Kapitalizmi İhyâ, İnsanlığı Mahv Eden “Dinsel Hedonizm” ile, “Satılmış Osmanlı”nın Günümüze Gelmiş İhanet Politikası, ve de Kurtuluş Yolu Hakkında…
Fütüvvet’ten türemiş Bekdaşiyân Tarikatı’nın umdeleri, aslında, insanlığın oluştuğu “başlangıç zonu”ndan, yani ateşin kullanımı ve benekli mağara (duvar) resimlerinin yapımı öncesinden gelen “insanlaşma prensipleri”ydi; ki bugün de geçerlidir. Devamlı yapılan ritmik hareketlerle (âyinlerle) sayma ve sıralama melekelerinin kazanıldığı, ve de bunların baskısıyla beslenme ve üreme (çiftleşme) tabularının oluştuğu “panteist zon”, aynı zamanda anaerkil (ve amazon) topluluklar şeklinde ve ritmik rezonans (sevgi bağı) hâlinde, insanların sosyalleştiği “tarih öncesi”dir. Bu “panteist zon”da, sayma (ritm) ve sıralama melekeleri olgunlaşan bireylerin –kam veya lider olarak- öne çıkması şeklinde teessüs eden “inisiyasyon” seçilimi, nihayette devletlerin (hatta imparatorlukların) teşekkülüne yol açmıştır. Ama bu arada, “tarım devrimi”nin gerektirdiği işgücü ihtiyacına binaen, tabular gevşetilip insanlar “fuhşa teşvik” edilerek, tüketim toplumuna (ve tarihî devirlere) giriş yapılmıştır; “panteist zon”un “anti-tez”i anlamında… Ve bunun sonucunda da, devletlerin başına, semirerek zorbalaşan erkeklerden, tüm toplumsal “artı-değer”i sahiplenen tekelci patronlar (işverenler) -ve ataerkil hânedânları- oturmuştur; “tanrı-kral” sıfatları alarak… Oysa tarım devriminden önce yaşanan “alacakaranlık (panteist)” zondaki anaerkil topluluklarda (ve amazonlarda) erkekler, çok cılız ve ötelenmiş bir cins olmakla birlikte, kadınlar da bir nevî (aseksüel) poligam idiler; hayvanlardan (aslında başka klân üyelerinden) ve muhayyel varlıklardan (aslında teşhis edilemeyen faillerden) hamile kalındığına inanılması dolayısile… Ama o kadınlar, 2-3 ayda bir (belki daha açık aralıklarla) regl olacak kadar fizyolojik peryodlarını bozmuş iradî insanlardı; ki onların sâyesinde insanlık –doğal peryod ve refleksif davranışlara mahkûm- fauna yaratıkları olmaktan çıkıp, “zaman” ve “mekân” bilincine sahip akıllı varlıklar hâline geldiler. Sözkonusu, “erkek hemcinsle çiftleşme(seks) yapılmaksızın hamilelik” inancı ise, -ataerkil- tarihî devirlerde dahî, Hz.İsa ve Cengizhan gibi büyük (inisiye seçkin) adamların anneleri için, bir kutsiyet nişânesi olarak kabul görmüştür; ki gerçekten de, o dâhîleri doğuran kadınlar, “melekeleri güçlü” anlamında seçkin kadınlardır… Korkarım ki, kadınlığını bihakkın yaşamış bilinçli, ve de kalemi kuvvetli bir kadın, bütün sosyo/psikolojik bukağılarından kurtularak –yüzbinlerce yıl sürmüş olan- “poligami” hissiyâtını açıkça yazmadıkça, son 3-5 bin yıldır “mal (para)”ların üzerine oturmuş erkeklerin, ataerkil soyluluk iddiası ile, “yapmacık monogami” gösterisi ve “erkeklik” tahakkümü, kaba bir zorbalık şeklinde sürüp gidecek, ve de toplumları yozlaştırmaya devam edecektir. Ama tabii ki, “kadın” gerçeğinin anlaşılmasıyla, ideolojilerinin tarihe gömüleceğini bilen dindar ve kapitalistlerin reaksiyonu da düşünülerek, tüm “anti-religion” ve “anti-kapitalist” hareketlerin, esas itibariyle “kadın özgürlüğü”ne dayandığı veya dayanması gerektiği hususu daima akılda tutulmalıdır. Yani, sâdece şümûllü bir “kadınlara özgürlük” hareketinin iyi organize edilmesiyle bile, dinlerin ve kapitalizmin sarsılacağı gâyet açıktır. Zira, kadınların esareti nasıl ki, ilk patronlar (işverenler) olan –hânedan mensubu- “tanrı-kral”larla başladıysa, kurtuluşları da, son patronlar olan kapitalist hânedanların yıkılışıyla gerçekleşecektir. Artık anlıyoruz ki, tarihî devirlerin kapatılıp huzurlu bir insanlık düzenine geçilebilmesi için, melekelerden mütevellid tabusal frenlerle, cinsel hormonlardan kaynaklanan –hayvanî- içgüdüler arasındaki diyalektik çelişkiyi bilince çıkarıp yönetebilecek şuurlu bireylerin yetiştirilmesi bir “gerek şart”tır. Zira aksi halde insanlar genel olarak, mantıkî çıkarımlar ve sevgi duygusuyla, içgüdüsel eğilimleri ve şehvet hazzını birbiriyle karıştırmaya, ve dolayısile de –her türlü marazı çıkarmaya meyyal- “iki yüzlü” asosyal yaratıklar olmaya devam edeceklerdir; dinî öğretiler kapsamında uydurulmuş “ahlâk” mugalâtasına rağmen… Çünki aslında, ilk –hânedan mensûbu- “tanrı-kral”lar, tabuları yıkıp, “tüketim ekonomisi” mûcibince insanlara, bazı kurallar çerçevesinde istedikleri kadar beslenme ve çiftleşme hakkı tanıyınca, bunun bedeli olarak (disiplinin bozulmaması için), mit’ik Tanrı kavramını ve “tapınç kültü”nü icat ettiler. Sonradan dinlere de geçen “tapınç kültü” aslında, Allah(lar)ın lûtfettiği beslenme ve çiftleşme hazlarına şükretme anlamında hedonist bir şartlandırma (içgüdüsel hazlarla şartlı refleks kazandırma) ritüeliydi. Dinlere ayriyeten eklemlenen çilekeşlik (manastırcılık) akımları ise, tabulu “panteist- zon”u –rasyonel izahını yapamadan- içlerinde hisseden mistik (ama inisiye) tarikatçıların mârifetiydi… Tanrı-Kral hânedanlarıyla başlayan ataerkil verâset hukuku ve erkek hâkimiyeti, kadınları pasifize ederek (eve, örtüye kapatarak) onları, -tavuklar gibi- düzgün peryodlarla yumurtlayan (doğuran) gayri irâdî mahlûklar hâline getirdi; ki onlardan doğan nesiller de gittikçe gerzekleşti; melekelerin bozulmasıyla… Yoksa, “panteist-zon”daki Tanrı kavramı, “her yeri kuşatan esîrî bir varlık (uluruh)” şeklinde kurgulanıyor, ve ulûhî âyinler de, halkalanmış insanların ritmik tepinmeleri (semah, zikr vs.) hâlinde gerçekleştiriliyordu. Ve dolayısile de, şükretme ve af dileme amacıyla yapılsa bile, melekelerin güçlendirilmesi demek olan insanlaşma etkinliğini duraksatmıyordu. Oysa tapınma ritüelleri, ritm melekesini dumûra uğratıp, insanları şartlı reflekslerle güdülen “ehlî hayvan” mesâbesine indirgiyordu; ki “tapınma yönelişi” gerektiren bu tür âyinler de, aynı zamanda dikdörtgen şeklindeki mâbet yapılarını ortaya çıkarıyordu. Halbuki, “tarih öncesi”nden kalan tüm kutsal yapıların, dairevî (veya silindirik) şekilde olduğunu görmekteyiz… Yazılı kayıtların –papirüs, parşomen, kâğıt gibi vasıtalarla- kolay taşınır ve saklanabilir hâle gelmesiyle, olağanüstü yaygınlaşıp günümüze kadar ulaşan dinler de, aslında “tanrı-kral” öğretilerinden, yani politeizmden (putperestlikten) pek farklı bişey değildir; Tanrı kavramının “tek”e indirilip, “muhayyel” kılınmasından maadâ… Çünki mantık, aynı Aristo Mantığı’dır; Evren’de düzgün doğru (lineer) bir zaman akışı farzettirip (zannettirip), buna nazaran sâbit bir varlık vehmettiren, ve dolayısile de, tüm geçici (ömürlü) varlıkların şahiti (dolayısile yaratıcısı) olan bu mutlak varlığa yaranma (yani tapınma) etkinliklerinin gereğini empoze eden mantık… Bu mantık aynı zamanda, beslenme ve çiftleşme gibi yaşamsal (biyolojik) ihtiyaçlarımızı karşılayan her kişiyi tanrısal olarak görüp –şartlı refleks kazandırılmış hayvanlar gibi- ona bağlanmayı (itaat etmeyi) gerekli kılmaktadır. Yani aslında, kitlesel işbölümü düzenini ve ilk uygarlıkları kuran “tanrı-kral”lar, biraz akıllanmış insanları, hayvanlığa -ehlîleşmiş olarak- rücû ettiren, veya “ehlî hayvan” anlamındaki şizofrenik “tarih insanı”nı yaratan kişilerdir; ki gerçekten de “Tanrı” sıfatına lâyıktırlar. Binlerce yıl sonra gelip, “tanrı-kral”ların öğretilerini güncelleyen peygamberler de aslında, sadece seleflerinden kalan kuralları reforme etmişlerdir; görünmez “Allah” mitosuna atfen… Daha doğrusu, aradan geçen binlerce yıl boyunca bozuşmuş olan “Tanrı-Kral Kuralları”nı, “olsa olsa böyledir” metoduyla düzeltip (veya yeniden keşfedip), bu keşiflerini rüyalarında veya “uyurgezer” hallerinde gördükleri “Tanrı-Kral” hayâletine tastik ettirmişlerdir. Yani peygamberlerin, rüyalarında veya “uyurgezer” hallerinde “Tanrı” diye gördükleri hayaletler aslında, kendileriyle melekî rezonansa girerek fikirlerini güncelledikleri, eski “Tanrı-Kral”ların hayalinden başka bir şey değildir. Onun içindir ki bugün, “ehlî hayvan” formatında yetiştirilen (eğitilen) ezberci ve taklitçi gençler arasından, “irade-içgüdü” diyalektik çelişkisini yönetebilen, melekeleri güçlü (yaratıcı) bireylerin seçilimi (seleksiyonu), gerek (olmazsa olmaz) bir şarttır. Bu “seçilim(ayıklama)” işlemleri, bir bakıma “peygamberlik” müessesesini daimî kılmak, ve toplumları, dinî sekterlikten (dogmatizm’den) kurtarmak demek olacaktır. Yoksa, alternatifsiz kalacak olan bir “kapitalist zihniyet”, tüm bilgileri ve bilimi patentine (tekel’ine) alıp, “Tanrı-Kral”ların ve peygamberlerin yapamadığını yapacak, ve “düşünce”yi dogmalara mahkûm ederek insanlığı kıyamete (mahva) sürükleyecektir. Mesela, çokluğa, büyüklüğe (ekonomik büyümeye) indekslenmiş ilkel kapitalist kafa, “bir şey büyükse, değerli, ilginç, güzel veya tercihe şâyân” diye düşünür; ki Uzay’ın mevcûdâtı da böyle bir şeydir. Aynı kafa, “bir şey mebzûlse (çoksa) –piyasaya göre- değersizdir” diye hüküm yürütür; ki bitkiler de böyle şeylerdir. Oysa bitkiler, en mûcizevî yaratıklardır; sâdece su ve Güneş ışığıyla kimyasal elementleri toparlayıp yoğunlaştırarak besin hâline getirebildikleri için… Termodinamiğin II.Prensibi’ni hiçe sayarak maddeyi yoğunlaştırabilen bitkilerin yanında, bu Prensibe mahkûm olarak devinen tüm Uzay cisimleri, ve de Astrofizik kanunları, “çocuk oyuncağı” gibi kalır. Ama buna rağmen kapitalistler, “teneke”den araçlar ve tepkili motorlarla –üç boyutlu plâtformda- Uzay’ı fethe çıkmaya öncelik vermişlerdir. Halbuki, bir “fotosentez” muammasının çözülmesiyle bile, tüm fizik kanunları değişecek, ve dolayısile de teneke araçlarla Uzay’ı fethe çıkmanın ne kadar aptalca bir teşebbüs olduğu anlaşılacaktır. Zira, Uzay mevcûdâtının dağılma (entropinin artışı) prensibine aykırı olarak gerçekleşen “fotosentez” olayını açıklayacak bir teori, tüm Evren’e teşmil edilebilecektir; bir fizik kanununun, sâdece Dünya’da geçerli olamayacağı, ancak tatbikâtının Dünya’dan başlamış olabileceği, düşünüldüğünde… Ve bu arada, Uzay çalışmalarına ayırdıklar tahsisâtın yüzde birini bile “fotosentez” çalışmalarına vermeyen kapitalistlerin, ne kadar öngörüsüz ve israfçı oldukları da –acı bir şekilde- ortaya çıkacaktır; hatta çıkmaktadır. Çünki onlar, kısa sürede kâr elde edip, hayvanî hazlarla zaman geçirmeyi, dolayısile de, insanlığın geleceğine ipotek koymayı ekonomik yasa hâline getirmiş hedonist asalaklardır; tabulu “panteist-zon (insanlaşma)” sürecinin inkârcısı (anti-tez’i) olaraktan… Kapitalizm, tüketim (büyüme) ekonomisi mûcibince, biyolojik varlık olarak insan üretmeye (çoğaltmaya), ve bu insanlar için de yeni yeni hayat sahaları (veya faunalar) açmaya mecburdur. Ama bu arada, insanî gelişmeyi (bilinçlenmeyi) durdurup, insan kılığında “zombi”ler yaratmaya da mahkûmdur; ki “oto-determinasyon (kararlılaşma)” yetileri olmayan bu zombiler de, -refleksif davranışlarla- daima çatışmaya (boğazlaşmaya) ve çoğalmaya âmâde mahlûklardır. Oysa, insanlaşmamızı sağlayan Tabu’ların bugünkü anlamı, “lezzet ve şehvet düşkünü veya tutkunu olmamak” şeklinde, gâyet açık bir formülle ifade edilebilmektedir.
