İst.(Anadolu) 13.Asliye Ceza Mahkemesine…

Soruşturma No: 2019/116177; Esas No:2020/2145; İddianame No:2020/1729

Sayın Hakimler (ve de akıllı insanlar),

Hiçkimse, gayri ihtiyari (ister istemez) yazdığı ifadelerden dolayı suçlanamaz herhalde… Dolayısile iddianamede yer alan kötü (hakaretâmiz) ifadeleri, “uyurgezer” haldeyken yazdığımdan dolayı, ben de suçlanamam. Zaten sözkonusu ifadeleri -müteakiben bilgisayarı açıp- gördüğümde, kendim de hayret etmekteyim; “ben mi yazdım bunları?” diyerekten… Benim “uyurgezer” hallere girmemin baş sorumlusu, Cumhurbaşkanlığı makamında oturan Recep Tayyip Erdoğan’dır; ki bu hallere –uzun bir arayı müteakip- son defa, 1995-97’lerde Fethullah Gülen taifesi üzerime geldiğinde girmiştim. Bu sefer de, Recep Tayyip Erdoğan nâm zâtın, televizyon ekranlarından, yalan yanlış ve hakaretâmiz ifadelerle, yüzüme çemkirir gibi konuşmasından dolayı giriyorum. Çünki bir defa bu zât, gözeteceği hususunda yemin ederek teminat verdiği –Anayasa’daki- Laiklik Prensibi’ne uymamakta, ve üstelik de, paradoksal (akıl dışı) olduğu matematiksel yoldan ispatlanmış bulunan bir doktrini (din ve/veya mezhebi), halka empoze etmeye çalışmaktadır. Ve böylece, dinlerin kurgulandığı, Aristo Mantığı’nın paradoksundan kaynaklanan uzlaşmaz çelişkileri (antagonizmaları) aşmak için de, yalan söylemeye mecbur kalıp, toplumda fesata yol açmaktadır. Kaldı ki, yalanlarıyla yüzleşmemek ve otokritiğe mecbur kalmamak için, diğer siyasî liderlerle televizyonlarda yapılacak tartışma programlarına da çıkmayıp, halkla ilişkisini, bir şizofreni hastasının monologları (hezeyanları) şeklinde sürdürmektedir. Böylece de, olgu ve olayları birbirlerinden kopuk olarak algılayıp kabul eden insanlar yetiştirmekle, toplumda –âdeta- bir “şizofreni epidemisi (toplumsal cinnet)” yaratmaktadır. Zira böyle şizofrenik insanlar arasında, rasyonel bir muhâlefet fikriyâtının tebellür etmesi de imkânsızlaşmaktadır. Onun için, bir anayasal ilkeyi çiğnemenin de, akıl dışı bir ideolojiyi halka –devlet katından- telkin ve tavsiye etmenin de suç sayılması şarttır; ki modern hukuk da bunu emreder. Zaten dinlerin, hem tarihî (geçici), hem de mahalli (lokal) olan, dolayısile genellenemeyen kültürel kategoriler olduğu da ispatlanmıştır artık… Ama bugün Türkiye’de, hukukî ve mantıkî düzeni sağlayacak adalet mekanizması da sağlıklı çalışmadığından, adı geçen zât, “olanın, olması gereken (beklenen) olduğu”nu millete kabul ettirmek gibi bir düzenbazlığa tevessül etmektedir; kâdir-i mutlak bir “Allah” mitosuna atıf yaparak, kendinin de değişmezliğini kafalara yazmak (veya kazımak) üzere… Ve aynı zamanda, her türlü çöküş ve istilâyı da, kabul edilebilir hâle getirmek üzere… Mass-Medya’nın büyük bir kısmına dayanılarak yürütülen böyle bir politika, tam anlamıyla “kitlesel hipnoz” yapmak demektir… Öte yandan bilinmektedir ki, Aristo Mantığı, hânedan tesis eden ilk “Tanrı-Kral”lardan itibaren kurgulanmış bir –patronaj sisteminin- düşünme metodu olup, son tahlilde, “mevlâm neylerse güzel eyler” prensibine müstenid bir dedüksiyon (tümden gelim) metodudur; ki çok defa bilimin deneyleriyle ve indüksiyon (tüme varım) mantığıyla çelişir. Kaldı ki, Tanrı mitosunun mantıkî (daha doğrusu mantıksız) temelini teşkil eden “Mutlak Eşitlik (Değişmezlik veya Sıradışılık) Prensibi” yüzünden de, Aristo Mantığı bir paradoksla (Russell Paradox’la) malûldür. Ondan dolayı da, bilimsel teoriler hep, deneyler ve indüktif çıkarımlarla toplanmış verileri doğrulayacak temel varsayımlara (aksiyomlara) dayanan bir dedüksiyon (tümden gelim) mantığıyla inşa edilmektedir. Ve bütün bilimsel teoriler de, son tahlilde, “matematik notasyonlar” kümesindeki İyi Sıralanma Prensibi’ne, ve bunun “davranışlar” kümesindeki mütekabili olan Sayma(Ritm) Melekesi’ne istinat etmekte, ve/veya onlara bağlanmaktadır. Yani hiçbir maddi veya muhayyel eleman (dolayısile Tanrı miti), “İyi Sıralanma Prensibi”nden, hiçbir insanî davranış (dolayısile tapınmalar) da, “Sayma (Ritm) Melekesi”nden bağımsız olamaz; olursa, insanlık fikrî açmazlara ve toplumsal kargaşaya girer. Demek ki, antik devirlerde kurgulanmış olan Aristo Mantığı’nın dayattığı sıradışı “Tanrı” mitosu, mutlak boş bir mekân ile, mutlak lineer bir zaman akışı vehmeden ilkel bir zihniyetin -zamanın ve mekanın başladığı- “sabit orijin” kabulünden mülhemdir. Ama artık bugün biliyoruz ki, ne bir “mutlak boşluk”, ne de bir “mutlak (lineer) zaman” ve sâbit bir orijin sözkonusu olabilir. Yani o zamanlardaki insan düşüncesi, kendinin dahil ve etkili olmadığı bir objektivite anlayışına ve Evren Görüşü’ne (daha doğrusu vehmine) müstenittir; “Tanrı-Kral”ların tepeden bakış vizyonuyla… Oysa bütün kavramlar ve mevcudât, insanla kaimdir; zira “zaman” ve “mekân” mevhumlarını , insanın sayma ve sıralama melekeleri yaratmaktadır. Yoksa insan da, diğer hayvanlar gibi, etkilere karşı tepkiler (refleksler) geliştirerek, çevresinin mütemmim cüzü hâline gelen, ve de asla faunasını aşamayan bilinçsiz bir yaratık olarak kalırdı… Ama nevar ki, şimdiye kadar “akıl” kavramı, ilkel devirlerde –türlü dillerde- uydurulan metaforlarla ifade edilegelmiş, ve dolayısile de, farklı dillerde değişik anlamlar çağrıştıran yapısıyla, hep fikir kargaşasına ve kafa karışıklığına sebep olmuştur. Halbuki akıl, rasyon vs. gibi metaforlarla anlatılmaya çalışılan fenomen (ve özgün düşünce), insan bedeninin ve zihninin –ritmik âyinlerle- kazanmış olduğu, sayma(ritm) ve sıralama melekelerinin ister istemez (gayri ihtiyârî) çalışmasından başka bir şey değildir… Akıl faaliyetinin primitif şekli, şiir ve şarkı