Fatihân Türk İnisiyatifi devam edecekse, Türkiye, “politikacı”lığın en mûteber meslek sayıldığı “casuslar cenneti” olmaktan çıkacaktır.

19.Yüzyılda, insanın nasıl oluştuğu ve aklın ne olduğu bilinmiyordu; ki zaten bunu düşünmek için de, o zamana kadar kullanılan Aristo Mantığı’nın foyası (paradoksu) henüz ortaya çıkmamıştı; bir mücbir sebep olarak… Onun içindir ki, Karl Marx gibi mütefekkirler, Avrupa’da patlayan işçi hareketleri (isyanları) üzerine, Kapitalizm’de sezdikleri yanlışları ekonomik sömürüye bağlayan bir ideolojiyi (Komünizmi) –alelacele- oturttular; sanki, isyancı işçileri haklı çıkaran bir “sipariş” fikriyâtmış gibi… Böylece de, hem insanlığın oluşum sürecini arama zahmetinden, hem de “din afyondur” filan gibi metaforik ithamlarla, Tanrı mitosunun kötülüklerinden – veya gazabından(!)- kurtulabileceklerini sandılar. Dolayısile de, daha teorilerinin temel taşında, yani “emek=iş” özdeşliğinde, Kapitalizm’le zımnî mutâbakâta varmış oldular; bu eşitliğin modülünü, yani insanı insan yapan emeği (melekeleri ve aklı) yok saymakla… Kaldı ki, 1901 yılında Bertrand Russell, Aristo Mantığı’ndaki paradoksu ortaya çıkarmasına rağmen, Dogmatizm’le beyni yıkanmış insanlar, hatta –G.Cantor gibi- bazı matematik otoriteleri bile, “Tanrının yarattığı objelerden müteşekkil kümeler verisinde nasıl bir paradoks olabilir ki, biz onu düzeltmek için bir varsayım (prensip) vaz etmek cüretinde bulunalım” gibilerinden âfâki itirazlarla bunu kabul etmediler. Böylece de, “insanlaşma” modülünün (Panteist-Zon’un) bilinmemesinden mütevellid “emek=iş” özdeşliğine olan dogmatik inanç (îman), ve dolayısile de Kapitalizm ile gerçekleşen zımnî mutabakat, -samimiyetlerinden şüphe duyulmayan- Bolşevik İhtilalciler’in beyninde, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği iktidarına veya devletine kadar taşındı. Ama yaratılan bu –yeni- ideolojik düzende, Kapitalizm’de olduğu gibi bir “sermayedarlık” seçkinliği de sözkonusu olmadığından, komünistler, sâdece “yoldaşlık”la yani, -paradoksal- Aristo Mantığı ile yazılmış “kapitalist sömürü” edebiyatı mucibince, insanlar arasında eşitliğin sağlanabileceği yolundaki inanç ve gayretlerle –objektif olarak- sıralanabileceklerini sandılar. Oysa pratikte, enformasyon, dezenformasyon, provokasyon gibi politik atraksiyonlarla birbirlerini yediler. Ve sonuçta da, en objektif seçilim kriteri olarak “şefe biat” kuralında –zımnen- mutabakata vardılar; her başa geçen şefi de, kayd-ı hayat şartıyla kaim kılarak… Fakat hiçbir şef de, -insanın nasıl oluştuğunu, aklın ne olduğunu bilmediğinden- kendi yerine geçecek kişileri objektif olarak seçtiremedi. Kapitalist düzende, toplumsal “artı-değer”, bir çok kişi ve grup arasında paylaşıldığı için, yaratıcı insanların “seçilim” ihtimali objektif olarak artıyordu. Ama Komünist ideolojinin “devlet kapitalizmi” düzeninde, seçilim, tek bir kanaldan (şefin tercihleriyle) yapıldığı için, pek çok –sağlam melekeli- seçkin insan eleniyor ve eziliyordu; total “artı-değer”i eksiltme pahasına… Dolayısile de bu şekilde, peygamberlerin getirdiği patronaj düzeninin bile gerisine düşerek, “tanrı-kral”lar devrinin “tek patron” düzenine rücû etmiş oluyorlardı; üstelik, o düzenlerin başlıca disiplin sistemi olan tapınç kültünü (dinî ibadetleri) de ilgâ ederek… Ve bu yüzden de, toplumsal düzen ve disiplin, sâdece enformasyon, ispiyonaj faaliyetleri ve cezai müeyyidelerle sağlanabilir hâle geliyordu. İşte bu sürecin nihayetinde, kapitalist âlemin cafcaflı hayâtı ve kapitalist casusların “içgüdüsel menfaat” vaadleri, komünist casuslara (casus karakterine) çok câzip geldiği içindir ki, koskoca bir Sovyetler Birliği, kendi içinden kemirilmek sûretiyle çöktü. Kaldı ki, Sovyetler Birliği zamanında komünistlik, bütün Dünya’da casuslukla eş anlamlı görülüyordu; açlık ve yoksulluk feryadını veya hamâsetini dillendiren saf (veya kurnaz istismarcı) insanlardan sarfınazar… Çünki kapitalist ülkelerde, maaşlarını özel sektörden alan insanlar, nisbeten bağımsız kişiler olarak hareket edebiliyorlardı… Ama 2.Dünya Savaşı’ndan sonra, Sovyetler Birliği’nin –savaş yorgunu milletlerin zaafından yararlanarak- yayılmaya (genişlemeye) başlamasıyla birlikte, Kapitalizm’in şampiyonu Amerika Birleşik Devletleri de, büyük bir “karşı casusluk” atağına kalkıştı. İşte bu suretle başlayan Soğuk Savaş sürecinde de olanlar oldu; ve de Dünya’daki bütün “mürekkep yalamış” insanlar, bir ideolojiyi seçmek zorunda bırakılarak “potansiyel casus” hâline geldiler; bir taraftakiler komünizme, diğer taraftakiler de kapitalizme övgüler düzmedikçe… Bu yüzden de, Türkiye’deki komünizme sempati duyan aydınlar “Sovyet casusu”, kapitalizmi benimsemiş olanlar ise ABD ve demokrasi âşıkı olarak tanımlandılar. Aslında kapitalizmi benimseyenlerin de –objektif olarak- “ABD casusu” gibi görülmeleri ve fazla âşık olanların kontrol edilmeleri iktizâ ederdi ama, bu tür casuslukların önemli bir kısmı, Devlet tarafından hoş görüldü; Müslüman kimliğiyle kişiliklerini savundukları için… Oysa onlar bu tavırlarıyla, muhataplarının da Hristiyan damarlarını kabartıyor, ve Batı’daki “Türk alerjisi”ni kaşıyorlardı. Çünki “mürekkep yalamış”larımızın büyük çoğunluğu, dine sığınmadan kişiliğini (ve kimliğini) ispatlayabilecek fikrî donanıma ve tarihî geçmişe sahip değillerdi. Zira onlar genellikle, köylerden yeni çıkmış ve şehirli olmaya çalışan, ve de ataları –genellikle- Osmanlı reayâsı olan ailelerden geliyorlardı. Dolayısile de, kendilerine sosyo-ekonomik statü (kimlik) ve kişilik kazandıran bir ideolojinin dili (genellikle İngilizce), onlara, karşı konulamaz bedâhatte bir retorik, ve –yayvan- Amerikan aksânı da şiir gibi geliyordu. Üstelik en donanımlı ve rütbeli (kariyer sahibi) olanları bile, sahip oldukları bilgileri ve tarihlerini Batı’dan (Emperyalizm’in metropollerinden) öğrenmişlerdi. Bu yüzden de mesela, kapitalistlerin örtbas ettikleri Russell Paradox gibi –zararlı(!)- bilgilerden, ve Osmanlı İmparatorluğu’nun 1826’dan önceki tarihinden, yani Bekdaşiyân gibi kurucu dinamiğinden bîhaber olarak yetişmişlerdi. İşte böyle bir “cehâlet” zemini üzerindedir ki, ABD’nin istihbarat mihraklarına, Türkiye’deki “Amerikan muhibleri”nden müteşekkil odakların oluşturulması imkânı sağlanmış oldu. Netice itibariyle, NATO’ya katılmamız şeklinde tezâhür eden siyasi tercih (veya yalpa) sonucunda, Atatürk’ümüzün kurduğu son Türk Devleti, istihbarat elemanlarından başlayarak tepesine kadar –yoğurt gibi- mayalandı; Türk-İslam Sentezi de denilen “Kapitalist Müslümanlık” mayasıyla… Ve de Anayasa’daki Laiklik ilkesi askıya alınıp, din propagandasıyla milletin beyni yıkanarak Emperyalizm’e monte edilmiş oldu; Araplardan bile daha edilgen olarak… Bu durumda artık, CIA, MI-6, BND vs. gibi istihbarat örgütlerinin başında veya fonksiyonel bir seksiyonunda çalışan yetkili biri ben olsaydım, Türkiye için –pratikte- nasıl bir icraatta bulunurdum diye düşünmek gerek; gerçeği anlamak için…

Mesela 1964 baharında, hem Vietnam’a saldıran, hem de Kıbrıs olayları dolayısile Türkiye ile bozuşan ABD’nin bir CIA yetkilisi olsaydım, Ankara’nın en seçkin (ve Amerikan mahrecli) üniversitesi ODTÜ’de meydana gelen –Amerikan bayraklarını indirmeye kalkışmak gibi- reaksiyonları öğrenmek ve ölçmek isterdim tabiatıyla… Ve bunun için de, her şeyden önce isyanın elebaşı konumunda bulunan, hem de bizim (ABD’nin) üniversitelerimizde uzun süre çalışmakla birlikte, üstelik bizim bir kızımızla da evlenmiş olan bir dekanın asistanlarını celbedip konuşturmak isterdim; Ankara’daki Türk elemanlarımız vasıtasıyla… Bunun için de, Ankara’daki diplomatik misyonlarımız vasıtasıyla bir “mâsumâne parti” tertipleterek o genç asistanları çağırtırdım bu eğlenceye; kızlı erkekli olarak… Böylece hem o eğlenceli ortamda ifadelerini alır, hem de içlerinden cerbezeli olanlarını tespit ve kaydederdim… Mesela daha sonra (1973-74’lerde), ODTÜ’lü o cerbezeli –genç- asistanı, F.Almanya’nın Münih kentinde, bir Amerikan vatandaşının evinde kaldığını tespit etseydim; ve de solcu çevrelerde itibar sahibi olduğunu öğrenseydim ne yapardım?.. Tabii ki o Amerikalı’yı –çalıştığı yerde- sorguya çeker, ve de peryodik olarak o Türk’ten bilgi getirmesini isterdim. Ve daha sonra, Amerikalı kadın ülkesine döndüğünde de kendisinden, o adamı inandırıcı bir şekilde, bizimkilerin kurdurduğu Türkiye Sosyalist İşçi Partisi’ne yönlendirmesini isterdim. Üstelik o adama,- teşvikin inandırıcılığını arttırmak için- Dünya emekçi liderleri birliği filan gibi bir kuruluş olan ICLC örgütünde yer alabileceği intibâının da verilmesini isterdim… Ama adam bu zokaları da yutmayınca, MİT’in demirbaş sol örgütü olan Maocular (Perinçekçiler) üzerine uzmanlaşmış bir MI-6 ajanından yardım isterdim; git şu adamın meramını anla diyip, 1964’teki ODTÜ olaylarında kullandığım irtibat elemanımı da kendisine vererek… Böyle bir tâkibât, 1952’den sonra, kapitalist Batı ülkeleriyle –bir şekilde- ilişki kurmuş bulunan her Türk vatandaşının başına gelmiştir tabii… Ama –bildiğim kadarıyla- hiçbiri, hatta Hâriciye’de, Ordu’da ve MİT’te çalışanları bile, başlarına gelen böyle bir durumu objektif olarak görememiş ve tespit edememişlerdir; bu ilişkilerden bir şekilde nemâlandıkları için… Dolayısile de, büyük kapitalist ülkelerin istihbârat merkezleriyle –îcabında yönlendirilebilecek elemanlar olarak- irtibatlandırılmışlardır. Şayet tek bir kişi bile, Batılılarla (kapitalist casuslarla) olan ilişkilerini –subjektif alışverişlere girmeyip kapitalizme entegre olmayarak- objektif bir şekilde görse ve bilince çıkarabilseydi, bu pozisyonunu, fatihân atalarımızın yaptıklarıyla da temellendirerek, stratejik bir vizyon ortaya koyabilirdi; benim yaptığım gibi… Bu yapılamadığından dolayıdır ki bugün ülkemiz, Atatürkçülük, Türkçülük, İslâmcılık, hatta Sosyal Demokrat’lık gibi, hiçbir ideolojiyle içinden çıkılamayacak kadar sıkı bir şekilde Emperyalizm’in kapanına yakalanmış veya sokulmuş durumdadır. Bir –caydırıcı- nükleer güç de olmadığından dolayı, emperyalistlere göre münâsip büyüklükte parçalara bölünerek dağıtılması mukadderdir; kapitalist sistem içinde… Bu durumdan kurtulmak ancak, Küresel Kapitalizm’in metropollerindeki politikacıları ve bilim adamlarını da ilzâm edecek kapsamda bir İnsâniyet Stratejisi geliştirmekle, ve insanlığın gidişâtında inisiyatif almakla mümkün olabilir.

