İst.Anadolu 67.Asliye Ceza Mah.Başkanlığına:

Bilinçlenmeyi ve Kalitatif Gelişmeyi Savunmak Bâbında…

-- Tarihî devirlerde, ilk “tanrı-kral” hânedanlıklarından itibâren geçerli olmuş temel düşünce disiplinine, Aristo’nun formülâsyonuna atfen ARİSTO MANTIĞI  deniyor.

-- Aristo Mantığı’nın, “mutlak eşitlik (özdeşlik)” prensibi ile –bununla ilişkili- “sıra dışı varlık” kabulü, tarihteki “hânedan” yönetimlerince benimsenmiş tüm dinî, felsefî ve ideolojik düşünce sistemlerinin esasını teşkil etmektedir.

-- Örneğin, dinlerdeki “Allah” mitosu, hem kendi kendisiyle özdeş yani değişmez (mutlak) olması anlamıyla, hem de “sıra dışı varlık” sayılması itibariyle, tamamen Aristo Mantığı ürünü bir tasarımdır.

-- Ayrıca, geçen asırlarda ilericilik adına insanlığı pek fazla oyalamış ve hırpalamış olan Komünistlerce de zımnen kabullenilen, Kapitalist İdeoloji’nin –insanı ehlî hayvan yerine koyan-  EMEK=İŞ (mal ve hizmet üretimi)  özdeşliği de, aslında Aristo Mantığı’ndan mütevellid bir alışkanlık, veya “galat-ı meşhur”dur.

-- Ne var ki, 19.Yüzyıl sonlarından, 20.Yüzyıl başlarına doğru yaşanan evrilme sürecinde  insanlık bilinci, Aristo Mantığı ile düşünülen Sembolik (Matematiksel) Mantık disiplininde (veya Set Theory’de), ister istemez kabullenilen varsayım(lar) bulunduğunu sezmiştir; bir kısım düşünür ve matematikçiler mârifetiyle…

-- Zermelo, Russell, Zorn gibi seçkin düşünür ve matematikçiler tarafından –üzerinde çalıştıkları konular açısından- değişik şekillerde formüle edilmiş, ama esasta eşdeğer (equivalent) olan, sözkonusu  varsayım(lar) şöyle:

1) Axiom of Choice (AC)

2) Multiplicative Axiom (Mult)

3) Well-ordering Principle (W.O.)

4) Trichotomy (Trich)

5) Zorn’s Lemma (Zorn)

-- “Varlıklar” kümesini, Allah tarafından yaratılmış veya  apriori (kendiliğinden) var olmuş, “değişmez yasalara uyan donmuş nesneler” anlamında bir gerçeklik sayan (veya sanan), ve bizim de, “pasif gözlemci” objektifliğiyle, bunları inceleyerek anlamakla mükellef bulunduğumuza inanan dindar veya materyalist pozitivistler, insan düşüncesinin bir şarta (aksiyom’a) bağlı olmasından  hiç hoşlanmamış ve bunu kabule yanaşmamışlardır; ki bu yüzden, G.Cantor gibi bir matematik otoritesi (Alman akademisyen) –bile- akıl sağlığını bozmuştur. Zira “varlıklar” kümesinin, gereği ispatlanamayan bir kurala (prensibe) bağlanmış olması, aslında düşüncenin, bir  “önşart”a bağlanması demekti, ki bu da, matematiksel mantığın, antropolojiyle irtibâtını ifâde etmekteydi. Ama dallanmış bilimin, –at gözlüklü- spesiyalistleri (uzmanları), ve/veya uzmanlık alanlarıyla (meslekleriyle) övünen kariyerist  matematikçileri, branşlarını, başka bir bilim dalıyla bağlantılı (bileşik) görmeye hiç hazır değillerdi. Oysa sözkonusu  şart (aksiyom), her “bakan göz”ün, sâdece –sahibinin, reflekssif etkileşimlerle kendine hayat sahası açması için- subjektif bir intibâ edinebileceğini, fakat oluşan gerçekliğe şahit (ve sahip) olamayacağını, insanın ise, nesne ve olayları değiştiren (evrilten) inisiyatör anlamında, zuhûr eden gerçekliğin “mütemmim cüz”ü olduğunu  ifade etmekteydi. Yani sözkonusu olan, “gerçeğe ulaşma” veya “gerçeği anlama” değil, “gerçekleşme” ve “gerçekleştirme” idi aslında… Ve Tanrı adı da ancak, bu “total devinim”e veya –insanî- bilinçlenmenin nihai “transandantal limit” noktasına yakıştırılabilirdi. Zira insanın ritmik davranışları (ritm melekesi), onun zihinsel algı ve idrâkını (düşüncesini), -“ölçü”ler ve “sayı”lar yaratmak sûretiyle- belirlemekte, düşünsel çıkarımları da davranışlarını (ve çevreye etkisini) düzenlemekteydi. Onun içindir ki insanlar her iklimde yaşayabiliyor, ama hayvanlar, -genetik tahavvülâta elvermeyen hızlarda- değişen gerçeklik karşısında, ya munkariz oluyor, ya da “insan”ın himâyesine muhtaç hâle geliyorlardı… Bu da, aynı zamanda demekti ki, tüm doğa, “insan”ın inisiyatörlüğünde, “vahdet-i vücud” hâlinde evrilmektedir; ve dolayısile de, “Doğa-İnsan”  veya “Allah-İnsan” dualitesi ve “tapınç kültü (ibâdetler)” abesle iştigâldir. Zira insanlık, devinen mevcûdâtın ve değişen gerçekliğin inisiyatörlüğünü kaybettiği, yani “tapınç kültü” ile “iş (mal ve hizmet üretimi)” etkinliklerine saplanarak –kalitatif gelişmede- pasifleştiği (yaratıcılık yapamadığı) taktirde, hayvanlığa rücû ile kendini ifnâ ederdi… Ayrıca şu da anlaşılmaktaydı ki, yukarda sözü edilen aksiyomlar, “ritm melekesi”nin zihinsel türevi ve mütekabili olan “sıralama melekesi” vâsıtasıyla kazandığımız vizyonun, sanal matematik –elemanlarının- kümeleri üzerindeki izdüşümünün muhtelif reprezentasyonlarından başka bir şey değillerdir.

