Kapitalizm, “Şizofrenik Tarih İnsanı”nın Son İdeolojisidir. Zira Kendini Bilen İnsanlık, İdeolojiye Gerek Duymaz.

İnsan, ateşi kullanma ve çizgi çizme (resim yapma) becerilerini kazanmak suretiyle tarihî devirlere geçmeden önce, yaşadığı “panteist zon” sürecinde, sayma (ritm) ve sıralama melekelerini edinerek “sayı” ve “ölçü” kavramlarını yaratmış, ve böylece de, canlılar âleminde, bir bilgisayar gibi (gerçekliği yoğuran bilinç olarak) temâyüz etmiştir. Yani “tarih insanı”, nesne ve olayların –büyüklük, kütle, hız gibi- özelliklerini, ölçüler vasıtasıyla sayılara tekabül ettirerek, hayvanların “deneme-yanılma” nedenselliğini çok aşan, uzun nedensellik zincirleri teşkil edip, zihninde doğal olaylarla analojiler kurmak sûretiyle bilim yapabilmiş, ve böylece de doğal olayları tekrarlayıp geliştirebilmiştir. Bilahire de, bunun (bilimsel düşüncenin) ilk tatbikatı olarak, tarım (kültür) devrimini gerçekleştirmiştir; ama ritm melekesinin, ve bundan mütevellid beslenme ve çiftleşme(seks) tabularının, aklı yaratan hikmetini unutma, ve dolayısile de, varoluşuna ters bir yönelimi (beslenme ve üreme etkinliklerini) amaç edinme pahasına… Tarım için gerekli işgücü (işçi) ihtiyacına binaen girilen, “aklı yaratan etkinliğin (melekelerin) ürünü tabular’ı inkâr edecek şekilde akıl yürütme” sürecinin sonunda da, beslenme ve üreme saiklerini, -her olay ve nesnenin varlık nedeni olarak gördüğü- bir muhayyel Tanrı mitosunun emri telakki etmiştir. Ve netice itibariyle de, sayma ve sıralama melekelerinin faaliyeti ile, bundan mütevellid aklını, bir muhayyel mitosun yarattığına inanmıştır; o mitos nâmına hüküm sürecek zorbalara da, meşruiyyet sağlayıp dâvetiye çıkararak… Daha sonra da, sebeplerle sonuçların yer değiştirmesi yüzünden, öylesine zihnen düğümlenmiştir ki, dans ve müzik gibi –istenç dışı da yapılan- ritmik etkinlikleri bile, Allah’ın kendisine ihsân ettiği aklı sâyesinde (düşünerek) icat ettiğine inanmaya başlamıştır. Böylece de, insanlar arası ölçülü görüş (estetik) birliği, ve ritmik (etik) rezonanstan mütevellid içgüdüsel tutukluluk halleri (tabular) ile, Allah mitosunun “komaca akıl”ından sâdır olan, “yiyip içip, çiftleşerek çoğalın” emri arasındaki –diyalektik- çelişki, insan yaşamının başlıca gailesi olmuştur. Zira bu şekilde insanlar, ritmik rezonanstan mütevellid etik (insanî davranış) ve estetik (insanî görüş) birlikteliklerinde duydukları insanî hoşnutluk hisleri ile, cinsel hormonlardan kaynaklanan hayvanî şehvet hazlarını daima birbiriyle karıştırmışlar, ve hatta bunları, aynı “sevgi” sözcüğüyle ifade etmeye başlamışlardır; tabuların fiilî devamı olan “ensest” yasaklarına rağmen… Bu karışıklıktan da, bilimsel düşünce ile, -aklın tabusal temeline ters olan- Tanrısal “beslenin ve üreyin” emrine veya önermesine dayalı demagojik bir dinî (ahlâkî) düşünce biçimi, ve de şizofrenik bir insan tipi ortaya çıkmıştır; tarihî devirlerde… Çünki, insanlar arası ritmik rezonanstan mütevellid beslenme ve çiftleşme tabularının, tarihî devirlerdeki –tahavvül etmiş- devamı olan, “topluca paylaşarak beslenme ritüeli (sofra âdâbı)” ile, “aile içi çiftleşme yasağı (ensest)” gerekçesi, ve kuralları, sözlerle (mecazlarla) açıklanamamıştır; hayvanlar âlemiyle analoji (benzerlik) kurulamadığı için… Dolayısile de insanların çoğu, -herne kadar Allah mitosunun gazabıyla, hatta cezai müeyyidelerle korkutulmaya çalışılsalar da- gizli kapaklı hırsızlık yapmayı, ve kaçamak çiftleşmeleri mârifet (ve kâr) saymışlardır; saymaktadırlar… Böylece, ilerleyen tarihî devirlerde insanların bir kısmı, piyasa talepleri yüzünden dallanan bilimin –insanlıktan sorumsuz- “at gözlüklü” uzmanları hâline gelmişler, diğer –bozuk melekeli- kısmı