin- hiçbir mülk (memleket) büyüklüğüyle ölçülemez ve tartılamazdı… Dolayısile böylece de, içgüdüsel tüketim arzularının belirlediği “hayvanlığa rücû” süreci başlamış oldu. Bunun neticesinde de, “tüketimle büyüme ekonomisi” ile “savaş ekonomisi”, birbirini takip eden ve “süreç” anlamını taşımayan bir “yap-boz” oyunu husûle getirdi. Bu “duraklama” hâli aynı zamanda, insan irâdesinin veya irâdî insanların mahvedilmesi anlamına gelmektedir; ki bunu müteakiben, insanlığın mahvolması (Kıyâmet) noktasına gelinecektir. Zira insanlığın “yatay büyüme (genişleme)”sinin doğal sınırlarına gelindiği, “eko-sistem”in bozulmaya başlamasından, cinsel sapkınlıkların artmasından, ve de terör olaylarının kronikleşmesiyle, gençlerin “canlı bomba”lar  hâline gelmelerinden açıkça anlaşılmaktadır. Dolayısile bundan sonra, yaratıcı (irâdî) insanların özgür bırakılmasıyla “dikey büyüme (yükselme)” sürecine girilmesi, yani yeni değerler yaratılıp yeni adımlar atılması gereği, olmazsa olmaz bir şarttır artık… Nitekim her türlü komünikasyon araçlarının olağanüstü geliştiği, ve dolayısile de Dünya çapında cepheleşmenin (cephe savaşlarının) olanaksızlaşmaya başladığı günümüzde, zuhûr etmekte olan “global terörizm” konsepti de, sözünü ettiğimiz “mahviyete (kıyâmete) gidiş”in ilk işâretlerini vermektedir. Zira, “canlı bomba”lar vasıtasıyla yapılan kitlesel insan kıyımlarından sonra sıranın, “kapitalist rekabet”lerin elverdiği ölçüde büyük ve önemli yapılarla kişilerin imhâsına geleceği de, gâyet açıktır; ki bunun -11 Eylül 2001’deki gibi- ilk başarılı denemeleri de yapılmıştır zaten… Kaldı ki, “internet” ortamındaki “hack”leme olayları da, insanlığın içinde bulunduğu “yap-boz” debelenmesine, gâyet somut ve özet bir örnek sunmaktadır… Demek ki bundan sonra, Kapitalizm’in “kâr maksimalizasyonu” ve “sermaye birikimi” politikalarına mahal yoktur artık… Zaten büyük sanayi komplekslerine de ihtiyaç kalmamıştır; beyinsel üretim 3-5 kişilik gruplarca gerçekleştirilir, çoğaltma işi de robot ve bilgisayarlara tevdi edilir hâle gelinmişken… Böylece sermaye, “rutin çalışan ehlî hayvan (işçi)” türü insanlara ihtiyaç duymadan temerküz edebildiğine göre, artık Kapitalizm ideolojisi de, pozitif etkinliğini ve geçerliliğini yitirmiş demektir… Gerçekten de bugün artık, -tarihî devirlerin kapanışına koşut olarak- “Kapitalizm”in  sonuna gelindiği gâyet açıktır; nâmuslu kapitalistlerin sermaye birikimlerini insanlığa vasiyet ve vakfetmelerinden, diğerlerinin de, lezzet ve şehvet peşinde koşan sapık savaş (terör) finansörleri hâline dönüşmelerinden anlaşıldığı gibi… Bu gelişime gözünü kapayan ve direnen güç, küresel Siyonizm ile dinci devletlerdir; tek bir mahreçten türediklerini ispatlarcasına… Bu şekilde, Ortadoğu dinlerinin, -iyi niyetli reformatör peygamberlerden sarfınazar- Firavun (Tanrı-Kral) zihniyetinin bir devamı olduğu da, açıkça anlaşılmaktadır artık… Ve üstelik, bugünki  “firavun düzeni”ni artık, hiçbir iyi niyetli ideolog da tashih edemez; “insan”ın ne olduğu anlaşılıp, “gerzek” insan popülâsyonu –ciddi bir doğum kontroluyla- likide edilmedikten sonra…