-- Nitekim, sözkonusu aksiyom(lar) formüle edilip tartışılırken, 1901 yılında –akademisyen olmayan İngiliz düşünür-  Bertrand Russell, Aristo Mantığı’nın, “bütün açık kümelerin kümesi (r)”  göz önüne alındığında, paradoksal (akıl dışı) olduğunu göstermiş, ve dolayısile de, bu temel varsayım(lar)ın, sonsuz –elemanlı- kümelerde  ve sonsuzluğa şâmil (evrensel) düşüncelerde, mecbûren kabul edilmesi gerektiğini ispatlamıştır.

-- Russell’s Paradox’un keşfinden sonra da açıkça anlaşılmıştır ki, başta dinsel doktrinler olmak üzere, evrensellik iddiası güdüp de değişimci veya diyalektik olmayan tüm tarihî düşünce sistemleri paradoksaldır; yani insanları akıl dışına çıkarabilecek kadar yanlıştır; ve/veya akla mugâyirdir. Bu meyanda dinler de, mantıkî bir anlaşma şeklinde değil, bir nevî “toplu hipnoz” olan “tapınç kültü (ibâdetler)” ile sürdürmektedirler etkinliklerini… Nitekim, tarihteki müzmin din savaşları, ve en aklî din olma iddiası güden İslamiyet’teki “Hz.Ali-Muaviye” uzlaşmazlığı (antagonizması), bunun en bâriz göstergelerindendir… Yani Bilimsel (Matematiksel) Mantık bize, sıra dışı (tanımsız) bir “tapınç miti”nin, sâdece mahalli olarak ve geçici süreler dahilinde hüküm sürebileceğini, ama genelde insanlığın birliğini sağlayamayıp fesata yol açacağını, yani mitolojinin tek tanrıcı (monoteist) olamayacağını açıkça bildirmiştir; ki nitekim “Allah” mitosu da, Şeytan’sız olamamaktadır.