İnsanlığın İlerleme Rotasını Ortaya Çıkaran “Düşünce-Davranış” Diyalektiği:

İnsanlığın ilerleme rotasını ortaya çıkarabilmek için, “insan”ın oluşumunu yani Panteist-Zon’u bilince çıkarabilmek, bunun için de her şeyden önce Matematiksel Mantık ile Antropoloji’yi irtibatlandırmak gerekiyordu; ki böyle bir çalışma da, sırf “masabaşı düşüncesi”yle yapılamazdı. Nitekim ben de bunu, uzunca bir süre, “feed-back” etkileşimiyle birbirini belirleyen düşüncelerle davranışların, diyalektiğini yaşayıp inceleyerek başarabildim… 1964 yılına kadar benim, hiçbir ideolojiyle, politikayla ve casuslukla alâkam olmamıştı. O yıl, Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde, Fen-Edebiyat Fakültesi dekanı Cengiz Uluçay’ın asistanı olarak çalışırken, ne zaman ki ABD, Vietnam’a çıkarma yaptı, ve de Kıbrıs olayları dolayısile bizimle takıştı, işte ondan sonradır ki, ne olduğumu bile anlamadan, politikaya da, ideolojilere de, ve hatta casusluklara da bulaşmış buldum kendimi… Meşhur “Johnson Mektubu” olayında ODTÜ’de de reaksiyon oluşmuş, ve bir kısım öğretim üyeleri, tatillerde Türk bayraklarının yanında göndere çekilen Amerikan bayraklarının, artık çekilmemesi gerektiği fikrinde anlaşmışlardı. Benim bu tartışmalardan hiç haberim yoktu, ama bir gün hocam Cengiz Uluçay, beni makamına çağırarak durumu anlatınca muttali olmuş, ve benim de Amerikan bayraklarının asılmasına karşı olduğumu ifade etmiştim kendisine… Ne tesadüf ki, o sıralarda da bir gün, Ankara’daki Amerikan misyonunda görevli olduğu söylenen bir binbaşının, evinde vereceği bir partiye dâvet edilmiştim. Dâveti bana israrla ileten kişi, Genelkurmay Başkanlığı istihbarat şubesinden, binbaşı rütbesindeyken emekliye sevkedilmiş Remzi Çakım’ın, oğlu olan Bülent Çakım idi… Kendisiyle, ortaokul başından lise sona kadar aynı okullarda okumuş ama –nedense- aynı sınıflarda bulunmamıştım; bir yıl hâriç… Aynı sınıfa düştüğümüz lise-2’de de, ne aynı sırada veya yakın sıralarda oturmuş, ne de birlikte ders çalışmışımdır. Kendisi bana, bazen çok yakınlaşarak, gâyet samimi imişiz gibi intibâ yaratan, bazen de uzun süre uzaklaşan, dengesiz bir kişiliğe sahipti. Bazı arkadaşlarım, gösterişçiliğinden ve abartılı konuşmalarından dolayı ondan nefret ederlerdi; ki nitekim Mülkiye’deki nâmı da “palavra veya pal Bülent” şeklindeydi… Atatürk Bulvarı üzerinde, Bakanlıklar semtine yakın bir mevkide bulunan apartman dairesindeki partiye gittiğimizde yanımda, çok güzel ve akıllı bulduğum, ve de gönül rahatlığıyla evlenebileceğimi düşündüğüm yegâne kız olan, Konservatuar’lı Zühal Aktan vardı. Kendisi, benim mücbir sebeplerle, ama habersizce (saygısızca) ayrılmamdan sonra, bir güzellik yarışmasına katılmış, ve hakkıyla birinci gelerek, -kontrat mûcibince olsa gerek- birkaç da film çevirmiştir; Kartal Tibet gibi ünlü aktörlerle… Ve sonra da yok omuştur, daima arzu ettiği sâkin ve mütevazi –ev hanımlığı- hayatına kavuşmak için olsa gerek… Partideki, sivil giyinimli Amerikan subaylarının yanlarında “dam”ları yoktu. Partinin sahibi olan binbaşı da, koca bir galon viskinin başında soda sifonuyla duruyor, ve içki servisi yapıyordu. Ben, “bol viski”nin şehvetine kapıldığım bir anda, karşıma geçip, kendilerini teğmen ve üsteğmen olarak tanıtan kişilerin politik sorularına (veya sorgularına) muhatap oldum; “Vietnam çıkarmamız hakkında ne düşünüyorsun?” mealinde… Beni bir şekilde (Amerikanca) forme etmeye çalıştıklarını anladığımda da, “ne işiniz var, o kadar uzak bir ülkede?!…” diye kesip atarak, kendilerini şoke ettim. Buna rağmen, ilerleyen saatlerde, yakınlarda bulunan Meşrûtiyet Caddesi üzerindeki gece kulübüne (İntim’e) gidilmesi fikrinde birleşildi. Gece kulübüne intikal ettiğimizde, hem Amerikalıların dam’sız gelmeleri, hem de beni “istintâk” etmiş olmaları dolayısile, bütün kızlara, “bunlarla dansa kalkmayacaksınız!” tâlimâtını verdim; hem de yüksek sesle ve Türkçe olarak… Nitekim, Türkçe anladıklarından mıdır nedir bilinmez, hiçbiri bizim kızları dansa kaldırmaya tevessül etmedi… Fikrin kimden çıktığını tam hatırlayamıyorum ama, gecenin ilerleyen saatlerinde, o sıralarda Susuz Yaz filmiyle ödül alarak büyük şöhrete ulaşmış olan gencecik (16-17 yaşlarında) artist Hülya Koçyiğit’in çağrılmasına karar verildi; sanırım birilerinin, Amerikalılarla tanıştırılmasını, sosyo-politik açıdan yararlı görmesiyle… Zuhal onun ablası, hatta hocası konumunda bulunduğu için, telefonda israrla çağırarak kızı, gecenin 02’lerinde yataktan kaldırıp getirtti; hiç unutmam… En sonunda da, hesabı Amerikalılara ödeterek çıktık gece kulübünden; ki sonra da hiçbir ilişkim olmadı onlarla… Ama o partiden sonra olaylar, çok hızlı bir şekilde ve aleyhime gelişti. Önce, Cengiz Uluçay hocam -en azından- İngilizcemi geliştirmem için beni birkaç yıllığına İngiltere’ye göndermek isterken, Amerikan bayraklarının asılıp asılmaması husûsundaki tartışmaların, kendisini hedef alan bir entrikaya dönüştürülmesi üzerine istifa etti. Ama, kendisiyle aynı fikirde olmama rağmen ben istifa etmedim; ve de kararlaştırmış olduğumuz gibi, İngiltere’ye gitmek için başka çareler aramaya başladım. Bu cümleden olarak da, Ege Üniversitesi’nden üstadım Masatoşi (Gündüz) İkeda’ya mektup yazarak, İngiltere’ye gitmem için bana bir “akseptans” bulup bulamayacağını sordum. Kısa bir süre sonra da, çalışmaları literatüre girmiş, ve hatta ders kitaplarına bile mehaz olmuş değerli bir profesörden akseptans mektubu aldım. Adını görsem kolayca hatırlayabileceğim bu matematik âlimi bana, “gelecek yıl Cambridge-King’s College’da olacağım; oraya gelirseniz, İkeda’nın tavsiye ettiği, sizin gibi biriyle çalışmaktan onur duyarım” diye yazıyordu. Böyle bir otoriteden, böyle bir akseptans almış birine, burs vermeyecek hiçbir kurum düşünülemezdi. Ama nevar ki, müracaat ettiğim NATO bursu, verilmedi bana…Cengiz Hoca olsaydı, bir şekilde bastırır, veya başka bir burs bulurdu benim için… Ama onun istifasını müteakip, Fen-Edebiyat Fakültesi dekanlığına vekâleten atanan Erdal İnönü, kendisinin profesörlük tezinin matematiksel neticelerini çıkarmış (yani en az yarısını yapmış) biri olmama rağmen, benimle ilgilenmedi; veya politik bir manevra yaparak ilgilenmez göründü. Zira, sanki hiç “muktesep hakk”ım yani bilimsel çalışmalarım yokmuş gibi davranarak, sekreterini birkaç defa gönderip, kendisini –re’sen- tebrike gitmemi, ve dolayısile, bir nevi “biat” seremonisiyle kendimi yeniden kabul ettirmeye (yani yaranmaya) çalışmamı istedi. Böylece, Cengiz Hoca’ya verdiğim sözden geri döndüğüm, ve hatta belki de, Amerikan askerlerine yaptığım kabalıktan(!) pişman olduğum anlamı çıkarılabilecekti… Ben, her gelişinde sekreterine, “şayet benim, Üniversite’ye faydalı olduğumu düşünüyorsa ve kontratımı yeniletecekse, çağırsın gideyim; ve o arada da dekanlığını tebrik edeyim” dedim; ki çağırmayınca da, “askere gidiyorum” gerekçesiyle istifa ettim. Zaten benim Erdal İnönü’nün riyâsetinde çalışmama imkân yoktu; zira kendisi bilim adamı olmaktan ziyâde, bir politikacıydı… İşte –baba oğul- İnönü’lerin, devlet yönetimine bulaştırdıkları bu “biatçılık” anlayışı yüzündendir ki, bugün, Atatürk’ün kurmuş olduğu Türkiye Cumhuriyeti, din cemaatlerinin (ümmetçilerin) rekabet etme ve sulta kurma aracı hâline gelmiştir… Aslında gerçek bilim adamları veya melekeleri güçlü insanlar arasında, akademik ünvan ve rütbelerin hiç önemi yoktur. Onlar birbirlerinin bilgi hamûlelerini, düşünce hızı ve insicâmını (mantığını) hissedip ölçerek ilişki kurar ve –kendiliğinden- sıralanırlar. Dolayısile de, bir profesörün, bilim adamı olarak yetiştireceği öğrencisini seçmesi gibi, bir talebenin de “adviser” hocasını seçme hakkı vardır. Mesela Cahit Arf beni nasıl, bir nevî “inisiyasyon (yaratıcılık)” sınavından geçirerek seçtiyse, ben de onun bilgi hamûlesinden ve düşünce hızından kaynaklanan –melekî- cezbesine kapılarak, kendisini, ister istemez seçmişimdir. Ama diğer taraftan Masatoşi İkeda’yı da, -garip bir tecelli olarak- imtihanla seçmişimdir. Çünki İkeda, İzmir’e gelip de Ege Üniversitesi’ne –laborant kadrosundan kontratla- girdiğinde, onun değerinden kimsenin haberi yoktu. Hatta onu işe alan bölüm başkanı Doç.Dr. Muzaffer Kula bile, onun değerini ölçebilecek kıratta bir matematikçi değildi. Arkadaşım Ergün Akyelli bana (Istanbul’a) mektup yazıp da, bir Japon’un vereceği teorik cebir dersi için asistan aranıyor dediğinde, ben kendisine iki tane problem göndermiş, ve de bunları Japon’a sorup, 10-15 dakika gibi bir zaman aralığında çözüp çözemeyeceğini görmesini istemiştim. Ergün’den gelen cevabî mektuptan, sözkonusu problemleri, verdiğim zamandan çok daha kısa sürede çözmüş olduğunu öğrenince de, apar topar İzmir’e gitmiştim. Asistanlığını yaptığım 1,5 yıl içinde, İkeda’da beni anlamış (makbûl görmüş), ve de mesai saatleri dışında bile bana çok yakın (samimi) davranmıştı; eşi Emel hanımla birlikte… Ayrıca Cengiz Uluçay’ı da, Ege Üniversitesi’ndeki konferansında anlattığı çalışmasını, İkeda’nın izahıyla değerlendirebildiğim için seçmişimdir; ki o da beni, konferansını ses kayıtlarından çözerek hatasız bastırabildiğim için, ve de İkeda’nın iyi “referans” vermesinden dolayı seçmiştir. Kaldı ki sonradan, kendisi de beni bizzat imtihan ederek, yanılmadığını anlamıştır.

Melekeleri muhtel olmayan bir insan, ne kadar mantıklı düşünüp tutarlı (kararlı) davranıyorsa, o kadar özgüven kazanır. Özgüveni arttıkça da, daha objektif düşünerek, hem tanıştığı ideolojilerin ve teorilerin “subjektivite”lerini görebilir, hem de kendi “objektivite”sinin nedenlerini bulabilir… İşte böyle bir düstûr geliştirerek 1964 sonbaharında İst. Tuzla Piyade Okulu’nda yedeksubaylık eğitimine başlamışken, 6 aylık eğitim süresinin sonlarına doğru, 20 günlük disiplin cezası alarak hapis odasına girdiğimde, ömrümde ilk defa sosyalist ve/veya Marksist kitaplarla karşılaştım. Bunları süratle okuduktan sonra da, bana fikrimi soran –çoğu hukukçu- mapus arkadaşlarıma, kitaplardaki “Bilimsel Sosyalizm” ibâresine atfen, “Bu doktrinler bilimsel olamaz, zira insanla hayvan arasındaki –kategorik nesnel- farkı açıklayamıyor” dedim. Gerçekten de, Marksizm ideolojisine muttali olduğum ilk anda yakaladığım “açık” buydu; ki aynı anda da, “insan hakkında bilimsel bir teori kurulacaksa, her şeyden önce onun hayvandan nesnel farkı bulunmalı; ve bu fark da, hem ateşi nasıl kullanabildiğimizi, hem de aklın ne olduğunu açıklayabilmeli” propozisyonu kafamda tebellür etti… Herşeye rağmen 6 aylık eğitimi bitirip, 6 ay da kıta hizmeti yaptıktan sonra beni, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı istedi; müfredâta alacakları Matriks Teori adlı seçmeli dersi –teğmenlere- okutmam için… Önceleri, böyle bir yeni ders için beni seçmelerinin sebebini anlayamadıysam da, sonradan MİT ispiyonajına binaen seçildiğimi anladım. Zira benim, matrikslerin cebrik ve geometrik sistemlerinden çok iyi anladığımı, birkaç hocamdan başkası bilemezdi; ki onlardan da referans alınmamıştı. O zaman tek bir seçenek kalıyordu; Erdal İnönü’nün profesörlük tezi için bulmuş olduğum “sonsuz matriksin limit determinantı” formülümün kulaktan kulağa yayılmış olmasıydı. Nitekim askerliğimi bitirdikten sonra KATKI dergisini çıkarırken, meşhur MİT’çi Mahir Kaynak’ın, bir talebesini göndererek bana yaptığı görüşme teklifinde, “O da matrikslerden iyi anlar, ben de... Onun için iyi anlaşırız” gibi bir ifade kullanmasıyla, daha bir açıklığa kavuşmuştur. Yani demek ki, daha o zamanlarda bile, üniversitelerdeki bilimcilerin, aralarında özgürce iletişim kurabilme kaliteleri de, imkânları da düşükmüş. Dolayısile de giderek, bilimciler, “politikacı”laşırken, iletişimleri de, tamamen istihbaratçıların görev sahası içine girmiş; nerde kaldı ki, sanatçılar, gazeteciler vs. özgürce haberleşip haber yapabilsinler…