gibi eserler yaratanlarıdır. Düşünsel çıkarımlar ise, alınan veya hıfsedilmiş olan verilerin, terim veya notasyon hâline getirilerek (soyutlanarak), sayma/sıralama işlemlerinden geçirildikten sonra varılan kararlılaşma halleridir; ki bunlarla da, çevre etkilenir ve değiştirilir. Yani özgün düşünce, amaçlı olamaz; bilakis o, amacını (sonucu) kendi belirleyen bir kararlılaşma (determinasyon) hâlidir; yoksa düşünceyi, piyasaların satın alacağı buluşlarla kısıtlamak demek, aklı dumûra uğratmak, ilerlemeyi durdurmak, ve dolayısile insanlığı –arkaik dogmalarla (dinlerle)- birbirine düşürerek kırdırmak demektir. Bugün yapılmakta olan, hüküm sahibi bilgisayarlar ve akıllı âletler de aslında, insandaki meleke faaliyetlerinin, “sayma/sıralama” işlemleri şeklinde kopyalanmasıyla ortaya çıkarılmıştır. Ama bunların en mükemmelleri (bağımsızları) yapılsa bile, hâlen kapitalistlerin kontrolunda (sansüründe) çalışmak durumundadır. Onun içindir ki, aklın tanımı insanlığa deklare edilmemektedir; çünki bu açıklandığı taktirde, tarihî devirlerde, baskı altındaki kadınlar vasıtasıyla –ehlî hayvanlar gibi- üretilmiş, melekeleri muhtel (yani defolu) insanları likide etmek üzere, hem bilimsel kriterlerle ciddi bir “doğum kontrolu” programının uygulanması, hem de melekeleri güçlü (inisiye)bireylerin objektif seçiliminin yapılması imkân dahiline girecektir. Ve bu şekilde de, akıllı makinelerin, “insan çobanlığı”na göre forme edilerek kapitalistlerin ve/veya diktatörlerin emrine girmeleri önlenecektir. Ve ondan sonra da, doğal olarak Kapitalizm’in sonu gelecektir; hem “büyüme ekonomisi”yle insanları çoğaltarak, hem de savaşlarla onları birbirine kırdırarak kazanç sağlayamayacakları için… İşte bundan dolayıdır ki Kapitalizm, bilimi dallandırıp, spesiyalist ve kariyerist bilimcilere “at gözlüğü” takarak onlara, “işini yap, paranı al; ama başka yollara (branşlara) bakma; dolayısile de bilimi ve insanlığı bütünleştirmeye çalışma!” demekte, ve de onları, emellerine râm etmektedir. Böylece de, “Allah” mitosunu kullanarak “kitlesel hipnoz” yapabilen, ve dolayısile toplumları, kitlesel tüketici veya kitlesel savaşçı olarak motive edebilen hipnotizmacı siyasîlere –taşeron olarak- iş alanı açmaktadır. Bu taşeronların bizde, Fethullah Gülen veya Recep Tayyip Erdoğan nâm kişiler olması, hem emperyalistler, hem de Türk Fütuhâtı’nın dinamikleri (dinamikçileri) açısından, hiç fark etmemektedir. Yoksa, ABD başkanı Trump’ın, bir Türkiye Cumhurbaşkanı’na, “sana yaptığım iyilikleri unutma ve aptallık yapma!” gibilerinden söylediği sözler nasıl izah edilebilir ki?!... İşte bu yüzdendir ki, yanlışlara karşı çıkmak ve gerçekleri haykırmak ıztırârında olan, benim gibi “uyurgezer” tandanslı insanlar, desteksiz ve yalnız kalarak uykularında isyan etmektedirler.