-- Tarihî devirlerdeki hâkim düşünce disiplini (veya hâkim kişi ve zümrelerin düşünce disiplini) olan Aristo Mantığı’nın, evrensel çapta (zaman ve mekânlar üstü) fikir sistemleri –veya teoriler- geliştirmek için yanlış bir araç (metodoloji) olduğu, 1901 yılında açıkça anlaşıldığı halde, hiçbir Batılı (emperyal) kafa, bu yanlışın nedenini sorgulamamıştır. Ve dolayısile de, tarihî devirlerde inkâr (negasyon) edilerek unutulan “tarih öncesi-zon”u keşfedip, Antropoloji’nin diyalektik mantığını kavrayarak, gereken toplumsal ve eğitimsel düzenlemeleri yapamamıştır.  Zira Batılı, “kendini,  olgu ve olaylardan bağımsız sayan (sanan), veya tanrısal bir konumda farzeden zihniyet”iyle, ve de “işveren” pozisyonuyla “emek=iş” özdeşliğini içselleştirmiş, ve dolayısile de, insanı “ehlî hayvan” gibi görüp kullanmaya alışmıştı. Ve onun için de, emek=iş denkleminin modülünü (kozmik emek’i) aramayı, yani insanı hayvandan farklılaştıran, ve dolayısile insanın aklî  faaliyetini belirleyen parametreyi (ritm melekesini), akıllarına dahî getirmemişlerdi. Zaten getirselerdi, “ritm melekesi”ni test etmek şeklinde uygulayacakları “inisiyasyon” seçilimiyle, insanların gerçek seçkinlerini ayıklayarak, - “tanrı-kral”lık ve feodalite hânedanlıklarından sonra- kapitalist hânedanlara da son verip, “tarih sonrası”na geçişi başlatabilirlerdi. Böylece de, Dünya’daki seçkin insanlar, büyük kapital (ve silâh) stoklarına sahip ülkelere üşüşmezler, kapital, seçkin insanların ülkelerine giderdi. Ve dolayısile de ortada, ne kapitalist imparatorluklar, ne de imparatorluk kurma emeli güden kapitalist zihniyet kalırdı.

-- Her ikisi de, paradoksal Aristo Mantığı ile mâlûl olan Kapitalist ve Komünist ideolojilerin keskin bir siyasî zıtlaşma (inatlaşma) içine girdikleri bir sırada, “mantık” üzerine düşünme insiyatifini ben devraldım. Ve de 1960’ların başında, (W.O.) prensibine atfen, “maddi veya muhayyel bütün objeler (elemanlar), iyi sıralanma  konumunda kabul ediliyorsa, bu, onların apriori (kendiliğinden) veya Allah tarafından sıralanmış olduğuna mı delâlet eder, yoksa tarafımızdan sıralandığını mı ifâde eder?” diye bir soru attım ortaya… Ama bu soruma kimseden doyurucu bir cevap alamayınca da, bu konudaki tefekkür sürecini –sanırım- tek başıma ikmâl ettim. Ve de en sonunda anladım ki, ilk etapta aklıma gelen her iki şık da, tam doğru değilmiş. Meğer, meleke faaliyeti anlamında, istenç dışı (gayri ihtiyârî) yapılan bir “sıralama” söz konusuymuş; korkudan veya neşeden dolayı şarkı mırıldanmak, ya da sıkıntıdan dolayı el parmakları veya ayaklarla tempo tutmak gibi ıstırâr hallerinde, ve de –düzenlemeleri akılla yapılmış- “dans”, “müzik” ve her türlü “çizim” etkinlikleri şeklinde…Kaldı ki, insanın normal davranışları bile, “düzgün değişme (zamanlama)” hareketleri şeklindeymiş; maymunlar (ve diğer hayvanlar) gibi refleksif değil… Ayrıca, kadîm tarihî devirlerden beri, ve geniş bir coğrafyada kullanılan “tesbih” de, aslında, insanlara “zamanlama (ritmik sayım)” tâlimi yaptıran bir –basit- âletmiş meğer… Burada şu noktayı da önemle kaydetmeliyim ki, böyle bir tefekkür yoluna girmemde, belirleyici etkileri olan insanlar, beni Matematiksel Mantık konusunda taktir ve teşvik eden hocam Ord.Prof.Dr.Cahit Arf  ile, aynı konuda feyz aldığım üstadım Prof.Dr.Masatoşi (Gündüz) İkeda’dır.

-- Sözkonusu süreç dahilinde önce, 1965 baharında, “bilimsel sosyalizm” diye lanse edilen Komünist (Marksist) literatürün eserlerini yoğun bir şekilde tetkîke başladığımda, “insan hakkında bilimsel bir teori geliştirebilmek için, her şeyden önce onun, hayvandan maddi kategorik (veya kaotik) farkını gösterebilmek gerekir” şeklindeki propozisyonu, ihtirâzî  kayıt olarak ortaya koydum; ki bu sonradan, geliştirdiğim Diyalektik Antropoloji teorisinin hipotezi yerine geçti.