da, melekelerin rezonansından mütevellid “sevgi” duygusuyla, cinsel hormonlardan kaynaklanan “seks” hazzını ayırt edemeyen insanlar olarak, ensest, pedofili, eşcinsellik gibi sapkınlıklara, ve dolayısile de algı ve idrâk bozukluklarına dûçar olmuşlardır. Çünki insan yavrularının (çocukların), -tabulu “panteist zon”daki gibi- tüm cinsel etkileşimlerden (flörtlerden bile) münezzeh ortamlarda yetiştirilmesi şarttır. Zira bir çocuk, herhangi bir “kadın-erkek” çifti arasında meydana gelen cinsel gerilimi ve şimşekleri, -koruması olmayan bir alıcı gibi- üzerine çeker; ve değil sâdece seksopat veya obez şeklinde dejenerasyona uğramak, hatta melekelerinin ve immün (bağışıklık) sisteminin bozulmasıyla, kanser gibi hastalıklara da dûçâr olur… İşte kapitalizm denilen ideoloji, böyle bir “çirkef bataklığı”nda neşvü nemâ bularak şizofren “alık”larla beslenmeye başlamıştır; tabuları, mahalli ve ârızî yasaklar şeklinde tanıtıp unutturmak sûretiyle… Aslında, tüm şizofrenlerin az/çok illüzyonist oldukları, yani ne zaman ne yapacakları belli olmayan (yapacakları ön görülemeyen), ve üstelik insanları şaşırtıp korkutmaktan da büyük zevk alan, ve dolayısile, dikkatler kesintiye uğradığında ve/veya başka yöne kaydığında insanların gözünü boyayabilen (şapkadan tavşan çıkaran, hatta görünmez olan) –melekeleri muhtel- gamsız (otokritiksiz) kişiler oldukları bilinmektedir. Yani bir şizofren –teorik (bütüncül) düşünemediğinden-, insanların bilgilerini ve davranışlarını ezberleyip taklid ederek (hatta başkasının kisvesine bürünerek) yaşayan, dolayısile de yanlışlarını hep başkalarından bilerek sorumluluk almayan/alamayan, ve üstelik kendisiyle empati kurmaya çalışan insanları da daima şaşırtan, süper fırsatçı ve gizli bir fesatçıdır. Öyle ki, “suçüstü” yakalansa bile, gâyet rahat yalan söyleyebilen, daha doğrusu, kronolojik –rutin- zaman (ve ilerleme) dışındaki, kendine has nedensellikleri (doğruları) savunan “mâsum” bir yalancıdır şizofren... Ama aynı zamanda, –âfakî muhalif söylemlerde bulunsalar da- herkesle (özellikle güçlülerle) uzlaşma eğiliminde olan bir müraidir şizofren… Bu “şizo” zihniyeti ve yaygın anlayışıdır ki, her işe karışıp iyilik de, kötülük de yapabilen sorumsuz –hayâlî- mahlûk “cin” figürünü kurgulamıştır; kendinden mülhem olarak… Seçkin bireylere asalak ve yük oldukları halde, kendilerini zahmetkeş alacaklı sanan bu “şizo”lar, tam da kapitalizmin aradığı “domuzuna individualist” insanlardır aslında… Bunlar, normal insanlar arasındaki –ritmik rezonanstan mütevellid- ortak yargıları (duygu ve düşünceleri) paylaşamadıklarından, veya empati yapamadıklarından ötürü, toplumların yarattığı “artı-değer”i, bir “piyasa manevrasıyla” rahatça sahiplenerek kapitalist olabilirler. Ondan dolayıdır ki, şizofreni hastalarını ve kavruk (çocuksu) kalmış insanları teşhis ve –melekelerini güçlendirmek anlamında- tedavi yoluna gitmeyip, onları doğrudan cemiyete integre ederek hazmetmeye çalışan bu “menfî seleksiyon (kapitalizm)” rejimi, insanlık âlemini çığırından çıkarmış, ve de küçük bir azınlık olan normal insanları, şizofreni hastalarının çoğunlukta olduğu ve yönettiği bir “tımarhâne”ye mahkûm etmiştir; âdeta… Zira, şizofrenik insanların tedavisi, pek mümkün olamasa da, onları –otokritik sahibi insanlarla benzeşecek şekilde- mûnisleştirmek mümkündür; ama tabii ki, normal insanların –tımarhaneden- hurûc ederek buluşmalarıyla birlikte… Oysa, kapitalist düzen onları, “para kazanan (kapital yapan) herkes adamdır” düsturu mûcibince, “piyasadan para aparmak” rekabeti içinde refleksler geliştiren canavarlar hâline getirmektedir. Halbuki insan, fıtraten (melekeleri sâyesinde) yaratıcı olmak, yani tüm refleksif ve