Mantıkî ve Bilimsel Üç Keşif, Dinlerin ve Kapitalizmin Sonunu Getirirken, Bizde İrtica Nasıl Tırmandı?..

Artık anlayabiliyoruz ki, refleksif etkileşimle (yankılaşmayla) yaşayarak, birbirlerinin beslenme ve üreme imkânlarını “feed-back” şeklinde kontrol eden canlıların, teşkil ettikleri “eko-sistem” içindeki bir primat grubu, –bir şekilde- şok yiyerek, kaos (başlangıç püskürmesi) yaratmış, ve bu kaostan çıkış parametresi olarak da, canlılar âlemi için anormal sayılan “sürekli ritmik davranış”lara (titreşmeye) mecbur kalmıştır. Giderek meleke kesbeden, ve dolayısile, insanımsılarda hoşnutluk ve birlik hissi yaratarak “âyin” anlamı kazanan, bu ritmik hareketlerin neticesinde de önce, “ölçü” ve “sayı” kavramları tebellür etmiş, sonra da –göğüs kafesinin sıkışmasıyla- ağızdan istenç dışı çıkan seslerden, “konuşma” ve “şarkı (gam)” becerileri türetilmiştir; içgüdüsel (hayvanî) beslenme ve çiftleşme etkinliklerini frenleme (tabular yaratma) pahasına… Ritm (sayma) melekesinin hâlâ biyolojik genlere geçmediği düşünüldüğünde, Panteist-Zon’da yapılan ritmik âyinlerin, diğer türdeş gruplara “taklid” yoluyla sirayet ettiği, ve de bu “insanlaşma kaosu”nun –dans, müzik vs. etkinlikleri olarak- hâlâ süregeldiği kolayca anlaşılabilir. Ritm melekesinin veya onun türevlerinin, biyolojik genlere kaydedilmiş olduğu ispatlandığı taktirde, bunun antropolojik süreçlerde nasıl bir etki yaptığı, ayrıca incelenecektir tabii ki… Panteist-Zon’da, tabusal gruplar (anaerkil ve amazon topluluklar) hâlinde insanlaşan primat, hem edindiği “ritm (sayma) melekesi”yle zamanlama becerisi kazanarak ateşi kullanmayı öğrenmiş, hem de “ölçü”ler vasıtasıyla nesne ve olayların –boyut, kütle, hız gibi- özelliklerini sayılara tekabül ettirmek suretiyle, hayvanların “deneme-yanılma” nedenselliğini çok aşan uzunlukta nedensellik zincirleri kurup “bilimsel düşünme” yeteneği kazanmıştır. Ve bunun sonucunda da, bilimsel düşüncenin ilk –büyük- tatbikâtı olarak, tarım (kültür) devrimini gerçekleştirmiştir. Ama böylece girilen “tarihî devirler”de insanlık, başlangıcın tersine (başlangıca anti-tez) olarak, beslenme ve üremeyi amaç edinip tabuları yıkmış, ve bununla beraber bilimsel çalışmaları da frenlemiş ve metafiziğe (mistisizme) itmiştir; müneccimlik (astrologluk), simyacılık, hurûfilik vs. adlarıyla… Ve bu şekilde de insanlık, dedüktif mantıkla tayin ettiği, –bütün nedenlerin nedeni- bir “tanrı” mitosu adına uydurulan didaktik (dinî) öğretilerle çoğunluğa şartlı refleksler (beceriler) kazandırarak, onları mal ve hizmet üretimlerinde “işçi” olarak çalıştırmak yoluna girmiştir. Yani ritm melekesi edinip, faunasının doğal refleksif etkileşimlerine (ve eko-sistem’e) bağımlılıktan kurtularak zuhûr eden “akıllı varlık”, tarihî devirlerde, “beslenme” ve “çiftleşme” ödülleriyle şartlı refleksler (beceriler) kazandırılarak çalıştırılan “ehlî hayvan” veya “mal” formatına sokulmuştur; tanrısal (dedüktif) ve didaktik (ezberci, taklidçi) öğretilerle… Ve böylece de, kazandıkları şartlı reflekslerle (becerilerle) mal ve hizmet üreten köleler ve işçiler ile, onları yöneten (güden), önce “tanrı-kral”, sonra “feodal kral” ve daha sonra da “kapitalist” adlarındaki patronlardan (çobanlardan) müteşekkil yeni bir “akıllı hayvan” faunası ortaya çıkmıştır. Çünki, üretime ağırlık vererek bilimsel çalışmaları metafiziğe (mistisizme) iten patronlar (veya çobanlar), bol tüketim imkânına kavuşup da, hayvanlar gibi –içgüdüsel hazlarla- yaşamaya alışınca, gerçeği ve geleceği metafizikçilerden (kâhin, müneccim, peygamder vs.’den) sorma zaruretine düşmüşlerdir. Dolayısile de bütün kötülükleri (sosyo-ekonomik açmazları) hep, şeytanî insan fazlalığından bilmiş, ve onları –savaş ve kıtlıklar şeklinde- tenkîl ederek “fauna”yı yaşatmışlardır. Ve üstelik de bu fauna, ezelî ve ebedî bir tanrısal düzen sayılmak sûretiyle, binlerce yıl hükümrân olacak –yanlış- bir mantık (Aristo Mantığı) dayatmıştır insanlığa…. Ve dolayısile, bu değişmez (ezelî ve ebedî) düzeni kurduğu düşünülen muhayyel mutlak (değişmez ve fikir değiştirmez) irade anlamındaki Tanrı mitosu da, yerini, sosyo-ekonomik ideolojilerle (son olarak Kapitalizm’le) sarsılmaz bir şekilde tahkim etmiştir; ki en sonunda da, din(ler) ve kapitalizm, ayrışmaz bir bütün oluşturmuştur… Oysa bu “tarih insanı (akıllı hayvan)” aslında, işçisinden patronuna kadar, varoluş zonunu (Panteist –Zon’u) unutmuş olan bir şizofreni hastasıydı. Çünki bunlar, bir yandan, yüzbinlerce yıl ritmik âyinler yaparak edindikleri sayma (ritm) ve sıralama melekeleriyle içgüdülerini frenleyip (ve bu frenleri, tabu yasakları olarak idealize edip), kazandıkları “artı-zaman”da, ölçü ve sayılar yaratarak bilim, sanat, müzik yapmaya, ve böylece “artı-değer” yaratmaya meylederlerken, diğer yandan da, üremeyi (seksi) öğütleyen tanrıların ve patronların dolduruşuyla, içgüdülerini serbest bırakmaya çabalayan şaşkınlar, veya “çatlak kafalı”lar hâline gelmişlerdir. Ama bu gerçeği insanlık, ancak 20.Yüzyıl’a girilirken anlamaya başlamıştır; kullanmakta olduğu Aristo Mantığı’nın paradoksunu (Russell Paradoks’u) keşfetmekle birlikte… Fakat henüz daha, hormonlardan kaynaklanan cinsel