-- Bundan yirmi yıl sonra, 1985 baharında, yaşadığım –“tarih öncesi”ne yakın- cezaevi şartlarında da keşfettim ki, insanı hayvandan farklılaştıran parametre “ritm melekesi”dir. Ve insanda “zaman” mevhumunu ve bilincini yaratan bu meleke sayesindedir ki, çevremizi, “iyi sıralanan” nesnelerden müteşekkil bir “mekân” şeklinde kavramaktayız. Kaldı ki insana, konuşma (heceleme), ve şarkı söyleme, yani katlı tonlarda (melodik) sesler çıkarma becerisini de, -“beslenme ve üreme içgüdülerinin, melekelerin etkisiyle frenlenmesi” olayını sembolize eden- “tabu”larla birlikte kazandıran, aynı “ritm melekesi”dir. İnsanlığın yaratıcı dinamiği (veya parametresi) olan “ritm melekesi”nden mütevellid içgüdüsel –etkinliklerdeki- tutukluklar, “tabu” şeklinde kavramlaştırılarak sembolize edilip, “ölümüne korku” kaynağı hâline geldikten sonra, bunun Aristo Mantığı ile aşılması hiç de kolay olmamıştır. Dolayısile de, içgüdüsel etkinliklerin elzem olduğunun anlaşılmasıyla birlikte, insanları, bu husustaki tabusal tutukluk ve korkularından -onları hayvanlaştırmadan- kurtarmak üzere,  Aristo Mantığı ile yapılan îzahlar, “ahlâk” diye, ancak “Tanrı nâmına zor kullanma” şeklinde müeyyidelendirilen bir “mugâlâta edebiyatı”ndan başka bir şey ortaya koyamamıştır. Zira sözkonusu insanlaşma (bireyleşme) süreci, ateşi kullanıp düz çizgi çizebilen ilk bireylerin zuhûruyla başlayan tarihî devirler içinde de –zamanlar üstü bir zon olarak- devam etmiş ve etmektedir; ki hâlâ çoğunluğu teşkil eden “gerzek”lere, diyalektik mantık (çelişkiler mantığı) da, matematiksel mantık da öğretilememektedir. Bugün bile, “melekeleri muhtel” çoğunluk, -zaman, mekân mevhumları ve empati duygusu gibi- insanî hislerini, insiyatörler tarafından titreştirilen toplumların “ritmik rezonans” hâlinden etkilenerek kazanmakta, hayatlarını da, diğer insanları taklit ve bazı becerileri tâlim ederek sürdürmektedirler…Tarihî devirlerin başlarında, “melekeleri muhtel” insan popülâsyonunun  fazlalığı yüzündendir ki, “akıl-bâliğ” insanlar, onları “ehlî hayvan” gibi görüp kullanarak, kendilerini –izâfeten- tanrısallaştırmışlardır. Ama hânedanlar döneminde –“inisiyasyon” seçiliminin kaldırılmasıyla birlikte- “gerzek” veliahtlar da iktidar mevkilerine geçmeye başlayınca, işler (gidişât) çığırından çıkmıştır.

-- Batılı düşünürlerin emperyal (aristokratik) kafası veya zihniyeti, tarihî devirlerde –resmen- geçerli olan Aristo Mantığı’nın yanlışlığını (paradoksallığını) ortaya çıkarsa da, yanlışlığın sebebini anlayamadığı gibi, bu yanlışlığa rağmen insanlığın nasıl ilerlediğini de çıkaramadığından, yani insanî dinamiğin veya insanlaşma parametresinin (melekelerin) ne olduğunu  anlayamadığından susmuş, ve de iki Dünya savaşı ile, bugünki global terörizme seyirci kalmıştır; kalmaktadır. Oysa insanlaşma parametresi, “ritm melekesi”ydi; ve de devletlerin, hânedanlar sultası altında “ehlî hayvan üretme çiftliği yönetimi” hâline geldiği tarihî devirlerde bile insanlık, sözkonusu parametrenin kontrolu anlamındaki “inisiyasyon” usûlleriyle adam (birey) ayıklayan –çok defa gizli- tarikatlar vâsıtasıyla ilerleyebilmişti. Zaten geometri, astronomi, kimya gibi ana bilimlerin temelleri de bu tarikatlarda atılmıştı; önceleri dışarıdan, “anlaşılmaz sırlı bilgiler” gibi görülseler de… Bugün bile Matematiksel Mantık, böyle “sırlı bilgiler” kategorisine hapsedilmiş durumdadır; bilimsel veya objektif “inisiyasyon” seçilimiyle kaliteli insanlar ayıklanıp öne çıkarılmadığı için…