Annem, Hedonist Dindar Olarak Yetiştirilmiş İrâdî Bir Kadındı:
Annem Fatma Fevziye Turaçlı (Güran), Gedikpaşa, Cami Sokak No:40’daki, “bahçe mutfak”lı ve özel sarnıçlı olan –son- Gedikpaşa’nın Konağı’nda, 1917’de doğmuş, ve anaokulundan itibaren liseye kadar Gedikpaşa Amerikan Koleji’nde okumuştu. Babası, Av.Abdurrahman Rahmi Turaçlı, II.Abdülhamit’in Halep-Musul Sancakbeyi’nin yeğeni, ve de bütün mirasını bıraktığı yegâne –mânevî- evlâdıydı. Annesi ise, son Düyûn-u Umumiye Reisi’nin kızı Firdevs hanımdı. Koyu Abdülhamitçi olan bu çevre, nâdide yiyecekleri tedârik etmeyi, tarifesi îtinâ ile saklanan yemekler yapmayı mârifet sayar, lezzet ve şehvet hazzı almayı, en büyük Allah ödülü ve kazanç sanırlardı; açıkça deklare edilemeyen zımnî bir mutabakat hâlinde de olsa… Zira “Âhiret”te de Allah, bu Dünya’da para kazanamadan fakir yaşamış dindarlara böyle ödüller vaad etmiştir; diye düşünürlerdi. Yani antik Mısırlı’ların kurguladığı, sanki biyolojik beden –dirilinceye kadar mumyalanmakla- bâki kalırmış da, yaşarken alınan hayvânî hazların izlerini de taşırmış gibi bir ham “ölümsüzlük inancı”nı vârid sanırlardı. Oysa bir insanın ölümsüzlüğü, bıraktığı fikirler ve eserler tahtında düşünülebilirdi; ki onlar da, hayattayken içgüdülerine karşı (onları frenlemek üzere) gösterdiği ceht nisbetinde gerçekleşebilirdi… Onların bu düşüncelerini, olaylara verdikleri tepkilerden, ve anlattıkları mesellerden çıkarmak çok kolaydı; herne kadar açıkça söylemeseler de… Dolayısile, yanlarında yetişen gençler de, aynen kendileri gibi, gizli hedonist, ama propagandist (veya cazgır) dindar olurlardı; düşünce ufuklarını genişletemedikleri taktirde… Annem, beyni böyle bir zihniyetle yıkanıyor, ve de II.Abdülhamit’in açtırdığı –kızlı erkekli- Amerikan Kollejleri’nden birinde eğitim görüyorken, aynı zamanda pencereleri kafesli bir konakta oturup, okula da Arap (zenci) dadısının sıkı koruması altında gidip geliyor. Ortaokul’u bitirdiği sene, Kollej, Boğaz’a (Bebek’e) taşınınca da, babası, “o kadar uzağa gönderemem” diyerek okuldan alıyor; ve de –yakındaki- İstanbul Kız Lisesi’ne yazdırıyor. Bu okulu yadırgayıp iyice bunalan annem de, kafesten kurtulmanın çaresini evlenmekte görüp, birinci sınıftan sonra evleniyor; babamla…
1905 Istanbul doğumlu olan babam Mehmet Orhan Güran, 1930 yılında Gümüşsuyu’ndaki Mühendis Mektebini bitirip Yüksek İnşaat Mühendisi çıktıktan sonra, Bayındırlık Bakanlığı’na girmekle birlikte, önce Adana-Mersin, sonra Ankara-Sivas, ve daha sonra da Zonguldak-Çatalağzı demiryolu inşaatlarında, sekiz yıl tatbikat mühendisliği yapıyor. Ve oralara annesini de götürüyor; zaman zaman çadırlarda yatmak zorunda kalsalar da… Son olarak, Zonguldak-Çatalağzı hattını yaparken, orada yatırım yapmış müteahhitlerin birinin kızına tâlip oluyor; ve onunla nişanlanıyor. Ama kısa bir süre sonra, kızın Boğaz’da mayoyla denize girdiği dedikoduları kulağına gelince de, nişanı bozuyor; hovarda kardeşine ve dayılarının oğullarına duyduğu tepki yüzünden, mütedeyyin bir zevce hayali kurduğu için… Ondan sonra çöpçatanlar devreye girip, annemi buluyorlar; annemin “arap dadı”sı vasıtasıyla… Babaannem, yaptığı ilk “kız isteme” ziyaretinde, annemin ailesini yadırgıyor tabii ki… Zira, Osmanlı tarihini 1826’dan başlatan bu gerici aile, atalarımızdan Ayasofya İmamı Hüsam Bey’in, “1530 tarihli vakıf” emlâkinin bulunduğu, Eski Odalar diye bilinen Yeniçeri kışlası havâlisini (bugünkü Şehzadebaşı’nı) darmaduman eden II.Mahmut’un, buraya koyduğu “Fevziye” adını, kızlarına vermişler… Ama ne var ki, en sonunda annem, gözyaşlarıyla kendisini gelin olarak almasını isteyince, babaannem pek mütehassis olarak kabul ediyor. Ve böylece de annem, 1937 Ağustos’unda, -meşhur Tokatlıyan Oteli’nin düğün salonunda- evlenerek Çatalağzı’na gelin gidiyor… Bir yıl kadar sonra babam, Bakanlığın merkezine (Ankara’ya) tayin oluyor; ki onlar Ankara’ya intikal eder etmez de, kızkardeşim Esin (ablam) doğuyor. Ve ondan 18 ay sonra da ben dünyaya geliyorum; 13 Nisan 1940’ta… 1952’ye kadar, yani NATO’ya girdiğimiz ve benim ortaokula başladığım yıla kadar, ailecek gâyet mazbut bir hayat yaşıyoruz. Ama nevar ki o tarihten sonra, Amerikan askerleri –aileleriyle birlikte- Ankara’ya doluşup da şehrin kültürel dokusunu değiştirerek, yerine Amerikanca bir sosyal yapı ikame edince, bütün düzenimiz ve dengemiz süratle bozuluyor. Öyle ki, hem annemin –tahsilini tamamlayarak- doktor, avukat, müzisyen vs. olmuş okul arkadaşları, eğitim için Amerika’ya gidip gidip geliyorlar, ve de pek çok yeni görüşler ve “havâdis”ler getiriyorlar, hem de annem, Amerikan askerlerinin aileleriyle ahbaplık kurup, onların giderken “açık arttırma”ya çıkardıkları eşyalarını satın alarak –hiç gerek yokken- evimize dolduruyor. Yani demek ki, II.Abdülhamit Han(!)’ın açtırmış olduğu Amerikan Kolejleri, II.Dünya Savaşı’ndan sonra, Amerikan Ordusu’nun Türkiye’ye “yumuşak giriş” yapmasında (intikal ve intibâkında) çok büyük bir kolaylık sağlamış oluyor. Ki sözkonusu intibâkın baş katalizörlerinden biri de, İzmir Amerikan Koleji mezunu başbakan Adnan Menderes oluyor… Son Osmanlı’nın (veya Abdülhamit’in) icadı olan bu okullarda –annem dahil- yetişenlerin karakteristik özelliği, dinî konularda ve günlerde herkesten çok Müslüman kesilmeleri… Yani eğitimle şizofreni illetine dûçâr edilmişlercesine, şizofreni semptomları göstermeleri… Bu şartlarda ortaokula başladığımda, -yıllarca, Fransızcayı mı yoksa Almancayı mı tercih edeyim diye düşünmüş ve babamla tartışmışken- birdenbire, İngilizcenin, mecburî yabancı dil olarak dayatılmasıyla karşılaştığım içindir ki ben, ömrüm boyunca İngilizceye ısınamadım; ve de bu dili hiçbir zaman doğru/dürüs konuşamadım. İngilizceye duyduğum bu alerjide, Amerikan yalakalarının Amerikalı aksânıyla konuşmaya –komikleşecek kadar- aşırı gayret göstermeleri, ve üstelik, kapıcıların ve ayakkabı boyacılarının bile sular seller gibi Amerikanca konuşmaları, önemli bir etken oldu… İşte böyle bir hengâme içinde annem, havalanmaya başladı; bir takım guruplara dahil olma, ve “boy friend” gibi arkadaşlıklar tesis etme anlamında… Bu anormal durumu ilk fark edenlerden Babaannem, oğlundan, boşanmasını istedi ama, Babam buna yanaşmayınca da ilişkisini kesti; ki bu sûretle bizim de babaannemizle irtibâtımız kopmuş oldu. Arkasından ablam, korkunç huzursuzlanarak –çaresiz bir hastalık olan- kan (lenf) kanserine yakalandı. Çünki Esin, aynı zamanda hemcinsi olan annesinden çok, babasını suçlama eğilimindeydi; ve hatta bu hususta babaannemize bile karşı çıkmıştı. Ama baş başa konuşmalarımızda bana, “bunlar (ebeveyn) beni mahvetti, ama sen güçlüsün, ve inanıyorum ki bunların (bu çelişkilerin) hakkından geleceksin” diyordu; taraf tutmadan… Zira Esin’le ben, melekeleri güçlü bir kadının (annemizin), en diri zamanında kısa arayla doğurduğu iki kardeş olarak, öyle bir “melekî rezonans” hâlindeydik ki, aynı şeyleri beğenir, aynı şeyleri doğru bulurduk. Kavgalarımız ise, -genellikle- benim meraklı ve araştırıcı karakterimden kaynaklanırdı. Yoksa Esin, cinsel hülyâlara (kurgulara) kapılırken bile, kendisine arkadaşlık (flört) teklif edenlere, benim rızamı almalarını şart koşardı; bu hususta hiçbir –şekilde- talebim olmadığı halde… Kendimi bildiğimden itibaren 18 yaşıma kadar (onun ölümüne kadar), Esin’le aynı odayı paylaştığım halde, yıllar sonra hayretle fark ettim ki, onun, “cinsel fetiş” sayılabilecek hiçbir vücud parçasını hatırlamıyorum. Halbuki kendisi, “jimnastik gibi dans” eğitimi alan, düzgün vücutlu bir kızdı… Sonradan bilinçlenip de, Antropoloji’nin diyalektik mantığını keşfedince, ergenlik ve ilk gençlik hayatımı –bir kobayınki gibi- gözden geçirdiğimde, teorik (objektif)) olarak kavradım ki, böyle bir “bîgâne”lik, melekî rezonanstan (duygu ve düşünce birlikteliğinden) mütevellid, tabusal (gayri ihtiyârî gerçekleşen) bir zorunlulukmuş; yani, içgüdüsel eğilimlere karşı, ahlâkî kurallar tahtında yapılan bilinçli bir tercih (seçim) değilmiş… Oysa on yıllar sonra “komünistlik”ten içeri atıldığımda, cezaevlerinde yaptığım araştırma ve soruşturmalar sonucunda gördüm ki, “kardeşler arası insest” vakaları pek fazla… Hatta bazı mahkûmların, kız kardeşle cinsel ilişki kurmanın neden yasak (ve günah) sayıldığını sorguladıklarına bile şahit oldum. O zaman anladım ki, tabuları yıkan ilk “tanrı-kral”ların, “tarım (kültür) devrimi” mucibince üremeyi (çoğalmayı) teşvik ettikten sonra, toplumsal düzeni korumak için ihdâs ettikleri –sonra da peygamberlerce korunan- ahlâkî kurallar, bütün metafizik korkutmalara (cehennem azâbına) ve cezai müeyyidelere rağmen nâfileymiş meğer… Çünki, “melekeleri muhtel(bozuk)” olanlar, içgüdüsel “şehvet hırsı”yla, melekelerden mütevellid “sevgi duygusu”nu ayırt edemezlermiş; ne kadar korkutulsalar ve cezalandırılsalar da… Dolayısile de onların, “ölümcül kronik” bir hastalıkla malûl sayılması, ve de peryodik olarak tıbbi kontrol altında tutulması icap edermiş; kapitalist olsalar dahî… Zira onlar, her bakımdan “potansiyel kriminal” insanlar olarak, aynı zamanda “kadına şiddet” olaylarının da başlıca failleriymiş; “içgüdü-irade” veya “seks-sevgi” diyalektik çelişkisini yönetebilme liyâkatine sahip olmadıkları için… Yani “melekeleri muhtel” olanlar, ortak duygu ve düşüncelerle (meleke rezonansıyla) sevişen normal insanların, çiftleşmeye başlarken yaptıkları “cilve ve işve”lerle aslında, -meleke faaliyetini durdurup refleksif etkileşime geçme anlamında- “estetikten müstehcene geçiş” üvertürü veya taksimi yaptıklarını anlayamaz, ve dolayısile de, bu hallerin ayrımına varamazlarmış. Onların bu bilinçsizliğini kamufle etmek sûretiyle, her türlü sapkınlığın gizlenebilmesine hizmet eden başlıca araç da, “dinsel ahlâk” mugalâtasını ustalıkla delen “aşk edebiyatı”ymış meğer… Çünki, içgüdülere karşı direnen –melekelerden mütevellid- aklın ürünü olan edebiyat (ve romantizm) aslında, normal insanların vuslata (çiftleşmeye) erişini engellediği için, onlar, zor bela cinsel hazza ulaşmakla, bu zevki büyük bir kazançmış gibi görmekte ve sevinip övünmekteymişler; ki bu durum da, karşı cinsi “mal” saymalarına yol açıyormuş. Ama aynı zamanda, bu hazza kolayca erişen “melekeleri muhtel psikopat”ları da, -edebiyat ezberciliğiyle- itibar sahibi yapıyormuş. Üstelik de, bu psikopatların dindar olanları, bu hazzı –ahlâkî seremonilerle (hele ki çocuk yapmak üzere) aldıklarında- Allah’ın ödülü saydıklarından ötürü, katmerli kazanç elde ettiklerine inanıyorlarmış; ilk “Tanrı-Kral”ların, tarım (kültür) devrimi sırasında duydukları işgücü (yavrulama) ihtiyacına binaen, -tabuları yıkmak için- uydurdukları masalların telkiniyle… Ve bu yüzden de, “seks” olayı, mitik “Tanrı” kavramına bağlı, seksopat