rutin etkinliklerini daima geliştirmek veya terbiye etmek zorundadır. Ondan dolayıdır ki, insan topluluklarının ilerleyebilmesi için, toplumların büyüme (yayılma) ekonomisinden çok, yükselme (yaratma veya değer katma) ekonomisine, ve dolayısile de –melekelerin test edildiği- inisiye (kademli) seçilimine ihtiyacı vardır; örnek veya inisiyatör bireyleri öne çıkarmak üzere… Yoksa kapitalist kafası, önce Antropoloji, sonra Biyoloji ve Mikrokozmos Fiziği, ve onlardan sonra da Astrofizik dallarına göre planlanması gereken yatırım sıralamasını tersinden uygulayarak, insanlığı tam bir açmazın içine sokacaktır. Halbuki, Antropoloji’den başlanıp, Biyolojik analizlerden Mikrokozmos Fiziği’ne geçilerek derinleşildiğinde, belki de Astrofizik çalışmalarına –teori için gereken gözlem ve ölçümlerden maada- hiç gerek kalmayacaktır. Zira, canlıların “entropi”yi nasıl azalttıkları anlaşıldıktan (dolayısile mevcut teoriler değiştikten) sonra, Mikrokozmos’un derinliklerine inildiğinde, üç boyutlu mekânda (ve de 300.000 km/sn’lik hız tahdîdiyle) uzaklara gitmek için uğraşmanın hiç bir anlamı kalmayacaktır… Yani bu durumlar, inisiye (kademli) insan seçilimine dayalı yükselme (yaratıcılık) ekonomisinin, mevcut bilim kanunlarını dogma kabul eden kapitalist büyüme (şişme) ekonomisiyle, uzlaşmaz (antagonist) bir şekilde çeliştiğini göstermektedir; ki buradan da, eğitim sisteminin, devlet(ler) mârifetiyle, “insan seçilimi”ni de kapsayacak bir şekilde temdîd (extension) edilmesinin, “gerek şart” hâline geldiği anlaşılmaktadır. Yoksa, insanlığın “sunî bilinç (insan)” yaratmaya soyunduğu şu sıralarda, mevcut insanlar arasında bir seçilim (seleksiyon), ve eleme (likidasyon) sistematiği kurmaması, kapitalistlerin keyfi için emsali görülmemiş (Uzay çapında) bir savaşa ve insan katliamına hazırlanıldığı anlamına gelmektedir. Oysa, daha M.Ö. 7.Yüzyılda Pisagor’un tesis ettiği –tarikat tipi- eğitim kurumunda, yaratıcı ve inisiyatör olarak müfredâta katkı yapan “inisiye (seçkin)” öğrencilerle, ancak ezberci olabileceği taktir edilen “gözlemci”” talebelerin birbirlerinden ayrıldığı da bilinmektedir. Yani Pisagor’dan çok sonra (M.Ö.5.Yüzyılda) ortaya çıkan Aristo’nun, çömez (taklitçi ve ezberci) yetiştiren Akademya’sının, hâkim zümrelerin eğilimlerini dayattığı, ve de o yüzden günümüze kadar –Üniversite adıyla- geldiği gâyet açıktır. Zira Aristo mektebinde (üniversitelerde), sonucu belirli olan bilmece gibi sorularla eleme sınavları yapılmakta, ve bu arada bir çok “dâhi” tandanslı talebe de elenmektedir. Oysa ortaya konjoktürel meseleler konulup, talebeden, muhtemel kompozisyonlar ve problemler üretmesi istense, yaratıcıların seçilimini (seleksiyonunu) sağlayacak bir özgür eğitim kurumu çıkacaktır; PİSAGOR’un ve CAHİT ARF hocamın yaptığı gibi…

Kapitalizm, Tarihî “Güdüm Rejimleri”nin Sonuncusudur:

Artık anlıyoruz ki, tarihî devirler, insanlığın “kendinden geçmesi” veya varoluş sürecini (panteist zon’u) inkâr etmesi (unutması) anlamındaki bir “anti-tez” sürecidir. Ve de insanlık bu süreçte takılıp kaldığı taktirde, kendi kendini yiyecek ve mahvolacaktır. Zira varoluş (çıkış) zonunu, veya “varlık modülü”nü hatırlayamayan (unutmuş olan) bir insanlığın, kafa çatlaklığından (şizofreniden) kurtulabilmesi mümkün değildir. İnsanlığın bâki kalabilmesi ve “sentez” aşamaya (tarih sonrası’na) geçebilmesi ise ancak, varoluş sürecini yani “panteist zon”u idrâk (veya keşf) etmesiyle, ve dolayısile de, kendini (bilincini), daha dayanıklı (hatta ölümsüz) bedenlere kopyalayabilmesiyle mümkün olabilecektir; ki bu süreçte, “canlı beden”li olanlarının, en “gerzek”lerinden başlanarak azaltılması da zorunlu hâle gelecektir tabii… Aksi taktirde, akıllı