Askerlikten sonra İst.Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik Enstitüsü’nde, Cahit Arf hocamın kürsüsüne vekâleten atanmış olan Doç.Dr. Orhan Ş. İçen nâm akademisyenin “adviser”lığında, “lisans üstü” çalışmamı ikmâl etmek istedim. Ancak nevar ki Orhan İçen, benim tezime karşı tezler yazıp bunu, kendi kürsüsüne bağlı öğretim üyelerine onaylatınca, ben de, “matematik problemlerinin, oylamalarla halledildiği bir çalışmada bulunamam” mealindeki itirazımla istifa ettim; 1967’nin sonbaharında… Ondan sonradır ki bir süre, üniversitelerdeki bu kifâyetsizliğin (kifâyetsiz bilimcilerin), politik nedenlerden kaynaklandığını düşünerek, ilerici (komünizan) ideolojilere ilgi duydum. Bu arada, hem Kerim Sadi ile tanışmam, hem de –Babaannemin ölümüyle boşalan- Yalı’ya geçmem hasebiyle oluşan uygun şartlar muvâcehesinde, 1969-71 arasındaki 2,5 yıl boyunca, sosyalizm (komünizm) ideolojisinin temel eserlerini, hazmederek okuma imkânına kavuştum. Bu sürecin sonunda da, “insanın, hayvandan –nesnel ve kategorik- farkını açıklayamayan hiçbir ideoloji, bilimsel ve doğru olamaz” mealindeki hipotezimi, yeniden teyid ederek Kerim Sadi’ye bildirdim. Azılı (fanatik) komünist diye bilinen (rivâyet edilen) Kerim Sadi hoca, hipotezimi hiç yadırgamadı; ve hatta tartışılsın diye bazı toplantılarda gündeme bile getirdi… Kerim Sadi ile birlikte –ve O’nun redaktörlüğünde- çıkardığımız aylık KATKI dergisi, ilk etapta (15 Eylül 1970 – 15 Nisan 1971 arası) sekiz sayı yayınlandıktan sonra, birçok dava açılması üzerine yayınını –geçici olarak- durdurdu. Soruşturmalar sırasında savcılar bana, müstear isimle yazan Kerim Sadi’yi ihbâr etmem için, ağır baskılar yaptılar; ama suçlanan yazıları ben üzerime alınca da, mahkemelerden üst üste ağır cezalar gelmeye başladı. Bu hususta Kerim Sadi ile istişârelerde bulunurken, kendisi bana, “göze alabiliyorsan ve imkânın varsa Yurt dışına çık; zira tecrübenin artması ve ufkunun açılması için, uluslar arası platformdaki temasların büyük önemi vardır” tavsiyesinde bulundu; ki bu arada, temas kurmam için de, bir isim söyledi.

Yurtdışındaki, “feed-back” etkileşimli “düşünce-davranış” pratiklerim:

19 Mayıs 1972’de Cilvegözü kapısından Suriye’ye geçtim; zira orada, hem itibarlı –Arap- kocaları olan iki halam vardı, hem de Büyükbabam Ahmet Suphi Güranî’den kalma ufak bir miras –parası- alacağım bulunuyordu; örfî hukuka binaen… Kerim Sadi hocanın tavsiye ettiği kişinin izini bulamayınca, o zamanki Türkiye Komünist Partisi’nin genel sekreteri olan Zeki Baştımar’a mektup yazmak istedim; zira kendimi, Kuzguncuk’taki ortak tanıdıklarımız vasıtasıyla, kolayca tanıtabilirdim. Nitekim, Şam’daki Sovyetler Birliği Büyükelçiliği vasıtasıyla gönderdiğim mektubuma karşılık, önceleri Zeki Baştımar’ın beni Moskova’ya dâvet edeceği söylendiyse de, biraz aradan sonra, Doğu Almanya Komünist Partisi’nin Berlin’deki merkez binasında beklendiğim haberi geldi. Ama bu arada , -Büyükbabamın ikinci eşinden olma- halalarımdan Emel’in eşi, Abdülnâsır’ın Birleşik Arap Cumhuriyeti devletinde Maliye Nâzırlığı yapmış Abdülvahab Homad ile, Siham’ın eşi, büyükelçi Esad Homad (Abdülvahab’ın kardeşi) müştereken, ABD’li diplomatlara bir ziyafet vererek beni de çağırdılar. Ömrümde ilk (ve son) defa, sofranın ortasına bütün olarak kızarmış bir kuzunun konulduğunu gördüğüm bu görkemli ziyâfet, aslında nâzik bir “muhâberât (casusluk)” iletişiminin tezâhürüydü; olayın, Hafız Esad iktidarının ilk zamanlarında cereyan ettiği düşünüldüğünde… Nitekim aynı sıralarda, diplomat olan -küçük halam Siham’ın eşi- Esad da bana, bir nevi terör örgütü olan IRA ile ilişki kurduğum taktirde, gâyet rizikosuz bir habercilik işiyle, belli bir ücret alabileceğimi söyledi; ama ben hiç oralı olmayınca, ayrıntıya girmedi… Nihayette ben, Batı Almanya’daki Hannover şehrinin Paderborn ilçesinde diş hekimi olarak çalışan yakın arkadaşım Utku Güngen’e, geleceğimi –mektupla- bildirdikten sonra, Şam’dan Doğu Berlin’e uçtum. Doğu Berlin’den Batı Berlin’e geçip, oradan da uçakla Hannover’e geçtikten sonra, Paderborn’da Utku’yla buluştum. Kendisi bana evinin anahtarını verdikten sonra –bir işi için- Ankara’ya gitti. Ben de bu şekilde ikâmetgâhımı garantiledikten sonra, trenle Batı Berlin’e, oradan da metroyla Doğu Berlin’e rücû ettim. DDR Komünist Partisi merkez binasına gittiğimde ise, uzun bir masa etrafına dizilmiş birçok adam –âdeta bir heyet- karşıladı beni… Sonradan öğrenecektim ki, Zeki Baştımar – benimle irtibat kurduktan sonra- ölmüş de, yerine Lâz İsmail lâkaplı İsmail Bilen geçmiş; dolayısile de, karşımdakiler, Kerim Sadi’nin ezelî düşmanının adamlarıymış meğer… İsmail Bilen’in kendisi de oradamıydı bilemem ama, o adamların “istiskâl ederek yoklama” tarzındaki konuşmalarından sonra, -zımnî bile olsa- hiçbir anlaşmaya veya angajmana yanaşmadan oradan ayrıldım. Bilâhare yine Batı Berlin’e geçerken, peşime birilerinin takıldığını hissettim ama, daha o sıralarda, bu güzergâhın, casusların cirit attığı ve habersiz kuş uçurtmadığı, “Soğuk Savaş” taraflarının meşhur temas noktası, yani “Berlin Koridoru” olduğunu bilmiyordum. Aslında ben o zamanlar, Batı Berlin’in, Doğu Almanya’nın merkezinde bulunan bir ufak ada olduğunu da bilmiyordum; ki ondan dolayı da, bu tehlikeli güzergâhta, kısa bir süre zarfında “speedy gonzales” misali birkaç defa gidip gelmemin, “casus sarman”ları nasıl alarme etmiş olduğundan haberim yoktu. Kaldı ki, “soğuk savaş” kavramını da ben, soyut bir siyasi tartışma sloganı gibi düşündüğümden, bu kavramla, “Hür Dünya” denilen Batı Avrupa’da bile insanların –pratikte- nasıl cendereye sokulduğunu hiç tahmin edemiyordum. Daha sonra tekrardan, Batı Almanya’ya –trenle- geçip Utku’nun evinde bir ay kadar kaldıysam da, Utku döndüğünde, kendisinin Ankara’da gözaltına alındığını, ve bana yardım ve yataklık yapmaması için uyarıldığını söylemesi üzerine, güvenli bir şekilde oturup plânlarımı yapabileceğimi sandığım bu sığınaktan da kovuldum. Sonradan yaptığım –ve Utku’nun da katıldığı- soruşturma sonucunda, Utku’yu ihbar edenin, karısı olduğu anlaşıldı. (Merhum kardeşim Utku Güngen, bu olaydan ötürü yıllarca, benden defalarca özür dilemiş, yaptığı hatayı ve bana yüklediği zahmeti telâfi etmek için de –tam anlamıyla- çırpınmıştır) Utku’nun evinden ayrıldıktan sonra, TKP ile ilişki kurmayı, bir de Bulgaristan vasıtasıyla denemek için, İstanbul’daki edebiyatçılar çevresinde tanımış olduğum Yugoslavya’lı Türk gazeteci (yazar) İlhami Emin’i bulmak üzere, trenle Üsküp’e gittim. İlhami Emin beni, Sofya’daki gazeteci arkadaşı –Gagauz Türklerinden- P.Paruçev’e yönlendirdi; ki bu zât, sonradan Bulgaristan’ın Istanbul Başkonsolosu olmuştur… Bu arada şunu da kaydetmeden geçemiyeceğim ki, Paruçev’in beni bir geceliğine misafir ettiği Gagauz evini hiç unutamadım: Her şey, Anadolu’daki bir köy veya kasaba evinde olduğu gibiydi; yemekleri, âdetleri ve hatta deyimleriyle bile… Sâdece ufak ama –o zamanki ben için- irkiltici bir fark vardı ki, o da, yattığım odanın duvarındaki “Haç” sembolü idi… Paruçev beni, muhârip partizanlardan, Ankara’da askerî ataşe olarak görev yapmış, gâyet iyi Türkçe konuşan BKP yetkilisi Gregorov ile tanıştırdı. O sırada, Zeki Baştımar’ın öldüğü ve yerine Lâz İsmail’in geçtiği anlaşılıp, benim TKP ile ilişki kurma plânım suya düşünce de, Gregorov’la baş başa kaldık… O zamana kadar, Komünizm’in teorisini anlamak için kafa patlatmış, ve hatta bu ideolojinin açığını yakalamış biri olarak ben, sanıyordum ki, devletleri ele geçirmiş Komünist partilerin yetkilileri de, devamlı “otokritik” içinde, teorilerini didikleyip duruyorlardır; dolayısile, ben de onların çalışmalarına bir katkı yapabilirim… Oysa kısa zamanda anladım ki, Komünizm, skolastik eğitimle ezberlenip sâdece propaganda aracı olarak kullanılan bir “dogma” hâline indirgenmiş. Dolayısile de, Komünizm’i inşa etme iddiasındaki yönetimler, tek merkezden –dogmatik klişelere ve şeflere bağlılık anlamında- kayırmacılık yapan bir “devlet kapitalizmi”ne dönüşmüş; çok merkezden (özel şirketlerden) pragmatiklik bağlamında kayırmacılık yaparak liyakatli insan seçilimi ihtimalini yükselten Kapitalist rejimlere mahkûm olarak… Ve bu mahkûmiyetin bir sonucu olarak da, bütün ümitlerini “casusluk” zenaatinin(!) geliştirilmesine bağlamışlar. O raddeden sonra ben, KATKI dergisini çıkarırken derginin dağıtımını yapmış olan İbrahim Bildik’i aramaya karar verdim; ki kendisi, katıldığı bir protesto eylemi yüzünden, “gözaltı”nda ağır işkence gördüğü için –bir fırsatını bularak- Yurt dışına kaçmıştı. Tekrar Hannover’e dönerek, Utku vasıtasıyla İbrahim’in izini bulmaya çalışacağımı beyan ettiğimde Gregorov, kendisinin de, oradaki tanıdıkları vasıtasıyla bana yardım edebileceğini belirtti. Beni bulacak kişinin söyleyeceği “parola” üzerinde de anlaştıktan sonra, ben Viyana’ya uçtum; zira Sofya’dan Batı Almanya’ya uçak yoktu. Ancak ben yine, Viyana havaalanının da, Doğu-Batı arasındaki en önemli bir (ikinci) kesişme veya irtibat noktası olduğundan, yani casusların cirit attığı ikinci kavşak olduğundan bîhaberdim. Nitekim daha uçaktan iner inmez, yanıma bir adamın yaklaşarak Türkçe “yürü yürü!” diye komut verdiğine şahit oldum. Bunun üzerine ben de, peşimdekileri atlatmak üzere bir kurnazlık düşünüp, Hannover uçağını kaçırdıktan(!) sonra , kalkmak üzere olan Münih uçağına –son anda- bindim; Münih’ten kuzeye trenle gitmeyi planlayarak… Ama nevar ki, Münih havaalanından merkez tren istasyonuna geldiğimde bir köşeyi dönerken, -büyük bir şans eseri olarak- telâşla koşuşturan bir adamla burun buruna geldim; ki bu kişi, Sofya’da devamlı yemek yediğim restoranın diğer müdâvimlerinden biriydi. Hannover’e gideceğimi bildirdiğim Bulgarların, benden ayrı olarak, beni tanıyan birini neden ve nasıl –hiç belirtmediğim- Münih’e gönderdiklerini düşüne düşüne gece yarısı trenini beklerken, saat 24’e doğru yanıma Alman tipli biri yanaştı ve Almanca olarak “eşim güzel yemekler yaptı, seni bekliyor, hadi gidelim” gibilerinden bir şeyler söyledi. Hiç hesapta olmayan bu Alman’a ben, gelemeyeceğimi söylememe rağmen, kendisi hiç istifini bozmadan koluma girip, pardesüsünün cebinden böğrüme –tabanca intibaını veren- sert bir cisim dayayarak “yürü, gidiyoruz!” dedi. Bu durumda ben, emrine uyuyormuş gibi uysal bir tavırla biraz yürüdükten sonra, âni bir atak yaparak, önünden geçmekte olduğumuz Gar kafeteryasının kapısından içeri –âdeta- atladım; her an arkamdan gelecek bir silâh sesini de bekleyerek… O gece, sabaha kadar bir “yakın tâkip ve tâciz” baskısı altında tutuldum; herhalde Federal Almanya istihbarat servisleri, veya en bilineni olan BND tarafından… Hannover civarındaki ufak bir işyerinde çalışan –ortak tanıdığımız- Ali’ye ulaştığımda, bana, Utku’nun Güneye (Böblingen’e) taşındığını ve de benimle hiçbir şekilde görüşmek istemediğini, ve kendisinin de Türkiye’den gelecek hanımını beklediğini bildirmesinden sonra kendisini, –biraz da tehditle- beni arabasıyla Hannover’e götürmesi husûsunda iknâ ettim. Hannover’den Batı Berlin’e uçtuktan sonra, oradan da yine Doğu Berlin’e geçerek, bindiğim pervaneli bir uçakla, 6,5 saat süren sarsıntılı bir uçuş mâcerâsı neticesinde Şam’a ulaştım. Şam’da Annemle buluşup, ondan İbrahim’in adresini aldıktan sonra Sofya’ya döndüğümde Gregorov, benim bu pervasızlığıma şaşırmakla birlikte hiç renk vermedi. Ancak ben, “nasıl oluyor da siz, F.Almanya istihbaratıyla (dolayısile de ABD ile) müştereken iş yapabiliyorsunuz?” diye sorduğumda, fena sıkışıp kemküm etti. Müteakip günlerde ise, önce Todor Jivkov’un çok yakını diye taktim ettiği bir zât ile tanıştırdıktan sonra, beni götürdüğü otantik dekorasyonlu özel bir gece kulübünde itirafını yaptı; özetle, “Biz Sovyetler Birliği’nin çökeceğini düşündüğümüzden dolayı, Batı ile böyle ilişkiler geliştiriyoruz” şeklinde… Bir aralar bana, “48 saat içinde ülkemizi terk etmeniz isteniyor” şeklinde bir ultimatom ileterek nabzımı yoklamış, ve sonra da –kararlı tavrımı görerek- bundan vaz geçmiş olan Gregorov, bu sefer nereye gideceğimi sordu. Ben de Hollanda’ya gideceğimi belirterek kendisinden, elimdeki adresin gerçek bir ikâmetgâh olup olmadığını –diplomatik kanallardan- öğrenmesini rica ettim; ki sonuçta da, “öyle bir yer varmış” gibilerinden yuvarlak bir cevap aldım. Bunun üzerine, Viyana’ya da uğrayan Bulgarya hava yollarına ait bir uçakla Amsterdam’a uçtum. Ama ne var ki, ulaşmak istediğim adresin, bir ikâmetgâh değil de, bir posta adresi olduğunu gören Hollanda polisi, -böyle bir bahaneye dayanarak- beni aynı uçakla “deport” etti. Beş saat gidiş, beş saat dönüş olmak üzere 10 saat süren uzun bir hava yolculuğundan sonra Sofya havaalanına döndüğümde Gregorov beni, “super VIP” bir kişiymişim gibi, giriş vizesinden (pasaport damgasından) muaf tutarak karşıladı; ki bu şekilde de beni, taltifen “Bulgar casusu” mertebesine yükselterek, Batılılara hedef göstermiş oldu. Bu orijinal pasaportumu hâlâ saklarım… Bu raddeden sonra artık, Komünist Blok’tan “Hür Dünya”ya kolay kolay geçemeyeceğimi anlayınca, yine tampon ülke (Bağlantısızlar) konumundaki Yugoslavya’ya dönmeyi, ve oradan geçiş imkânlarını araştırmayı düşünmeye başladım. Ben bu düşüncelerle 1973 yılına, Gregorov’un arkadaşlarıyla ailecek yaptıkları yılbaşı kutlamasına katılarak girdim; ki o gece televizyonda, -çocukluğundan tanıdığım- Esin Afşar’ın konserini de izlemiştik… İşte böyle güzel anılarla, beni birkaç ay yedirmiş, içirmiş, barındırmış, hatta giydirmiş olan Bulgaristan’dan (Bulgar ve Türk asıllı dostlardan), ve özellikle de Türk dostu değerli insan Gregorov’dan, Ocak ayının bir gününde vedalaşarak ayrıldım. Neticede, onlar beni incelemek (mümkünse kullanmak) için biraz masraf yapmışlardı; ben de onları anlamak üzere bâzı riskleri göze almıştım… Üsküp’te tekrardan İlhami Emin ile buluştuğumuzda, o beni, Ohri’deki Müslüman (ana Türk, baba Arnavut) bir ailenin yanına pansiyoner olarak gönderdi. Urim ve Kuytim adlarındaki iki kardeş dostlarımla iyi vakit geçirerek bir ay kadar, Türkiye’den Mahmut Açıkgöz (Açıksöz)’ün gidip, Almanya’daki İbrahim Bildik’i getirmesini bekledim; onunla birlikte Almanya’ya daha rizikosuz bir giriş denemesi yapabilirim düşüncesiyle… Oysa pratikte gördüm ki, meğer Almanya beni bekliyormuş; zira BND beni, bir nevi “super-VIP” muamelesiyle, vizesiz olarak içeri çekti; treni sınırda hiç durdurmadan ve pasaport kontrolu yaptırmadan, doğrudan Münih garına getirtmek sûretiyle… Böylece de gâyet hukûkî bir tutuklama gerekçesi yaratmış oldu… 1973 Mart’ının bir gecesinde, Nympenburger Str. No:122 adresindeki eve geldiğimde, bir grup genç (68’li) –mutfaklı salon gibi bir odada- oturmuş, ciddi ciddi “uçak kaçırma” plânı yapıyorlardı; ki ben odaya girince sustular. Onlardan ilk gözüme çarpan –âşina olduğum- kişi, 1967-68 ders yılında fizik öğretmenliği yaptığım Balıkesir Lisesi son sınıflarından öğrencim Ziya Elgün oldu. Odaya girer girmez, “aaa Ziya, sen de mi buradasın?” demekle de, daha ilk adımımda,-kod adı Kenan olan- Ziya’yı deşifre ederek, hazırlanmakta olan bütün plânları bozmaya başladım. Bir defa, bulunulan ev, İbrahim’in Istanbul’da tavlamış olduğu, turist Amerikalı Linda (Bergman) tarafından, Münih belediyesinden kiralanmış, ön cephesinde bomba izleri taşıyan üç katlı künt bir binanın üst arka dairesiydi. Daha binaya girer girmez, asansör kapısına bıçakla (veya sert bir cisimle) kazınarak yazılmış, Rote Front ibâresiyle kaşılaşılıyordu. Üstelik aynı binanın –lüzumsuz eşyaların atıldığı- çatı katında, gıcır gıcır ciltler hâlinde atılmış, sol, sosyalist, komünist literatürün hemen hemen bütün temel eserleri ile, bir de pratik matbaa âlât ve edevâtı bulunuyordu; illegal ajitasyon yayınlarına teşvik bâbında olsa gerek… Zaten binanın diğer sâkinleri de, tanıma fırsatı bulabildiklerim kadarıyla, cunta yönetiminden kaçmış Yunanlılar, hangi fraksiyon olduğunu anlayamadığım Kürtler ile, bir de –Dünya’ca ünlü olduğunu söyleyen- İskoçya’lı ressam Lui gibi karışık ve/veya esrârengiz insanlardı… Ziya, herne kadar ölümüne and içmiş bir DHKP-C militanı –olmuş- olsa da, hem bana saygısı büyük olan, hem de aklını tamamen yitirmemiş bir insan durumundaydı. Zira böyle terörist örgüt hücrelerinde, iç çekim (kohezyon) kuvveti o kadar güçlü oluyordu ki, üyeler –genellikle- tamamen realiteden kopup, aracı elemanlardan gelen emirlere körü körüne itaat eden robotlar hâline geliyorlardı. Bu tiplerden daha iyi halli olan Ziya bile, her an örgüt üyelerince izlenebileceğini düşünüyor, ve mesela çok tenha bir parkın ortasında yaptığım telkinleri dahî –polisin değil- örgütün duyabileceğine inanıyordu. Ama buna rağmen, uzun (birkaç ay) süren uğraşlarım sonucunda kendisini, örgütten çıkmaya iknâ edebildim. Örgütün irtibat elemanları, benim kendilerini görmemem şartına binaen birkaç defa gelip, Ziya ile uzun uzun tartıştılar; ve de sonunda, Ziya’nın “ben hocamın tarafına geçmek zorundayım” gibilerinden diretmesi üzerine, bir daha gelmediler. Ve ondan sonra da, -muhtemelen- 1972 Münih Olimpiyatlarındaki terörist baskınında, polisin gösterdiği performans düşüklüğünü telâfi etmesi için, BND’nin hayırhah davrandığı, böyle bir “uçak kaçırma” teşebbüsü gerçekleşmedi… Ziya, üzerindeki muazzam psikolojik baskıdan kurtulunca bana, geceleri –canhıraş bir şekilde- bağırmamak için dişleyip dişleyip didik didik ettiği yastıkları gösterdi; ve de kendisini bu örgüte, lise son sınıftaki (benim de tanıdığım) kız arkadaşının general olan babasının soktuğunu itiraf etti… Merhum kardeşim Ziya Elgün, ölünceye kadar bana “medyûnu şükran” kaldı; oysa aslında, kendisi de benim için büyük bir şans anlamına geliyordu; zira o çevrelerde, sözümü geçirebileceğim (anlatabileceğim) başka biri daha yoktu. Nitekim Ziya, o bâdireleri atlattıktan sonra diş hekimi oldu; ve hatta Almanya’ya yerleşip, branşında “doktora” bile yaptı… Sonuçta İbrahim Bildik’i de râzı ederek 3 Haziran 1973’te, Nürnberg’in kazası Zirndorf’daki Auslanderische Lager (yabancıları toplama kampı) yerleşkesine gidip iltica talebinde bulunduk. Ve iki gün sonra da meşhur Nürnberg cezaevine konulduk; onlar, pasaportları sahte olduğu için, ben de Almanya’ya illegal (vizesiz) girmekten dolayı… Almanya’da basılan Hürriyet, Milliyet gibi Türkçe gazeteler bunu manşetten verdiler; “üç Türk terörist yakalanıp hapse atıldılar” filân gibi ifadelerle…Örgüt şefi muamelesine tâbi tutularak konulduğum –Avrupa çapında faaliyet göstermiş- gangsterlerin koğuşunda üç hafta geçirdikten sonra biri (gâliba adı Eggert Langman) benimle görüşmeye geldi. SPD (Almanya sosyal demokrat partisi) cânibinden gönderildiğini, ama vekâlet almak için değil aracı olmak üzere geldiğini belirttikten sonra açıkça, “sizin, gittiğiniz ülkelerden, itibar sahibi bazı kişilerin adlarını vermeniz isteniyor” dedi. Yoksa sizi, avukat olarak ben bile savunamam; ve dolayısile de, hep birlikte belirsiz bir zamana kadar tutuklu kalırsınız, zira öteki arkadaşlarınız tamamen size bağlı, diye de ilâve etti. Bunun üzerine ben, Suriye’den büyük eniştem Abdülvahab Homad’ın, Yugoslavya’dan da İlhami Emin’in isimlerini verdim ve durakladım; ama nedense(!) Langman, Bulgaristan’ı hiç kurcalamadan, “bunların yeterli olacağını sanıyorum” dedi ve gitti. Ve bir hafta sonra da hep birlikte tahliye edildik; tekrardan Lager’e dönmek üzere… Lager’de bir süre, oraya düşmüş –çoğu Filistinli ve Arap- teröristler gibi “aklını yitirmiş”lerden olup olmadığımız hakkında incelemeler yapıldıktan sonra, ikâmet ve çalışma izni alarak serbest kaldık. Linda’nın evine döndüğümüzde, bu sefer de Linda’yı merkeze koyan meseleler meydana gelmeye başladı. Önce, Linda’nın işe gidiş ve gelişlerindeki düzensizliği (aperyodik’liği) fark ettim; ve dolayısile de, gidiş geliş saatlerini mâkul süreler çerçevesinde belirlemesini istedim kendisinden… Bunun üzerine Linda, kendisinin –CIA ajanları dediği- bazı kişilerce baskı altında tutulduğunu, ve ifade vermeye zorlandığını itiraf etti; ama her şeye rağmen benim önerdiğim kısıtlamalara da uyacağını söyledi. Biz bu disiplinde yaşarken, birden bire Newyork’taki “anne-baba”sı, Linda’yı muhtelif kanallardan âcil bir şekilde aramaya başladılar; ve de israrla ziyarete gelmek istediklerini bildirdiler. Böyle bir durum, -Linda’nın da düşündüğü gibi- ancak, istihbarat elemanlarının yapabileceği ciddi bir ihbar neticesinde husûle gelebilirdi; ki gerçekten de kısa bir süre içinde, Linda’nın ebeveyni ziyaretimize geldiler. Kaldıkları bir hafta kadar süre zarfında, hepimizle samimi bir “istimzâç” ilişkisine girdiler; ki mesela ben, babası –muhasebeci- All Bergman’ı, iddialı olduğu satranç oyununda, hem de iki defa hamlesini geri almasına izin verdiğim halde, 3,5 saat sonunda nasıl mat ettiğimi hiç unutmam… Onlar gittikten sonra da bir gece, bizim solcu “ayak takımı”nı gönderdiler üzerimize, “burada seks âlemleri yapılıyormuş, böyle ahlâksızlıkların sosyalizmde yeri yoktur” filân gibi hezeyanlarla… Halbuki gerçekte, İbrahim’in rızasını alarak bir gece gelip benimle yatabileceğini söylediği zaman, Linda’ya ben, “böyle bir olay (ilişki) mutlaka fesat yaratır” demiş, ve de -gâyet çekici bulduğum halde- üzülerek kendisini reddetmiştim… Linda, sonuna kadar sâdece İbrahim’in sevgilisi ve seks partneri olarak kaldı, ve de “öngörü”mde ne kadar isabetli olduğumu anladı.