Son tahlilde denilebilir ki, -ateş öncesi- mâzisini unutup, uydurduğu seslerle (sözcüklerle), doğal olaylardaki  nedensellik mantığının analojik reprezentasyonunu yaparak  kendini hayvan saymış, ve bu yüzden de “mal-mülk” sahibi birilerini çoban olarak kabul etmiş şizofrenik “tarih insanı”, artık deşifre ve teşhis edilmiştir. Ona bu teşhisi koyanlar da, sembolik mantıkla düşünegelip, sonsuzlar matematiğinde “iyi sıralanma prensibi” ile “Russell Paradox”u keşfetmekle birlikte “tarih öncesi”ni ortaya çıkaran, ve dolayısile de metafizik –veya Tanrısal- bir “öbür dünya” efsânesini iptal eden, bilimciler olmuştur. Kaldı ki bilimciler, sonsuz diziler, sonsuz matriksler ve bunların limit hesaplamalarıyla girdikleri “mikrokozmos”ta da, fizik ötesi bir boşluk değil, nedensellik mantığına uymayan bir fizikî âlem (kozmos) keşfetmişlerdir; herne kadar, nedensellik mantığına uygun vulgarize izahlar ve modellemeler yapsalar da… Ki  böylece,  fizikî âlemin mikrokozmos’unda da, insanlık âleminin mikrokozmos’u olan “tarih öncesi”nde de, kronolojik (lineer) zaman kavramının geçerli olmadığı, ve de nedensellik mantığının geçmediği ortaya çıkmıştır. Ve dolayısile de, orijinal âlemler hakkında nedensellik mantığıyla fikir yürütmenin (yani dinlerin), “abesle iştigâl” olduğu açıkça anlaşılmıştır. Hele ki “tarih öncesi-zon”da, yani insanlık âleminin “mikrokozmos”unda yaşayan gençleri, tarihî devirlerde, nedensellik mantığıyla –öcü’ler yaratılarak- uydurulmuş ahlâkî kuralların içine hapsetmenin, nasıl “yaratıcılığa baskı” ve “geleceğe ipotek” anlamı taşıdığı da açıkça ortaya çıkmıştır artık… Zira anlaşılmıştır ki, gençler “panteist zon” şartlarında (kulüplerinde) özgür bırakıldıklarında, kendiliklerinden “irade-içgüdü” diyalektik çelişkisini yaşayarak bilince çıkarmaya çalışacaklar, ve bu arada yaratıcılıklar da yapacaklardır; nükleer reaktörlerde gerçekleştirilen enerji emisyonu gibi… Bundan sonra Kapitalizm’in, “gerzek” çoğunluğu din(ler)le uyuşturarak, insanlığı felâkete (Kıyâmet’e) götürmek gibi Şeytânî bir misyon olmanın ötesinde, hiçbir pozitif fonksiyonu kalmamıştır artık… Bu meyanda, herkesin –aynı değerdeki- tek oyla katıldığı “demokrasi” oyununun ise, sâdece “göz boyamak” anlamında bir “meşrûiyet”  sağladığı gerçeği de açıkça ortaya çıkmıştır. Zaten “demokrasi” kavramının orijinal anlamında da, herkesin değil, site yuttaşı olmayı hak etmiş seçkinlerin oylamalara katılımı sözkonusudur…  Demek ki, antik Yunan düşünürlerinin sözünü ettiği “bilgeler yönetimi”, artık bir ütopi olmaktan çıkmış, ve de realitenin dayattığı bir zorunluluk hâline gelmiştir. Bunun için de, her şeyden önce, devletlerin, “piyasa regülâtörü”  veya “kapitalist çobanlar kulübü” olmaktan çıkarılıp, kademli (inisiye) bireyleri selekte eden (ayıklayan) bir aygıt hâline getirilmesi icap etmektedir artık… Türkiye’de ise, “küresel kapitalizm”in borç para ve eğitim (!) vererek şehirlere üşüştürdüğü, tarihimizden habersiz, açgözlü Müslüman Anadolu köylülerince, “Kapitalizm” destanının “traji-komik” son versiyonu oynanmaktadır bugün… Pre-Kapitalist Bizans’ı, “anti-kapitalist” umdelerle fetheden atalarımın indinde, bugünki dindar kapitalistler iktidarı (AKP), büyük bir utanç kaynağıdır… Zira atalarımızın, İslâmî akideye uygun bir şekilde şehirlerde bıraktıkları evkaf emlâkı ile, kırsaldaki Mîrî araziyi yağmalayarak, kendilerine özel mülk edinenlerin, hâlâ utanmadan “Osmanlı ardılı” ve Müslüman geçinip milleti aldatmaları, şerefsizliğin daniskasıdır…

Son dinin mensûbu (Müslüman) geçinen, hatta kendilerini imamlık mevkiinde görenlerin, bu kadar rezil durumlara düşmüş olmaları, “dinî-tarihî” devirlerin kapanmakta olduğunu gösteren en bâriz işarettir… Hâlâ dine karşı konuşmaktan çekinecekmisiniz?!..  Hiç çekinmeyin; zira tabuları yıkarak kendini bilmez hâle gelen “tarih insanı” tarafından, dikilen mücessem putların -peygamberler mârifetiyle- kırılmasından sonra, insanlığın geleceğini ipotek altına almaya kalkmış tarihî şahsiyetler olan peygamberlerin tasvir ettikleri  muhayyel “Allah” mitinin de, zihinlerden silinmesi ve insanlığın kendine dönmesi (tapınçtan meditasyona geçmesi) zamanı gelmiştir; tarihî devirlerin negasyonu münderecâtından olarak… Kapitalistler, ne kadar para bastırırlarsa bastırsınlar, hiçbir bilimciye, bunun aksini ispat ettiremeyeceklerdir.

Ali Ergin Güran: 13/01/17