-- Bir primat türünün, bir Kaos ânında yapmaya mecbur kaldığı –düşünülebilecek- ritmik hareketlerin meleke kesbetmesi sürecinde (Tarih Öncesi’nde) ortaya çıkan “insan”lık, tarihî devirler boyunca da, resmî veya gayri resmî olarak (hatta gizli tarikatlar mârifetiyle)  aynı dinamik tarafından ilerletilmiş veya geliştirilmiştir aslında… Zira, insanlığın temelini teşkil eden ilk uygarlıklarda, ritm melekesine verilen önem, ve de yüklenen belirleyici rol gâyet açıktır: Bir defa “ritm” sözcüğü, Hint mitolojisinde, insanları Göktanrı=Varuna’ya götüren yol (Rota) olarak da, rehber –dansöz- tanrıça (Rita) olarak da sembolize edilen RTA’dan gelmektedir. Sonra da, kadîm Hint, Pers ve Mısır tapınaklarındaki “inisiyasyon” sınavlarında, “inisiye” adaylarından beklenen “ateşle oynama” veya “nefes tutma” gibi meditasyon becerilerinde ölçülen de, aslında “zamanlama(ritmik sayım)” yetisidir… Diğer taraftan, antik devirlerin bakiyesi olan bir Dünya İmparatorluğu’nu (Bizans’ı) fetheden atalarımız da fetihlerini, Zâviye’lerde “kademli”, Dergâh’larda “elyak (liyâkatli)”, ve Ahî (esnaf ve zenaatkâr) teşkilâtlarında da “şerbetli”  seçilimiyle adam kazanarak (ayıklayarak) gerçekleştirmişlerdir aslında… Ve bu seçilim (inisiyasyon) sınavlarının hepsinde de, aranan veya test edilen liyâkat normları, sayma(ritm) ve sıralama melekeleridir; yoksa, ezberlenerek veya tâlim edilerek kazanılmış mâlûmât veya beceriler (yani ehliyet) aranmamaktadır.

-- İlk defa, antik uygarlıklarda başlayan hânedanlar devri sırasında, -melekeler biyolojik genlerle geçmediğinden- melekeleri muhtel veliahtlar mârifetiyle tesis olunan “kayırma-yaranma” hiyerarşileri yüzünden insanlık duraklamış, ve de birbirine düşmüştür; kültürel, ırksal farklar muvacehesinde… Buna karşı Ortadoğu’da, isyancı peygamberler çıkıp, zâlim “tanrı-kral” hânedanlıklarına  son verseler de, onların ardılları olan feodallerin  hânedanları dahî, dinleri patentlerine almak sûretiyle, “kayırma-yaranma” hiyerarşilerini ihyâ ederek istibdatlarını sürdürmüşlerdir. Zira “Semâvî Dinler”in, ilkelerini vaz etmiş olan kurucu babası Hz.Musa, kendisi Tarikat’tan “inisiye” bir kişilik olmasına rağmen, Tarikat umdelerini hiçe sayıp, “Tanrı-Kral (Firavun)”larla –İsrael efsanelerinden mülhem bir “peygamber”lik nâmına- yarışa girmiş, ve de “Rabb’la bizzat görüştüm” spekülâsyonundan medet umarak, “Tanrı-Kral”lık zihniyetinin, -“tarihî devirler”in sonuna kadar- negasyon edilebilme imkânını ortadan kaldırmıştır. Oysa Hz.Musa, Rabb’ın, gerçek bir varlık (kişilik) olduğuna inansaydı, “yeraltına gömülme” gibi ağır “inisiyasyon” çilelerinden de Rabb’ı tarafından kurtarılır, ve dolayısile üstâdının taktirine iltifat etmezdi; diye düşünmek lâzımdır. Ama nevar ki, dindar kafası, “peygamber vakalarını (menkîbelerini) ne kadar mistisizme boğarsak, insanları –aklen meflûç edip- Allah mitosuna o kadar inandırabiliriz” gibilerinden, kurnazca bir düşünce tarzına âyarlıdır.