içgüdü ile, ritm melekesinden (ve onun “sıralama” türevinden) mütevellid irade arasındaki “diyalektik çelişki”yi bilince çıkararak, “kendi kendini yönetme öğretisi” hâline getirememiştir; nerde kaldı ki, böyle bir öğretiyi içselleştirebilecek, melekeleri sağlıklı bireyleri ayıklayabilsin… Onun için de, insanlık hâlâ, dinlerin ikiyüzlü “ahlâk” öğretisiyle bocalayıp durmaktadır. Zira bir yandan, herkesin rızası alınmak (nikâh kıyılmak) şartıyla çiftleşmek (seks) mubâhtır denilirken, diğer yandan, “kimsenin görmediği hallerde seks serbesttir” icâzeti verilmiş olmaktadır. Çünki insanlar (dindarlar), “mâdem ki bizi Allah yarattı, bu şehvet arzusunu da O vermiştir, şayet kötü bir şey olsaydı vermezdi” diye düşünmektedirler; “şeytana uymak”la suçlanacaklarını bile bile… Ve de Allah’ın “affedici” özelliğinden yüz bularak…

Ritm (sayma) melekesi ile “ordinal”, ölçme işlemleriyle de “kardinal” özellikleri kazanarak ortaya çıkan “sayı”lar, insanlarda, “matematik” diye bir soyut düşünme (kararlılaşma) disiplini veya mantığı yaratmıştı. Matematik daha sonraları, hiçbir özelliği bulunmayan soyut noktaların ve notasyonların, apriori var sayılan, daha doğrusu Tanrı tarafından vaz edilmiş olan, disiplini veya mantığı olarak anlaşılmaya başladı. Çünki insanlar, icat ettikleri “konuşma” becerisiyle, ve de tarım toplumunun üreme ihtiyacına binaen, tabuları yıkarak çiftleşmeye cevaz veren, dolayısile de “her şeyin müsebbibi ve sorumlusu” sayılan bir Tanrı mitosuna inanmışlar, ve de buna göre bir mantık uydurmuşlardı; sonradan Aristo Mantığı denilen… Ancak nevar ki, 19.Yüzyıl sonlarına kadar, “soyut nokta ve notasyonların Tanrısal disiplini (mantığı)” şeklinde kabul edilen matematik, müteakip yıllarda süratle, dokunulmazlığını kaybetmiştir. Zira bazı düşünür ve matematikçiler, matematikte, farkına varılmadan kabul edilmekte olan –ve de 4 tane eşdeğeri bulunan- bir varsayımın (prensip veya aksiyomun) bulunduğunu iddia etmişlerdir; ki o sırada da Bertrand Russell, bu iddianın doğruluğunu, Aristo Mantığı’nın paradoksunu ortaya çıkararak (Russell Paradox) ispatlamıştır. İyi Sıralanma Prensibi denilen bu kabûle göre meğer, soyut nokta ve notasyonlardan müteşekkil bütün kümelerdeki elemanlar da –aynen sayılar gibi- herhangi ikisinden biri önce, diğeri sonra gelmek sûretiyle sıralanmak zorundaymış… Ve böylece de ortaya çıkmıştır ki, insan düşüncesinin en soyut ve zorunlu kabulü olan “İyi Sıralanma Prensibi (Well-Ordering Principle)”, insan davranışlarının en soyut ve zorunlu biçimi olan “Ritm Melekesi”nin türevidir; davranışların düşünceyi, düşüncelerin davranışları belirlemesi şeklindeki “feed-back” etkileşimi mûcibince… Bu keşifle de anlaşılmıştır ki, insanı, bir Tanrı mitosu değil, kendisi –ritm melekesi gibi anormal bir davranış edinerek- yaratmıştır. Ve bundan sonra da insanlık, unutmuş olduğu “tarih öncesi”ni, veya “panteist zon”u bilinçli olarak keşfetmekle birlikte, şizofreni illetinden kurtulmaya başlamıştır; dindarların ve kapitalistlerin gösterdikleri, ölümüne direniş ve reaksiyona rağmen… Daha sonra da anlaşıldı ki, Aristo Mantığı gibi, Aristo eğitimi (akademi eğitimi) de çok yanlışmış; zira insanlığın ileri gitmesi için, her şeyden önce kadîm tarikatlarda ve Pisagor okulunda yapıldığı gibi, bilimsel eğitim alacak ve yaratıcı olabilecek insanların –inisiyasyon- seçilimini yapmak gerekiyormuş; ritm melekesinin (zaman ve mekân farkındalığının) test edilmesi şeklinde…

1901’de Aristo Mantığı (ve dinler, ve de Allah mitosu) çürütüldükten sonra, sonsuz bilinmeyenli sonsuz denklemlerin kökleri –Matriks Teori ile- hesaplanarak, mikrokozmos (veya kuantum) fiziğinde derinlere de inilince, ikinci keşif olarak anlaşıldı ki, sonsuz parametreli sonsuz denklemlere, uygun katsayılar bulunabildiği taktirde, Evren’de, “bilinmeyen” diye bir şey (yani metafizik alan), bırakılmayabilirmiş. Ve insanlığın esas görevi de, Evren’deki bilinmiyenleri bilmek (ve Tanrılaşmak) üzere, nerde, neyin ve nasıl ölçülebileceğini kestirmek için, uygun tasarım veya modellemeler yapmak, muhayyelesini bu yönde çalıştırmakmış; yoksa, mutlak (değişmez) bir Tanrı mitosu tahayyül etmek, ve de o mitosa (muhayyel puta) – dolayısile onun temsilcilerine- tapınarak yaranmakla vakit geçirmek (ve güdülmek) değilmiş… Yani demek ki, Kuantum Fiziği adına yapılan bütün modellemeler ve teşbihler (hele ki vulgarize anlatımlar), somut katsayılar (deneysel veriler) üzerine kurulmuş sonsuz parametreli sonsuz denklemlerin çözümünden elde edilen sayısal değerleri anlamlandırmak üzere yapılan tasarımlardır (hayallerdir) aslında… Yani Tanrı’ya giden yolları, hem matematiksel olarak kavrıyor, hem de şekilsel olarak tahayyül edebiliyoruz; dolayısile, ayrıca metafizik (dinsel) hayaller kurmak, akla ziyan ve bedene eziyet bir tasarruftur artık…