âletlerin de katıldığı kaotik bir “kör dövüşü” kaçınılmaz olacaktır; İnsanlık Âlemi’nde… Ama görünen bu âkıbete rağmen yine de, beklentileri içgüdüsel olan çoğunluğun oylarıyla –demokratik(!) olarak- teşekkül eden kapitalist yönetimler ile, insanları, lezzet ve şehvet peşinde koşturan “kantitatif büyüme (tüketici yaratma)” ekonomisinden kurtarabilme imkânı yoktur. Zira kapitalist ideolojinin –menfî- stratejisi, kitlelerin beslenme, barınma ve çiftleşme taleplerini karşılamak, ve de onlara, dil, din, folklor gibi farklılıklarına binaen birbirlerini öldürmeleri için silah tedârik etmek husûsunda düğümlenmektedir. Bu stratejinin, Dünya’da insan popülâsyonunu dengeleyemediği ve istikrarı sağlayamadığı anlaşılınca, şimdi de kapitalistler, aralarındaki bu “dehşet dengesi”ni yakın planetlere yaymaya (genişletmeye) çalışmaktadırlar. Bu durum, Evrensel Determinizm’i tersinden okuyarak anlamaya çalışmak demektir. Oysa, “Fizikî Kozmos’un antitez’i Biyolojik Kozmos , onun da antitez’i Antropolojik Kozmos” diyalektiğinden de anlaşılacağı gibi, insanın önce kendini (Antropolojik Kozmos’u) anlamaya çalışmakla işe başlaması gerekmektedir. Oysa kapitalistler, büyüme (şişme) ekonomisi mûcibince, üç boyutlu mekân ve “saat”sel zaman ile kısıtlı (sınırlı), ve dolayısile çok zahmetli ve masraflı olan Astrofizik branşına yatırım yapma hevesindedirler; din(ler)deki, “mükemmel yaratılmış insan (ve akıl)” dogmasına da istinat ederek… Bu da demektir ki, insanlık, inisiye (kademli) bireylerini selekte ederek öne çıkarmadıkça, Evrensel Determinizm’in bilincine varıp yolunu bulamayacak, ve dolayısile de, kapitalist ideolojinin (hayvanî rekabetçiliğin) zebûnu olarak birbirini yiyerek mahvolacaktır. İnsanlığın bu korkunç âkıbetten kaçınabilmesi için, her şeyden önce, -melekeleri güçlü- seçkin insanların, tarihî (dinî) öğretilerle kendilerine yüklenmiş olan “ulûhî seçkinlik” vehminden, ve kapitalizmin “demokratik eşitlik” illüzyonundan kurtulup, toplumlardaki çoğunluğun, melekeleri muhtel “gerzek”lerden müteşekkil olduğunu deklare etmek sûretiyle, bir inisiyatör olarak ortaya çıkmaları gerekmektedir. Zira normal bir insanın, bir şizofrenden farkı o kadar büyük ve belirleyicidir ki, bunlar karşılaştıklarında, normal insan muhatabına “şizofreni” teşhisi koymadığı/koyamadığı taktirde, ya kendinde bir “Tanrısal seçkin”lik vehmeder, ya da dağıtır; hele ki bu muhatab kapitalizme entegre ise… Demek ki inisiyatörler ortaya çıkmadıkça, popülâsyonunun büyük çoğunluğu şizofrenik olan, ve bilimcileri de “at gözlüklü” uzmanlardan teşekkül eden bugünkü toplumlarda, bir “anti-kapitalist” fikri, oylamalarla kabul ettirebilmek mümkün değildir; üstelik bir de, politikacılık diye bir “şizofren mesleği” varken… Ondan sonradır ki, ortaya çıkan kişilik sahibi insanlar, -Panteist Zon’un unutulduğu- tarihî devirlerde yüklenmiş bulundukları ulûhî “çoban”lık ve “amele başı”lık görevlerinden, ve de bundan mütevellid –ideolojik veya dinî- “istismarcılık”lardan tamamen kurtularak, melekeleri muhtel çoğunluğun tedavi, rehabilitasyon ve likidasyonuyla (doğum kontroluyla) uğraşabilecekler, ve böyle bir misyonu idrâk ve icra edebilenler de, seçkin (inisiye) insan sayılabileceklerdir. Ve böylece de, bu son tarihî konakta insanların, “iş”lerini akıllı âletlere devrederken, aynı zamanda “şizofrenik nüfus” fazlasını da, tedavi, rehabilitasyon ve “doğum kontrolu” ile –insanî bir şekilde- likide etmesi sağlanacaktır; onları, kapitalistlerin “büyüme ekonomisi”yle çoğaltıp savaştırmak yerine… Bu likidasyon, “tarihî devirler”in başlangıcında “tanrı-kral”ların, işgücü(işçi) üretmek amacıyla tabuları unutturmak için –önce “kutsal fahişe”ler kullanarak, sonra