Almanya’daki son zamanlarımda katıldığım iki toplantıyı hiç unutmam. Bunlardan biri, Alman sosyal demokratlarının verdiği parti idi; ki o toplantıda, Bavyera Eyalet Meclisi’nin –ismini unuttuğum- SPD’li başkanı bana, “yurdunuza dönüyorsunuz ama, bundan sonra Türkiye daha da karışacak” demişti… Avrupa’nın diğer ülkelerindeki Türk solcuların da katıldığı bizim evdeki bir toplantıda ise bana, “bundan sonra Türkiye’de kurulacak sol partinin ismi ne olmalı?” diye sorulduğunda ben, Türkiye Sosyalist İşçi Partisi olabilir demiştim… Nihayette, çıkan Af Kanunu’nun, Anayasa Mahkemesi tarafından şümûlünün genişletilmesi üzerine, 27 Ağustos 1974 gecesi Stuttgart havalimanından Türkiye’ye uçtum.

Bilgi ve tecrübe hamûleme rağmen, yine de casus tezgâhlarınca karşılandım:

Türkiye’ye geldiğimde, bir de baktım ki, TSİP (Türkiye Sosyalist İşçi Partisi) adlı bir parti kurulmuş da beni bekliyorlarmış meğer… İki ay kadar sonra da Newyork’tan Linda, postayla bir tomar neşriyât gönderdi; ICLC örgütüne ait… Adının açılımı, İnternational Caucus Labor Committees olan bu örgüte bağlı bir de, European Labor Committees (ELC) diye bir alt örgüt var; ki bu da –tesâdüfen(!)- TSİP’in yayın organı Kitle’den mülhem olarak Yeni Kitle diye Türkçe bir yayına başlamış 11 Ekim 1974’te… Yani benim, internasyonal liderlik seviyesinden sol politikaya girmem için, gerekli bütün şartlar ve işaretler gâyet açık bir şekilde ortaya konmuş… Ama benim kafamda, Soğuk Savaş casuslarının hazmedemeyeceği kadar sağlamlıkta, biri teorik, diğeri ise pratikten kazanılmış olan argümanlarım vardı. Teorik olanı kısaca, emek=iş denkleminin modülünü bularak, ehlî hayvanla insan arasındaki nesnel farkı ortaya çıkarmak, pratik olanı da, Bulgarların, Sovyetler Birliği’nin çökeceği şeklindeki “öngörü”sünü ciddiye almak gerektiği şeklindeydi. Bu argümanların bize dayattığı politika ise, Sovyet bilimcileri, “emek=iş denkleminin modülü”nü, yani “insan davranışlarını yaratan parametre”yi aramak anlamında bir otokritiğe yönelmedikçe, Sovyetler Birliği’nin politik etkinliklerine, müsbet veya menfî anlamda (hiçbir sûrette) angaje olunmaması, yani tepki verilmemesi şeklinde tebellür ediyordu. Ama nevar ki, Türkiye’deki solculuğa –muhtelif şekillerde- yatırım yapanlar, Sovyetler Birliği ile olan casusluk ilişkilerinin kesilmesinden yana değillerdi; Emperyalizmin haber alma ve nabız yoklama iletişiminin vâsıtası olma misyonundan çıkılacağı için… Bizimle, casusların düşündüğü politikalar arasındaki bu fark, yapılan iki toplantıda açıkça ortaya çıktı: İlk toplantı, TSİP’in kurucularından olan göz doktoru Ziya Oykut’un evinde, Kerim Sadi’den başka, kadınlı erkekli diğer –isimlerini hatırlayamadığım- “eski tüfek”lerin de katılımıyla gerçekleşti. İkinci buluşma ise, Küçükçamlıca kır gazinosunda, Kerim Sadi, İbrahim Topçuoğlu, Abidin Nesimî ve benim bir araya gelmemizle vukû buldu. Bu her iki toplantıda da baskın fikir, “Sovyetler Birliği’nin doğru yolda ilerlediği, dolayısile Bulgarların ciddiye alınmaması gerektiği” şeklinde tebellür etti. Hatta Küçükçamlıca’daki toplantıda, benim sunumumdan sonra söze giren İbrahim Topçuoğlu, “daha ihtilal bitmedi, asarız keseriz” filân gibi hamâsî lâflarla öyle bir “hezeyân” döktürmüştü ki, gâyet sâkin bir şekilde dinleyerek düşünen Kerim Sadi hoca, beklenmedik bir şekilde “ne yapacaksın?.. Anarko-Sendikalizm’e mi döneceksin yani?” diye çıkışarak onu azarlamıştı; hiç unutmam… Ama buna rağmen İbrahim Topçuoğlu, evini, Bağlarbaşı’ndaki Hoca’nın evine çok yakın bir yere taşıyarak bizimle ilişkisini sıkı bir şekilde sürdürdü; aldığı telsiz gibi bir radyo ile, TKP’nin illegal yayınlarını, ve özellikle de bizimle ilgili olanlarını bize dinletmek üzere… Ayrıca aynı sıralarda, yurt dışına çıkmadan önce, Hoca’nın –bir kitapçıda kendisine teveccüh göstermeleri üzerine tanışıp- bana tanıştırdığı Cihan Yamaner ile eşi Nilgün’ün, TSİP’e girerek orada, aralarında işçilerin de bulunduğu bir arkadaşlar (veya yoldaşlar) grubu oluşturmuş olduklarına da muttalî oldum… Diğer taraftan, 1975 ortalarında, Ankara’da –kardeşim vâsıtasıyla- tanıştırılan, ünlü politikacı Osman Bölükbaşı’nın dâmadı diye mâruf Ferda Aykan ile eşi Gül de beni bir solcu (hatta komünist) şef gibi görüp göstermeye başlamışlardı. Bölükbaşı’nın kızı Gül o sıralarda, Genel-İş Sendikası başkanı –sonradan DİSK başkanı olan- Abdullah Baştürk’ün sekreterliğini yapıyordu. Ve ben uğradığımda da, bana verdiği değeri göstermek –ve/veya yaranmak- için olsa gerek, Abdullah Baştürk’ün yaptığı toplantılarda tutulmuş zabıtları, sıcağı sıcağına kopyalayarak görüşüme sunuyordu. Ayrıca beni merak eden ünlü gazetecileri de, Sendika’nın bir kuytusunda gizlice görüştürüyordu. Benim bilgi ve tecrübe birikimime tamamen yabancı olan bu genç insanlar, tabii ki benim şahsımda, kafalarındaki “komünist şef” şablonunu görmek ve göstermek –ve belki biraz da, doğru yola getirmek- istiyorlardı; Ferda’nın babası Halil Aykan ile, Bölükbaşı’nın çevresinden bazılarının vesâyeti altında… Kaldı ki Ferda, -sonradan MİT’çi dediği- Orhan Selen ile birlikte, Katkı’nın paralelinde Konsey diye bir dergi çıkardıktan sonra, Osman Bölükbaşı da merakını yenememiş, ve de Ferda’nın evinde beni görme (veya inceleme) fırsatını bulabilmişti. Öyle ki, Orhan Selen’in, çanak tutar gibi açtığı bir konu üzerine yaptığımız harâretli tartışmayı bile, sonuna kadar -ama söze girmeden- izlemişti… O sıralarda Ferda bir de, mahalleden çocukluk arkadaşı olan eski Dev-Genç başkanı Atila Sarp’ı tanıştırmıştı; ki ben de onu, psikolojik sorunları olan, dolayısile dışarıdan alması gereken “güven duygusu”na, yani birilerine (ve/veya ideolojiye) bağlanmaya muhtaç sempatik bir kişilik olarak görmüştüm…