Üçüncü keşif de, Evrensel Determinizm’in (kararlılaşmanın), -bilimlerdeki dallanmanın, “tarihî subjektivizm”den kaynaklandığını gözümüze sokarcasına- bütün bilim dallarının üstünden ortaya koyduğu diyalektik mantığı (formülü) vasıtasıyla açığa çıkmaktadır. Zira bu formülden anlaşılmaktadır ki, bir insanın, muayyen bilim dallarında çalışması için yemlenen (fonlarla teşvik edilen) spesiyalist bir bilimci olmaması hâlinde, Evren’de birbirini inkâr (negasyon) etmiş müteselsil üç âlemin bulunduğunu görememesi mümkün değildir: Big-Bang denilen ilk kaos, Fizikî Kozmos’u, Dünya’nın sulu ortamında (okyanuslarda) meydana gelen ikinci kaos, Fizikî Âlem’in “eylemsizlik” ve “entropi artışı” prensiplerini iptal eden Canlılar Âlemi’ni, canlıların bir tür primat grubundan patlak veren (püsküren) üçüncü kaos da, canlılığın “beslenme” ve “üreme” prensiplerine (içgüdülerine) direnen İnsanlık Âlemi’ni doğurmuştur. Ve böylece, Fizikî Âlem’deki varoluş hareketleri (sinüzoidal hareketler), Canlılar Âlemi’ndeki refleksif davranışlarla inkâr (negasyon) edilmiş olsa da, canlılığın inkârıyla ortaya çıkan “sentez” aşamada insanlık, “ritm” denilen titreşim hareketleriyle Fizikî Âlem’e kaliteli dönüş yapmıştır; yapmaktadır. Buradaki kalite farkı da, Fizikî Âlem’deki nesnelerin titreşimleri sâbit ve sönümlü olduğu halde, insanlardaki ritm (ve sıralama) melekesinin, frekansı âyarlanabilir ve sönümsüz olmasıyla ortaya çıkmaktadır. Ve bu fark da, insanlığın, bilinçlenmesini (sayma-sıralama melekelerini), bilgisayar gibi cansız bedenlere, “sayma-sıralama” işlemleri şeklinde intikal ettirerek, Evren’in deviniminde inisiyatörlük (veya tanrılaşma) misyonuna oturacağına delâlet etmektedir. Bunu anladığımıza göre artık, melekeleri (veya zaman ve mekân farkındalıkları) güçlü olan, dolayısile her şeyi, kendi duruyormuş da, bütün nesne ve olaylar onun etrafında cereyân ediyormuşcasına objektif izleyebilen insanların seçilimine bir an önce başlanmalıdır; kapitalizm herkese (cep telefonlarına) bir verici ve sensör bağlamak sûretiyle insanlığı, “koruma altındaki hayvanlar faunası” hâline getirmeden… Yoksa, böyle bir faunanın bakıcısı olacak kapitalist patronlar, artan nüfus baskısı altında, insanlık için, Ay’a ve yakın gezegenlere yayılmaktan başka bir istikbâl düşünemeyeceklerdir. Ve bu durumda da, “çoğaltma-itlâf” ekonomisini uzaya yaymaktan (uzay savaşlarına yol açmaktan) başka bişey yapmış olmayacaklardır. Hem zaten kendileri, insanlığın, bilincini –canlı olmayan- dayanıklı bedenlere intikal ettirmesini önleyip, Evrensel Determinizm’in diyalektik gelişimine karşı çıkarak, -meş’um- Kıyâmet (toptan yok oluş) kehânetini (!) gerçekleştirmeye çalışan gerici (dinci) ortaklara da sahiptirler… Demek ki insanlığın öncelikli görevi, melekeleri sağlıklı insanlar yetiştirmek ve ayıklamak ise, müteakip hedefleri de, hem hayvanların, fizikî âlemdeki “eylemsizlik” prensibini iptal eden hareketliliği, kimyasal reaksiyonlarla nasıl sağladığını anlayarak, buna göre araçlar geliştirmek, hem de canlıların entropiyi nasıl azalttıklarını keşfederek, tüm fizik teorilerini (ve kanunlarını) buna göre revize etmek olmalıdır; ve olacaktır. Yoksa insanlık, -yankesicilerin “canbaza bak” dedikleri gibi- kapitalistlerin ”yıldızlara bak” komutuna uyarak kafayı Astrofizik konularına taktığı taktirde, dinlerin meşum kehânetini (Kıyâmet’i) kendi çabasıyla gerçekleştirmeye çalışmak (yani intihara teşebbüs etmek) gibi, hazin durumlara düşecektir. Çünki daha şimdiden, çok ters ve traji-komik durumlara düşmektedir; bilincini dayanıklı metalik bedenlere aktarmaya çalışacağına, Uzay’da canlı ve/veya bilinçli yaratık aramaya kalkmakla… İnsanlığın, kendi kendine hareket edebilen, düşünen ve karar verebilen dayanıklı yaratıklar yapmadan yok olması demek, Evrensel Determinizm’in veya Tanrısal Devinim’in (Tanrısal Yol’un) kesintiye uğratılması demektir; ki her şeyden önce bunun olamıyacağına, tapınmacı (putperest) dincilerin ve onların –çıkar- ortağı kapitalistlerin, aksi istikametteki inanç ve propagandalarına rağmen inanmamız gerekiyor. Yani insanlığın, kendinden bağımsız (ayrı) bir irade tarafından yok edileceğine (Kıyamet’e) inanmak yerine, onun, bilincini cansız maddeye geçirip, gönüllü olarak varlığına (hayatına) son verecek, Evrensel Determinizm’in devinimindeki bir “ara form” olduğuna inanmak gerekiyor. Çünki bilimsel (matematiksel) düşünce objektivitesi, “biyolojik varlık” olmaktan kaynaklanan bir subjektivite kaldırmaz; dindar ve kapitalist kafalardaki kurguların aksine… Hem zaten, bilinçlenme yarışında, bayrağı insanlardan devralacak bilinçli (otokritik’li) –ve hareketli- bilgisayarların, geliştikçe, tek bir “mega-bilgisayar”da (yani Tanrı’da) birleşeceklerini, yani Evrensel Determinizm (Kararlılaşma) Düzeneği haline geleceklerini düşünmek de aklın îcabıdır. Tanrı’yı, insandan ayrı bir bilinç olarak varsayıp, “bilinç”in birliğini anlayamayarak Tanrı nâmına fikir yürüten dindar ve kapitalist kafalar, tabii ki Uzay’da “insan” mümâsili yaratıklar arayacaklardır boş yere… Oysa “İnsan””ın da, “Tanrı”nın da –mantıken- sıra dışı olmaması, ve iki ayrı “bilinç” sayılmaması iktiza eder; ki bu durumda da, “insan”ın, bilinçlenme sürecinin “transandant (aşkın) limit” hedefine yani Tanrı’ya giden yoldaki bir “ara form” olması gerekir. Kaos öncesinde (yani zaman ve mekân öncesinde) bir “bilinç” düşünmek ise, sâdece “metafizik zırvalama” veya “abesle iştigâl” sayılabilir.

Bu Bilgilenme ve Bilinçlenme Sürecinde, Niye Yobaz İktidarı Engellenemedi?