-- Bugün ise, “toplumsal artı-değer” denilen  güç, “kapital” şeklinde ebeveynden evlâda intikal etmekte, ve dolayısile de toplumlar kapitalist hânedanlar vasıtasıyla güdülmektedir.  Onun için, melekeleri güçlü –yaratıcı- insanlardaki “kozmik emek” potansiyelinin, piyasaların dışında, yani mal üretmeden önce (tarihteki Budacı, Zerdüştçü, Âmoncu, Pisagorcu, Fâtihân veya Bekdaşiyân tarikatlarda olduğu gibi)  değerlendirilmesi, yani talebelere, her şeyden önce “inisiyasyon” seçiliminin uygulanması şarttır artık… Zira toplumların içinden, bedenî(ritm) ve aklî(sıralama) melekeleri güçlü olan bireyler ayıklanarak, onlara –kayıtsız şartsız- düşünce özgürlüğü tanınmadığı taktirde, eğitim adına uygulanan, didaktik öğreti ve “ezber yoklama” sınavları şeklindeki “menfî seleksiyon” sistemi ile insanlığın, içgüdüsel (hayvanî) eğilimlere yatırım yapan “finans-kapital”in esiri olarak mahva sürükleneceği âşikârdır.

-- Bugün insanlar, -melekeleri muhtel olsa bile- sâdece “kinetik mal (finansör/kapitalist)” ve “potansiyel mal (işçi)” olmalarıyla ölçülen birer metâ mesâbesine indirgenerek eşdeğer sayılmaktadırlar. Ki böylece de, piyasaların gel-git’leriyle değer değiştiren mallar mesâbesine düşüp, kendi yarattıkları “artı-değer(kapital)”in esiri hâline gelmektedirler. Zira insanlar, bütün dikkat ve çabalarını “gelir(kazanç)-gider(harcama)” balansı üzerine yoğunlaştırdıkları için, insanca yaşamayı anlama ve “kendini bilme” husûsunda hiçbir gelişme kaydedememekte, ve dolayısile de binlerce yıl önce nâm salmış peygamber, aziz vs. gibi kişilerin söylemlerine uyup, eylemlerini (hatta giyimlerini) taklit ederek –eski zamanların- “çobanlık” rejimine müsâit (müstehak) hâle gelmektedirler. Çoban mevkiine geçen Kapital de, semirmek için en kestirme yolu tutarak, “insan nüfûsunu arttırma” ile “insanları savaş, terör ve kıtlıklarla itlâf etme” anlamındaki alternatif politikalara –dönüşümlü olarak- yatırım yapmak, şeklinde büyümektedir; çoğunluğun, içgüdüsel saiklerle kullandığı “oy”larını da alarak… Hatta bu hususta dinlerden de destek görmektedir; zira insanların çoğalması, ve kendi dinlerinden olmayanlarla savaşmaları, tüm dinlerin başlıca telkin konusunu teşkil etmektedir… Bu yatırım stratejisini, eleştirmek bile mümkün değildir: Çünki bir defa, devletlerce korunması gereken düşünme özgürlüğü ve güvencesi, fiilen ortadan kaldırılmıştır; kapitalizmin, “piyasalar tarafından satın alınmayan düşünce (fikriyât), düşünce değildir” düsturu mûcibince… Ayrıca, çırak veya çömez yetiştirmeye âyarlanmış Aristokratik (Akademik) eğitim sistemindeki bilimsel çalışmalar da, otoritelerin tastikine bağlanmış olduğundan, kapitalist tercihlerin dışına çıkamamaktadır.  Nitekim, Diyalektik Antropoloji diye adlandırılabilecek benim bu çalışmam da, piyasalar tarafından satın alınmadığı, ve üniversiteler tarafından  görülmediği (görmezden gelindiği) içindir ki  “mahkemeye düşmüş”tür… Oysa insanlık, beslenme ve üreme gibi temel biyolojik (hayvânî) ihtiyaçlarını yok sayma veya erteleme pahasına (tabularla) sürdürdüğü ritmik hareketlerinin meleke kesbetmesiyle, ve giderek, “sayma(ritm)-sıralama” melekelerinden mütevellid bilimsel düşüncenin yaratılmasıyla var olmuştur; ve de ancak böyle gelişebilecektir. Nevar ki, tabuların hüküm sürdüğü “tarih öncesi”nin inkârıyla (negasyonuyla) geçilen tarihî devirlerde, “insanları, içgüdüsel saiklerin motive ettiği (geliştirdiği)” şeklinde bir “galat-ı meşhur” yerleşmiş, ve bu da en sonunda, Kapitalizm’e meşrûiyet gerekçesi yapılmıştır. Demek ki, kapitalist rejime son verilmedikçe gerzek (melekeleri muhtel) ve cahil insan popülâsyonu düşmeyecek (hatta artacak), “gerzek” doğumları önlenmedikçe de, Kapitalizm Kıyamet’e kadar sürecektir. Oysa dinlerdeki Kıyâmet kehâneti(!), yanlış olduğu ispatlanmış bir klavuzun, yani –sonlu kümeler mantığı da denilebilecek- Aristo Mantığı’nın gösterdiği “Şeytânî” bir hedeftir. Yoksa “insanlığın sonu”nu, “insanla başlayan bilinçlenmenin, transandantal bir üst-limit seviyesinden sonra biyolojik bedenden de kurtulabileceği” şeklinde –Rahmânî- anlamak da mümkün ve aklîdir; zira bilinçlenme süreci sözkonusu olduğunda, “ölüm” kavramı anlamsız kalır. Hem zaten, Matematiksel Mantık aksiyomlarının anlaşılması ve düşüncenin davranışlarla olan irtibâtının ortaya çıkarılmasıyla, karar verebilen (otokritik sahibi) robotların yapım aşamasına da gelinmiştir artık… Kaldı ki insanoğlunun, değişen gerçekliğe inisiyatörlük  yapamadığı taktirde, insan olarak da kalamayacağını, ve –yaptığı akıllı robotlara esir düşmese bile- hayvanlığa rücû etmekle birlikte munkariz olacağını da biliyoruz... Onun içindir ki, din(ler) ve Kapitalizm gibi gerici öğreti ve ideolojilerden arınmış  bir “devlet” yapılanmasının orijinal ve aslî görevi, insanlığın bilinçlenmesini (melekeleri güçlü insanların seçilip öne çıkarılmasını) gözetmek, ve de “insanî gelişim stratejisi” plânlamaktır.