eğilimli insanlar da, “tapınç kültü”ne bağımlı insanlar oluyorlarmış. Yani insanlar, tabuları çiğnemelerinden mütevellid “vicdan azâbı”nı, bir “Allah” mitosunun emirlerine uymamaktan kaynaklanan “günah” cezası sayıp (sanıp), ona tapınarak af dilemeyi âdet hâline getirmişler; “Tanrı-Kral”ların ve onların ardılı olan peygamberlerin telkinleri uyarınca… Halbuki, “irade-içgüdü” diyalektik çelişkisini bilince çıkarıp, onu yönetebilecek yetiye sahip olsalar, böyle yalpalamalara, ve sapkınlıklara olanak kalmayacakmış… Demek ki insanlığın selâmeti için normal insanlara, -iradeden sıyrılarak ulaşılan- şehvet hazzının bir kazanç olmayıp, bir “def-i hâcet” veya “nefis köreltme” olayı olduğu öğretilmeliymiş; kadîm Hint’ten ve Amerika yerlilerinden gelen sportif teknikleriyle birlikte… Çünki, cinsel vuslata varmak için gösterilen çaba, aslında iradeyi yenmek için harcanan enerjiymiş; yani “emek üreteci”ni durdurmak –ve dağıtmak- için sarf edilen güçmüş. Onun için de, birbirini seven iki irâdî insanın çiftleşmesi çok zormuş; melekî rezonans (rûhî birlik) hâlinde olanların (aynı duyguları paylaşanların), hayvânî karşıtlığa kolay geçemiyeceklerinden dolayı… Bu sebeptendir ki, -genellikle- iradî erkekler, fahişe tandanslı hafifmeşrep kadınları, iradî kadınlar da, kolayca mayışan (râm olan) zanpara karakterli erkekleri tercih ederlermiş; çiftleşmek (seks) için… Ve o yüzden de, ataerkil toplumlarda “melekeleri muhtel” geri’ler artarken, Yahudiler gibi anaerkil geleneği sürdüren halklarda ise, dâhî oranı yüksek oluyormuş. Yani bir bakıma “cinsel vuslat” olayı, insanın potansiyel emeğini, askıya alıp dondurması vakasıymış; ki bunun da sevinilecek, övünülecek ve kazanç sayılabilecek bir tarafı yokmuş. Ve de hayvanî hazlara değer atfetmek, insanlığın “artı-değer”ini, kapitalistler mârifetiyle, biyolojik çoğalmaya ve sekso-pataloji’ye harcamak, ve dolayısile de Dünya’nın mahvına çalışmak anlamına geliyormuş. Demek ki, cinsel vuslat veya çiftleşme olayının faydaları sâdece, içgüdülere karşı depreşen ve/veya çalışan bedenî (ritm) ve aklî (sıralama) melekelerinin yarattığı müzik, edebiyat ve bilumum sanat eserleri ile, vuslattan (nefis köreltmeden) sonraki huzûrlu halde yapılan bilimsel keşiflermiş; adam (birey) olanlar için…
Nihayette, sevgili kızkardeşim Esin, 18.yaşgünümden iki gün sonra, 15 Nisan 1958’de vefat etti; ki ben de o yılın güzünde liseyi bitirerek İstanbul Üniversitesi’ne yazıldım. Tatillerde Ankara’ya gittiğimde, annem hakkında bazı dedikodular duyuyordum; ki bu yüzden de –aynı güzellik ve doğruluk anlayışını paylaştığımız- annemi bir gün ciddi olarak sorgulamış, ve ondan da kesin bir “yalanlama” almıştım. Ancak ne varki, bir başka zamanda, küçük kardeşimden, “görgü tanıklığı” ifadesi alınca, şiddetli bir tepki gösterdim; ki buna karşılık annem, bir nevî savunma refleksiyle hastaneye yattı. Aslında annem, melekeleri çok sağlam olan bir kadındı; ve onun için de yalana –genellikle- gerek duymazdı. Nitekim, genç yaşta kendisine –ruhen- ihtiyaç duymayacak kadar bağımsızlaşabilmemin sebebi de, onun bana hamilelikten itibaren transfer ettiği meleke gücünden kaynaklanıyormuş meğer… Dolayısile, annem aslında, kendi yalanından utandığı için hastaneye yatmıştı; ve eminim ki, bana söylediği yalandan ötürü kendisini de şöyle teselli ediyordu: “Bir kere gelmiş olduğumuz şu –fâni- Dünya’da ne kadar cinsel hazz alınırsa, o kadar kârdır (kâm alınmış olur); ama Ergin henüz bu gerçeği anlayamaz, fakat olgunlaşınca bana hak verecektir” şeklinde; yetiştirildiği “hedonist Osmanlı dindarlığı” mûcibince düşünerek… Bu arada, babam da hanımına sahip çıkınca, benim yapabileceğim bir şey kalmadı; düzeni anlamaya ve açıklamaya çalışmaktan başka… Ancak bu arada babam, benden, bu işi kapatmamı isteyerek, pek çok ailede böyle olayların yaşandığını, ama hiçbir aile mensûbunun bunları dışarı sızdırmadığını, ve sır olarak sakladığını ifade etti. Ve ilaveten de, anlamını sonradan idrâk edebildiğim, “annenin cinsel hormonları ve âdet peryodları düzensizdir, onun için böyle –çocukça- işler yapıyor” mealinde özel bir açıklamada bulundu. Yani babam böylece, annemin irâdî bir kadın olduğunu, ama genç kızken –karma bir okulda okuduğu halde- erkek arkadaş (flört partneri) edinemediğinden, bunu bir “kompleks” yaparak bocaladığını anlatmak istemişti. Ayriyeten, “saraylı”lar dahil, tarihteki varlıklı kadınların –genellikle- zanpara tuttuklarını da belirtmişti; ki ben de, “zanpara” deyiminin Farsça, “kadın parçası (zen-pâre)” demek olduğunu biliyordum zâten… Son olarak, boşanmamasının mücbir sebebini de, hem kendisinin yeni bir evlilik yapamıyacağı, hem de annemin psikolojik dengesinin bozulacağı şeklinde açıklamaya çalışmıştı… Buna rağmen ben, böyle bir sırrı tutamayacağımı, zira istikbaldeki düşüncelerimi ipotek, kendimi de şantaj tehdidi altına sokarak, dar bir –kapitalist- zümreye mahkûm olamayacağımı ifade ettim; ve de “olay”ı umûma deklare edeceğimi bildirdim. Bunun üzerine babam da, “olay”ı etrafa yaydığın taktirde, bizden de on para bekleme dedi; ve her türlü desteğini keseceğini söyledi… Müteakiben ben, babaevinden tamamen koptum; ama buna rağmen, bir yıl ara vermiş olduğum tahsilimi, bir yılda son iki yılın derslerini vererek, dördüncü yılın sonunda ikmâl edebildim; sâdece kendikendime sağladığım imkânlarla… Çünki o zor şartlarda matematik, benim için âdeta bir terapi yerine geçti; kötü düşünce (kuruntu) ve çağrışımlardan kurtulmamı sağlayarak; ve de kendi hâlime üzülüp, yakınacak (ve tapınacak) bir “Alah” mitosu aramamı gereksiz, hatta olanaksız kılarak… İşte o zaman anladım ki, matematik (ve fizik) teorileri üzerinde düşünmek, haricî etkilerden, çağrışımlardan ve bütün önyargılardan kurtularak yapılan, bir nevî “meditasyon (murakabe veya oto-kontrol)”muş meğer…
Annem Fatma Fevziye, hayatında (37-38 yaşlarından, 62-63 yaşlarına kadar) üç tane zanpara kullandı; çoğunu babamın parasıyla, bir kısmını da kendi mirasıyla finanse edip, MİT’çilerle de iyi geçinerek… Son olarak babama, -Çamlıca’daki arsasını satarken- “bu son mülkünü de sattırdıktan sonra, seni de artık gönderir hanımın…” demiştim; ki kendisi de “öyle mi diyorsun?” diye biraz şaşkınlık gösterdikten sonra, hemen yanıt vermişti, “ama o da benim arkama kalmaz pek..” şeklinde… Nitekim, ikimizin dediği de doğru çıktı; ve bu konuşmamızdan iki yıl kadar sonra (1980’de) babam ihmalden, ondan iki yıl sonra da (1982’de) annem kanserden öldü… Babam da, annem de hayatın anlam ve gâyesini –tam- anlayamadan, ve de “çevreye uyum” sorunlarıyla yaşadılar. Çünki, ne o yoz çevrelere tam uyum gösterecek kadar düzenbaz olabildiler, ne de onlarla mücadele edebilecek kadar dürüst ve iradî… Netice itibariyle de, yedikleri yüklüce –parasal- mirası çarçur etmekle birlikte, bana da sâdece, içinde bir nevî “kobay” olarak rol almış bulundukları koskoca bir “insanlık problemi”ni miras bıraktılar. Ancak bu arada bana, doğrudan veya dolaylı yollardan verdikleri bilgilerle de, çok faydalı oldular. Mesela, o zamanki Milli Eğitim Bakanı Celal Yardımcı’nın karısı Harika Hanım, annemin sınıf arkadaşıydı; ki Amerikan askerleriyle düşüp kalkıyordu. Hiç unutmam, bu askerlerden biri (bir çavuş), ötede beride konuşmaya başlamıştı da, bizim isthbaratçılar, “yenge”lerinin nâmusunu –“sergeant”ı temizlemek(!) suretiyle- temizleyivermişler, ve bu şekilde de, büyük bir diplomatik skandala yol açmışlardı… Başbakan Adnan Menderes’in patalojisi ise gâyet açıktı; ki o, genellikle makam/mevki ve itibar sahibi adamların karılarını ayartmaktan zevk alırdı; erkeklere karşı duyduğu “kompleks” hislerle… O zamanın MİT’i olan MAH (Milli Âmale Hizmet) teşkilâtının başlıca görevi de, DP kodamanları ile onlarla ilişkili kadınların seksî emellerine hizmet etmek, ve de o rezaletlerin gizli kalmasını sağlamaktan ibaretti. Demokrat Parti kodamanları, genellikle varlıklı ailelerden geliyorlardı; ki onun için de, Devlet’in malında mülkünde gözleri yoktu; şimdiki yobazlar gibi… Onların tarihî misyonu, son Osmanlı’ların, sarayların içinde yaptıkları rezaletleri dışarı çıkarmak, ve de şu “üç günlük hayatta” olabildiğince çok hayvanî (içgüdüsel) haz almaktı; sanki “öbür dünya”ya götürebilirlermiş gibi… Onun için, başlangıçta Menderes kadar önemli olan DP kodamanlarından biri, -büyükbabam Rahmi Bey’in tanıdığı ve ısrarla vurguladığı gibi- Çemberlitaş Hamamı’ndaki “âlem”lerin “hamamoğlanı”, diğeri de, fakir ailelerden çocuk kiralayan azılı bir “sübyancı” idi… Bunların yanında, Celal Bayar’ın –kaçamak- çapkınlıkları, çok mâsumâne davranışlar olarak görülürken, bazı meşhur ve mâsum(!) kadınlar ve zevceler de, “sevicilik (lezbiyenlik)”le iştigâl ediyorlardı. Kaldı ki, bunların bir de, Şevket Mocan isminde bir “seksüel prodüktör”leri vardı; ki Kuzguncuk sahil şeritinde bulunup 1840’larda kundaklanmış olan bizim “Sulu Saray (Kuzguncuk Palas)” arazisinin selâmlık tarafında, son sadrazamlardan birinin (galiba Sait Paşa’nın) yaptırmış olduğu görkemli yalıyı satın alıp ismini, Mocan Yalısı’na çevirmişti. Sanırım bu isim değişikliği, Sadrazam Paşa’nın adından Müşir Osman Paşa’ya ulaşılabileceği endişesiyle, Bekdaşi düşmanı gerici bir güruh tarafından, resmî destekle yapılmıştı… Dahası, bu adam, ülkemizi ziyarete gelen Endonezya Cumhurbaşkanı’na (sanırım Sukarno’ya), hastalıklı bir mal (kadın) servis etmişti de, başka bir diplomatik skandala daha yol açmıştı… Bu Mocan’ın, küçük kızı Rüya’nın dadılığını yapmakta olan, Perihan adında genç bir kadın da Yalı’da otururdu; ki onları sandalla gezdirdiğim de olmuştur… İşte bu kadın da sonradan, patronunu takiben (veya taklîden), Ankara’nın Çankaya’sında –politikacılar için- lüks bir randevuevi açmıştı da, herkes kuyruğa girmişti; hiç unutmam… Aslında “sübyancılık” demek, iradesi gelişmemiş insan yavrularını kullanarak, daha kolay bir şekilde hayvanlığa (içgüdü hakimiyetine) rücû etme yolu demektir. Homoseksüalite ise, -genellikle- sübyancılıkta kullanılan çocukların, içine düştükleri sapkınlık demektir… Böyle olaylar, karar mercilerine gelmiş insanlar için, “özel hayat” yaftasıyla dokunulmaz sayılamaz; zira o mercilerdeki insanlar, irade ile sevk-i tabî (içgüdü) ayrımını yapabilmelidirler ki, doğru (objektif) kararlar verebilsinler… Böyle kişilerin, kapitalist düzendeki “normal”leri bile, bir eş ile bir de –gizli- metres sahibi olabilmektedirler alt tarafı… Ama “günah”ların kişisel, ve insanların da sâdece Tanrı mitosuna karşı sorumlu olduğuna inandırılmış dindar kişiler, “herkesin ayıbı (ve günahı) kendine” düsturu mûcibince, bir “özel hayat” dokunulmazlığı ihdâs etmişlerdir. Oysa içgüdüsel (hayvanî) etkinlikler, tabuların çiğnenmesiyle (yani melekelerin bozulmasıyla) ilgili anonim