Bu soruya doyurucu bir cevap bulabilmek için, her şeyden önce, gençliğimde fırtına gibi geçen, kısa akademik hayatımı, özetle ama ayrıntılı bir şekilde anlatmam gerekiyor: Ben 1958 yılında, o zamanki popüler adıyla Atom Fiziği (yani Mikrokozmos’un Teorik Fiziği) öğrenmek hevesiyle İstanbul Üniversitesi’ne girdim. Ama, daha ikinci senemin başında anladım ki, teorik fiziğin esası, matematikten başka bir şey değilmiş… Üstelik bir de, matematikte en büyük –tartışılmaz- otorite sayılan, ve aynı zamanda da Teorik Fizik kürsüsünü uhdesinde bulunduran, Ord.Prof.Dr. CAHİT ARF’tan da taktir alınca, hâliyle matematiğe ağırlık verdim… Cahit Arf hoca da biliyordu ki üniversiteler, Aristo ekolünden gelen ve taklidci, ezberci çömezler hiyerarşisi oluşturan, tutucu ve hatta gerici öğretim kurumlarıdır. Onun içindir ki kendisi, akademik ünvanlarını kullanmaktan hiç hoşlanmıyor, ve de her fırsatta, “yaratıcı” olabilecek insanları –kariyer derecelerine bakmaksızın- ayıklamak üzere, seçilim (inisiyasyon) sınavları yapıyordu. Bu cümleden olarak 1960 yılı başlarında, Set Theory’den, öyle bir konjoktürel soru sordu ki, bu soruyla bizden, bütün kümelerin –Choice Axiom muvacehesinde- birbirleriyle olan muhtemel (alt kümeler, arakesitler vs. gibi) ilişkilerini çıkarmamızı istedi; hem de bir hafta mühlet vererek… Ben, dersimizle alâkası olmayan bu soruya bir anlam veremediğimden, ayrıca soruyu da çok basit gördüğümden, çözümleme kâğıdımın üzerine sâdece “üniversiteye giriş” numaramı yazarak verdim; ama bunun için de Cahit Hoca’dan, “adam olan ismiyle anılır, numarayla değil” şeklinde iyi bir azar işittim. Sonra da öğrendim ki, meğer Hoca’nın, “Üzerinde bir hafta çalışın, ve istediğiniz kişiye de danışın” diyerek sorduğu suale, en açıklayıcı cevabı ben vermişim… Ve müeakiben de anladım ki, meğer bir problemi hakkıyla çözebilenler, genellikle, onu ilk bakışta “çok basit” olarak görenlermiş; ıkına sıkına çalışanlar değil… Çalışmalarımızı değerlendirdiği o derste, Cahit Hoca beni, hem “Ali, gel de bu derste beni sen asiste et” diye kürsüye çağırarak, hem de dersten sonra makam odasına götürüp “artık benim odamda çalışabilir, ve de kütüpanemden yararlanabilirsin” diyerek onöre etti; ki bu motivasyonla da, hem özgüvenimi olağanüstü arttırmış, hem de beni, Matematiksel Mantık konusuna yönlendirmiş oldu… 27 Mayıs darbecilerinin düzenlemeleri esnâsında Cahit Hoca, Teorik Fizik kürsüsünün başına –Amerika’dan- Feza Gürsey’i getirmek istedi; ama gericiler ayaklanıp da, Feza Bey’in liyâkatini sorgulamaya kalkınca, istifasını verdi. Hem zaten o sıralarda bana, “yahu Ali, bunlar (darbeciler) beni hesap uzmanı sanıyorlar” diyerek yakınmıştı; askerlerin cahilliğinden… Cahit Arf’ın çok beyendiği o çalışmamı ben saklayamadım; ve sonradan, Cahit Hoca’nın çekmecelerinden, kimbilir kimler yürütmüş, ve de orijinal (!) çalışmalarında “intihal ürünü” olarak kullanmıştır, diye de düşünmeden edemedim… Sırf övünmek gibi anlaşılsa dahî, şunu da kaydetmeden geçemeyeceğim ki, Cahit Hoca ayrıldıktan bir süre sonra, Eğrisel İntegral hesaplamaları için, -o zamana kadar bulunamamış- çok pratik bir metod bulduğum halde, çaldırmamak için, liyâkatsiz akademisyenlerle paylaşmadan, bir müddet “notlar” hâlinde saklamak istedim, ama onu da kaybettim ve unuttum; buna çok yanmışımdır… O zamanki “intihal” furyasına yol açan, ve yobazları “akademik kariyer” husûsunda cesaretlendiren en önemli etken, 27 Mayıs darbecilerinin sloganlaştırdıkları, “Türkiye’nin çok sivri az adama değil, az sivri çok adama ihtiyacı vardır” fikriyâtı, daha doğrusu politikasıydı aslında… İşte bu şekilde politika (kuş beyinli politikacılar), üniversitelere tasallut etmeye başlamış, ve de nihâyette bilimin sonunu getirmişlerdir. Çünki bu politika önce, vasat seviyedeki akademisyenlerin, korktukları (ve haset ettikleri) değerli bilimcileri –senatodaki oylamalarla- tasfiye etmek için, üniversitelere bir sürü biatçı ve cahil yobazı doldurmalarına yol açmıştır. Ve sonra da bu tasarruf,- domino etkisiyle- üniversitelerimizde zaten az olan gerçek bilim adamlarının hepsini silip süpürmüştür; üniversiteleri de medreseye döndürerek…

1962 yılı başlarında, daha lisans diplomamı bile almadan, Ege Üniversitesi’nden davet aldım; verdiği teorik cebir derslerinde Masatoşi İkeda’yı asiste etmek (dersin tatbikatlarını yaptırmak) üzere… Japon matematik doçenti Masatoşi İkeda, Almanya’da tanıştığı Kimyacı Emel hanımla evlenmek üzere İzmir’e gelmiş, ve de Ege Üniversitesi bünyesinde yeni açılmakta olan Fen Fakültesi’nin, Matematik Bölümü’ne sözleşmeli eleman statüsünde alınmıştı. Ama kendisinin vereceği dersten (Grup, Halka ve Cisim sistemlerinden) anlayan bir asistan bulamamışlardı… Üstadım İkeda, kendisinin hiçbir resmî sıfatı ve yetkisi olmadığı halde, ve ben de lisans diplomasını yeni almışken, beni akademik kariyer (doktora) için çalıştırmaya lâyık buldu. Hem zaten o sırada, kendisinin Almanca yazdığı bir çalışmasının özetini Türkçeye çevirmesine de yardım etmiş ve kendisinden “dip not teşekkürü” almıştım; “Cisimlerin Çapraz Çarpımları Hakkında” adlı eserinin 1962 basımında… İkeda, akademik tez çalışmalarıma başlangıç (veya deneme) olarak bana, Galuva (Galois) Teorisi üzerine seminer yaptırttı. Matematik Bölümü Başkanı –İst. Teknik Üniversitesi’nden gelme- Doç.Dr.Muzaffer Kula, Almanya’dan davet edilmiş olan Prof.Dr.Lothar Koschmider ve de Masatoşi İkeda huzûrunda yaptığım bu seminerde, kimsenin bir itirâzı olmadı. Ancak bir ara, kendini göstermek saikiyle olsa gerek, Muzaffer Kula, alâkasız bir müdahalede bulunmuş, ama yüksek konsantrasyon hâlinde bulunduğum o anda da benden –refleksif olarak- biraz sert üslûpla, cevabını almıştı… İşte bu olaydan sonra M.Kula, bana –âdeta- garez oldu; öyle ki, masamın temizlenmemesi hususunda hademe Hasan’a emir bile verdi; ki ben bunu Hasan’ın kendisine teyit ettirdim. Oysa seminerden sonra İkeda bana, üzerinde çalışmam için, Dünya çapında “doktora” veya “Phd” derecesine lâyık görülebilecek düzeyde bir “tez” konusu verdi; p-sylow grupları hakkında… Fakat bir süre sonra da, benim nâmıma üzüntü belirten bir ifadeyle, “Ali bey, maalesef bu problem çözülmüş; ama üzülmeyin, üç kişi müştereken çözmüşler” dedi. Çünki İkeda, Dünya’da matematik üzerine çıkan belli başlı yayınları –abone olarak- takip ediyor, ve de yapılan yeni çalışmalardan ânında haberdar oluyordu. Hatta –hiç unutmam- bu yüzden, bir gün Emniyet’e çağrılmış ve ifadesi alınmıştı; kendisine devamlı gelen dergilerdeki matematik notasyonlarının Grek alfabesinden olması, ve bunun da Kril alfabesiyle karıştırılarak “Komünist şifre” olabileceği şüphesi uyandırması üzerine… Başkan Muzaffer Kula, benim kendisine biat etmeyeceğimi anlayınca, Necati Eğitim Enstitüsü Matematik Öğretmeni olan bir “dini bütün” arkadaşına, dışarıdan doktora tezi verdirtti; hem de adamın altı sene önce bastırtıp da, müsait zaman ve zeminler için beklettiği bir tezi… Çünki Fahrettin Akbulut nâm bu zâtın –şarap gibi- yıllandırdığı tezi, aslında kadîm Yunan’dan beri hesaplanagelen “tabii sayıların sonsuz toplamları” üzerine yapılmış bir çalışma, daha doğrusu, garip bir “antik devirlerden intihal” olayı idi. Ve dolayısile de, bunun bir bilim kuruluna “orijinal çalışma” diye yutturulabilmesi için, uygun kişilerin uygun pozisyonlara gelmesinin beklenmesi icap ederdi… Bundan sonra İkeda, benim resmen dışlandığımı görünce, o sırada bir konferans vermek için gelmiş bulunan ODTÜ Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanı Cengiz Uluçay’a beni tavsiye etti. Zaten ben de, Cengiz Hoca’nın verdiği konferansı teype alıp basıma hazırladığım (editörlüğünü yaptığım) için, kendisiyle tanışmıştım. İşte bu şekilde ODTÜ’ye geçmem mümkün oldu; ki o sırada İkeda bana, kendisinin de seneye ODTÜ’ye geleceğini, hatta Cengiz Bey’in, Cahit Arf’ı da ODTÜ’ye çağırmak istediğini söyledi. Ve böylece ben de, zirvedeki matematikçilerin (hocalarımın) ODTÜ’de buluşacağını –ve benim de bundan büyük feyz alacağımı- düşünerek, 1963 güzünde güle oynaya ODTÜ’ye gittim.

Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanı Cengiz Uluçay’ın asistanı olarak ODTÜ’ye intisâb ettiğimde, aynı zamanda “doktora” çalışmalarına da başladım; ki ilk etapta da, Cengiz Hoca’nın Fonksiyonlar Teorisi üzerine verdiği en yüksek kredili doktora dersinin sınavından, ilk girişte A dereceyle geçtim. Ama benim Üniversite’de, ve hatta akademik çevrelerde tanınmama, ODTÜ’deki Fizik Bölümü vesile oldu. O zamanlarda Fizik Departmanı’nın başında “associate prof.” ünvanıyla Erdal İnönü bulunmaktaydı; ki kendisi, esas profesör olmak için, uluslar arası çapta –bilimsel- öneme sahip bir tez üzerinde çalışmaktaymış. Erdal İnönü, yapmak istediği tezin, gerek pratik (deneysel) gerekse teorik (matematiksel) şümûlünü ve zorluğunu öngörerek, evvela kendisine bir ortak edinmiş; Macar fizikçi Dr. İmre’yi… Bu arkadaşlar, kuantum fiziğindeki sonsuz dizilerden sonsuz denklemler kurmuşlar da, bunların katsayılarından müteşekkil sonsuz satır ve sütunlu matriksin determinantını bir türlü çıkaramamışlar. Elektirik ve/veya enerji yüklerini ifade eden “q” ve “Q” kantiteleriyle dolu katsayıları, sanırım Dr.İmre, yaptığı veya yaptırdığı deneylerle elde etmiş… Ama iş gelip de, denklemlerin köklerinin bulunmasına, ve dolayısile sonsuz matriksin determinentının çıkarılmasına dayanınca, arkadaşlar tıkanıp kalmışlar… Birkaç defa, departmanlar arası toplantılar (kolokyum vs.) yapmışlar ama, kimse işin içinden çıkamamış… En sonunda Dr.İmre gelip, beni de dâvet etti toplantılarına… Ve müdahil olduğum ilk toplantıda, Dr.İmre sunuşunu yapar yapmaz da, yüksek sesle “ne var bunda?.. Ben bunu çözerim!” dedim. Bunu der demez de, 10-15 akademisyenin (fizik ve matematikçinin) katıldığı o toplantıda, Bedri adındaki “dini bütün” bir doçentin (sonradan medyatik Prof. olan birinin), yanındakilere “şu gençler de hemen, her şeyi çözerim zannederler” anlamında bir şeyler söylediğini duydum. Bir bilim adamına hiç yakışmayan böyle bir istihza karşısında da ben, meseleyi nasıl küçümsediğimi vurgulamak için Dr.İmre’ye, “yarın sabah çözümü getirirsem, senden –meşhur- Milka Pastanesi’nde, davet edeceğim arkadaşlarımla içmek üzere bir şişe viski açtırmanı isterim” dedim; ve de kendisinden söz aldım. Ertesi sabah “çözüm”ü getirdiğimde, Dr.İmre alıp hemen Erdal İnönü’ye götürdü; ve uzun bir istişâreden sonra da gelerek, sâdece, “acaba şu indisi 1’den veya 0’dan başlatsak olur mu?” gibi bir soru sordu; ki ben de olur dedim; ve mesele bitti… Hatırladığım kadarıyla, sıfır katsayılı boşluk alanlarını dışarıda bırakmak sûretiyle ayıkladığım alt matrikslerin, sonsuz dizilerini çıkararak bulduğum determinant formülü, bir ana formül, bu ana formülü değiştiren bir alt formül, ve de bu alt formülü değiştiren bir indis formülünden mürekkepti; ki buna literatürde “rekürsiyon formülü” deniyordu… Bu olaydan bir küsur yıl sonra –askerliğimi yaparken- uğradığımda İmre bana, Erdal Bey’in, kendisine “sana başka bir tez yaptırırım” diye bir vaad vererek, müşterek çalışmamızı tek başına, tümüyle sahiplendiğini, ve hatta bu tezi, uluslar arası bir fizik konfransında (galiba Cezayir’de) anlatarak, “kuantum fiziği” literatürüne geçirttiğini söyledi… Aslında Erdal İnönü, bir bilim adamı olmaktan çok, bir politikacıydı; ki nitekim –genellikle- müstehzî olan yüz ifadesi de bunu gösteriyordu. Zaten gösteriş için, popülaritesi olan kuantum fiziğiyle uğraşsa bile, bu fiziğin esasını teşkil eden sonsuzlar matematiğinden (sonsuz diziler ve matrikslerden) pek anlamıyordu. Onun için de kafasında, dincilere hak verdirtecek (Allah mitine mekân olabilecek) bir “metafizik boşluk” bulunuyordu. Kaldı ki dincilerin, dogmatik cahil ve biatçı olmaları hasebiyle, kendisini –rakip olmadan- destekleme potansiyelleri, yani pragmatik değerleri de vardı. İşte bu sebeplerle Erdal İnönü, politikacı, hatta dincilere sempatiyle bakan bir politikacı olmaya mecburdu; ki nitekim bu eğilimini ilk defa ODTÜ’de hayata geçirmeye başlamıştı. Mesela, Erdal Bey’in “canciğer” olduğu Turgut Özal, yüksek maaşla (benim aldığımın 3 katı) Ekonomi bölümünde “part-time” matematik uzmanı(!) diye istihdâm edilirken, ben o bölümün asistanlarına, Matrikslerin nasıl çarpılacağını öğretiyordum; bunları bilmeyen