da çiftleşmeyi “evlilik” şeklinde kutsayarak- yaptıkları “fuhşa teşvik” operasyonlarının telâfisi anlamına gelecektir; ve sancılı olacaktır tabii… Ama hiçbir zaman, silah endüstrisinden para kazanmak uğruna yaptırılan katliamlar (savaşlar) kadar acıklı olmayacaktır… O halde îfâ edilmesi gereken âcil görev, insanların kafasını, içine saplanmış bulundukları metaforların kısır anlatımlarından kurtarmak, ve dil’leri –genellikle gençlerin kullanacağı- mahalli jargonlar hâline indirgemek, ve de melekeleri sağlam seçkin bireylerin –Dünya çapında- seleksiyonunu sağlamak üzere, sembolik (matematiksel) mantığa dayalı bir ortak dilin yaratılmasıdır; ki internet de, bunun için gâyet uygun bir zemin sağlamaktadır zaten… Bu cümleden olarak, gelişen tele-komünikasyon araçlarıyla insanlar, her zaman ve her yerde müzik dinleme imkânına kavuşarak “ritmik rezonans” birliğine yaklaşmış olsalar da, bu, insanlar arası duygu ve düşünce birliğinin tam olarak sağlanması için yeterli değildir. Ayrıca, Güneş döngülerinin –Sümerler’deki- bir takım kutsal sayılara bölünmesiyle elde edilen, bugünki zaman birimi “saniye”nin de, ritmik boyutlara çekilmesi icap etmektedir; “zaman ölçer (saat)” efektlerinin, ve aynı frekansta üretilecek müziklerin de yükseltici (amplifikatör) etkilerinden yararlanmak üzere… İşte o zamandır ki, dallanmış bilimin “at gözlüklü” uzmanları olarak kapitalizmin hizmetine koşulan seçkin insanlar, içine hapsoldukları “uzmanlık” dallarının üstüne çıkarak, tek bir bilimsel rotada anlaşabilecekler, ve tüm insanlık da, sözcüklere (dil’lere) gerek duymadan ortak duygu ve düşüncelerde buluşabileceklerdir. Yoksa, insanların içgüdüsel “üreme=çoğalma” yönündeki taleplerini karşılamak üzere yatırım yapıp, bundan elde ettikleri kârları, içgüdüsel etkinliklere “lüks konfor” sağlamak için kulanarak, ilerleme kaydedilemez, ancak dejenerasyon yaratılır; kapitalistlerin yaptığı gibi… Çünki, insanların bilimsel ve sanatsal etkinliklerine alan açması ve imkân sağlaması gereken “konfor”un, içgüdüsel etkinliklere teşvik (şehvet fetişizmi ve lezzet tiryakiliği) anlamına dönüştürülmesiyle ancak, insanî dejenerasyona yol açılmış olur. Nitekim son zamanlarda görülen, “seksopat” ve “obez” sayısındaki artış (hatta patlama), böyle bir dejenerasyonun açık belirtisi ve delilidir. O halde, kademli (inisiye) insan seçilimi gerçekleştirildiği taktirde, “lüks konfor” kavramı anlamını yitirecek (hatta komikleşecek), ve dolayısile kapitalizm de çekiciliğini ve hayatiyetini kaybedecektir. İnsanlık, insanî kalitesi meşkûk (hatta düşük), kapitalist nâm kişilerin taktirine (beğenisine) göre belirlenen “lüks” adında bir “katma değer” kabul edemez artık… Yani doğuştan ulûhî seçkin kabûl edilmiş olan Aristokrat’lara tanındığı gibi bir seçkinlik, kapitalistlere tanınamaz artık... Onun içindir ki kapitalistler, dinî inanç ve gelenekleri diri tutup, hem dallanmış bilimin “at gözlüklü” uzmanlarını, hem de sanat heveslilerini, siparişleriyle güdümleyerek, karanlık (öngörüsüz) emellerine âlet etmeye çalışmaktadırlar. Oysa, ömrü boyunca para kazanmak için uğraşmış, ve bu uğurda kendini piyasalara (borsalara) kote etmiş bir insanın, -fıtraten sağlam olsa dahî- aklî melekeleri de, bedenî melekeleri de bozuktur; aynen kumarbazlar gibi… Dolayısile de, ne insanî görüş (estetik duygusu), ne ahlâk (etik) ve ne de objektif (bilimsel) düşünce yeteneği kalmıştır onda…

İnsanlık, Varoluşunu Hatırlayıp Şizofreniden Kurtulunca, Kapitalizm Biter:

İlk devletleri ve uygarlıkları kuranlar, ateşi kutsamakla birlikte, onu kullanma becerisinin, ritm melekesi sâyesinde kazanıldığını , ve - ritmik âyinlerden mütevellid- tabuları unutmamış (inkâr etmemiş) olan, dolayısile de, ritm melekesinin test edildiği “inisiyasyon” sınavlarıyla kral seçen, “sönmez ateş” muhafızı mücerret râhiplerdi; ki toplumsal “artı-değer (bütün mal-mülk)” de tümüyle bunların tasarrufunda bulunuyordu. Sonradan –Mısır’da- sönmez ateş’in yerini Güneş alsa da, “ataerkil verâset hukuku”nun ihdâsıyla iktidara hânedanlar çörekleninceye kadar, kral tâyininde “inisiyasyon” seçilimi devam etti; KHUFU veya KEOPS’un inşasına kadar… Çocuklarını kendilerine benzeterek, insanî seçkinliğin (veya tanrısallığın) biyolojik genlerle (yani çiftleşmeyle) geçtiğini düşünen krallar, iktidara yapışan hânedanlar teşkil edince, beslenme ve üremeyle ilgili tabuları inkâr edip (ve unutturup) tarihî devirleri başlattılar; kendileri gibi sülâle mensubu –fonksiyoner- tanrılardan müteşekkil bir de Mitoloji (ve Panteon) uydurarak… Onlara göre, ezelî hayatta yalnız tanrılar ve sülâleleri vardı; ve sonradan bunlar –bir şekilde- yeryüzüne inerek, “tanrı-kral”lar ile sülâleleri hâline geldiler; öldükten sonra ebedî hayatlarına dönmek üzere… İşte böylece de, günümüze kadar intikal eden bir mistik (dinsel) edebiyat doğdu; tabularla (içgüdü frenleriyle) birlikte, “ölçü” ve “sayı”ları (dolayısile bilimi) doğuran “ritm melekesi”nden –yani insan fıtratından- habersiz ve bağımsız olarak… Ve “panteist-zon”u unuttukları (yok saydıkları) bu süreçte insanlar, iki ayrı mantıkla düşünen şizofreni hastaları gibi yaşadılar; maddi dayanağı ve mücbir sebebi olmayan önyargılarla birbirlerini boğazlayarak… Ama şimdi artık biliyoruz ki, insanların hepsi, aynı “şok”u yiyip, aynı “kaos”tan –ritm melekesi edinerek- çıkmış yaratıklardır. Kaldı ki, “kaos”un, zaman ve mekândan münezzeh biricik (tekrarlanamaz ve emsâli bulunamaz) olay olduğu şeklindeki tanımı itibariyle, bu konuda deneysel bir ispat da sözkonusu değildir. Ama hiçbir primatın (ve hayvanın) –eğitimle dahî- davul (vurmalı saz) çalamadığı, oysa insan yavrusunun kendiliğinden bunu öğrendiği, diğer yandan, hiçbir hayvan yavrusu, fizikî tenbihlerle uyutulamadığı halde, insan yavrusunun, ritmik sallandığı, “pış-pış”landığı ve ninni dinletildiğinde –kendini güvende hissedip- rahatça uyuduğu düşünülürse bu, insanın ritmik (titreşen) bir varlık olduğunun en bâriz kanıtıdır. Kaldı ki, zaman mekân (uzunluk) vs. gibi maddi varlık unsurlarını ölçmek için de, ritm melekesinin gerekli olduğu âşikârdır. Zira “ölçü”, sözkonusu unsurların eşit aralıklarla dilimlenmesi demektir; ki bu da, sayma (ritm) melekesini gerektirir… Ayrıca, tüm fizikî varlıkların da titreşen (sinüzoidal hareketli) nesneler olduğu göz önüne alındığında, -Canlılar Âlemi’nden çıkan- insanın, titreşim frekansını belirleyebilen yegâne varlık olduğu anlaşılmakta, ve bu özelliği de onu, Kâinât’ın evrilmesinde, “inisiyatör”lük gibi tanrısal bir konuma oturtmaktadır. Böylece, “Allah” mitosunu da lüzumsuzlaştıracak bir şekilde, insanın, ritmik (titreşen) bir varlık olduğu ispatlanmaktadır. Çünki, titreşme (sinüzoidal) hareketli varlıklar âlemini (fizikî kozmosu) inkâr etmiş refleksif hareketli varlıklar âleminin (biyolojik kozmosun), negasyoneri konumunda bulunan “insan”ın, -sentez aşamadaki- kaliteli (titreşmini âyarlayabilen) bir ritmik (titreşen) varlık olması gereği, diyalektik bir ispattır… İnsan topluluklarındaki “dil” farklılıkları, ritmik tepinmelerde (âyinlerde) göğüs kafesinin sıkışmasıyla çıkarılan seslerin (hecelerin), ve onların kompozisyonlarının (sözcüklerin), değişik mahallerde muhtelif nesne ve olaylara tekabül ettirilmesinden kaynaklanmıştır. Dolayısile insanların,“ritm melekesi”nden mütevellid “ölçü” ve “sayı”larla yürüttükleri bilimsel düşünce (sembolik mantık) yanında bu “dil” farklılıkları, çok yüzeysel