bir “zarar”dır; ve de bunlar, adam olanlar için, “vicdan azâbı (iç ezikliği)” duygusuyla –objektif olarak- sınırlanmış ve kısıtlanmış faaliyetlerdir. Ancak tarihî devirlerde –çoğalmak üzere- tabuların yıkılarak, bazı kurallar çerçevesinde çiftleşmeye cevaz verildiği içindir ki, vicdansız psikopatları da kapsayacak bir şekilde “kişisel günah” dokunulmazlığına ve mugalâtasına boğulmuştur, bu faaliyetler… Yani demek ki, “insan”ı değerlendirmek için, doğrudan – fizikî- bir “ölçü” bulmak, hatta beyinden, “sıralama melekesi”nin filmini bile çekmek mümkündür; dolayısile de insanlığı, “mal-mülk”e indekslenmiş kapitalist ölçümlerden ve de kapitalizmden kurtarmak olasıdır artık… Bu gereklidir de, çünki insanlığın, “insanlaşma süreci”yle yarattığı “artı-değer” bugün, banka ve borsalarda –genellikle- lezzet, şehvet ve öldürme isteklerini (ve tüketimini) karşılamak sûretiyle nemâlanmakta, ve dolayısile, “toplumsal artı-değer” hisselerine indeksli kapitalistleri de, “adam yerine” koydurtmaktadır; “insanlıktan nasibini almamış” ve “hayvanî hazların zebûnu” olsalar da... Yani insanlığın bugünki esas meselesi şudur: İnsanların büyük çoğunluğu, oto-determinasyon (kendi kendine kararlılaşma) yetisine sahip değildir; “melekeleri muhtel” olduğundan… Onun için evveliyâtla bu nüfusun azaltılması gerekiyor; ciddi (bilimsel) bir nüfus kontroluyla… Sonra da bu insanları, insan gibi yaşatıp çalıştırmak gerekiyor; çalıştıracak kişilerin (patronların) seleksiyonla (seçilimle) belirlenmesi şartıyla… Şayet yöneticiler, eleksiyonla (seçimle) belirlenirse, melekeleri muhtel “geri”leri, diğer “geri”lerle yönetmeye kalkmak gibi bir açmazın içine girilir; ki Kapitalizm’in yaptığı da budur işte…
21 Yaşında Babaannem’in Yanına Taşınınca, “Bekdaşî Sırrı”nı Çözdüm:
21 yaşımdan itibâren Babaannem Hayrünisa Bekdaş (Güran), mânevî annem, onun yalısı da sâbit ikâmetgâhım oldu; ve ondan sonradır ki, onun vasıtasıyla, içinden geldiğim muhteşem ve gizemli kökenimizi ortaya çıkarabildim… O sıralarda Adnan Menderes’in asıldığı haberini getirdiğimde Babaannem, “lâyığını buldu” demişti. Zira, 1954’te Menderes tarafından –imar bahanesiyle- büyük dedesi İmam-ı Sultan Mevlana Bekdaş Hazretleri’nin Eyüp’teki türbesi yıktırıldığı (yok edildiği) zaman da, kendisi için “inşallah, vakfiyedeki beddualar çarpacak onu..” temennisinde bulunmuştu… 1954 yılından sonraki bayramlarda, Babaannem Eyüp’e sâdece, Âgah Efendi Dergâhı haziresinde bulunan babası Sermühendis Esat Efendi’nin mezarını ziyaret etmek için gitmiştir. Şayet babaannem, vefat etmeden önce, oranın da tüm –nadide- müştemilâtıyla, Nakşibendî nâm taifeye verildiğini görseydi, herhalde onlar için de münâsip bir temennide bulunurdu… Babaannem, tam bir sır küpüydü aslında… Ergenlik yaşlarımda bir gün kendisine, “Babaanne biz Bekdaşimiyiz?” diye bir soru yöneltecek oldum, “şimdi karıştırma oraları, büyüyünce anlarsın” şeklinde ters bir cevap aldım. Ve ondan sonra da hep, anlattıklarından bir şeyler çıkarmaya çalıştım; zira sâdece havasında olduğu zaman, mantıkî silsile takip eden çağrışımlar yapar ve anlatırdı… Ama onu ve sülâlemizi anlamada, en büyük yardımı, Babaanne’min ölümünden sonra yakınlaşabildiğim bitişik –yalı- komşumuz, Kandilli Kız Lisesi matematik öğretmeni Nihal Hanım’dan aldım. Bir küs bir barışık yaşayan, ama daima –birbirine- mesafeli duran, bu bitişik yalıların sahipleri, meğer kuzen çocuklarıymış; yalılarını, temelleri üzerine inşa ettikleri Kuzguncuk Palas (Sulu Saray) sâkinlerinin soyunda gelen… Kuzguncuk Korusu altındaki 2-3 yüz metrelik sahil şeriti boyunca devam eden Saray temelleri üzerinde kurulu –Mocan yalısı dahil- yalılardan, hiçbirinin sahibi de, bizimkiler gibi, Kuzguncuk Palas (Sulu Saray) efrâdının soyundan gelmiyormuş. Sözkonusu Saray’ı yazlık lojman olarak kullanan, Istanbul’un Bekdaşiyân ailelerine mensup bu insanlara, öyle korkunç olaylar nakledilmiş ki, birbirlerini –bile- casus gibi görmeye, ve de sır vermemek için birbirlerine mesafeli durmaya mecbur kalmışlar. 1826’dan sonraki, Emperyalist işbirlikçisi yoz Osmanlı’nın, Ülke’deki “iç dinamikler”in temsilcisi olan Bekdaşiyân üzerinde estirdiği terör ve baskının ne kadar şiddetli olduğunu ben, hayretlere düşerek öğrendim: Mesela komşumuz ve kuzenimiz olan Nihal Hanım, müşterek atalarımızın muazzam vakıflarından habersiz olduğu gibi, Babaannem de, koskoca bir MÜŞİR OSMAN PAŞA’dan hiç bahsetmemişti. Ama bu noktada ben, Nihal Hanım’ın ecdât valkıflarını bilmediğinden emin olmakla birlikte, Babaannemin Müşir Osman Paşa’yı bilmemesine ihtimal vermiyor, ve de beni –politikadan- korumak için “maktul paşa”dan söz etmediğini düşünüyorum… Babaannem, Abdülhamit’ten (onun hafiyelerinden) bile kaçırılarak kendisine –abisi Müh. Hayri Bey tarafından- emânet edilmiş bulunan, orijinal evkaf evrâkını saklamak husûsunda tecrübe kazanmış bir kadındı; ama Babaannemin akrânı Nimet Hanımın kızı Nihal Hanım ise, genç yaşta ailesine yapılan zulmü öğrenince, şüpheci ve isyankâr bir insan olup çıkmıştı; ki kendisine –gıyâbında- Deli Nihal diyorlardı. Zaten –onlar için- delirmemek de elde değildi; zira, yalısının bahçesinde özenle koruduğu, Boğaziçi’nin ilk ve en muhteşem –Türk mimarîsini yansıtan- yalısarayının (Kuzguncuk Palas’ın) temellerini bana gösterir ve müştemilâtı hakkında bilgi verirken, Çamlıca’dan su taşıyan özel bir tesisâta sahip olduğu için, bu yalının halk arasında Sulu Saray diye anıldığını bildirmiş, ve de çok duygulanmıştı… O zamana kadar ben de hep merak etmiştim; “haklarında bir sürü fıkra anlatılan şu Bekdaşiler kim?” diye… Oysa onlar çok yakınımdaymışlar; hatta içimdeymişler de, ben hâlâ bildiklerimi oturtacak maddi temel arıyormuşum… Sözkonusu Bekdaşi fıkralarından sonuncusunu, dayısı hakkında konuşurken Nihal Hanım dile getirdiydi; hiç unutmam… Dayısının her sabah gidip akşamları eve geldiğini söylediği zaman ben, “ne iş yapardı?” diye sual ettiğimde “içerdi” cevabını vermişti de, “peki ne iş yapardı?” şeklinde üstelediğimde ise “içerdi dedim ya; işi buydu: Sabah evden çıkıp Üsküdar’daki meyhaneye gitmek, akşam meyhane kapanınca da eve dönmek” yanıtını vermişti… İşte 1826 Vaka-i Şerriye’sinden sonra, Istanbul Bekdaşilerinin arasından pek çok deli ve/veya ayyaş heccavlar da yetişmiş; şartların dayanılmaz ağırlığı karşısında… Babaannem ise, -yaşlılığında- bu kategorilerin dışına çıkmayı bilmiş, ve de hem kendini kamufle etmek, hem de beden egzersizi yapmak için, beş vakit namaz kılmaya başlamıştı; herne kadar Nihal Hanım’ın tenkidine mâruz kalsa da… Oysa kendisi, “aklî melekelerini kaybetti Orhan” diye oğluna hayıflanırken, aynı zamanda “dinî ahlâk”ın nasıl yozlaşıp –hedonizmi gizleyen- bir mürailik hâline geldiğini çok iyi biliyordu. Yani Babaannem, “sizi ben yarattım, onun için bana tapınacaksınız” mealinde emirler veren, kibirli ve zorba bir “Allah” mitosunu ciddiye alacak bir insan değildi; ki bunu bana, türlü vesilelerle açıklamıştı. Zaten kendisi de, Tasavvuf fikriyâtıyla yetişmiş, ve dolayısile “vahdet-i vücud” prensibi ile “tekâmül yolu (Tanrısal Yol)” argümanına inanmış bir insandı…
Anadolu fütuhâtındaki sosyo-ekonomik dinamiğin şekillenmesi demek olan, Fütüvvet teşkilâtından neşet etmiş bulunan Bekdaşî’lik, aslında Tarikat (Yollar) sistematiğini içselleştirmiş (hazmetmiş) bir zihniyet veya bilinç seviyesi demektir. Yoksa, Tarikat adıyla iş gören, ama aslında “cemaat” olan, mebzûl “tarik”lerden biri değildir. Tarikat sistematiğinde, tariklerin başında bulunan mevlâna veya şeyhlerin (veya mürşidlerin), müridleri için vaz ettikleri şeriat ve ibâdet (tapınç) ritüelleri, -bulundukları zaman ve zemine göre- farklılık gösterebilir. Ama sözkonusu liderlerin seçilim (inisiyasyon) usûlleri, evrensel olmak zorundadır; ilk insanın oluşumuna (zuhûruna) indekslenmesi, yani melekelerin test edilmesi anlamında… Zira tapınç ritüelleri ve yaşam kuralları (şeriat), ilk “Tanrı-Kral”lardan gelen ve sonraki iktidarlar (peygamberler, azizler) tarafından reforme edilen –az gelişmiş çoğunluğa mâtuf- disiplin usûlleridir; yani, insanî kalitenin ölçümünü ifade eden ve terfî nedeni sayılabilecek bir karîne değildir. Şeriata uyan ve ibadetini (tapınmasını) iyi yapan insanlar ancak, topluluklarına emsal teşkil edebilirler; ama asla, Mevlana, şeyh vs. adı verilen “inisiyatör”lük makamına yükselemezler… Anadolu fütuhâtında, Dânişmendiye mahreçli olarak ortaya çıkan Fütüvvet Teşkilâtı’nda, “kademli” ve “şerbetli” ayıklanması şeklinde tebellür eden seçilim (inisiyasyon) kuralları, sonradan Bekdaşiyân tarafından bilince çıkarılarak kararlılaşmış (determine olmuş), ve dolayısile de Bekdaşiyân, Tarikat Sistematiği’nin ta kendisi olmuştur; başka bir “tarik”e yer (lüzum) bırakmayan… Çünki Mevlana, şeyh vs. adlarındaki liderlerin seçilimi (inisiyasyon), sayma(ritm) ve sıralama melekelerinin test edilmesi şeklinde somutlaştırılınca, birden fazla “tarik” olması gereksiz ve hatta zararlı hâle gelmiştir. Dolayısile de Bekdaşiyân, “en akıllı (seçkin) insanlar ile, onları arayıp takip edenlerin cümlesi” demek olmuştur. Gerçekten de, bugün dahî, “insan seçilimi” doğru yapılsa, değil Tarikat dallanmasına, birçok siyasî partiye ve dolayısile Kapitalizm’e bile, gerek ve imkân kalmayacaktır. Yani aslında, kapitalizm de, “tapınç kültü” de, “doğru insan seçilimi”yle çelişmektedir; zira birinde “para sahibi” olanlar, diğerinde de imama (şeyhe) yarananlar seçkin sayılmaktadırlar. İşte bunu anlayan Emperyalistler, Bekdaşiyân’a başından beri husûmet gütmüş, ve Osmanlı Hânedânı’nı ayartmaya çalışmıştır; ki nitekim, 1826’daki “Vaka-i Şerr”iyeden sonra da emeline ulaşmıştır. Bunun üzerine de Bekdaşiyân, “Dinler, zâhirden bâtına girmiştir” hükmüyle etkinliklerine ve “zevâhir”e son vermiş, ve dolayısile ilk defa, “laiklik” prensibini ittihâz etmiştir. Ve bundan sonra devam eden Osmanlı gericiliği yüzünden de, bu toprakları Türkiye yapan, ve kapitalizm karşıtı (anti-tez’i) olan “iç dinamik”lerimiz fiilen duraklamıştır; bugüne kadar… Ancak, fikrî takiple ulaştığımız, bugünkü bilimin ışığında, artık açıkça anlıyoruz ki, Bekdaşilerin insanlık hakkındaki görüşü ve zihniyeti çok doğruymuş. Yani eğer kademli, şerbetli, elyak insan seçilimi diri tutulsaymış, yaratacağımız “artı-değer”, Batılı korsanların kıtalar arası yağmadan elde ettiği –altın, gümüş vs. şeklindeki- ganimetleri, tek merkez olarak kendine çekebilecekmiş. Ama nevar ki Osmanlı Hânedânı, bir yandan, mucizevî icatlar yapan insanları (özellikle Yeniçerileri) tehlikeli görüp sürgüne gönderirken, diğer yandan ataerkil veraset hukuku (ve kayırmacılık sistemi) ile, -kendileri dahil- herkesin tek tek veya ailecek Batılı kapitalistlere satılmasına, ve ülkenin dağılmasına önayak olmuş.