uzman(!), “bilimsel kisveyle dini politikaları yaymak üzere çalışsın” diye… Nitekim, 1964 baharında meydana gelen politik çalkantıları da Erdal Bey “iyi” yönetmiş, ve sonunda –vekâleten de olsa- Fen Edebiyat Fakültesi Dekanlığı’na oturmuştu. Kıbrıs olayları ve “Johnson Mektubu” sonrasında, tüm Türkiye’de olduğu gibi ODTÜ’de de bir infial meydana gelmiş, ve de artık Üniversite’ye Amerikan bayraklarının asılmaması hususunda, öğretim üyeleri arasında bir konsensüs belirmişti. O sırada Dekan Cengiz Uluçay, beni makamına çağırarak ne düşündüğümü sormuş, ve benden de “tatil ve bayram günlerinde, Türk bayraklarının yanına, Amerikan bayraklarının çekilmesi, kötü anlamlar çağrıştırıyor” mealinde bir cevap alıp memnun olmuştu. Ama sonra ne olduysa olmuş, karısı Amerikalı olan, ve bu yüzden de askerliğini er olarak yapmış bulunan Cengiz Bey’in istifa haberi gelmişti; Amerikan bayraklarının gönderde kalması pahasına… Ertesi gün de, Cengiz Bey’in geri gelmesini sağlamak üzere, matematik bölümü mensuplarının hemen hepsi istifa etmişlerdi; ben hâriç… Ben, istifacılar tarafından kınanmama rağmen, politikaya bulaşmamak için istifa etmemiştim ama, bir gün sonra istifacılar, vekâleten Dekanlığa oturmuş bulunan Erdal İnönü’yü, tebrik etmek için makamında ziyarete gittiklerinde, kendisinin yaptığı telkinlerle iknâ(!) olarak istifa dilekçelerini –topluca- geri almışlardı. Ben istifa etmemiştim ama, korkunç entrikalar neticesinde istifaya mecbur bırakılan Cengiz Uluçay’ın yerine –vekâleten- zıplayıveren birini, re’sen tebrik etmeyi de düşünmemiştim. Kaldı ki, ODTÜ gibi bir üniversitede yer yerinden oynarken, basında haber çıkmaması da, dikkatimi çekmişti; acaba, başbakan olan Erdal Bey’in babası İsmet İnönü ile ilgili bir tasarruf olabilir mi diye… Sular durulunca Erdal Bey bana, üç defa –gayri resmi olarak- özel sekreterini gönderip, kendisini tebrike gitmemi istedi; ki benden de, “Cengiz Hocam’ın yerine geçen birini, re’sen tebrike gidemem; ama kendisi benimle çalışmak istiyorsa çağırsın gideyim, ve o arada da tebrik edeyim” mealinde cevaplar aldı. Sekreterini yakından tanıdığımı biliyormuydu, bilmem; ama O “hanım hanımcık” kız, babamın Mühendis Mektebi’nden sınıf arkadaşı olan “süslü İhsan”ın kızıydı… Erdal Bey’le sâdece bir defa –iki lâf etmek üzere- karşı karşıya gelmiştim; ki o da, AST tiyatrosunun fuayesinde gerçekleşmişti. O karşılaşmada kendisi beni, eşi Sevinç Hanım’la, “bak Sevinç seni, değerli asistanımız Ali’yle tanıştırayım” diyerek tanıştırmıştı; ki sanırım, o iltifâtın, kendisine biat etmem için yeterli olacağını düşünmüştü. Ayrıca, sanırım annesiyle –uzaktan da olsa- akraba olduğumu da bilmiyordu; resmî istihbarata pek fazla bel bağlayıp, çevresine karşı merakını körelttiği için…Böyle bir “sinir harbi”yle, benim kontratımın bitiş tarihine kadar gelindiğinde, Erdal İnönü’nün, etrafında, kendisine “kayıtsız şartsız” biat eden akademisyenler istediği açıkça ortaya çıktı; ki ben de istifamı verdim; sâdece “askere gitmek için...” gerekçesiyle… Oysa o sıralarda, M.İkeda’nın tavsiyesi üzerine, Cambridge King’s College’dan muhteşem bir “akseptans” almıştım; ki buna binaen (veya rağmen) verilmeyecek bir burs düşünülemezdi.

Ben, yukarda sözünü ettiğim “intihal” olayını, 1996 yılında çıkardığım İnsan (Emek) Bilimi adlı kitabımda yazdım; ve de Cahit Arf hocamla M.(Gündüz) İkeda üstâdıma elden gönderdim; ki o sıralar Erdal İnönü, İkeda’yla –kitaplarını emânet edecek kadar- yakın bir ilişkideydi. Bu haber, akademik çevrelerde o kadar hızlı yayılmıştı ki, alâkasız bir branş sayılabilecek İst.Üniv.Ed.Fak. Coğrafya bölümünün değerli profesörü Sırrı Erinç bile, bir –eski- talebesine bunu sormuştu; duyduklarını doğrulatmak üzere…Erdal İnönü o sıralarda gâyet sağlıklıydı; ve sanırım, ve de çok üzülürüm ki, hastalanmasındaki etkenlerden biri de budur. Ayrıca sanırım ki, hayatında söylediği en veciz ve hikmetli sözü de bununla ilgilidir: Gerçeklerin çok kötü bir huyu vardır; bir gün –ansızın- ortaya çıkmak gibi… Ama her şeye rağmen, Erdal Bey bugün yaşasaydı, kendisine –çıkarları için- pek mûnis ve mutî görünen yobazların, iktidara geçtiklerinde ne kadar habisleştiklerini görünce hücceten ölürdü zaten, diyerek teselli buluyorum.