Katkı dergisini kaldığımız yerden çıkarmaya başlayıp, Aralık 1974 tarihli 9.sayısında ICLC tezgâhını deşifre ettikten sonra, 1975-76 yılları boyunca, İşyeri Konseyleri’nin yasallaşmasını savunarak TSİP ve TİP partileri gibi –individualist kişilerin şeflik sevdalarını kullanan- diğer casus tezgâhlarını deşifre etmeye çalıştık. Çünki kitlesel dinamizm, iş yerlerinde sık sık yapılan işgal ve boykot hareketleri şeklinde zâten kendiliğinden determine olmuştu. Bu arada, askeri darbe söylentilerine karşı da, “Darbeye Karşı Genel İşgal!” sloganını ortaya attık; ki hiç olmazsa darbecileri caydırsın diye… Ama 1976 sonlarında İ.Bilen taifesinin illegal faaliyetleri artınca, biz de kararlılığımızı yani Türkiye’deki iç dinamiklerin inisiyatifini kimseye kaptırmayacağımızı, kendilerine –itimat edecekleri bir kanaldan- doğrudan bildirmeye karar verdik. Bunun için de önce, Katkı dergisinin Aralık 1976 tarihli 28.sayısında bir Manifesto yayınladık. Sonra da ben, 1977 yılbaşından hemen sonra, Ferda Aykan’ı da yanıma alarak Sofya’ya uçtum; ve de Gregorov’la buluşarak kendisine, “Türkiye’de legal komünist parti kuruluşu çalışmalarını, tam bir özerklikle yürüttüğümüzü, bu hususta bizim desteklenmemiz gerektiğini, lütfen İ.Bilen makûlesine iletin!” mealinde bir mesaj verdim. O görüşmemiz sırasında, Ferda Aykan’ın –bir nevi- turistik seyahate çıkarılması, tamamen Bulgarların bir tasarrufudur; ve de benim haddimi bilip bilmediğimin test edilmesi gibi bir anlam taşımaktadır aslında… Bulgarların –nâzik bir jest olarak- verdikleri hediyelerle Yurda döndükten kısa bir süre sonra, baktım ki girişimim, niyetimin tam tersi bir etki yaparak İ.Bilen makûlesini kızdırmış ve telâşlandırmış. Bizim Radyo denilen korsan yayında, Kerim Sadi hocaya yapılan saldırılar şiddetlendiği gibi, Katkı grubu dedikleri bize de, olur olmaz pek çok kişiyi yamamaya çalışıyorlar. Mesela başta –merhum- Aytunç Altındal olmak üzere, onunla selamlaşmış kişileri dahî, Katkı grubundan sayıyorlar. Bu hususta, gazeteci Banu Avar’ın bir arkadaşımıza açıklama yaparak, Paris’te bir kafede arkadaşlarıyla sohbet ederken, Katkı’dan ve Kerim Sadi’den bahsedilmesi üzerine böyle bir ispiyonajın ve spekülâsyonun gerçekleşmiş olabileceğini söylemesi çok ibretliktir… Bulgaristan’dan döndükten hemen sonra, Ocak ayı içerisinde Ferda Aykan, Orhan Selen ile birlikte Ankara’da, KONSEY (Yığın Atılımlarının Sözcüsü) adıyla bir dergi çıkarmaya başladı. Ama Bulgarlarla kararlaştırdığımız gibi, Doğu Bloku ülkelerinde çıkan yayınları satacak bir dükkan açmak için araştırmalara başladığımız sırada ise, bir de baktık ki, birileri, böyle dükkanlardan, hem de iki tanesini hizmete açıvermiş bile… Bunun akabinde, Katkı dergisine postayla gelen dokümanlardan da gördük ki, 26 Şubat 1977’de, “Türkiye Komünist Partisi’nin Konferansı” yapılmış; hem de bütün solcu ve ilericilerin katılımı ve alkışlarıyla… Bu gelişmelerden anlaşılıyordu ki, İ.Bilen ve akıl hocaları, bizim girişimlerimizi, Hükümet’in oyunu ve/veya zaafı olarak değerlendirip, yerli işbirlikçileriyle inisiyatif alarak, bizleri de peşlerinden sürükleyebileceklerini düşünmüşler. Ama biz, Katkı Dergisi’nin Mart-Nisan-Mayıs 1977 tarihli 29-30-31 sayılı nüshalarında hep, İ.Bilen kliğinininin yaptığı Konya Konferansı çıkışının, geniş çaplı bir provokasyon olduğunu, ve değil buna katılmak, gerçekliğini bile kabul etmediğimizi vurgulayıp, çeşitli dergi ve gazetelerle tartışıp durduk. Nitekim bu sürecin sonunda da, “sağ cenah” nâmına bir güç gösterisi (veya dengeleme) yapmak ihtiyacına binaen, 1 Mayıs 1977 Taksim Katliamı gerçekleştirildi… O yaz boyunca, Kerim Sadi hocayla çok konuştuk ve düşündük: Ben mutlaka müstakil bir inisiyatif göstermemiz gerektiğini söylüyordum; ki O da, enternasyonal çapta büyük oyunlar oynandığını, ve –yapılacak çıkışta- zamanlamaya çok dikkat etmek gerektiğini vurguluyordu. Ama her ikimiz de, bir çıkış yapmadığımız taktirde, ya Lâz İsmail’in manevralarına angaje olacağımızı, ya da gericilerin terörüne boyun eğmiş sayılacağımızı çok iyi biliyorduk. İşte tam da böylesine kritik bir karar aşamasındayken Kerim Sadi, yolda (kırda) yürürken oturur gibi düşerek kalça kemiğini kırdı. Ve de sırf bu kırık yüzünden –hastaneye gitmeyi reddedip- beş gün sonra (12 Ağustos 1977) vefat etti. Bu, her bakımdan öylesine talihsiz bir ölümdü ki, şüphe duymamak elde değildi. Üstelik ben ziyaretine gidip, “Hoca, iyi beslenmelisin” dediğimde kendisi bana “veriyorlar mı ki evlâdım?” diye cevap vermiş, bunun üzerine ben de hem yakındaki pastaneden –çok sevdiği- sütlaç, muhallebi vs. gibi yiyecekler almış, hem de kızkardeşi Cazibe Hanım’ı uyarmıştım. Kaldı ki, vefatından üç gün sonra ceseti teneşirde sabunlanmışken, başına ilk suyu döktüğümde, gözlerinin açık olduğunu da görmüştüm. Onun için, Adli Tıb’tan otopsi raporu almadığıma hâlâ pişmanım… Tam da o sıralarda bir akşam, çocukluk arkadaşım olan mâlûm ve mâhud zât (Bülent Çakım), yanında bir İngiliz gazeteciyle çıkageldi. Sonradan MI-6 ajanı olduğu ortaya çıkan bu gazetecinin adı David Tonqe idi; ki kendisi benimle çok görüşmek istediği için Bülent’e israr etmişmiş. O gün de, 20 günlük kız bebeğimi(zi) kaybetmiş olduğum için, ne konuştuğumuzu pek hatırlamıyorum ama, benden ayrıldıktan sonra Bülent’e, “Doğu Perinçek’in önüne geçemez” filân gibi lâflarla benim hakkımda “karakteristik” vermiş olduğunu iyi hatırlıyorum. Zira böyle bir karakteristik, Perinçek ile –aynı parkurda- yarıştırılacak, ve de îcâbında onun yerine ikâme edilecek bir adam arandığı anlamına da gelmekteydi… Hoca’nın ölümünü müteakip İ.Bilen taifesi, radyolarından, Kerim Sadi’nin gayri mes’ûl bir kaçık olduğunu, taa 1920’lerde, Moskova’daki –Doğu Halkları için açılmış- okuldan mâlûlen tard edildiğini söyleyip yaymaya başladılar. Bu durumda ben, Hoca’yı savunmak –veya bırakmak- için gereken bilgilere vâkıf değildim. Kaldı ki, temelden hatalı olduğunu –Hoca’ya da söyleyerek- düşündüğüm, Komünizm ideolojisini sahiplenmek gibi bir sorumluluğum da yoktu. Ben ancak, hiçbir açığını, çelişkisini veya mantık hatasını görmediğim için büyük saygı duyduğum Kerim Sadi’den ötürü, -henüz temel yanlışını ortaya çıkaramadığım- Komünizm’i, ilericilerin cârî ideolojisi anlamında kabul ediyordum… Nihayette, Hoca’nın kız kardeşi Cazibe Aydın’a giderek, İ.Bilen makûlesinin ithamlarına karşı artık, Kerim Sadi’yi savunamayacağımı, zira itham konularını hiç bilmediğimi söyledim. Bunun üzerine Cazibe Hanım beni, o eski zamanların TKP Merkez Komitesi üyesi, ve TKP’nin efsanevî işçi liderlerinden “İmalât-ı Harbiye” ustası Hüsamettin Özdoğu’nun kız kardeşi, ve de ünlü roman yazarı Kemal Tahir’in eşi olan Semiha (Uzunhasan) Hanım’a götürdü. Ayrıca ben, Semiha Hanım’ın, Kerim Sadi’nin –devrimci nikâhıyla evlendiği- ilk eşi olduğunu, Konya ve Nevşehir’de sürgün cezası çekerlerken, birlikte aldıkları kararla Semiha Hanım’ın, Çorum cezaevinde yatmakta olan Kemal Tahir’e müzahir olması için ayrıldıklarını da biliyordum. Zira, “dâvâ” ortakları olan Kemal Tahir, karısının da terk etmesiyle çok yalnız kalmış ve desteklenmesi gerekiyormuş; ki zor günlerde yapılan böyle bir müzâharet neticesinde de, Semiha Hanım’la Kemal Tahir, kaynaşarak evlenmişler… Semiha Hanım önce, Moskova’daki mektepten atılma meselesine açıklık getirerek, “Nevzat (Kerim Sadi), işçiler için açılmış bir okula konulduğu için, Sovyet yetkililerine kızgındı. Onun için de, alaycı şakalar yapıp, Lâz İsmail gibi dangalakların tepkisini çekmek sûretiyle uyumsuzluğunu göstererek kolayca ayrıldı” dedi. Ama Semiha Hanım’ın sonraki açıklaması ise, TKP’nin nasıl, iç dinamiklerden kopuk bir casuslar yuvası hâline dönüştürüldüğünü gösteren tarihî bir belge (samimî itiraf ve ifşaat) niteliğindeydi: Hüsamettin + Semiha + Nevzat (Kerim Sadi) hücresi, Nevzat’ın kızkardeşlerine Sarıyer’de kiralattıkları bir evde gizli matbaa kurup Orak Çekiç ve Kızıl Istanbul adlarında “haber-ajitasyon” gazeteleri çıkarıyorlar. Gazetelerin dağıtımına yardım edenlerden Lâz İsmail, Hüsam’ın kızkardeşi ve Nevzat’ın sevgilisi olan Semiha’ya asılmaya (sarkıntılığa) başlıyor. Ve de bir gün işi –polise ihbâr etmek şeklinde- tehdide kadar vardırıyor; ki buna Semiha şiddetle karşı çıkınca da, hiddetle tehditler savurarak uzaklaşıyor. Bunun üzerine Semiha alelacele, bir işçi yoldaşıyla haber göndererek, Nevzat ile kızkardeşlerinin evden ayrılmalarını sağlıyor; ama aynı sırada da meşhur 1929 Komünist Tevkifâtı başlatılmış oluyor. Bu polis operasyonu İzmir’e kadar yayılıp, oradaki işçi liderlerinden İbrahim Topçuoğlu’nun dahî tutuklanmasına kadar vardırılırken, Lâz İsmail Moskova’ya kaçıp kurtuluyor; herne kadar sonradan kendini de –biraz- tutuklatsa da… Bütün bunların sebebini de, Semiha’ya tutku, Nevzat’a haset (çekememezlik) hisleriyle meşbû olan Lâz İsmail’in patalojik ruh hâli teşkil ediyor… Yetmiş yaş civarında, dipdiri bir beyne ve pırıl pırıl bir yüz ile gözlere sahip olan Semiha Hanımefendi’nin bu açık seçik ifadelerini kabul etmemek imkânsızdı; ki ben de bunları bir “tarihî belge” telâkki ettim. İşte bu şekildedir ki ben, –ilericilik- inisiyatifime yine “komünizm” akımı içinden devam etmek üzere yeniden moral ve motivasyon kazanmış oldum. Ve bu cümleden olarak da, önce Katkı’nın Mart 1978 tarihli 35.sayısında “İ.Bilen’e Açık Mektup” yayınlayarak kendisine meydan okudum; sonra da dergimizin Ağustos 1978 tarihli 36.sayısında, Türkiye Komünist Partisi (TKP) adına Legale Çıkış Bildirisi, Yasal Tüzük ve Asgarî Program yayınladım… Türkiye’deki ilericilik akımlarını, iç dinamikler adına kimseye kaptırmadığımızın (kaptırmayacağımızın) tarihî bir belgesi olan bu metinlerde imzası olan 6 kişiden Orhan Selen ile Süleyman Mızrak nâm şahıslar, soruşturma ve kovuşturmalara bile dahil edilmeden korunmuş olsalar da, bu durum, bizim değil onların –tarafımızdan- kullanılmış olduğunu, ve de o zamanlardaki Devlet yöneticilerinin aczini ve yanlışlığını göstermektedir; ki nitekim de, 12 Eylül darbecilerinin kodamanları yargılanmış ve hüküm giymişlerdir. Bizim fikrî inisiyatifimiz ise, her geçen gün daha da belirgin hâle gelmekte, ve de İnsanlığın objektif gidişâtı ile bütünleşmektedir.

12 Eylül 1980 Darbesinden Sonrası…

12 Eylül günü öğle saatlerinde, ben “darbe” olduğunu öğrendikten biraz sonra, Osman Bölükbaşı’nın büyük kızı Gül, Bağlarbaşı’nın göbeğindeki evimin kapısını çaldı. Ben kapıyı açıp da “hayrola?” diye sorduğumda ise, -sokağa çıkma yasağına rağmen- özel izinli bir araçla, beni güvenli bir yere götürmek için geldiğini söyledi. Bunun üzerine ben, aklına değer verdiğim ve kolayca ulaşabileceğim tek kişi olan Cıhan Yamaner’e telefon etmesi için Hanım’ı, -bir şekilde- karşıki dükkana gönderdim; ki ondan da, “kesinlikle gitmemem gerektiği, bilâhire kendisinin gelip benimle konuşacağı” mesajını aldım. Ve bundan sonra da Gül’ün teklifini, nâzik bir şekilde geri çevirdim… Gerçekten de birkaç gün sonra Cihan Yamaner, eşi Nilgün ile birlikte gelip beni, Çamlıca’ya doğru gezintiye çıkardılar. Gide gide tenha bir yere geldiğimizde de, Cihan bana, “Milli Güvenlik Konseyi üyesi olan Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Tahsin Şahinkaya’nın, babasının ticarî ortağı olduğunu, şâyet ben, onun huzurunda pişmanlığımı beyân edersem, hiçbir tâkibâta uğramayacağımı” söyledi. Oysa ben böyle bir dönekliği, “siyasî manevra” olarak bile kendime kabul ettiremezdim; geldiğim yere, siyaseten gelmediğim için… Kaldı ki, -problem çözme yetisi kazanmış herkesin anlayacağı gibi- “Marksizmin hatasını bulma” problemini çok yorduğumu, kaçış parametrelerini (yanıltıcı parametreleri) bir bir elimine ederek, çözüme çok yaklaştığımı hissediyordum. Yapacağım tek şey, kafamı boşaltıp istirahate (sorumsuz bir konuma) çekilerek, çözümün şıp diye aklıma gelmesini beklemekti; ki bunun için de cezaevi, uygun bir ortamdı. İşte bu düşüncelerle, Cihan’ın teklifini de –ânında- reddettim… Aslında Cıhan Yamaner, Kerim Sadi’nin de söylediği gibi, akıllı bir insandı; ama aklı, “Advanced Calculus” rasyonalitesini aşmak ve “kapitalist fauna”nın üstüne çıkmak için yeterli değildi. Onun için de, Kapitalizmi tahkim etmek üzere gelmiş bir baskı rejimine direnemedi, ve düzenle olan râbıtası vasıtasıyla da –zarar görmeden- aslına rücû ediverdi.

Öte yandan da, Ferda Aykan hep, bir arkadaşımız daha var ama, o “zor günlerin adamı”dır; günü gelince tanıştırırım, diyip dururdu. Nihayet “12 Eylül” ile birlikte o zor günler gelince, “zor günlerin adamı” Caner Güçal da gelip, Istanbul’da benimle tanıştı. Gerçekten de Caner Güçal, melekeleri en sağlıklı olanıydı: Mesela 12 Mart 1971 darbesinden sonra cezaevinde yatarken, fikrî soyutlamalar yaparak, “devrimcilik”teki hataların, antropolojik bilgi eksikliğinden kaynaklandığı kanısına varmıştı; benim 10 küsur yıl kadar sonra, matematikle antropolojinin râbıtasını cezaevinde kurmama benzer şekilde… Sonra da mesela, benim düşünce ve davranışlarımı, illiyet bağlantılarıyla birlikte (sürekli olarak) takip edebiliyordu. Hatta bir gün, düşüncelerimin, “calculus” rasyonalitesinin üstünde, davranışlarımın da “kapitalist fauna” formatlarının dışında olduğunu hissederek bana, “peygamber gibi adamsın” demişti, diyebilmişti; zira o, mistik (metafizik) bir “peygamber”lik metaforuyla düşünecek ve yakıştırmalar yapacak kadar “ham ervâh” değildi. Nitekim bugüne kadar, “inisiyatif”imi takip etmeyi ve –sâdece teknik bakımdan da olsa- bir ucundan desteklemeyi sürdürdü; ama bir küs, bir barışık olarak… Onunla bir türlü “akort” çalışamadık; zira 68’lilerin çoğunda olduğu gibi, onda da “Şovalye Kompleksi” vardı; ilişkimizde parazit yapan… Şovalye Kompleksi, 24-25 yaşlarına kadar süren ergenlik çağını, bîhakkın yaşayarak gereği kadar olgunlaşamamış erkeklerin kompleksidir. Zira ergenlik çağının başlıca problemi, karşı cinsle olan münâsebâtın bilincine varmak, ve “irade-içgüdü” çelişkisini rasyonel bir şekilde yönetmeyi öğrenmek olduğu halde, genç erkeklerin büyük kısmının –savaşlarda kullanılmak üzere- bazı ideolojilerle beyinleri yıkanmaktadır. Ve böylece de, kadınların içindeki “dişi hayvan”ı çıkarıp onunla yüzleşememiş erkekler, birer “kavruk ergen” olarak, kafalarında bir “prenses” veya “peri kızı” hayali taşıyan, ve de ona yaranmak için insanların dikkatini çekme –hatta bu uğurda ölüme gitme- ıstırârı yaşayan, gösteriş ve “şef”lik meraklısı kahramanlar hâline gelmektedirler. Bunların bizdeki en meşhur prototipi, Osmanlı İmparatorluğu’nun baş yıkıcısı Enver Paşa’dır; karısına savaş alanlarından yazdığı –ergence- mektuplardan, ve de “intihar psikozu”na girerek mitralyözün üzerine atıyla hücum etmesinden açıkça anlaşıldığına göre… Şovalye Kompleksi’nin kadınlardaki mütekabili, “erkek hayvan”la yüzleşemeden, “sosyal varlık” statüsündeki bir “bey”e yaranmaya çalışan –mutaassıp- kadınlardaki “Bâkire Meryem Kompleksi”dir; ki bunlar daima, “tecâvüze uğrama” rüyâları görüp, evhâmı yaşarlar… İşte bu kompleksi yüzündendir ki, Caner Güçal’ın Istanbul serüveni fazla uzun sürmedi; ve de kendisi, bizzat onu –zor günlerde devâ olsun diye- dâvet eden Ferda Aykan ve Atila Sarp tarafından, “şüpheli işler çeviriyor” filân denilerek, fesat kaynağı olarak gösterildi. Ben de gördüm ki Caner, kendisine yönelik bu şüpheleri izâle etmeye çalışacağına, bundan (ilgi çekmekten) zevk alıyormuş gibi davranıyor. Bunun üzerine ben, son çare olarak bir “Sosyalleştirme Derneği” kurma teklifi yaptım; ki bunun resmî başvurusunu da Atila Sarp üzerine almıştı. Ama dilekçemizi verecek makam bulamadığı gibi, sonradan yazdığı kitabında da beni, “lâyıkıyla şeflik yapamayan bir şef” olarak taktim etti; kendi arayışını dışa vururcasına… Oysa bu arkadaşlar sâdece, buluşmalarımızın maddi zeminini (o evleri, dükkanları) tek başına sağlamış olan, ve hâlâ benimle birlikte hareket eden Mahmut Açıksöz’ü –“yok” sayacaklarına- merak edip anlamaya çalışmakla bile, antropolojiye giriş yaparak, benimle akort veya koordine düşünmeye başlayabilirlerdi. Ama maalesef onlar beni, maddi varlıkların (ganimetin) doğal sahibi olan bir “şef” gibi gördüler; ki bu görüşünü de Atila, kitabında, benim açığımı yakalamış “doğrucu Davut” edâsıyla yazdı, garibim… Son tahlilde anlaşılmıştır ki, “şovalye kompleks”liler –yaşlanabildikleri taktirde- ileri yaşlarda, testesteron ve adrenalin hormonları düştüğünde, muhayyel örgütlerine ve kahramanlık hayallerine sarılıp yatan, ve de bir araya gelemeyip, “fikrî mastürbasyon” yaparak, esrârengiz tavırlarla etraflarına uyduruk ideolojiler saçan toplum zararlıları hâline gelmektedirler…