Osmanlı İhaneti ve Bekdaşiyân İzlerinin Istanbul’dan Silinmesi:
Osmanlı bidâyette, tabii ki, savaş sanatını gâyet iyi bilen pek çok mareşal çıkarmıştır; ki onun için de onları “devlet başkanı” yapmış ve başımıza tâc etmişizdir. Ama onlar da, hânedân haline gelirken, şehzâdelerin (çelebilerin) yetiştirilmesi ve seçilimi husûsunda, bizim (Bekdaşiyân) umdelerimizi benimsemişlerdir; haremin ve dış mihrakların entrikalarına mahkûm olup yozlaşıncaya kadar… Ancak ne zaman ki Dünya’da, 1789 Burjuva İhtilali ile büyük bir “sosyo-ekonomik” kırılma meydana gelmiştir, işte o zaman, bizim Sultanî’lerle Bekdaşî’ler arasındaki, yüzyıllardır yönetilebilen diyalektik çelişki de, bir antagonizmaya dönüşerek çatlayıvermiştir. Zira Bekdaşîlerin, insan seçilimine (inisiyasyon’a) dayalı evrensel umdeleri ve zihniyeti, kadîm “Tanrı-Kral”lık hanedanlarından itibaren gelen “patronaj” sisteminin kurallarıyla diyalektik (yönetilebilir) bir çelişki içindeyken, “kapitalist patronaj” ile uzlaşmaz bir çelişki içine düşmüştü. Zira kapitalist patronlar, insanî kriterlerden bağımsız olarak, bankalarda ve borsalarda –otomatikman- değerlendirilen mal(hisse) hâline geliyorlardı; beslenme ve üreme ile öldürme şeklindeki içgüdüsel (hayvanî) faaliyetlere indekslenerek… Bu durumda Osmanlılar, -çok ilkel bir pragmatizmle- “düşmanımın düşmanı, benim dostumdur” diyerek, aslında monarşileri bitirmek misyonuyla yola çıkmış bulunan Kapitalizm’e (yani kasabına) kendini teslim etmiştir. Çünki 19.Yüzyıl başlarında, hem III.Selim’in –yasal- idamı, hem de Yeniçeri’ler arasında Cumhuriyetçi fikirlerin konuşuluyor olması, Osmanlı Hânedânı’nı fena halde ürkütmüş, ve de onları, “bindiği dalı kesen avanak” veya “kasabının bıçağını yalayan sığır” mesâbesine düşürmüştür. Böylece de Osmanlı, halklarını geleneksel (dinsel) disiplinle zapturapt altına alarak, emperyalizme bağlamakla görevli bir “koloni valiliği” hâline düşmüştür; Neo-Kolonyalizm’in ilk modeli olarak… Son (yoz) Osmanlı’nın yarattığı Neo-Kolonyalizm rejimi, bugün dahî, “cumhuriyetçilik” ve “demokratiklik” kisvesi altında sürüp gitmekte, ve hatta “Atatürk Devrimleri” parantezine rağmen, Türkiye’de de devam etmektedir. Ülkelerin, iç işlerinde serbestlermiş gibi bir görüntü veren Neo-Kolonyalizm, aslında insanları, en gerici (dinî) geleneklere bağlamakla birlikte, aynı zamanda kapitalist metropollerdeki yaşam tarzına özendiren, ve böylece de ortaya şizofrenik bireyler çıkaran –âdeta- bir “tımarhane” rejimidir. Oysa Osmanlı İmparatorluğu’nu kuran ve yaşatan başlıca âmil (iç dinamik), gerek sivildeki “kademli” ve “şerbetli” seçilimi şeklinde, gerekse askeriyedeki (Yeniçerilerdeki) “devşirme” usûlünce yapılsın, esasında objektif, yani melekelerin (zaman ve mekân farkındalığının) test edilmesi anlamında bir “insan seleksiyonu”na dayanıyordu. Ve de II.Mahmut, işte buna (aslında insanlığa) ihanet etmişti; yabancı gemilerin de ateş desteğiyle, -Yeniçerilerin mevzilenebileceği- meskûn mahalleri bombalatıp halkı terörize ederek Fâtihân Ordu’yu ortadan kaldırmakla… 15-16 Haziran 1826’daki “Vaka-i Şerriye” sırasında, “Şehzadebaşı-Saraçhane” mıntıkasında yer alan “Eski Odalar” kışlası ile Aksaray mıntıkasında bulunan yeni Yeniçeri Kışlası da yerle bir edilmiştir; ki bu arada Bekdaşiyân atam, Ayasofya İmamı Hüsam Bey’in Eski Odalar civarındaki -1530 tevellüdlü- vakıf emlâki de yok edilmiştir. II.Mahmut bu işi, o kadar Vandalca yapmıştır ki, bütün anıları dahî unutturmak üzere, Eski Odalar mıntıkasına “Fevziyye” diye bir ad bile uydurmuştur. Ama nevar ki, bu ad orada tutmamış, fakat sâdece yalakalarının –anam dahil- kızlarına koyduğu bir uyduruk isim olarak devam edebilmiştir… O sıralarda Mora İsyanı (Yunan İhtilâli) patlak verip de, İngilizlerle arası bozulunca anlaşıldı ki, II.Mahmut’un Istanbul âsâyişini sağlayacak kadar bile bir ordusu yokmuş, veya “fasarya” imiş; Asâkir-i Mansure-i Muhammediyye gibi “iddialı” isimlerin altında toplanan askerler… Kaldı ki o sıralarda, İbrahim Paşa komutasındaki Mısır ordusu da Kütahya’ya kadar gelmiş… İşte o zaman II.Mahmut, bu sefer de Rus donanmasını dâvet etmiş Istanbul’a… Büyükdere koyunda demir atmış olan bu donanmanın, tüm gemi ve komutan isimlerini hâvi bir –baba yâdigârı- karakalem resmini Babaannem, kalın bir sarı çerçeye içinde hep, büyük salonunda sergilerdi; Osmanlı ihânetinin belgesi olarak… Ne yazık ki bu resmi ben, Babaannemin cenazesi telâşıyla kaptırdım, veya çaldırdım birilerine… İşte, Istanbul âsâyişini Rus denizcilerine havâle etmesi yüzündendir ki, II.Mahmut’a, “Deyyus-ı Ekber” denilmiştir; haremini yabancılara emânet eden sultan anlamında… Ocağ-ı Bekdaşiyân (Yeniçeriler), ne kadar bozulsa da, aslında törelerine yani Bekdaşiyân umdelerine bağlı bir teşkilattı; ki dolayısile, “balık baştan kokmuş” olmasaydı da, Osmanlı aynı umdelere bağlılığını sürdürmüş olsaydı, Bekdaşî büyükleri Yeniçerileri mutlaka yola getireceklerdi. Oysa II.Mahmut’tan itibaren Osmanlı, töreden kopup kademli, şerbetli ve elyak seçiliminden vaz geçerek, hem hedonist (harem’in oyuncağı) ve dolayısile iltimasçı, hem de Kapitalizm’e ayak uydurmaya çalışan bir “Emperyalist uşağı” hâline gelmiştir; ki, bu durumda kişiliğini korumak, daha doğrusu zevâhiri kurtarmak için de, kafayı din’le bozmuştur. Bunun en bâriz göstergesi, padişah isimlerinin Abdullah (Allah’ın Kulu) şekline dönüşmesidir; zira bu isim genellikle, “nesebi gayri sahih” insanlara verilirdi. Demek ki töreden (kökenden) kopuş, -bir bakıma- piçleşmek anlamına geliyor, ve/veya insanı “piçlik hâleti ruhiyesi”ne sokuyordu. İşte bu yüzden, 1826’dan sonraki Osmanlıların yaptığı iş, törelerimizi hatırlatan Bekdaşiyân izlerini silmekten ve kazımaktan başka bir şey olmamıştır. Mesela şan, şeref sahibi, büyük, ulu sıfatlarını yüklenmiş bir “Allah Kulu” olan Abdülmecid, hiç de sıfatlarına uygun işler yapmamıştır. Aslında kendisi, bugün de pek revaçta olan, “Allah nâmına iyi işler yapıyormuş gibi görünerek, emperyalistlerin emr-i vâki’lerine boyun eğme” şeklindeki kolonyalist politikaları düzenleyen ilk kukla padişahtır; ki o politikaların mûcidi de, babası II.Mahmut’tur… Bunun için, her şeyden önce, taşradaki yobaz yuvalarını “tarikat” adı altında Istanbul’a doldurmuştur; yüzyıllarca, dinî taassuba karşı, “adam seçilimi” ve tasavvuf fikriyâtıyla masûniyetini korumuş olan törelerimizi sulandırmak, ve de gözden düşürmek için… Yani aslında, II.Mahmut ve oğulları, -Emperyalizm’in güdümünde- kafalarını, Fütüvvet’ten gelen ve fütuhâtımızı gerçekleştiren esas “iç dinamik” gücü Bekdaşiyân’a takmışlar, ve de onların izlerini ve eserlerini Istanbul’dan silmeyi, amaç edinmişlerdir. Yoksa, Yeniçeri Ordusu’nun bozulmuş olduğu, ve kaldırılması gerektiği husûsu, bir bahaneden başka bir şey değildir. Çünki 15-16 Haziran 1826 katliamından hemen sonra II.Mahmut, Yeniçeri’lerin Eski Odalar kışlasını yerle bir etmekle birlikte, civarında (Şehzadebaşı+Saraçhane yöresinde) bulunan, Bekdaşi ulu’su –atam- Ayasofya İmamı Hüsam Bey’in vakıf emlâkini de ortadan kaldırmıştır. Kaldı ki, buradaki anıların tümünü unutturmak için, semte, Fevziye diye yepyeni bir isim de yakıştırmıştır; sonradan hiç benimsenmemiş olan… Ayrıca, Et Meydanı (Aksaray) mıntıkasındaki Yeni Odalar kışlasından, Yeniçeri’lerin sefere çıkış yolu üzerindeki kapı dergâhlarını (mevlevihâne’lerini) dahî yok etmiştir; koskoca bir Mevlânakapı semtinin isimini bile unutturmak amacıyla… Çünki bu semte adını veren, ve “objektif olma” iddiası güden “mahcup Osmanlıcı” tarihçilerin bile “Yeniçeri Mevlanası” diye söz ettikleri bu kişi, Yeniçerilerin yegâne mevlânası -büyük dedem- İmam-ı Sultan Mevlâna Bekdaş’tan başkası değildir. Tevatüre göre II.Mahmut, sırf bu koskoca semtin adını unutturmak için surlarda yeni bir kapı açtırmaya başlamış, ve oğlu Abdülmecid de, bu kapının dibine, 1243 Moğol istilasında hem Moğolları, hem de onlara her sene “peşkeş” adı altında hediye (aslında haraç) veren Selçuklu Sultanlığı’nı kollamış olan –oportünist- Konyalı Mevlana Celaleddin Rûmi’nin bir mevlevihânesini kondurmuş veya taşımıştır; Yenikapı Mevlevihânesi diyerekten… Oysa Bekdaşiliğin pîri Hacı Bekdaş Velî Hazretleri, hem istilâcı Moğollarla, hem de istbdatlarına devam etmek için Moğollara –hediye kisvesi altında- haraç veren kokuşmuş Selçukîlerle mücadele ede ede, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşuna müzahir olmuş bir büyük zâttır. Mevlanakapılı’lar, adını (Yeniçerilerin, Hacı Bekdaş Veli ile karıştırdıkları) İmam-ı Sultan Mevlana Bekdaş’dan alan semtlerinin ismini öylesine benimsemişler ve övünç vesilesi yapmışlardı ki, hiçbir zaman unutmadılar, ve unutturmadılar; ve en sonunda da (yakın bir zamanda) resmen tescil ettirdiler. Ama yeni nesiller giderek bu gerçeği unutup, mahalle isimlerinin “Konyalı Mevlana”dan gelmiş olabileceği vehmine de kapılmadan edemediler; maalesef... Herşeye rağmen bugün, İmam-ı Sultan Mevlâna Bekdaş rûhunun ve Bekdaşiliğin ölümsüzlüğü artık anlaşılmaktadır; herne kadar Mahmutoğulları, Bekdaşi vakıflarında türlü yıkım ve tahrifat yapmış, ve onların palazlandırdığı Âyan takımından gelme Adnan Menderes de, Eyüp’deki türbesini ortadan kaldırmış olsa da… Son tahlilde anlaşılmaktadır ki, II.Mahmut ve veledlerinin –Emperyalizm’e entegre olarak- uyguladığı iç politika, türlü yıkım ve tahrifâtla algı yaratarak, her şeyi kendi hânedanlarına mâl etmeye çalışmak gibi bir sahtekârlık ve düzenbazlık siyasetinden başka bir şey değildir. Ve Ahmet Cevdet Paşa gibi, “bendegân”dan kişilerin kaleme aldığı “ısmarlama tarih”lerin de, onlardan sonra çıkıp saha araştırması yapmadan çalışan arşivci ve intihalcilerin çiziktirdiği tarih kitaplarının da, gerçeklerle hiçbir alâkası yoktur.