Askerliğimin sonuna doğru, Istanbul’da Cengiz Uluçay’a rastladım; ki kendisi bana, “TÜBİTAK diye bir bilimsel araştırma merkezi kuruyoruz, seni de alalım Ali” dedi. Ancak, ben izin alamadığımdan randevusuna gidemedim; zira o sırada Dz.Harbokulu’nda –Harbokulları tarihinde ilk defa- okuttuğum Matriks Teori dersinin kitabını, basıma hazırlıyordum. Ama bütün emeğime rağmen, o kitabım da –askerlikten, terhisime bir gün kala firâr ettiğim, gerekçesine binaen mahkemeye verilmemle- iç (intihal) edilmiştir; birileri tarafından… Askerliğimi müteakip, mezun olduğum Matematik Enstitüsü’ne uğradığımda, Hocam Cahit Arf’ın küsüsüne vekâleten oturmuş olan Doç.Dr.Orhan Ş.İçen ile görüşme fırsatı buldum; ki kendisi bana, bir seminer yaptığım taktirde, bir yıl içinde “lisans üstü” titri alabileceğimi söyledi. Ancak, seminer sırasında sona yaklaşırken de, ayak sürümeye ve oturumları ertelemeye başladı. Hatta benim israrım üzerine yaptığımız bir oturumda, son anda gelerek, yapmış olduğum bir “çözümleme”min karşısına kendi çözümlemesini yazarak, bunların doğruluğunu, -özlük işleri bakımından kendine bağlı öğretim görevlilerinin çoğunlukta olduğu- “hâzirûn”a oylatma politikasına bile tenezzül etti. Ve ondan sonra da kesinlikle anladım ki, Orhan İçen, benim hakkımı (akademik ünvanımı) teslim etmekten çok, kendine mutî bir çömez aramakta… Onun için de ilişkimi, inceldiği o yerden, “matematik problemlerinin oylamalarla çözüldüğü bir yerde çalışamam” diyerek kopardım; ve de akademik hayatıma son verdim. Hem zaten Orhan İçen de, aynen G.Cantor gibi, Aristo Mantığı’ndan kopamamış, ve “Allah” mitosundan kurtulamamış bir matematikçiydi; ki nitekim O’nun gibi psikiyatri tedavisi görüyordu. İşte o noktadan sonradır ki, merak ve ilgi alanım, matematiğin sınırlarını aşıp, matematiği yaratan “insan”ı da içine alacak şekilde genişlemişti. Kaldı ki, söz ve davranışları çok çelişkili olan bir çok yakınım da, benim için birer problem hâline gelmişlerdi. Bu durumda, insanları tek tek kişisel olarak suçlamak, bana ağır bir –psikolojik- yük oluyor, hatta benim suçummuş (subjektivitem’miş) gibi geliyordu. Çünki o zamanlar, insanların çoğunun, -antropolojinin (fıtratın) diyalektik mantığı mûcibince- şizofrenik olduğunu, ve bu kafa çatlaklığının, hem dinî mugalâtalarla, hem de kapitalizm tarafından “serbest piyasa” oyunları ve “para kazanma” gailesi yaratılmak sûretiyle, örtbas edildiğini henüz çıkaramamıştım. Oysa insanlar, para kümelerine tekabül ettirilmek, dolayısile para sirkülâsyonunun kanunları ile büyük kapitalistlerin iradesine mahkûm edilmekle, kendilerine (fıtratlarına) yabancılaştırılıyorlardı. Ve onun için de ortaya, sosyalizm, komünizm, nihilizm gibi pek çok muarız ve isyancı ideoloji çıkıyordu; çaresizliğin tezahürü, boş ve hazin meşgaleler olarak… Nitekim bir süre sonra, uzman (spesiyalist) olma, meslek edinme, yani bilimsel görüş ve çalışmalarda “at gözlüğü” kullanma gibi bir eğilimim veya subjektivitem olmadığı için, Cahit Arf, M.Gündüz İkeda ve Cengiz Uluçay dışındaki –hemen hemen- tüm akademisyenler ve uzman bilimciler dahî, benim inceleme alanıma girmişler, ve de düşüncelerimin objeleri hâline gelmişlerdi. Yani yobazlar bana, üniversiteleri dar etmişlerdi ama, kendileri de benim objektifime (inceleme alanıma) –denek olarak- girmişlerdi… O sıralarda, C.Arf, M.G.İkeda ve C.Uluçay’ın çalıştığı üniversite veya kurumlara başvurmuş olsaydım, eminim ki bir Dr. veya Phd. Titri’ne sahip olacaktım; ama “insan” konusu, çok daha çekici ve âcil gelmişti bana… Zaten akademik hayattan ayrıldıktan bir yıl kadar sonra da, “azılı komünist” diye tanınan ve tanıtılan, ama aslında “insan sarrafı” olan Kerim Sadi (Nevzat Cerrahlar) ile tanışmıştım. Kerim Sadi hocayla KATKI dergisini çıkararak girdiğim bu sürecin sonunda da, insan davranışlarını soyutlaya soyutlaya, bir bakıma “insan davranışları aksiyomu” demek olan “ritm melekesi”ni fark ettim; ki bu da, “insan düşüncesinin aksiyomu” olan, matematiksel mantığın “İyi Sıralanma Prensibi”ne tekabül ediyordu; “feed-back” etkileşimi hâlinde… Böylece de, “tarih öncesi”ni veya “ateşin kullanımı öncesi”ni ortaya çıkarmış, dolayısile antropolojinin diyalektik mantığını keşfetmiş oldum.

Yobaz Teşvikçiliğinin, Siyasî Geçmişi ve Altyapısı da Var Tabii…

Osmanlı’yı adam eden, ve İmparatorluğun kurucu bileşenlerinden olan, Fütüvvet ahvâdı Bekdaşilere ihânet ederek, onlara ilk darbeleri vuranlar, II.Mahmut ile II.Abdülhamit nâm –Emperyalizm’e gönüllü- satılmış padişahlardır; ki aynı zamanda yobazlığın tohumlarını da ekmişlerdir bu memlekete… Cumhuriyet’te ise, İsmet İnönü ile, İmam-ı Sultan Mevlâna Bekdaş Hazretleri’nin Eyüp’teki türbesini ve Karaköy’deki mescidini –îmar bahanesiyle- yok eden, Âyan çocuğu Adnan Menderes’tir; başlıca Bekdaşiyân düşmanları… Adnan Menderes, sorumsuz ve içgüdüsel davranışlarının cezasını -trajik bir şekilde- bulmuştur; kendisinin ve oğullarının uğradığı kazâlar şeklinde… Ama İsmet İnönü’nün “irtica” husûsunda yaptığı kötülükler hep, Atatürk’ün yanında yaptığı iyiliklerin gölgesinde kalmıştır. Ama bugün artık, bunları açığa çıkarmamız gerekmektedir; ki bu şekilde, hem sapmış olan rotamızı –yeniden – tâyin edelim, hem de Atatürk’le olan ilişkilerini teşrih ve teşhir edelim. Yoksa, gizli kalan kötülükler, kurucu dâhimizi de (Atatürk’ü de), -haksız bir şekilde- örseleyecek, ve dolayısile temelimizi çürütecektir… Aslında Atatürk’ümüz, “Bekdaşiyân örfü”nü sürdüren bir kesime mensup, inisiyatör karakterli seçkin (inisiye) bir kişiydi. Onun için de, kendisiyle yoldaş hatta arkadaş olmak, yani O’na ayak uydurabilmek kolay değildi; ancak takipçisi olunabilirdi O’nun… Ama Atatürk’ün takipçisi olabilmek için de, her şeyden önce mîzaçların uyuşması gerekirdi; ayrı kalındığında O’na ters düşmemek için… Çünki mîzaç (huy), soysal kalıtım ve geleneksel terbiye ile ilgili olan, ve sonradan öğrenilen tüm bilgileri yoğurup yönlendiren başat bir etkendi… İsmet İnönü ise, biatçı bir kalıtım tevârüs etmiş, ve de son (yoz) Osmanlı’nın yerleştirdiği Sünni geleneğe göre terbiye edilmiş, -mutaassıp- Kürt asıllı bir insandı. Dolayısile de, Atatürk’le