-- Beni bu uzun ve kapsamlı çalışmamda motive eden önemli bir faktör de, fâtihân soylardan gelmiş olmamdır. Zira, hem Fatih’in hocası Molla Güranî soyundan gelen bir Güranî, hem de Kanûnî’nin hocası İmam-ı Sultan Mevlâna Bekdaş soyundan gelen bir Bekdaşî olmam hasebiyle, fâtihân atalarımızın elyak (kademli) insan seçilimine ne kadar önem verdiklerine, yakînen tanıklık etmişimdir. Mesela –genellikle- bu soylardan gelenlerin, kendi çocuklarını bile, hiçbir konuda kayırmadıklarını çok iyi biliyorum… Ayrıca babam Yük.İnş.Müh. M.Orhan Güran’ın, vefatından kısa bir süre önce bana, “sende matematik kafası olduğunu, 3-4 yaşlarındayken, gâyet doğru ritm tutmandan anlamıştım” mealinde söylediği sözler, hep kulaklarımda çınlamış, ve teorik bütünlüğü sağladıktan sonra da, beni hayretlere düşürmüştür; ritm melekesine –teorik gereğini bilmeden- verdikleri önem itibariyle…

--Konuya biraz daha açıklık getirmek için diyebilirim ki, her çocuk, bütüncül (teorik) bir “dünya görüşü” kazanıncaya kadar, parça parça öğrendiklerini bütünleyebilmek için hayâlî tasarımlarda bulunmaya mecburdur; ki masallar da buna yarar zâten… Çocukların, en “düşünme tembeli” olanları bile, her şeyi bilen ve yapabilen bir yaratıcıya inandılar mı, kendilerini bütünlenmiş veya bütüncül bir görüşe sahip olmuş sayarlar. Bunlar, cahil veya kavruk kalarak büyüdükleri taktirde, fikirlerini bütünleyen hayalî (metafizik) varsayımlarına, “inanma ihtiyâcı” diye bir yafta takarlar; kendilerini mâzur göstermek için… Ama insanlar, kavruk ve cahil kalmayıp da, gelişimlerini tamamladıkları taktirde, çocukken kurdukları hayallerden kurtulurlar; ve hatta anlayamadıkları, bağdaştıramadıkları konuları dahî, aksiyomatik bir perspektif dahilinde ulaşılabilecek hedefler veya ufuklar olarak kavrarlar... Tarihî devirler de, insanlığın çocukluğu demek olduğundan, o devirlerdeki -Aristo Mantığı ile örülmüş-  tüm dinî ve felsefî öğretiler, yapıştırıcı (bütünleyici) olarak kullanılmış pek çok metafizik (hayâlî) unsuru ihtiva etmektedir. Bunun sebebi, ateşi kullanabilmeyi ve düz çizgi çizebilmeyi becerebilmek için gereken zamanlama yetisinin (ritm melekesinin) kazanıldığı “varoluş” sürecinin, yani “tarih öncesi-zon”un bilinmemesinden (unutulmuş olmasından) kaynaklanan zihinsel boşluktur. Metafizik “Öbür Dünya” masallarına yol açmış olan bu boşluk, 19.-20. Yüzyıllar arasındaki, yaklaşık yüz yıllık bir süreç dahilinde yapılan bilimsel çalışmalarla keşfedildiği (doldurulduğu) için, şizofreni hastalığına dâvetiye çıkararak insanları –hayâlî atıflarla- yalana dolana sevkeden, başta dinler olmak üzere tüm tarihî doktrinlerin miadı dolmuştur artık... Yani bugünki zaman, insanlığın, -ateşi kullanıp resim yaparak geçtiği- “tarihî devirler”i inkâr veya negasyon ederek, “tarih sonrası”na intikal etmeye başladığı, ve dolayısile de, “tez” konumundaki “tarih öncesi”ni idrâk etmekte olduğu “sentez” aşamanın başlangıcıdır aslında…