II.Mahmut’un Istanbul’un Suriçi’nde uyguladığı “temizlik” harekâtına rağmen, yerine oğlu Abdülmecid geçtiğinde, Bekdaşiyân varlığı, Surdışı’nda bütün haşmetiyle durmakta, ve hatta “Külhanbeyi” denilen hafif silahlı bir inzibat gücüne de sahip bulunmaktaydı. Çünki mesela, 1534 tarihli İmam-ı Sultan Vakfı’na ait olduğu için, Galata bankerleri tarafından bile satın alınamayan Karaköy Liman Kompleksi (Külliyesi) dimdik ayaktaydı; kadınlı erkekli “çifte hamam”ı, camisi ve pek çok dükkanlarıyla… Ayrıca Hasköy mıntıkası da, uzun minareli bir cami ve bir teknik okulu ile birlikte, büyük bir sanayi kompleksi (külliyesi) olarak, Bekdaşiyân’dan Kiremitçi Ahmet Çelebi’nin 1549 tarihli vakfına aitti… Kaldı ki, Boğaz’ın Marmara girişinin sağ tarafında bulunan Kuzguncuk Korusu sahil şeritinde, Bekdaşiyân’ın lojmanı olan muhteşem bir Yalısaray da vardı. Frenklerin Kuzguncuk Palas, yerli halkın ise Sulu Saray adını verdikleri, 100-150 metrelik cepheye sahip, üç katlı ahşap oymalı eser, Bekdaşiyân evkâfı mütevellilerinin III.Mustafa Vakfı’ndan kiraladıkları arazî üzerine, lojman olarak kullanılmak üzere inşa edilmişti. Istanbul’a gelen yabancı gemiciler, tüccarlar ve seyyahlar, gözlerine ilk çarpan bu muhteşem yapıyı merak ediyor, ve kime ait olduğunu soruyorlardı; tabiatıyla… Ve Bekdaşilerin olduğunu öğrendikten sonra da, herhalde –birçoğu- Karaköy’deki Bekdaş Efendi Hamamı’nda yıkanıyor, aynı vakfa ait dükkanlardan alış-veriş yapıyor, ve Müslüman olanları da, Bekdaş Efendi Camii’nde namaz kılıyorlardı; ki böylece de Istanbul’da, Osmanlılardan başka bir diğer “erk”in, yani Bekdaşiyân’ın bulunduğunu öğreniyorlardı. Bu yalısaray, yabancıların o kadar dikkatini ve ilgisini çekmiş olmalı ki, fotoğraf makinesinin yeni icat edildiği 1840’larda, Kuzguncuk Palas fotoğrafının bulunduğu bir kartpostal bile çıkarmışlardı. Bu kartpostallardan biri, TRT-2 arşivinde hâlâ kilit altında –mahpus- tutulmaktadır… Diğer yandan, Bekdaşilerin imar ettiği (ve vakfeylediği) Hasköy, Galata, Kuzguncuk yörelerinde, Yahudi yerleşimcilerin yoğun bir şekilde bulunduklarına da bakılırsa, buraların –zamanında- birer üretim ve güç merkezi olduğu kolayca anlaşılabilir. Hatta Balat’taki Yahudi yoğunluğunu bile, İmam-ı Sultan Mevlana Bekdaş vakfının oradaki büyük dükkanlarına bağlayabiliriz.
“Abdülmecid” Muamması: Müşir Osman Paşa Suikastı ve Sulusaray Yangını:
Babasının Ruslarla kurduğu “muhabbet”ten sonra, Mora’nın da gözden çıkarılmasıyla, kesin olarak “İngiliz Muhibliği”ne dönen Abdülmecid, çıkardığı fermanlarla, -dayatılmış olan- “sosyo ekonomik kapitülasyonlar”ı tanıyınca, kendini, aklın icabı olarak özgürce “ilerleme” yolunu seçen bir lider gibi görmüş olmalı ki, o sırada patlak veren Kürt isyanlarına da –İngilizlere danışmadan- kendi başına karar vermeye kalkıyor. Ve bu meselenin halli için de, karargâhı Erzurum’da olan Doğu (Anadolu) Orduları’nın, başkomutanı –Bekdaşiyân’dan-Müşir Osman Paşa’yı görevlendiriyor. Zira Paşa, Yavuz Sultan Selim’in imamı olup, Alevilerin Safevîlerden kurtarılarak Bekdaşî yapılmasında büyük rol oynamış bulunan İmam-ı Sultan Mevlana Bekdaş soyundan geliyordu… Bunun üzerine, Müşir Paşa da Istanbul’a gelip, Kuzguncuk Palas sarayında ikamet ederek bir Doğu Reformu projesi hazırlıyor. Padişah Abdülmecid, bu “reform projesi”ni beğenip, bir “sandık dolusu” tahsisât vererek paşayı uğurluyor. Ama nevar ki Paşa, sefere çıkmadan önceki günün akşamında, verdiği veda ziyafetinde, -yiyip içtiklerinden- zehirlenerek vefat ediyor; ki aynı akşamın ilerleyen saatlerinde de, Sulusaray kundaklanıyor… Ama Sulusaray’ın yakılması olayı, tarihte bir muamma olarak kalıyor; Müşir Paşa’nın zehirlenmesi hadisesiyle birlikte… Çünki o sıralarda (Ruslar gittikten sonra) çok etkin hâle gelen İngiliz nüfûzu ve kuvvetlerinin, Istanbul’da neler yapabileceği, nelere muktedir olabileceği belli değil. Ama Kırım Savaşı’na hazırlanılırken, İngilizlerin Istanbul’da, bir genel karargâh kuracak kadar güçlendikleri de, bilinen bir gerçek… Üstelik, “Müşir Paşa suikastı”nın, İngilizlerin işine yaradığı da gâyet açık; hem Kürtlerin ayaklanma hâlinde bırakılmış olması, ve hem de bir Bekdaşi kumandanın yok edilmiş olması bakımından… Ayrıca bu korkunç olay, sonuçları itibariyle Sultan Abdülmecid’in de işine yarıyor; hem Boğaziçi’nin simgesi hâline gelmiş bir Bekdaşi Sarayı’ndan kurtulması, hem de muhalif fikirlere sahip bir büyük askeri yetkilinin safdışı edilmiş olması itibariyle… Zaten olaydan sonra ciddi bir soruşturma yapılmayarak, meselenin örtbas edilmiş olması da, böyle bir kanıyı güçlendirmektedir. Kaldı ki onun evhamlı oğlu II.Abdülhamid’in, Rus ordularının İst. Yeşilköy’e gelmesini sadece üç ay geciktiren -ve tesadüfen(!) kendisi deTokat’lı olan- bir Mason Osman Paşa’yı, düşmana esir düşüp, düşmanın lûtfuyla iade edildikten sonra “Gazi Mareşal” yapması da, gerçek Müşir Osman Paşa’nın ismini unutturmaya mâtuf sinsice bir tasarruf olarak yorumlanmıştır... Diğer taraftan Sultan Abdülmecid’in, o meş’um olayın akabinde, hem de Kırım Savaşı’nın ağır masraflarının yükü altındayken, Dolmabahçe Sarayı’nı yaptırmış olması da çok mânidardır. Zira gâyet açıktır ki Sultan, Kuzguncuk Palace sarayının yabancılar üzerindeki etkisinden kaptığı ilham ve kompleksle, hemen karşı kıyıdaki, limana daha yakın bir koyu doldurtarak bu sarayı yaptırmıştır; sanki kıyı şeritinde, saray yapmaya müsait bir başka yer (sağlam bir kıyı zemini) yokmuş gibi… Yani her halükârda, Sultan Abdülmecid’in, “müstakil bir iktidar” sahibi olmadığı, ve dolayısile, dış güçlerin etkileri muvacehesinde, konumlanacak bir optimum “siyasi pozisyon” arayışı içinde bulunduğu, ve de buna göre –algılar yaratmak suretiyle- bir “iç politika” belirlemeye çalıştığı gâyet açıktır. Kibarca Neo-Kolonyalizm diyebileceğimiz, ve de Emperyalizm’in tasvibine mazhar olmuş bu politika, (Atatürk parantezine rağmen) bugüne kadar gelmiştir; dış istihbarat servislerince, “adam” olan insanlarımızın ailecek, ve hatta kişisel olarak mimlenmesi (fişlenmesi) ve tecrite alınması pahasına… Sultan Abdülmecid zamanından Babaanneme kalmış tek hatıra, içleri çukurlaştırılarak çay kaşığı yapılmış olan gümüş mecidiyelerdi; hiç unutmam…
Saf Kahraman Abdülaziz ile, Süper Düzenbaz II.Abdülhamid Hakkında…
Abdülmecid’in ölümünü müteakip, kardeşi Abdülaziz padişah olduğunda (1861), Dolmabahçe Sarayı ile, karşı kıyıdaki konuşlanmalar muvacehesinde, şöyle bir tablo görüyorum; ince kronolojik tespitler yapamasam da… Sulusaray yakıldıktan sonra, -maktûl- Müşir Osman Paşa’nın yeğeni mühendis Esat Efendi, Kuzguncuk Korusu’nun güney ucuna (Marmara cânibine) bir konak yaptırıyor. Onun biraz güneyine ise, Serasker Hüseyin Avni Paşa bir köşk konduruyor; ki onun yanında da, -yabancı imtiyâzı- Reji İdaresi’nin tütün depoları ve sigara fabrikası yer almakta… Yani sergerde Arnavut Hüseyin Avni Paşa’nın köşkü, hem Reji İdaresi’nin mallarına gözkulak olacak, hem de Bekdaşiyân’ı “gözaltı”nda tutacak bir “bekçi kulübesi” niteliğinde… Onun içindir ki, -Sergerde- Avni Paşa köşkünün kıyısı, bugün bile “Paşalimanı” adıyla anılıyor; aslında bir “tütün iskelesi” olduğu halde… Sultan Abdülaziz’in, Müşir Osman Paşa suikastından ders çıkarmayıp, dış mihraklarla, onların iç uzantılarının kuşatması altında bulunduğunu bilmediğinden midir, yoksa bile bile Emperyalizmin ile Siyonizmin dikine gittiğinden midir bilinmez ama, re’sen aldığı bir kararla Babaannemin babası Esat Efendi’yi Sermühendis yaparak, Kudüs’teki mukaddes Mescid-i Aksa mâbedinin restorasyonuyla görevlendiriyor. Büyük dedem Sermühendis Esat Efendi de, yedi sene Kudüs’te kalarak, Mescid-i Aksa’yı pırıl pırıl yeniliyor. Ancak nevar ki, tam da o sıralarda Sultan Abdülaziz, dedem Esat Efendi’nin konak komşusu Sergerde Hüseyin Avni Paşa’nın mârifetiyle katlediliyor; intihar süsü vermek için kanı akıtılarak… Bu cinayette, tüm Müslümanlar için kutsal sayılan bir mâbedin (veya kutsiyet âbidesinin) parlatılması sebebiyle, Siyonist-Emperyalist’lerin parmağı (desteği) olması ihtimali de, büyük bir olasılıktır. İşte bu noktada, “Yeniçeriler olsaydı, bütün bu –faili meçhul- suikastlar gerçekleştirilemez, ve de Ülke, belirsizlikten kaynaklanan vehme ve teslimiyetçiliğe kapılmazdı” diye düşünmek, gâyet mâkul ve rasyonel bir pişmanlık beyanı sayılabilir. Zira o zamandan beri, -Atatürk parantezi hariç- bağımsız (dış manipülâsyonlardan masûn) bir ordumuz olmadı.
Amcası Abdülaziz’in yerine geçen II.Abdülhamid zamanında ise, Emperyalistler ve Siyonistler açısından her şey yoluna girmiştir; ama Bekdaşiyân cânibinde de, en büyük yıkımlar ve zulümler yaşanmıştır… Abdülhamid her zaman “kötü polis” değil, bazen de “iyi polis” rolünü oynamıştır; ki bu meyanda da, Mescid-i Aksa restoratörü Sermühendis Esat Efendi’nin kardeşi Zihni Efendi’yi, Nafıa Nazırı yapmıştır. Ve bu şekilde de, Bekdaşilerin sırlarını öğrenmeye, ve vakıflarının –orijinal- evrâkını ele geçirmeye çalışmıştır. Ama bu arada, garip bir tecelli olarak, Zihni Paşa’nın yeğeni, Rüştiye Mektebi mezunu –Babaannem- Hayrünisa ile, aynı kabinede Zaptiye Nazırı (İçişleri Bakanı) olan Güranîzâde Şefik Paşa’nın yeğeni, Galata-Beyoğlu Emniyet Âmiri Ahmet Suphi’nin (Büyükbabamın) evlenmelerine de vesile olmuştur. Ancak nevar ki Abdülhamid, Nafıa Nazırı yaptığı işbirlikçisi Zihni Paşa’ya rağmen, Bekdaşiyân vakıflarının orijinal senetlerini ele geçirememiştir. Ve bu yüzden de, sahtekârlığının ispatlanmasına delil olacak şekilde, Kiremitçi Ahmet Çelebi Camii’ni kendi vakfına dahil etme hatasına düşmüştür; “sahibi belirsiz vs.” gibi mazeretler uydurarak… Öte yandan, Zihni Paşa’nın çocukları da, “iktidar yalakalığı”na öyle alışmışlardır ki, 12 Mart 1971 darbesi sürecinde, Paşa’nın, İç Erenköy’deki (Ziverbey’deki) köşkünü, askeri cuntanın işkencecilerine kiralamışlardır; “Huydur çeker…” meseli mûcibince… II.Abdülhamit, Kudüs’ten dönen Mescid-i Aksa restoratörü Sermühendis Esat Efendi’ye bir şey yapmamıştır ama, büyük oğlunu, bir dost(!) meclisindeki konuşmalarını taharrilerinden öğrenip menfî bulduğundan ötürü de, kendisini 5 yıl “kalebent”liğe mahkûm ettirmiştir. Beş yıl kale hapsine dayanan Şükrü Bey ise, çıktıktan kısa bir süre sonra –veremden- vefat etmiştir… Ayrıca, düzenbaz Sultan Abdülhamit, Karaköy’deki Bekdaş Efendi Hamamı’nı kundaklatıp hâk ile yeksân ettirmiştir; hem Bekdaş Efendi ismini unutturmak, hem de –ünlü- Galata Külhanbeyleri’ni yuvalarından (işlerinden, ekmeklerinden) ederek, Galata Bankerleri’ne mekânsal ve işlevsel alan açmak üzere… Ayrıca “mele”lerden sonra bir de, ipsiz/sapsız takımından Arap-Kürt delikanlılarını Istanbul’a doldurmuştur; külhanbeylerine alternatif bir güç oluşturmak üzere… Ancak bu konuda da sonuç, trajikomik bir dejenerasyon olmuştur. Zira, önce külhanbeyler bu yeni yetme Arap-Kürt zorbalarıyla, “kabadayı” diyerek alay etmişlerdir; dayılık taslayan kof insanlar anlamında… Ama sonradan da bu sığıntı gençler, Çingene’lerle kaynaşıp onların zengin jargonunu benimseyerek teşkilatlanmışlar, ve de ortaya apayrı, Çingene+Kürt+Arap melezi bir güç çıkarmışlardır; “kabadayı”lık olarak… Abdülhamit’in, Istanbul mahalle kültürüne yâdigârı olan bu güçtür ki, Yeniçerilerden gelme –güzelim- külhanbeyi argosunu (jargonunu) unutturmuştur millete… Bu arada, Mehter müziği ve usullerinin de yok edildiğini düşünürsek, satılmış Osmanlı’nın, Yeniçerileri katl, ve Külhanbeyleri likide etmekle aslında, bir “kültürel soykırım” yaptığını kolayca anlayabiliriz… İşte bugün, bazı İslamcı politikacıların pek özendikleri ve de iyi sattıkları (oy’a tahvil ettikleri) avâmî tavırlar, aslında “külhanbey”lik değil, “kabadayı”lık taklididir; II.Abdülhamit’ten yâdigâr… Kaldı ki bugün, “iktidar” olmaya heveslenmiş dincilerin “suç ortaklığı”nı sağlayan bağ da, “satılmış Osmanlı”nın başımıza sardığı “mele”lerin, -Tasavvuf’tan kopuk olarak- uydurdukları bir “İslâmî Jargon”dan başka bir şey değildir aslında… Yani son tahlilde denilebilir ki, 1826’da Fatihân Ordumuz (Yeniçeriler), Emperyalistler ile yerli işbirlikçilerinin karşısında mağlûb olduktan sonra, “insanî seçilim” veya “müsbet seleksiyon” sistematiğine dayalı Osmanlı İmparatorluğu Devleti çökmüş, ve yerine, “kayırma-yaranma” ilişkileriyle “menfi seleksiyon” yapan, kolonyal bir “Mahmutoğulları Devleti” ikâme edilmiştir. Ve bu devletçik de ancak, 1922’de HALASKÂRGAZİ MUSTAFA KEMAL tarafından ilgâ edilinceye kadar -96 sene- yaşamıştır.