Sayın Hakimler!..

Melekeleri güçlü bir insanın, uyanıkken yapamadığı, veya zorluklarından (risklerinden) dolayı göze alamadığı işleri, önyargıların ve caydırıcı etkilerin kalkmış olduğu uyku veya sızma hallerinde –melekelerinin otomatikman harekete geçerek- yapmasına, “uyurgezer”lik deniliyor. Bu “uyurgezer”lik hallerinin karakteristik özellikleri, en hassas ve zor işlerin (hatta okumaların) kolaylıkla yapılabilmesi, cinsel ilişkiye yaklaşılamaması, ve yalan söylenememesidir; ki bu durum da, “uyurgezer”liğin, -zamanlar üstü- Panteist Zon’daki insanlaşma (rûhî oluşum) olayının günümüzdeki tezahürü olduğunu göstermektedir. Ve dolayısile de, “uyurgezer”liğin, tarihî devirlerdeki kanûnî düzenlemelerden münezzeh, yaratıcı bir aktivite olduğunu ifade etmektedir. Çünki meleke faaliyetleri, ihtiyârî veya arzuya tâbi değildir; tıpkı, dalgın haldeyken ellerle ayaklarla –gayri ihtiyârî- tempo tutulması, veya elde kalem varsa, kâğıtlara gelişigüzel yazılar yazılıp şekiller çizilmesi gibi bir ıztırâr olayıdır. Bu “uyurgezer”ler, “alt-ben”lerinin tezâhürleri olan muarızlarını (veya muhataplarını) karşılarında –vücutlarındaki yüksek statik elektrikten mütevellid- hologram şeklinde (mücessem) bir hayalet olarak dahî görebildiklerinden ötürü, uyurgezerliğe bugün, “peygamberlik sendromu” da deniliyor… Ateşle (dolayısile melekeleriyle) sınanarak “inisiye (seçkin)” olan ateşperest rahiplerin kurduğu ilk (orijinal) devletlerin üzerine, hânedanlar tesis ederek çöreklenen “Tanrı-Kral”lara ve onların yozlaşmış düzenlerine isyan eden peygamberler de aslında, uykularında –güçlü meleke faaliyetiyle- baş kaldıran insanlardı. Yoksa sosyal iletişim (ve geçerli mantık) içinde, “Tanrı-Kral”larla veya ardıllarıyla –Aristo Mantığı’nın paradoksuna mahkûm olarak- polemiğe giren ve bu mantık zemininde karşılaşmak zorunda kalanlar, açık yalanlara dolanarak, o aşkın motivasyonu ve özgüveni gösteremezlerdi. Ama onlar, “uyurgezer” haldeyken istenç dışı olarak yaptıklarını, konuştuklarını, gördüklerini, bir dış etkenden bildiler, ve dolayısile de “Tanrı-Kral”ların terminolojisiyle, zaman ve mekândan münezzeh (metafizik) bir Tanrı mitosuna bağladılar; insanlığın oluşumunu ve “uyurgezer”liği bilince çıkaramadıkları için… Zira onlar, Tarih Öncesi’nin “anti-tez”i (inkârı) demek olan Tarihî Devirler’in insanlarıydılar… Böylece de dinler, Aristo Mantığı’nın paradoksunu mugalâtaya boğmakla birlikte, mistik bir çekicilik kazanarak, bir nevi büyü veya hipnoz öğretisi hâline geldi. Demek ki insanlık artık, peygamberliğin (ve aklın) ne olduğunu anladığına, ve/veya o bilinç seviyesine yükseldiğine göre, bundan böyle, kabul görmüş peygamberlerden –devirlerindeki bilgilerle- nakledilen insaniyet öğretisi (din) ve onun istikbal projesiyle (ve meş’ûm Kıyamet beklentisiyle) değil, peygamber gibi insanların seçilimiyle yolunu bulacaktır. Ve bu sûretle de, “tapınç kültü”nün hâkim olduğu Tarihî Devirler kapatılıp, tekâmül yolundan (Tanrısal Yol’dan) gidilerek, sulh ve sükûn içindeki bir yaşama, yani Tarih Sonrası’na intikal edilecektir… İşte ben, bu sürecin önemli bir inisiyatörü olarak, beraat istemimi sayın heyetinize arz ediyorum… Benim –hele ki Cumhurbaşkanlığı makâmına- hakaret etmek gibi bir kastımın olamayacağı gâyet açıktır. Dava konusunun esası, cehaletten ve “fikir yayma özgürlüğü”nün kısıtlanmasından kaynaklanmaktadır. Bir takım politikacıların, fikirlerini –herhangi bir şekilde- çoğunluğa kabul ettirmeleri, o fikirlerin doğruluğuna delâlet etmez. Zira “melekeleri muhtel” insanlar, içgüdüleri ve alışkanlıkları yönünde karara vardıkları için, hipnoza açıktırlar, ve dolayısile objektif düşünemezler; ki toplumun çoğunluğu da bunlardan müteşekkildir. Çoğunluğun ortalama kararı, beslenme ve üreme istekleri ekseninde birleşeceği için, kapitalistlerin büyüme ve savaş ekonomisine müstenit çıkarlarıyla örtüşür; ve dolayısile de ilerlemeyi frenleyerek ülkeyi, kapitalist (emperyalist) metropollere eklemler. Oysa melekeleri sağlıklı insanların yaşam önceliği, meleke faaliyeti, yani düşüncedir; ki bundan dolayı da sağlıklı bir toplumda “fikir yayma özgürlüğü” ve bağımsızlık irâdesi engellenemez. Ve de, fikir yayma özgürlüğüne sahip bir toplumda, Aristo Mantığı’nın paradoksal (akıl dışı) olduğundan, ve dolayısile “laiklik prensibi”nin bilimsel gerekçesinden bîhaber politikacıların, iktidara gelme şansları çok düşük, ve hatta imkânsız olur.

İddianameye karşı bilimsel ve hukûkî cevabım –özetle- bundan ibarettir. Ancak kanûnî savunmam için, bir avukat talep etmekteyim; avukat tutacak maddi imkânım olmadığından dolayı… Saygılarımla arz ederim…

Ali Ergin Güran : 30 /04 / 2020



NOT: Cumhurbaşkanına hakaret’ten açılan ikinci dava için hazırlamış olduğum yukarıdaki Savunma’mı, bütün duruşmaların –Pandemi nedeniyle- 15 Haziran sonrasına ertelenmesi yüzünden Mahkeme’ye sunamadım; ama, yapılacak ilk duruşmada aynen taktim edeceğim.