kalmakta, ve de sâdece spekülatif savlarda (yani dindar ve kapitalist mantığında) işe yaramaktadır. Nitekim, dil(ler) ile insanlığı birleştirme çabaları, ve özellikle de “tek tanrı” kavramı hep boşa çıkmış, hatta insanların arasını daha da açmıştır. Çünki bir defa, Tanrı’nın insanı nasıl îmal ettiği bilinememekte, ve ayrıca, -her sözcük gibi- Rabb, Allah, God vs. adları da, mahalli metaforlar olarak çeşitli anlamlara çekilebilmektedir. O halde, demek ki artık, “ritm melekesi”yle türemiş olan insanların, meleke güçlerine göre –objektif olarak- seçilip sıralanmasıyla birleştirilebileceği gerçeği, gâyet açık olarak çıkmıştır ortaya… Yani bir “yaratılış” olayını, bir kişiliğe (mitosa) bağlamanın, akıl dışı bir spekülâsyon olduğu açıkça anlaşılmıştır. Bu da demektir ki, her yaratılış (veya başlangıç) olayı, ancak “kaos” olarak izah ve kabul edilebilir; ve tespit edilen “kaostan çıkış” parametresiyle (insanlık için ritm melekesiyle) de, doğal rotasında devam ettirilebilir. Kaos’un arkasında veya öncesinde bir şeyler (metafizik alan) aramak veya düşünmek “abesle iştigâl”dir; zira fizikte bir “mutlak boşluk” da abestir, matematikte bir “boş küme” de… Yani bazı cahillerin “boş mekân” veya “boş küme” diye tercüme ettikleri şey, aslında “null=hükümsüz=geçersiz” demektir… İnsanlık kadîm devirlerde bile, “ritm melekesi”ne göre seçkin bireylerini selekte etmek sûretiyle devletler kurmuş ve ilerlemiştir. Son olarak da –Panteist Zon ile irtibatlı- Türkler vâsıtasıyla, Bizans’ın (Anadolu’nun) fethinde, “kademli” ve “şerbetli” adlarıyla “inisiye” insan ayıklamak şeklinde bu seleksiyon sistematiğini uygulamıştır. O halde demek ki, bugünkü bilgi birikimiyle insanlık, dinî/tarihî mugalâtaların ve kapitalist ekonominin güdümünden kurtulduğu taktirde, “ritm (ve sıralama) melekeleri”nin ölçümünü çok daha hassas bir şekilde yapabilecek, ve devletleri de kapitalist çetelerden kurtarabilecektir. Burada “çete” deyimini bilinçli olarak kullanmaktayım; zira “tarih öncesi”ni idrâk etmiş bulunan insanlığın indinde, kapitalistler artık, toplumların ürettiği “artı-değer”i sahiplenen tanrısal ve feodal krallıklardan bakiye –galat- meşruiyetlerini tamamen yitirmişlerdir. Zaten günümüzde, devlet başkanlığına soyunan –Trump gibi- kapitalistlerin nasıl komikleştiği, kapitalist sevdalısı olanlarının da nasıl yolsuzluklara bulaştıkları, ve bu durumların hukûkî müeyyidelerle de izale edilemediği ayan beyan ortadadır. Son tahlilde insanlık bugün, sözleri sözlerle (metaforları metaforlarla) izah etmeye çalışa çalışa, bir “kısır döngü”nün içine hapsolmuş, ama aslında, “tarihî devirler”in bittiği duvara (limit noktasına) toslamıştır. Artık bundan böyle, “tarih sonrası”na geçmek için anlamak zorundayız ki, ölçü ve sayı gibi kavramları ve bilimsel düşünceyi yaratan algoritmanın kalanı (modülü), Matematiksel Mantık’ın “İyi Sıralanma Prensibi (Sıralama Melekesi)”; tabu (beslenme ve çiftleşme çekinceleri), dans, şarkı ve konuşma gibi davranışları yaratan algoritmanın kalanı (modülü) ise, “Ritm (Sayma) Melekesi”dir. Yani artık, “insan” denilen, ve kelimelerle anlatılamayan/anlaşılamayan muammanın –matematiksel- şifresini çözmüş, ve netice itibariyle de, ölçü, sayı gibi düşünsel kavramların, “İyi Sıralanma Prensibi (Sıralama Melekesi)”nin; dans, şarkı, konuşma(dil) gibi becerisel davranışların da “Ritm Melekesi”nin türevleri olduğunu anlamış bulunuyoruz. Yoksa bundan sonra, bir yandan “sayma-sıralama” işlemleriyle karar verebilen sunî beyinler (bilgisayarlar) yapılırken, diğer yandan dinsel (mistik) zırvalarla avunarak kapitalizme malzeme (yem) olan şizofren insanların çoğalmasına göz yummak, insanlığa yapılan en büyük ihanet olacaktır.