Atatürk’ün Kurduğu “T.C.Devleti” Adlı “Hükmî Şahsiyet”e Sualimdir!..
Dinci mikroplar tarafından “ağır hasta” edilmiş, ve dışarıdan gelecek her türlü enfeksiyona açık hâle getirilmiş olsan da, İmparatorluk ve Cumhuriyet devletlerinin oluşumunda baş rolü oynamış “iç dinamik”lerimizin içinden çıkıp gelen bir kişi olarak, seni kendine getirmek (şuurunu açmak) üzere, şu soruları sormak ve de sana hâfıza kazandırmak (veya yüklemek) zorundayım. Zira bu hususta muhatap alabileceğim bir “hakiki şahsiyet”e sahip olduğunu sanmıyorum: İlk sayısı 15 Eylül 1970’te çıkan KATKI dergisini, Babıâli’deki –solcu yazar ve edebiyatçı kisveli- “muhâberât” elemanlarınla (onların redaktörlüğünde) çıkarmadım diye, beni cezalandırmak üzere, derginin dağıtımını ve satışını engellemedin mi?.. Katkı’yı, -sâdece- KERİM SADİ’nin redaktörlüğünde çıkarmamı hazmedemeyip, ikinci sayısından itibâren, savcıların vasıtasıyla, davalar açtırmadın mı?.. 12 Mart 1971 darbesine gelindiğinde savcıların, Kerim Sadi’nin müstear isimle yazdığı bir yazısını teşhis ederek benden, O’nu ihbar etmemi istemediler mi?.. Hem de, “yoksa hakkında çok kötü olur!” diye tehditler savurarak… Kerim Sadi’nin sözkonusu yazısını üzerime alınca da, o –tek- yazıdan, tam yedi yıl hapis cezası giydirmedin mi; hem de gerisi yolda diye gözdağı verilmekle… Bundan sonra, biliyorsun ki 19 Mayıs 1972’de, Cilvegözü kapısından Suriye’ye müteveccihen Yurt dışına çıktım. Ve önceden tasarladığım ilişkileri kuramayınca da, NATO ve Varşova Paktı üyesi ülkeler arasındaki gidiş gelişlerimden ötürü mimlenerek illegal, daha doğrusu “geçersiz pasaport”lu hâle düşürüldüm. Ama bu meyanda, Batı Almanya (ve tabii ki ABD) ile, Bulgaristan istihbaratçıları arasındaki yakın işbirliğine de şahit oldum; hayatî riskler alarak… Ve bu durumun izahı bâbında, Bulgar yetkililerden, daha açıkçası TODOR JİVKOV’a yakın partizanlardan, “Sovyetler Birliği’nin çökeceğinden endişe ettiğimiz içindir ki, Batı’yla ilişki tesis ettik” mealinde bir açıklama aldım… Af kanununun çıkması üzerine 27-28 Ağustos 1974’te Yurda döndükten sonra ben, Bulgarların bu açıklamasını sizlere iletmedim mi?... Ama buna rağmen, ve de Brejnev’in Afkanistan’a dalması üzerine yaptığım, “Sovyetler gayya kuyusuna atladı, çöküşü yakındır” şeklindeki uyarıma rağmen, “menfî seleksiyon”la seçip yükselttiğin paşalar, ABD’nin verdiği “komaca akıl”la, “Sovyet yayılmacılığını önleme” bahanesiyle darbe yapıp, Ülkemizi, Emperyalizm’in “Yeşil Kuşak Projesi”ne bağlamadılar mı?!.. Ayrıca, Yurda döndükten sonra bana, hem Newyork’tan hem de Moskova’dan çengel atıldığını da gâyet iyi biliyorsun; ki bunları ben, Katkı dergisinde de açıklamıştım… Bildiğin gibi önce Newyork mahreçli International Caucus Labour Committee (ICLC) örgütü, Münih’teyken evinde ikamet etmiş olduğum bir –Yahudi asıllı- ABD vatandaşı bayan (Linda) vasıtasıyla bana, o sıralarda kurulmuş bulunan Türkiye Sosyalist İşçi Partisi (TSİP) ile çalışmamı tavsiye ve telkin etti. Ve bu meyanda TSİP kurucuları da, Kerim Sadi hocayla beni evlerine davet ederek bizimle istişârede bulunmaya, daha doğrusu bizi “istimzâç” etmeye çalıştılar. Ama nevar ki, bütün bu görüşmeler sonucunda biz, onlarla ilkeli ve hatta mantıklı bir ilişki kuramayacağımıza karar verdik. Çünki onlar, sosyalizm jargonu ve propagandasıyla üye ve sempatizan kafesleyip, güç mihraklarının etkileri bileşkesinde siyasi pozisyon kollayan –dolayısile devlerin tepişmesinde, ordan oraya savrularak ezilmeyi ve kullanılmayı göze alan- bir politika anlayışına sahiptiler. Yoksa, Avrupa’dayken yaptığımız uluslar arası istişarelerde, “mesela” diyerek TSİP ismini öneren de bendim; ki o zaman, bu kadar geniş çaplı ve süratli bir “komünikasyon”a çok hayret etmiş, ve devlet istihbarat örgütlerinin parmağı olmasa, bunun gerçekleşemiyeceğini düşünmüştüm … Diğer taraftan o sıralar, Moskova mahreçli –illegal- Türkiye Komünist Partisi (TKP) teşkilatı da beni “kafaya alma”ya çalışıyordu; ki bu hususta, Lenin’i meydanlarda canlı canlı izlemiş ve dinlemiş bir komünist olmakla övünen “eski tüfek”lerden İbrahim Topçuoğlu’nun ne kadar gayret gösterdiğini iyi bilirsin. Ayrıca İsmail Bilen (Lâz İsmail) yönetimine geçtikten sonra TKP’nin, alabildiğine Kerim Sadi düşmanlığı yaptığı halde, Kerim Sadi’nin en yakınında bulunmama rağmen, bana pek çatmadığını ve sataşmadığını da görmüş ve merak etmişsindir herhalde… Oysa mesele çok açık ve kayıtlıdır: 19 Mayıs 1972’de Suriye’ye geçtikten hemen sonra, Sovyetler Birliği Şam Büyükelçiliği vasıtasıyla, o zamanki TKP genel sekreteri Zeki Baştımar’a, görüşme talebimi içeren bir mektup göndermiştim. Bir süre sonra diplomatlar kanalıyla bana “Baştımar, görüşmek için seni Moskova’ya davet edecek” bilgisi geldiyse de, biraz suskunluğu müteakip, kendisinin öldüğü, ve yerine İsmail Bilen’in geçtiği haberini almıştım. Ondan sonra da, Sovyet Elçiliği’nin aracılığıyla, TKP yetkilileriyle görüşmek üzere Doğu Berlin’deki DDR Komünist Parti merkezine davet edilmiştim. Ancak –türlü riskler alarak- o görüşmeye gittiğimde ise, bir büyük masa etrafına dizilmiş biçok “kalantor” zâtın, istiskal denilebilecek tavırlarıyla karşılaşmış, ve ondan sonra da, onlarla tüm ilişkimi kesip Batı Almanya’ya iltica başvurusunda bulunmuştum… İşte İ.Bilen, herne kadar Kerim Sadi’ye kişisel husûmet gütse de, benim ne kadar önyargısız ve bağlantısız biri olduğumu anladıktan (veya ona anlatıldıktan) sonradır ki, bana karşı hep anlayışlı(!) davranmış, ve de siyasi manevralarla kafeslenebileceğimi zannetmiştir. Oysa ben Komünizm’i, ilericiliğin –o zamanki- temsilcisi bir siyasi akım olarak anlıyor ve de sadece Kerim Sadi’nin bildiği ve anladığı bir “ihtirâzi kayıt”la yaklaşıyordum bu akıma… Zaten diğerlerinin, benim “ihtirâzi kayıt”ımı anlayabilecek ve hatta sorabilecek kapasiteleri (bilgi birikimi ve bilinçleri) de yoktu. Ama benim de, ilericilik hususunda onlara inisiyatif kaptırmaya hiç niyetim yoktu; ki bu kararlılığımı –ölümünden önce- Kerim Sadi’ye de bildirmiş, ve kendisinden sâdece “zamanlamaya dikkat et” uyarısı almıştım… İ.Bilen TKP’sinin yaptığı bütün atraksiyonların ve manevraların en sonunda, Türkiye’deki bütün Komünist ve ilericileri angaje etmek maksadıyla bir gizli (illegal) Konya Konferansı tertip edildi; ki doğal olarak, sen de orada gözlemci, ve hatta katılımcı bulundurdun herhalde… Bu durumda sessiz kalmamın bile bağımsızlığımı ve inisiyatörlüğümü zedeleyeceğini düşünerek, Katkı dergisinde TKP adına Yasal Tüzük ve Asgari Program yayınladım; “öncülüğü kimseye kaptırmam” anlamında… Bu durumda, sen de hakkaniyetle davranıp, -gizli- Konya Konferansı’na gösterdiğin toleransı bana da göstererek, bu yayınımı engellemedin; cezasını sonradan kesmek üzere… Ancak, Katkı Dergisi’nde, “Darbeye karşı genel işgal!” sloganı atmış olmama rağmen, 12 Eylül 1980 darbecileri, beni cezalandırmak için hiç de acele etmediler. Hatta darbeci Hava K. K. Org.Tahsin Şahinkaya’dan sâdır olduğu ifade edilen bir teklifte de bulundular; pişmanlık beyanı yaptığım taktirde cezamı kaldırabileceklerini bildirerek… Çünki onlar da, yanıma sokuşturulmuş olan istihbarat unsurlarının açığa çıkmasını istemiyor, ve bana bir “dönüş” yaptırmakla olayı örtbas edebileceklerini düşünüyorlardı. Oysa o sıralarda ben, herne kadar “ihtirâzi kayıt”ımın maddi delillerini çıkaramamış, yani “insanla hayvan arasındaki nesnel fark”ı bulamamış, ve dolayısile Komünizm’in yanlışını (veya eksiğini) gösterememiş olsam da, ne gibi şeyleri nerelerde arayacağımı iyi biliyor, ama sâdece boş (gailesiz) zamana ihtiyaç duyuyordum. Ama darbeci paşaların çok yanlış bir iş yaptıklarından da emin bulunuyordum; ki nitekim kendileri, -yolsuzluklara bulaştıkları halde- “dokunulmazlık”la yaşamış olsalar da, en sonunda rezil bir şekilde ölüp gittiler… Bildiğin gibi en sonunda (6 yıllık temditle), senin paşalar, beni hapse attılar; ki böylece ben de, beklediğim boş (gailesiz) zamana, ve sosyal kuralların geçerli olmadığı –ilkel- bir zemine (ortama) ulaşmış oldum. Tabii ki benim, uzun yıllardan beri, Matematiksel Mantık’ın temel varsayımı (aksiyomu) olan Well-Ordering Principle’ı bildiğimi, ve bu düşünce prensibinin, “insan davranışları” kümesi içindeki mütekabilini aradığımı bilmiyordun. Ve dolayısile, düşüncem doğrultusundaki davranışlarımın akış mecrası önüne, zorbalıkla set çektiğin (hapse attığın) zaman, beni insanlığın ilkel devirlerine iterek, keşfimi kolaylaştıracağını düşünemiyordun. Oysa ben, ne aradığımı gâyet net olarak biliyordum; düşünce prensibinin, davranışlar kümesi içindeki mütekabilinin, refleksif (hayvanî) olmamakla birlikte, aynı zamanda gayri ihtiyârî (ister/istemez) de yapılan –zorunlu- bir davranış biçimi olması gerektiğini… Nitekim, daha, hapisteki birinci yılım dolmadan, bu zorunlu davranış biçiminin, “ritm melekesi” olduğunu bulup çıkardım. Bu basit –gibi görünen- teşhis, aslında insanlık nâmına yapılmış büyük bir keşifti; zira, eskiden beri “davranış düşünceyi, düşünce davranışı belirler” kuralı, bir felsefî prensip olarak kabul ediliyordu ama, bunun bilimsel gösterilişi ve ispatı yapılamıyordu. Oysa artık, nasıl ki “İyi Sıralanma Prensibi” kabul edilmediği taktirde, insan düşüncesinin paradoksa saplandığı (akıl dışına çıktığı) –Russell Paradoks ile- ispatlanmışsa, “ritm melekesi”nin engellenmesiyle, yani dans, müzik gibi etkinliklerin yasaklanmasıyla da sosyalleşmenin (insanlaşmanın) olanaksızlaşacağı anlaşılıyordu. Ve buradan da, tarih öncesindeki (ateşin kullanımı öncesindeki) insanlaşma zonunda, tabuları (içgüdü frenlerini) ve konuşma becerisini yaratacak şekilde, sürekli “ritmik davranma” etkinliklerinin yapıldığı, ve ondan sonradır ki insanların –maymun, ayı vs. gibi- gelişmiş tüm hayvanlardan farklı olarak “ritm melekesi” edindikleri, yani zaman ve mekan farkındalığı yarattıkları ortaya çıkıyordu. Yani, insanların bir Tanrı mitosuna tapındırılarak disipline edilmesini sağlayan dinler de, onların beslenip çoğalmasını önceleyip, sonra da kitlesel ölümlerine (savaşlara) yol açan kapitalizm de aslında, insanlığı güdüme sokacak fanatik (dogmatik) yöneticiler çıkaran patronaj rejimlerinin sakat ideolojileriymiş meğer… Çünki “insan”ın, kendi yarattığı “artı-değer”den yararlanırken, bir muhayyel mitosa, veya bir müşahhas patrona minnet duyması (kendini borçlu hissetmesi), akıl sahibi insanlar açısından tam bir paradoks oluşturuyormuş. Oysa nesilden nesile mecazî sözcüklerle aktarıla gelen “insanlık” tanımı artık aşılmış, ve de insanlığın “varoluş” muamması çözülmüşmüş; “mutlak varlık” varsayımının yarattığı paradokstan (Aristo Mantığı’ndan) kurtulmakla… Dolayısile Türkiye’nin, kapitalizmi yeni keşfeden –görgüsüz- bir kuşağın daha, burjuvalaşmasını beklemek gibi bir lüksü olamazmış artık… Ben bu keşfimi yaptığım sıralarda (1985 baharında), Sovyetler Birliği’nin başına –yıkıcı lider- Garbaçov geçmişti. 