1984 yılının Temmuz ayında, Antalya, Ankara ve Istanbul illerinde zincirleme yapılan polis operasyonlarıyla, önce Antalya’da Musa Uysal, sonra Ankara’da Ferda Aykan, daha sonra da, Ferda’nın verdiği bilgilere istnâden Istanbul’da Mahmut Açıksöz ile ben yakalanarak tutuklandık. Bizim civarımızda bulunanlardan Ali Tümer, Mehmet Yavuz, İbrahim Aydın beşer ay, Cumhur Aksel ile Ahmet Karayiğit de üçer ay olmak üzere, Metris Cezaevi’nde misafir(!) edildiler. İlk imzacılardan Orhan Selen ile Süleyman Mızrak, mâlûm kişiler olarak tâkibâta uğramadılar. Adları, Katkı Dergisi’nin Temmuz 1980 tarihli 37.sayısında yayınlanan ikinci imzacılardan Cihan Yamaner’in de tâkibâttan muaf tutulması, benim için anlaşılır bir şeydi. Ama, hiçbir iz bırakmadan ortalıktan yok olan, hatta bilâhire Atila Sarp ile birlikte ortaya çıkarak, Ankara’da müteahhitlik yapan Ali Bayram Kara’nın durumu, yani nasıl böyle bir imtiyâza sahip olabildiği husûsu, hâlâ bir muammadır. Bu meyanda bir de, bana neden veya ne saikle teveccüh gösterdiğini anlayamadığım, ve de karakterize edemediğim, amorf bir kişilik olarak Osman Çetinkaya –ve onun “yok oluş”ları- sözkonusu edilebilir. Yoksa, aramızdaki en kıdemli (ve yaşlı) kişi olan Kerim Sadi’nin yeğeni –uzun yıllar yurt dışında (Lübnan’da) yaşamış- Cihat Aydınsal’ın, vatandaşlık kimliği olmadığı, MİT’in kendisine verdiği izin belgesi ile Türkiye’de yaşadığı, ve ondan dolayı da, 12 Eylül günü, Osman Bölükbaşı’nın büyük kızı Gül tarafından özel izinli bir araçla güvenli bir yere götürüldüğü hususları dahî, bilgimiz dâhilindedir. Zira TKP’nin isimsiz (ve çilekeş) kahramanlarından olan Cihat Aydınsal, adının bâkî kalması için o listeye yazılmasını benden istemiş, ve bizi de onurlandırmıştı; ne devlet ki, Devlet de onu, böyle bir mâsumâne –son- arzusu için cezalandırmadı. Aslında MİT, bize uygulanan “te’dip” operasyonunda –detaylı bir incelemeyle- herkese mâkul gelebilecek bir düzenleme yapmaya çalışmış, ve de herkesin, subjektif şartlarına göre uygun zamanlarda ve şekillerde cezalandırılmasına gayret etmiştir. Mesela Musa Uysal’ın, kızından mütevellid ailevî problemlerini hazmetmesini, ve de Ferda Aykan’ın, boşanmak isteyen eşinden suhûletle ayrılmasını sağlamak, uyarılara rağmen bana bağlılık ahdinden vazgeçmeyen Mahmut Açıksöz’e eziyet çektirmek, ve beni de, -onlara ters gelen- düşüncelerimden ötürü pişman ettirmek için uğraşmıştır. Bu operasyonla aslında, Devlet’in veya MİT’in içindeki bazı “aklıevvel”ler, beni, konjoktür politikaları mûcibince kullandıklarını sanarak, bana “harç bitti, yapı paydos” demek ve dedirtmek istemişlerdir. Çünki onlar, bir inisiyatörün, -ideolojik dogmalara bağlı olmadığı için- insanlığın orijinine kadar soyutlamalar yaparak, her konumunu değerlendirip çıkış yolu bulabileceğini, ve dolayısile de asla pişman olmayacağını bilmiyorlardı. Nitekim ben de, daha hapisteki birinci yılımı doldurmadan 1985 baharında, insanla hayvan arasındaki nesnel kategorik farkı, yani “emek=iş” denkleminin modülünü, yani matematiksel mantığın “iyi sıralanma prensibi”nin insanî davranışlar kümesi içindeki mütekabilini (ritm melekesini), şıp diye buluverdim; ki aynı sırada, âdeta senkronize bir şekilde, Komünizm’in “Sovyetler” tatbikâtının “olumsuz sonuç” verdiğini kabul eden Gorbaçov da başa geçmişti… Ama bundan bir yıl kadar sonra bana, “pişman olmam gerektiği” teklifi yine dayatılınca –için için- çok güldüm. Çünki Ferda bana “her şey bitti artık; bir an önce pişmanlık yasasından yararlanarak hapisten kurtulalım” dediğinde, ben de onu “kötü bir şey yaptıysam tabii ki pişman olurum; ama önce kötü ilişkiler ve faaliyetler tümüyle ortaya çıksın” mealindeki bir ifadeyle cevaplamıştım. Nitekim Ferda’nın ifadesi, içinde bulunduğumuz Çanakkale E-Tipi Kapalı Cezaevi’nde alınırkan, beni 7 saatlik yoldan Istanbul Selimiye’deki Sıkıyönetim Mahkemesi’ne götürdüler. Çünki esas pişman edilmesi gereken kişi bendim; Ferda’nın rolü ise, beni iknâ etmeye çalışmaktan ibaretti… Ufacık bir kamyonetin kasasında, elleri arkadan kelepçelenerek yatırılmış halde, 7 saat tangır-tungur çalkalayarak beni, herhalde bin pişman edeceklerini sanıyorlardı. Ama mahkemede sözüme “her şeyden önce bana yardım ve yataklık etmiş olanların hepsini açıklamak istiyorum” diye başlayınca, kendileri (kurgucular) bin pişman oldular. Öyle ki, mahkeme heyetinde bulunan bir Dz.Binbaşı, işaret parmağını dudaklarına götürerek “sus” işareti yapmaktan –âdeta- kendini helâk etti; hiç unutmam… Neticede Mahkeme, hiçbir sözümü zapta geçirtmeden “dava”yı reddetti; ki böylece de, esas “dâva”nın, suç konusu olan örgütlenme ile değil, benim pişmanlığım, veya sözümden döndürülmemle (yani diz çöktürülmemle) ilgili olduğu ortaya çıktı. Oysa böyle bir “dâva” anlayışı, ancak “kabile devletleri”nde görülebilirdi; ki nitekim, müteakip süreçte birileri, bir nevi “dinci kabile” teşkilâtı oluşturarak Devlet’in başına çörekleniverdiler. Çünki, benim gibi, casusluk ilişkilerine bulaşmadan davranıp, objektif (bilimsel) düşünebilen bir insanın dışlanmasıyla (cezalı kılınmasıyla) devlet aklı yok olmuş, ve meydan, emperyalizmin –Arap devletleri gibi- maşaları ve yerli işbirlikçileri vasıtasıyla yapacakları manipülâsyonlara açık hâle gelmişti. Bu entrikalar aynı zamanda, benimle ilişkisi olan ve yardımlaşan tüm insanları da, emperyalizmin casusları (veya ajanları), ve de bugün iktidarda olan yobazların ortaklarıymış gibi bir konuma sokmuştu… Böyle bir kötü dönüşümün baş sorumlusu olan paşalar, benim “Marksizm’in temelinde hata var” dememe, Bulgaristan’dan “Sovyetlerin çökmesinin beklendiği” istihbaratını getirmeme, ve Sovyet ordusu Afganistan’a girdiğinde de “Sovyetler Birliği artık çıkamayacağı bir batağa saplanmıştır” hükmünü vermeme rağmen, “anti-komünist” darbe yapıp, bir çok insanın kanına girerek ülkeyi emperyalizme bir kat daha bağlamışlardır. Bunlardan ikisi, âhır ömürlerinde, iktidara taşıdıkları gericiler tarafından göstermelik bir şekilde yargılanıp hüküm giymiş olsalar da, bu soytarılık, yalın gerçeği gölgeleyememiştir.

2 Ekim 1987’de hapisten çıktığımda, -Emperyalizme entegre- dinci makûle, Turgut Özal liderliğinde, “mutlak iktidar” yürüyüşüne başlamıştı. Bundan iki yıl kadar sonra, Sovyetler Birliği de çökünce, bu ABD güdümlü makûle, Fethullah Gülen riyâsetinde, süratle örgütlenmeye girişerek benim dahî etrafımı sardılar. Oysa ben hapisteyken, emek=iş denkleminin modülünü, yani insanı insan yapan emeği (kozmik emeği) veya parametreyi (ritm melekesini) bularak Komünizm ideolojisini çürüttüğüm anda, zâten bir “yaratıcı mitos” varsayımı da, din(ler) de, tüm ideolojilerle birlikte –aşılan- tarihî devirlerde bırakılmış oluyordu. Ama buna rağmen, beni Fethullah Hoca ile aynı kefeye koyup, onunla tanıştırmaya –bile- kalkan, dogmalarla beyinleri yıkanmış saf insanlara bunları anlatamadım; ve de beni “eller üstünde” tuttukları halde uzaklaşmalarına sebep oldum. Bilâhire de önce 1996’da İnsan (Emek) Bilimi diye bir kitap çıkarıp, sonra da İnternet’ten yayınladığım ilk tebliğleri toparlayarak 2002 yılında Binyıl’ın Manifestosu taktimiyle okura sundum. 2007’de gerici makûle, Adalet ve Kalkınma Partisi adıyla Devlet’e iyice nüfûz etmeye başlayınca da, bekdasikodu.org adındaki siteyle bilimsel gerçekleri bir bir açıklamaya başladım. Daha sonra dinci makûle, sâdece biyolojik üreme peşinde koşan her ilkel organizma (amip) gibi ikiye bölünüp de, 15 Temmuz 2016 silahlı çatışmasını müteakip Tayyibân tarafı, T.C. Devleti içinde tutunarak öbür tarafı lânetlemek sûretiyle –Allah nâmına- “mutlak iktidar” kurmaya başlayınca, bu sefer de “Tayyip Aleyisselâm(!)”la anlaşma mecbûriyeti çıkarıldı karşıma… Oysa Tayyibân da, aynı İslâmî ideolojiyi paylaşan fraksiyonlardan biriydi; ve üstelik de, -diğerlerinden- ideolojik farkı hiç belirgin değildi.