-- Bütün bunlardan kolayca anlaşılacağı gibi, kapitalizmle ve dindarlık salgınıyla (yani bir nevî şizofreni epidemisiyle) mücadele, benim tarihî ve bilimsel misyonumdur.  Kaldı ki, son dinin son bayraktarları –fâtihân- atalarımıza lâyık olacaksak, tarihî (dinî) devirleri kapatıp, “tarih sonrası”na geçişi başlatmak da,  bizim öncelikli görevimiz olmalıdır.  

 -- Benim bütün aşağılayıcı veya hakaretâmiz sözlerim, tamamen, dini –istismar aracı olarak- kullanan devlet adamlarına mâtuftur. Çünki onlar, hem din propagandasıyla halkları –geliştirerek yönetmek yerine- sömürerek gütmekte, hem de bilimsel keşiflerden insanları haberdar etmeye çalışan, benim gibi kişilere, ekonomik ambargo ve siyasi tecrit uygulamaktadırlar. Yoksa, insanları muhayyel mitlere (ruh, cin, Allah vs.) yoğunlaştırmak sûretiyle hipnotize eden bazı “açıkgöz”lerin, etraflarına topladıkları çocuk ve “kavruk”lardan müteşekkil dinsel grupları (cemaatleri), veya dinini gelenek olarak yaşayan halkları aşağılamam söz konusu bile olamaz. Zira onlar, kendi hallerine bırakılsalar, ilerleyen zaman içinde –modern eğitimin yayılmasıyla- eriyip yok olur, veya yola girerler. Ve böylece de dinler, politeizmden (putperestlikten) kalmış diğer kültürel âdetler gibi, hoşlananların sürdüreceği  bir kültürel etkinlik, ve de “ölü gömme (cenaze kaldırma)” ritüeli şeklinde, monoteizmin (mitperestliğin) bakiyesi olarak yaşanılır; yaşanılacağı kadar… Ben, Twitter’daki mesajlarımda sâdece, çoğunluğun, eskiden köle olarak kullanılan, şimdi de –ideolojik ve dinsel öğretilerle- istismar ve/veya kriminalize  edilen, “melekeleri muhtel” insanlardan oluştuğunu vurgulamışımdır; ki bu da, “halkı aşağılamak” değil bilimsel bir gerçektir… Aynı mesajlarda tahrikkâr (ajitatif) ifadeler kullanmamın sebebi ise, Twitter sayfamla bağlantılı olan “bekdasikodu.org” sitesindeki bilimsel tebliğlerime dikkat çekme amacına mâtuftur.

Son olarak şunu da belirtmeliyim ki, benim hiçbir malım, mülküm, ve de gelirim yoktur. Devlet’ten fakir maaşı almakta, ama aslında, dostların yardımıyla geçinmekteyim… ARZ EDER, BERAATİMİ İSTERİM!...

ALİ ERGİN GÜRAN

 

NOT: Bu metin, 67. Asliye Ceza Mahkemesi'ne 15 Mart 2018'de verilmiştir. Ayrıca daha önce 51. Asliye Ceza Mahkemesi'nde görülen Cumhur Başkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Genel Kurmay Başkanı Hulusi Akar'a hakaret davasında ek olarak ibraz edilmiştir.