Tarihî Devirler, Dinler ve Kapitalizm İdeolojisiyle Birlikte Fikren Bitmiştir:

Tarihî Devirler’in kapanış sürecini başlatan kişi, 1901 yılında, kendi adıyla anılan paradoksu (Russell’s Paradox) keşfederek, Allah (God) nâmında, kendi kendisiyle özdeş (mutlak=değişmez) ve “sıra dışı” olan bir mitosun varlığına cevaz vermiş Aristo Mantığı’nı çürüten Bertrand Russell’dır. Russell, ömrü boyunca insanlara, sıra dışı bir Allah (God) miti kabul etmenin paradoksal bir düşünce (veya düşünce hatası) olduğunu anlatmaya çalıştığı halde, yüzeysel bir reddiyecilik olan Ateizm’e saplanmış züppe aydınlar tarafından hep, Ateist olarak nitelendirilmiştir; dindarların da “hayırhah” desteğiyle… Bertrand Russell aynı zamanda, insanları Matematiksel Mantık disiplini içinde düşünmeye alıştırmak üzere, pek çok “cep kitabı” yayınlamış, ve de daima “savaş karşıtı” mücadelelerin içinde bulunmuştur; tehditler almak ve suçlanmak pahasına…

Tarihî Devirler’in kapanış sürecini fikren ikmal eden kişi ise, Bizans’ın fethinde –ritm melekesinin ölçümüyle- objektif insan seçilimi (inisiyasyon) programını son kez uygulamış olan Bekdaşî’lerin soyundan geldiği halde, 19.Yüzyıl Avrupası’nın ürünü olan, ütopik küçükburjuva ideolojisi (komünizm) ile suçlanarak, TCK 141. maddeden hapse sokulan Ali Ergin Güran olmuştur. Zira kendisi, -Panteist Zon’u andıran- cezaevi şartlarında, bilimsel düşüncenin en soyut hâli ve temel varsayımı olan “İyi Sıralanma Prensibi (sıralama melekesi)” ile “feed-back” etkileşimi içinde bulunan, ve de insanî davranışların nüvesini (modülünü) teşkil eden “ritm melekesi”ni keşfetmiştir; 1985 yılında… Ve –Arapça’dan geçme- Türkçe sözcük olan “meleke”yi de, “istenç dışı da (ister istemez) yapılan davranışlar” şeklinde kavramlaştırmıştır. Ki bundan dört yıl kadar sonra da Komünizm, “Sovyetler Birliği” gibi iddialı bir tatbikatta fiilen çökmüştür… Bundan böyle artık esas mesele, tamamlanmış olan bu fikrî süreci, realize etme noktasında düğümlenmekte, ve de tüm aklı başında aydınların gayretini beklemektedir.

Son Sözüm, Aklı Başında Olan Samimî Dindarlara…

Ben şahsen, peygamberlerin bir bebek kadar önyargısız ve mâsum olduklarından, ve de Dünya’ya, “alıcı gözüyle (kâşif gibi)” baktıklarından adım gibi eminim. Zira onlar bir defa, kendilerini tanrı sayan veya tanrılar nâmına hüküm sürenlere, hatta hânedanlar oluşturarak “oligarşik menfaat” subjektivitesine batanlara nazaran, objektif olmak zorundaydılar. Sonra da, rüyalarla (hatta halüsinasyonlarla) gerçeğin karıştırıldığı o zamanlarda, onların, “Tanrıyla birebir (şahitsiz) görüştüm” iddialarını, bir –bilinçli- spekülâsyon olarak değil, “çok kurgulanmış ve arzulanmış hallerin rüya şeklinde yansıması” şeklinde anlamak lâzımdır… Ama şundan da eminim ki, hem –sözcüklerin daha icat edilmediği- Tarih Öncesi (panteist zon), kelimelerle ifade edilemez, hem de değişmez doğrular kelimelerle (mecaz veya metaforlarla) anlatılamazdı. Oysa peygamberler, insanlığın sözle (konuşmayla) başladığını zannediyorlardı. Ondan dolayıdır ki, peygamberlerin ardıllarını hep ”şeytan aldatmış”tır, ve aldatır; zira nedensellik mantığıyla dogmalara bağlanmış mecazları, yine mecazlarla açıklamaya devam ettikçe, insanlar saçmalar. Herne kadar Hz.Muhammet, bunu telâfi etmek üzere, yaşantısının örnek alınmasını (Sünnet’i) vasiyet etmiş olsa da, “kulaktan kulağa” rivâyeti ile, kariyerist dindarların subjektif nakil ve değerlendirmeleri, böyle bir “telâfi”yi olanaklı (güvenilir) kılmamıştır. Bu da demektir ki, gerçekler, okuyabilen herkesin aynı anladığı sembolik (matematiksel) mantıkla ifade edildiği taktirde, ne bir “şeytan” müdahalesi sözkonusu olur, ne de o bilgileri tek bir kişiye (peygambere) sufle eden bir “tanrı” mitosuna ihtiyaç duyulur. Ve ondan sonra da insanlar, bilimsel gelişim rotalarını tâyin ederek, Tanrılaşmaya (transandant bir limit noktasına) doğru yükselir veya bilinçlenirler; zamanlar ve mekanlar üstü bir “Tanrı” kavramını, kişileştirme hatâsına da düşmeden…

İTHAF: Bu evrensel çalışmamı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu HALASKÂRGAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’e meydan okuyarak, beni –gerçeği aramak üzere- derin analiz ve soyutlamalara sevk eden, hatta buna zorlayan, pervâsız (otokritik’siz) dindar “Başkan Recep Tayyip Erdoğan”a ithaf ediyorum. Çünki kendisi, aynı zamanda, “laik Atatürkçü” geçinen “mahcup dindar (gizli şizofren)” küçükburjuvaların foyasını çıkararak, düşünce ufkumuzun parazitlerden temizlenmesine de vesile olmuştur.

Ali Ergin Güran: 18 / 06 / 2019