1987 sonbaharında cezaevinden çıktıktan iki yıl sonra da Sovyetler yıkılmıştı; ki böylece, “Türkiye’nin ve insanlığın, ilerleme yolu üzerindeki inisiyatifi kimseye kaptırmam” şeklindeki iddiamın gerçekleşmekte olduğu da apaçık görülmüştü. Ondan sonradır ki ben, Babama verdiğim “insanlığın geleceğini göremediğim sürece, -Osmanlı enkazının altında kalmamak için- Bekdaşiyân soyumuzun tarihini açıklamayacağım” mealindeki söze sâdık kalmış olaraktan, Bekdaşi evkaf senetlerini ve onlar hakkında öğrendiklerimi karıştırmaya ve açıklamaya başladım. Ve o arada hayretle gördüm ki, onların kadîm (orijinal) devletlerden tevarüs ettikleri “insanî seçilim”in esası da, ritm melekesinin test edilmesi anlamına geliyormuş; kademli, şerbetli, elyak adındaki seçkinleri ayıklarken… Ve de anladım ki, aynı seçilimin güncelenmesiyle, insan taklidi yapanlarla, bilinçli ve yaratıcı olan insanlar tefrik edilebilir, dolayısile de -dinsel ve/veya kapitalist düzenlerde- insanların, lezzet ve şehvet hazlarına doyma özlemiyle yaşayan tâbiler (köle ve işçiler) ile, bu hazlara gömülerek yaşamayı mârifet (ve üstünlük) sayan patronlar, şeklindeki ayrışması ve kapışması önlenebilirmiş. Çünki içgüdüsel etkinliklerden (beslenme ve çiftleşmeden) alınan hazlar hususunda, insanlar için bir “doyum” sözkonusu olamaz, ve de ancak “def-i hâcet” veya “nefis körletme” şeklinde bir değerlendirme yapılabilirmiş; hayvanların peryodik “kızışma” hallerinden de kurtulunduğu için… Bu hazlar hususunda “doyum” takıntısına girmek, insanı dejenere ve/veya sapık yaparmış. Zaten koskoca bir “aşk literatürü” de, insanların genellikle, böyle bir doyuma ulaşmak için değil, vuslatı tehir etmek üzere –tabusal frenlerle- davrandıklarını göstermekteymiş. Yani son tahlilde, insanlığın esas meselesi, Tarih Öncesi’ndeki tabuların, sebep ve sonuçlarıyla birlikte bilince çıkarılarak güncellenmesiymiş; ki bu şekilde ancak, Tarihî Devirler ile o devirlerde –Aristo mantığıyla- uydurulmuş tüm doktrinler “by-pass” edilebilecekmiş.
Bânisi ATATÜRK Olan, “T.C.Devleti” Tüzel Kişiliğine Bildirimimdir:
2 Ekim 1987’de hapisten çıktıktan sonra, “dümdüz bir uzun rotada inisiyatörlük yaptığıma göre, artık merâmımı anlatabilir ve sözümü dinletebilirim” diye düşünürken, kendimi Fethullahçıların arasında buldum sâyende… 1970’lerin sonlarında, TSİP’ten topluca koparak bana iltihak edenlerin bir kısmını, “ekonomik entegrasyon”la kafaya alarak bana ulaşmışlardı. Bana gâyet pahalı bir yalı dairesi kiraladıklarını, ve de –konforumun devamı için olsa gerek- beni Fethullah Gülen’le tanıştırmayı çok istediklerini biliyormusun, bilemem; senin “menfi seleksiyon”la yükseltip başbakan, hatta cumhurbaşkanı yaptığın kişiler bile “biz aldatıldık” dediklerine göre… Oysa bu kişileri sen seçip yükselttiğine göre, aldatıcı olan sensin, veya aldatılabilen kişileri yükselten bir sistematiğe mahkûm olmuşsun demektir. Ama Fethullahçılar dahi, -değil aldatmak- bana bulaşamadılar bile; ve de çekip gittiler. Yani sonuçta, etrafımdaki tüm kişi ve olaylar, -menfaat etkileşimine girmediğim için- benim objektifimdeki obje ve fenomenler hâline gelmişler, ve dolayısile de, teorimdeki yerlerini almışlardır. Oysa sen –Atatürk’ten sonra- bir “menfaat dağıtma şebekesi” hâline dönüştüğünden beri, en mâhir(!) düzenbazların elinde oyuncak oldun. Ve ondan sonra da Ülkemizi, devleti bir “menfaat sağlama aracı” olarak gören düzenbazlar eliyle, Emperyalistlerin kolonyal sömürü alanı hâline döndürdün; tıpkı, Atatürk’ün ilgâ etmiş olduğu Mahmutoğulları Devleti’nin yaptığı gibi… Zira, -sayma(ritm), sıralama- melekeleri sağlıklı (yani zaman ve mekan farkındalıkları yerinde) olan insanların selekte edildiği “insanî seçilim” sistematiğinin bozulmasıyla 1826’da göçen Osmanlı İmparatorluğu Devleti’nden sonra, kurulan Mahmutoğulları Devleti, dışarıdan alınan borçların, “kayırma-yaranma” ilişkileriyle oluşan yönetim hiyerarşisinde paylaşılması, ve buna karşılık da, peyderpey Ülke topraklarından –türlü vatanseverlik gösterileriyle kurbanlar (şehitler) verilerek- vaz geçilmesi esasına dayanıyordu. 1826’da Yeniçerilerin ifnâ edilmesini müteakip, Bekdaşiyân’ın da kendini ilgâ etmesiyle ortaya çıkan, iç dinamiklerden mahrum –kolonyal- yönetim biçiminin temsilcileri (Mahmutoğulları), kendilerini İmparatorluğun vârisi, ve Osm.İmparatorluğu’nu da, kapitalist ekonomiyle yönetilen bir İslamî sultanlık olarak tanıtmışlardır; yaptıkları Vandalca yıkım ve tarih tahrifâtına dayanarak… Ve bu arada, kendilerine İmparatorluk kurduran “iç dinamikçiler (Bekdaşiler)”i de, Emperyalizm’le işbirliği yaparak tecritte tutup, -gidişâttan haberi olmayan- bendegân ve reayâ çocuklarına bu düzmece tarihi “doğru” diye yutturmuşlardır. Ve aynı zamanda, İslamiyetin akılcı yorumu olan Tasavvuf’u da unutturup dini, -köleci toplumlarda geçerli olmuş- “tapınç kültü”ne irca etmişlerdir; dinini menkıbelerden öğrenmiş “reaya çoğunluğu”na istinâden… Oysa Tasavvuf düşüncesinin “vahdet-i vücud” prensibi, insandan ayrı (kopuk) bir “Allah” mitosunu tanımamakta, ve dolayısile de, O’na tapınmayı yani “tapınç kültü”nü, sâdece bir gelenek veya sünnet saymaktaydı; hem Kuran’da, namazın tanımlanmamış olmasına, hem de adam (birey) olanın, devamlı bir ceht (gelişme, ilerleme) içinde bulunacağına binaen…
Diğer yandan da iyi bilinmektedir ki, Kapitalizm, bir değişim aracın olan “para”nın, giderek “yükte hafif, pahada ağır (kolay taşınır ve saklanır)” bir metâ hâline gelmesi, ve de bazı denizci toplumlarda –yapılan yağmalarla- birikmesi suretiyle ortaya çıkmış bir düzenin ideolojisidir. Zira ancak bu şekilde, yatırım ve tüketim ekonomisine geçilmiş, ve bu suretle insanlar, içgüdüsel talepleri (hayvanî eğilimleri) doğrultusunda güdülmeye başlamıştır; yaratıcılığın da, bu talepleri teşvik eden –ve bazen zararlara yol açan- icatlar şekline dönüştürülmesiyle… Ama artık bundan sonra, hem gerçek yaratıcıları ortaya çıkaracak “seçilim” usullerinin güncelenmesi, hem de “para”nın, sanal (internet) alışveriş ortamlarında gerekliliğini yitirmesi, yani biyolojik ihtiyaç malları fiyatlarının sâbitlenip, katma değerlerin peşinen fiyatlanması, ve de yapılan yaratıcılıkların, “talep potansiyeli” ile ölçülmemesi (insanlık timsâli yaratıcının, insanlığa katkısı sayılması) sebebiyle, kapitalizm –tedricen- iflâs edecektir. İşte ben şimdi, insanlığın bu geleceğini önceden hissettiğim, ve sonra da bilimsel platformda teorik olarak ispatladığım içindir ki, fatihân atalarımızın, insanlığın başlangıcına indeksli –kapitalist olmayan- insanî düzenini açıklamış bulunuyorum. Ve üstelik bu kadîm düzenin güncellenme yolunu da göstermiş oluyorum. Bu da demektir ki, 1826’da ölen (yıkılan) Osmanlı Devleti’nin, Mahmutoğulları Dönemi diyebileceğimiz son (dejenere) zamanında uydurulan, “her şeyi Hânedân’a mal eden düzmece tarih” öğretisiyle beyinleri yıkanmış bendegân ve reayâ piçleri üzerinden hortlatılması mümkün değildir artık… Çünki, hem “fetih dinamiği”mizin içinden çıkmış ve onu bilince çıkararak son bilimsel keşiflerle buluşturmuş, hem de son yarım asırlık süreçte hiçbir politik ve/veya ekonomik etken tarafından yanıltılamamış bir inisiyatör olarak ben diyorum ki, fikirlerimiz “mass-medya” vasıtasıyla geniş çapta yayıldığı taktirde, önce bu fikirleri anlayabilen gerçek seçkinlerin buluşması sağlanacak, sonra da bunların, ortak kararla hazırlayacakları bir “seçkin seçilimi” programı hayata geçirilecektir. Kaldı ki sözkonusu yayın, Dünya çapında yapılacağı için, çıkışımız aynı zamanda –Tarihî Devirleri kapatacak- bir Aydınlanma’yı da başlatacağından, her türlü “müstevlî”ler üzerinde de, hedef şaşırtıcı ve caydırıcı bir etki yapacaktır. Yani müstevlîler, üzerimize (Ülkemize) gelmeden önce, kendi halkları içinden çıkan Aydınlanmacı’larla uğraşmak zorunda kalacaklardır.
Demek ki, T.C.Devleti’nin bağımsızlığı ancak, fikirlerime yayın özgürlüğü tanımasıyla ispatlanabilecektir. Aksi taktirde ise, “T.C.Devleti” rumuzlu teşkilatın, bir yabancı (kolonyal) idare olduğu ortaya çıkacaktır; beni hapse atmasıyla birlikte… Çünki ben, yalandan, dolandan ve haksızlıklardan mütevellid hiçbir baskıya tahammül edemeyen (iradesini kötüye kullanamayan) bir mizâca ve ruh hâline (meleke gücüne) sahip biriyim. Yani ben, bir “uyurgezer”im, dolayısile de haksızlıklar karşısında ister istemez (uykudayken bile yataktan kalkar) bilgisayarı açar ve müstebitlere, düzenbazlara “ana-avrat dümdüz” giderim; ki şimdiye kadar da, genellikle böyle yaptım. Kaldı ki ben, “uyurgezer” haldeyken –halüsinasyon olmayan- hologram şeklinde fizikî hayaletler bile görebilen biriyim. Dolayısile, antik devirlerde yaşasaydım, peygamberliğimi ilan edebilirdim; ki peygamberler de böyle insanlardı aslında… Bu özelliğimi 55.Tebliğ’de ayrıntılarıyla yazmıştım zaten… Onun için, eyy T.C.Devleti nâm hükmî şahsiyet!.. Aleyhime ne kadar dâvâ açılırsa açılsın, benim yapabileceğim bir şey yoktur; ölümü göze almaktan başka… Yani sen her hâlükârda, ya –fikirlerimi yaymama engel çıkarmayarak- yeniden bağımsızlığına kavuşabileceğini göstereceksin, ya da Türk Fütuhâtı’na (ve insanlığa) yabancı ve düşman olanlarla, ünsiyetini ispatlamış olacaksın... Bunu iyi bil de, Devlet’i, eş, dost, akraba ile ele geçirilebilecek bir aygıt sanan dangalaklara, ve de Emperyalizm’in bilinçli pratisyenlerine uyma!... Zira onlar da, aynen Mahmutoğulları Saltanatı gibi, -bâki kalan- vatan topraklarından peyderpey vaz geçmek zorunda kalacaklardır; Milleti hamâset edebiyatıyla ve “bekâ sorunu” mavalıyla uyutarak; veya hipnotize ederek…
Ali Ergin Güran: 21/03/2020