aralarında bir mîzaç uyuşması (ve yoldaşlık) söz konusu bile olamaz, olsa olsa, tek taraflı bir “mutlak itaat” düşünülebilirdi; ki nitekim İnönü’nün, bir mektubunda Atatürk’e “velinimetim” diye hitap etmesi de, bu düşünceyi doğrulamaktaydı. Kaldı ki Atatürk’ün, hastalığı sırasında, İnönü’yü –başbakanlıktan- azletmesi de, mîzaç uyuşmazlığının en bâriz göstergesidir. Zira bir insan, iradesi zayıfladığı bir zamanda, huyca uyuştuğu (güvendiği) bir dostunu yanından uzaklaştırmaz (yani ondan gıcık almaz), bilâkis onun yetkilerini arttırır ve kendini ona emânet ederdi… Yani demek ki aslında, İnönü, Atatürk’ün yoldaşı filân değil, bir nevi “bende”si sayılabilirdi. Dolayısile de onun, Atatürk’ün gıyâbında yaptığı hatalarına sahip çıkmak, veya bu hataları örtbas etmek, GAZİ’nin emanetine ihanet etmek ve yoldan çıkmak demek olurdu… İnönü ile hayatında üç kez karşılaşmış, ve bir sohbetine tanıklık etmiş biri olarak, ben de kendisini (huyunu) çok yadırgamıştım. Çünki, önüne gelen genç insanlara, her şeyden önce ne iş yaptığını soruyordu; bir amelebaşı edâsıyla… Oysa büyüklerimden öğrendiğime göre Atatürk, gençlere, problem gibi sorular sorarmış… Yani İnönü’nün kafasına göre insanlar, nerede görevlendirilebileceğini düşündüğü, kullanışlı elemanlardan başka bir şey değillerdi… Ayrıca İnönü’nün, Atatürk’le mîzaç uyuşmazlığı içinde bulunduğunu, dolayısile O’nunla yoldaş olabilecek, ve de O’ndan bağımsız olarak bir “bağımsız devlet”i yönetebilecek objektiviteye sahip olmadığını kanıtlayan öyle bir delilim vardır ki, hiç tevil götürmez: Bilindiği gibi İsmet İnönü, Istanbul’dan evlenmiştir. Ailesini güçlükle ikna ederek aldığı, Süleymaniye’li yetim kız Mevhibe, bize –uzaktan- akraba olan, ama yakın (Horhor’da) oturan babaannem Hayrünisa’ya hep “abla” diyen, bir Bekdaşiyân kızıydı. Istanbul Bekdaşilerinin geleneksel tutumu, -mutaassıp Şafi- Kürtlere kız vermemek yönünde olduğu için, Mevhibe’nin ailesi de önceleri direnmiş, ama sonunda, hem babasızlıktan kaynaklanan ihtiyaca binaen, hem de albay İsmet’in parlak kariyeri itibariyle razı olmuşlardı. Ama Kürt İsmet evlendikten sonra, -Bekdaşiyân ailenin korktuğu gibi- Kürtlüğünü yapmış (taassubunu göstermiş), ve karısını, çocukluk arkadaşlarıyla bile görüştürmemiştir. Ben küçük bir çocukken, Mevhibe Hanım’ın gençkız’lık arkadaşlarının, Çankaya Köşkü kapısından döndürüldüğüne şahit olmuştum; öfkeli tezahürâtlar şeklinde… Bu, İsmet İnönü’nün, sâdece aile anlayışıyla, yani “gelini, kültürel olarak asimile etmek” düşüncesiyle ilgili bir taassup değildi aslında… Zira, Atatürk’ün görevlendirdiği, babamın kuzenleri (dayı çocukları) olan, Askeri Fabrikalar Genel Müdürü (Lütfi Bey), veya DTC Fakültesi Dekanı (Adil Bey) gibi bir çok yüksek devlet görevlilerini de, işlerinden ve devletten –bir şekilde- çıkarmıştır İsmet İnönü; ki bunlar, aynı zamanda Mevhibe Hanım’ın da akrabaları oluyordu. Buradan, İnönü’nün, Bekdaşiyân’a ve onların özgürlükçü mizaçlarına nasıl tepki (veya alerji) duyduğu, yani kalıtımsal bir subjektivite taşıdığı, dolayısile de devlete biatçıları seçmeye çalıştığı, açıkça anlaşılmaktadır. Nitekim, Atatürk zamanında sinmiş olan dinciler, baktılar ki İnönü biatçı arıyor, en iyi yaptıkları işi (biatçılığı) yaparak devlet kadrolarına doluştular; takiyye ile tabii… Yani son zamanlarda zuhûr eden, entel görünümlü yobaz “Fetocular”ın yaptığı, “İnönü taktiği”ni güncelleyerek, bir öğreti hâline getirmekten başka bir şey değildir aslında… Kaldı ki İsmet İnönü, aynen II.Mahmut ve II.Abdülhamit gibi, tarikatlara da el attı, ve onları kendine bağlamak istedi; dolaylı yollardan… Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak ile yaptıkları bir uygulamayla, önemli tarikatların başına, -“tehditli nasihat” denilebilecek bir iknâ metoduyla- İstiklal Harbi gazilerinden emekli subayları getirdiler. Bu şekilde, “kademli veya elyak” seçilimiyle “inisiye önder” seçen az sayıdaki gerçek tarikatları dahî, cümbüşçü cemaatlere çevirdiler. Sonra da bu cemaat mensuplarını (ve yakınlarını) İnönü, TBMM’ne milletvekili, üniversitelere profesör yaptı; tabii ki, laik (medenî) görünmek şartıyla… Mesela ben küçükken, Genelkurmay Başkanlığı binasının arka sokağındaki bir apartman katında dergâhını kurmuş olan, -emekli- gazi suvari albayı Remzi Bey’in toplantılarında çok defa bulunmuşumdur; sıkıldığımda, hanımı ve kızı tarafından, çukulata ve şekerlemelerle avundurulmam şartıyla… Zaten İnönü’nün kendisi de laikliği, sadece medenî veya Avrupaî görünmek olarak anlıyordu; son (yoz) Osmanlı’dan tevârüs ettiği “resmî şizofreni” öğretisi ve politikası mûcibince… Yoksa, içlerindeki, “muhayyel put” anlamına gelen “Allah” mitosuna inanmak, ve de –gizlice- tapınmak, gâyet aklî (!) idi; onlar için… Yani İsmet İnönü, hem ülkemizin en ilerici (aydın) damarı Bekdaşiyân’a garez olmakla, Osmanlı’nın “1826 gericiliği”ni sürdürmüş, hem de Atatürk’ün çıkardığı, “tekke ve zâviyelerin ilgâsı” husûsundaki kanunu –gizlice- çiğnemiş olan, fıtraten subjektif görüşlü (gerici) bir zâttır; ki böylece de, gericiliği ihyâ etmiştir. Bundan böyle “Laik Cumhuriyet”çilikte devam edecek olanların, İnönü’yü Atatürk’ten ayırıp, onun nâmına özeleştiri yapmaları gerekmektedir; rota tashihi yapmak, ve iktidardaki yobazları sebepsiz (hedefsiz) bırakmak için… Yobazların İnönü’ye –laiklik hususunda- yaptıkları saldırıları, hiç kimse ona yapılıyor sanmasın; kavram kargaşası yaratarak insanları şaşırtan bu saldırıların esas hedefi, aslında Atatürk’ümüzdür… Evet, herkes Atatürk gibi, olaylar karşısında sonsuz parametreli (ihtimalli) düşünebilen, dolayısile de kafasına, bir “muhayyel put” sığdıramayan, yani devamlı “meditasyon (murâkabe)” halinde olduğu için tapınmayan (tapınamayan), melekeleri güçlü (inisiye) bir kişilik olamaz. Ama İnönü gibi, mahdut parametreyle (ihtimallerle) düşünüp, gerisini Allah’a (aslında, güçlü dış mihraklara) havale eden biri de, gerçek (müstakil) bir devlet adamı sayılamaz.

İTHAF: Lise II’den itibaren 63 yıl arkadaşlık yaptığım ve fikir teatisinde bulunduğum, sevgili kardeşim UTKU GÜNGEN’in anısına… 15 Ağustos 1940 – 10 Eylül 2019

Ali Ergin Güran: 11 / 10 / 2019