Devlet’in Aklını –yeniden- Başına Getirmek Üzere…

Son 60 yıl kadarlık bir sürede, hiç –antagonist- çelişkiye düşmeden düşünüp davranarak, objektif görüş kazanmış bir inisiyatör olarak, T.C. Devleti’nin liyâkatsiz ellerde ne kadar yalpaladığını ve subjektif kararlar aldığını, açıkça gözler önüne sermiş bulunuyorum. Buradan anlaşıldığına göre, muhtelif ideolojilerle kulakları doldurularak yetiştirilen insanlarımız, –özellikle de, otokritik yapamayacak kadar “melekeleri muhtel” olanları- yabancı casuslar tarafından yönlendirilmek sûretiyle olmadık mevkilere getirilerek kullanılmaktadırlar. Ve böylece de, sürekli ve tutarlı (mantıklı) çalışması gereken “devlet aklı” tedricen yok edilmektedir; yerine, T.C. rumuzlu kukla yönetimler getirilerek… Bu da demektir ki, aslî ve âcil meselemiz, Devletimizi, din(ler) dâhil tüm ideolojilerden arındırmak üzere, doğru “insan seçilimi (inisiyasyon)” usûlleriyle tahkim etmektir. Bu tahkimât aynı zamanda, bize bu vatanı kazandıran fâtihân atalarımızın uyguladığı “kademli” ve “şerbetli” gibi seçilimlerin –gelişen bilim muvâcehesinde- güncellenmesi anlamına gelecek, ve dolayısile tarihimizi de, “hamâset edebiyatı” parazitinden temizliyerek netliğe ve bütünlüğe kavuşturacaktır. Böylece de, fatihân atalarımızın bu ülkeyi nasıl bir “oryantasyon”la fethettiklerini (yani yeniden yarattıklarını) anlayıp, Dünya’nın ortagöbeği sayılan bir coğrafî konumda, bağımsızlığımıza yeniden kavuşabileceğiz. Zira Dünya’daki ilk devletler de, melekeleri olgunlaşan –otokritik sahibi olmuş- ilk bireyler tarafından kurulmuş, ve onların “inisiyasyon” seçkini ardılları tarafından sürdürülmüştür. Daha sonradır ki, biyolojik (ataerkil) verâset güden hânedanlar, devletlerin başına oturmuş, ve bugünlere kadar süren “patronaj” rejimlerini ihdâs etmişlerdir; tabuları tamamen kaldırıp, beslenme ve üreme odaklı “tüketim ekonomisi”ni de tesis ederek… Yukarıda açıkladığım, yaklaşık 60 yıllık pratiğimden şu anlaşılmaktadır ki, ben olayları yaşar, olgu ve kişilerle karşılaşırken –hiçbir menfaat ilişkisine girmemekle- aslında, yerinde sayarak olay ve olguların (verilerin) önünden geçişlerini izleyip kaydeden bir sâbit odak objektivitesi kazanmışım; ilk insanlaşan primatlar ve bilgisayarlar gibi… Böylece de, bir ara küçükburjuva beyinlerinde kasırga gibi esen Komünizm cereyânının (ideolojisinin), önce teorideki yanlışını (eksiğini) bulup, sonra da muazzam “Sovyet” uygulamasının pratikte nasıl çöktüğünü –hiç bulaşmadan- yakından izlemişim. Bunu böyle yapmış olduğumu ilk defa ben, hapisanedeyken idrâk ettim; ve fâtihân atalarımın da, böyle bir idrâk ile insan seçilimi sistematiğini (Fütüvvet’i) kurarak cihanşümûl fethi gerçekleştirmiş olabileceklerini düşündüm; büyük bir sevince kapılarak... Zira tarihle ilgili toplumsal bir fikir geliştirilebiliyorsa, bu ancak “oryantasyon”la, yani insanlığın doğuşu bilince çıkarılıp, oradaki argümanlar düzeltilerek yapılabilirdi; ki nitekim, Anadolu’yu fethe çıkan erenler de, insanlığın orijiniyle (panteizm veya şâmanizmle) ilgili “ritmik davranış” üstâdı, veya sihirbazıydılar. Ama bilâhire anladım ki, -teorik hatası da olsa- koskoca bir kurulu düzeni (Sovyetler Birliği’ni) bile gümbür gümbür yıkabilen Kapitalizm’e karşı çıkmak da, en az Bizansa karşı çıkmak kadar zor.. Çünki son “patronaj düzeni”nin ideolojisi olan Kapitalizm, bilimi –“iş bölümü” kolaylığı diye- dallandırıp, bilimcileri de “at gözlüklü” spesiyalistler hâline getirmekle, müesses eğitim kurumlarında (üniversitelerde) oryantasyon yapmayı –âdeta- imkânsızlaştırmış bulunmaktaydı. Öyle ki, son olarak Şanlıurfa Göbeklitepe’deki kazılarda ortaya çıkarılan dairevî yapıların, “tarım devrimi” öncesine tarihlendiği, ve insanların, coşkulu bir şekilde halay (semah, zikr vs.) halkaları teşkil ederek, hâlâ ritmik danslar yaptıkları da bilindiği halde, buna rağmen, aklın (sayma sıralama melekelerinin) kazanıldığı “panteist-zon” yok sayılıp, “tarım devrimi”nin bir Tanrı mitinin lûtfuyla veya apriori kazanılmış bir “komaca akıl”la yapıldığında israr edilmekteydi.. Zira arkeoloji, antropoloji, sosyoloji, psikoloji vs. gibi insanla ilgili bilimsel branşların arasına, aşılmaz duvarlar örülmüştü; uzman bilimcilerde, kariyerleriyle ilgili menfaat beklentileri yaratılarak… Diğer yandan “oryantasyon” metodolojisini önerebilecek düşünürler de, emperyalist devletlerin casusları vasıtasıyla tespit edip medyadan uzak tutulmaya ve fikren tecrit edilmeye çalışılmaktadır. Yani ben, aslında, üniversitelerden dışlanmak ve emperyalist devletlerin ajan ve casusları tarafından mimlenmek pahasına, Kapitalizm’den (ve dinlerden) kurtulma yolunu bulmuşum meğer… Demek ki ben aslında, üniversitelerce –uzun yılar- kabul edilmeyen Russell Paradox’u, ve onun elzem kıldığı Well-Ordering Principle’ı benimsediğim için akademik hayatta barınamamış, ve o prensibin, insana has “ritm melekesi”yle kaim olduğunu gösterdiğim için de, medyayı kontrol eden casuslar mârifetiyle, bu fikirleri yaymaktan men edilmişim. Ve ondan dolayı da irticâ, Kapitalizmin müzaharetiyle kolayca iktidara yürümüş… Oysa bizi Dünya sahnesine çıkaran, cihanşümûl “dinamizm”in inisiyatörü olarak beni bundan, hiç kimse men edemezdi. Zira tarihî gelişim ve bilinçlenme rotamız gâyet açıktı: İlk marûf Gazieren Dânişment Gazi’nin açtığı teritoryada kurulan Fütüvvet teşkilâtı ile, insanların bedenî “sayma(ritm)” ve zihnî “sıralama” melekelerinin test edilmesi anlamındaki “inisiyasyon” seçilimleriyle kademli (uygun adımlı) ve şerbetli (ölçülü elli) kişilerin ayıklanması şeklinde –insanlığın başlangıcıyla ilgili- bir “oryantasyon”a gidilmiş, ve “pre-kapitalist” Bizans düzeni de böyle çözülmeye başlamıştır. Çünki, panteizmden (veya şâmanizmden) gelen ferâsetleri ile, melekeleri güçlü insanları ayıklayarak kurdukları insanî “sosyo-ekonomik altyapı” üzerine, halklar arasındaki -putperestlikten (politeizmden) kalma- dinî farklılıkları azaltmak üzere, tapınç kültünü (namazı, niyazı) geri plâna atan bir Tasavvuf (Vahdet-i Vücud) fikriyâtı oturtmuşlardır. Ama daha sonra, Haçlılara satılarak ve Moğollara yenilerek Fütüvvet’i mahveden Selçuklu Hânedânı’nın yarattığı kaosun içinden, Alperen Hacı Bekdaş (velî) kimliğinden mütevellid Bekdaşiyân Tarikatı çıkarak, insan seçilimini ve “oryantasyon”u, Otman Gazi ve oğullarının –Batı’ya doğru- açtığı teritoryada, aynı umdelerle sürdürüp, Bizans’ı tarihe gömmüştür. Ama sürecin nihâyetinde, Osmanlı Hânedânı’nın Emperyalizm’e teslim olmasını müteakip ortaya çıkan son Gazieren Mustafa Kemal Atatürk’ün bize yeniden kazandırdığı teritoryada (Türkiye Cumhuriyeti topraklarında) da, İmam-ı Sultan (ve Ocağ-ı Bekdaşiyân Pîri) Mevlâna Bekdaş soyundan gelmiş biri (sahih torunu) olarak çıkıp, atalarımın “oryantasyon” usûllerinin bilimsel gerekçesini ortaya koyarak, bunun, tüm zamanlara ve halklara şâmil olduğunu göstermişimdir. Böylece de, kapitalizmle birlikte –dinler dâhil- tüm ideolojilerin tarihe gömüldüğünü, ve tarihî devirlerin de kapanmakta (aşılmakta) olduğunu îlan etmişimdir. Çünki atalarım, insanların ister istemez (gayri ihtiyârî) ritmik ve sıralı (ölçülü) davrandıklarını anlamış, ve de melekeleri fıtraten (anadan doğma) sağlıklı olanlarını ayıklayarak öne çıkarmışlardı. Ama benim zamanımda (1901’de, Russell Paradoks’un keşfinden sonra) da ispatlandı ki, insanlar, tüm “varlıklar kümesi” içindeki elemanları veya objeleri –zihinlerinde- ister istemez (gayri ihtiyâri) sıralamaktadırlar; İyi Sıralanma Prensibi adlı bir Matematiksel Mantık ilkesini kabul etmek zorunda kalmakla... Bu durumdan, herkesin anlayabileceği gibi, ben de çıkardım ki, insan, bedenî “ritm melekesi” ile bunun zihindeki yansıması olan “sıralama melekesi”ne sahip bir hayvandır. Böylece de ortaya çıktı ki, insanların, yaptıkları işlerin ve ürettikleri “metâ”ların değeriyle (piyasadaki karşılığıyla) ölçülmesi, tüm insanları hayvan yerine koyan, ideolojik (kapitalist) bir klasifikasyondur. Zira böyle bir değerlendirme, ehlî hayvanlar için de sözkonusudur. Bu tasnifi yapanlar, melekelerden mütevellid insanî (yaratıcı) cevheri hiç hesaba katmamakta, ve dolayısile de, sosyo-ekonomik krizleri ve savaşları, toplumsal düzenin “çoğaltma-itlâf” anlamındaki doğal döngüsünün gereği olarak, Kapitalizm’i de, “üretmeyi, deneme-yanılma metoduyla öğrenmiş ehlî hayvan”ların fauna düzeni olarak kabul ettirmeye çalışmaktadırlar.

Fâtihân Türk devlet aklı, devlet kavramının oryantasyonuyla ortaya çıkmış, ve cihanşümûl devletler kurmuş bir akıldır; ki ben onun, hem tarihî hem de ilmî vârisiyim. Zira tüm ideolojik düşüncelerin mantığı olan Aristo Mantığı’nın paradoksunu (Russell Paradoks’u) da bilen ve anlayan biriyim. O halde mevcut (görünen) devletimizin aklını başına getirmek demek, bu fikirlerimin serbestçe yayılmasını sağlamak demektir. Bu fikirler, ezberlenerek anlaşılabilecek ve de “yoklama” sınavlarıyla ehliyet ve liyâkat kazanılabilecek, dolayısile “taraftar” olunabilecek (ve edinilebilecek) fikirler değildir. Bu fikirler, “inisiye” anlamında liyâkatli insanları buluşturacak fikirlerdir; zira bunları teorik bütünlüğüyle kavrayabilmek, meditasyon (murakabe) yapma yeti’sini gerektirmektedir. Bu fikirleri ilk anlayanlar buluştuktan sonradır ki, “inisiyasyon” usûlleri güncellenerek, gençler arasından modern “kademli”ler ve “şerbetli”ler ayıklanabilecektir. Yani her şeyden önce, “insan”lığının bilincine varmış kişiler ortaya çıkacak ki, ondan sonra insanlık, -hayvanî- içgüdülerin belirlediği piyasa taleplerinin güdümünden, ve de böyle bir seçilimden mütevellid casusların tasalludundan kurtularak özgürleşebilsin… Şimdiye kadar, İnternet’ten bu fikirleri tesadüfen görerek ilgi gösteren tek “adam”, -merhum- Prof.Dr.Toktamış Ateş olmuş, ve de bana “çalışmalarınızın bir ucundan tutabileceğimi sanıyorum” diye çok nâzik bir mesaj atmıştı. Ne yazık ki, müteakiben, kısa bir süre içinde vefat etti; büyük bir talihsizlik olarak…

Son tahlilde, benim tüm ideolojileri, ve dolayısile “politika”ları aşarken yaptığım oryantasyon neticesinde vardığım sonuç, geriye (gericiliğe) kaymakta olan Türkiye’nin bugünkü zor durumunu telâfi ve/veya tedâvî edecek en müessir reçeteyi vermektedir aslında… Zira bugün, Türk Devleti’ne musallat olan gericilik aslında, bugünki Batı Uygarlığı’nın çekirdeğini teşkil eden Doğu Roma İmparatorluğu’nu Araplara fethettirmek gibi bir anakronik zihniyetin, daha doğrusu bir “tarih sahtekârlığı”nın ürünüdür; ki dolayısile de, Arap dünyasındaki parçalanmanın (bölücülüğün) devamı niteliğindedir. Onun için Türk Devlet Aklı, bir an önce başına musallat olmuş şu –putperestlikten kalma- “Arap-İslâm” tapınç kültüründen kurtulmak zorundadır; ki bunun için de tedâviye, fikirlerimizin yayılmasıyla başlanabilir. İnsan (Emek) Bilimi veya Diyalektik Antropoloji gibi adlar verebileceğimiz bu fikirler, teorik bütünlüğüyle kavrayabilenler için bir “buluşma dâvetiyesi”, düşünmekten hoşlanan diğerleri içinse, beyin jimnastiği yapacakları bir “bilim kurgu” senaryosu yerine geçecektir. Yoksa, hiçbir zaman ve şekilde, bellenecek ve taraftarı olunabilecek bir ideolojik doktrin şeklinde kullanılamayacak, ve dolayısile –hiçbir- politikaya âlet edilemeyecektir. Dünya’da, “tarih sonrası”na geçiş sancılarının (veya kaosunun) yaşandığı şu aşamada Türkiye’nin, stratejik görüş pozisyonuna geçebilmesi ve istikbâlini öngörebilmesi için, fâtihân atalarımızdan (gazi-eren’lerden, alp-eren’lerden) tevârüs ettiğimiz “oryantasyon” fikriyâtını güncelleyerek savunmaya, dolayısile insanlığa –yeniden- rehberlik (inisiyatörlük) yapmaya mecburuz. Bu fikriyâtın yayılmasına –elinden geldiğince- müzâhir olmayan herkes gericidir, ve hatta casustur; nereye çalıştığı, kendisi tarafından bile bilinmese dahî… Çünki, Dünya’nın, antik devirlerin nihâyetinde tebellür etmiş çekirdeği olan Doğu Roma düzenini ve zihniyetini negasyon ederek tarihin göbeğinden doğan Türkiye, aynı zamanda Dünya coğrafyasının da orta göbeğinde bulunduğu için, insanlığa inisiyatörlük yapmaya mecburdur… Düşünceleri ile davranışları, “feed-back” etkileşimi hâlinde birbirini tashih ve tahkik ederek yaşayan, otokritik sâhibi her insan, beni anlayacaktır. Yoksa, düşüncelerinin dileklerini veya ideolojilerini ifade edenlerin, tüm insanlık hakkında söz söylemeye hakları olmayacaktır; bundan böyle… Demokrasi, -fırtına ve dalgalarla melekeleri sınanmış- denizcilerin kurduğu, ve feraseti yüksek sanatçılarla “akıl bâliğ” filozofların tekâsüf ettiği site devletlerinde ortaya çıkmış bir yönetim biçimidir; ki oralarda, kölelere oy hakkı tanınmamıştır. Melekeleri muhtel insanlara da eşit oy hakkı tanıyan demokrasiler, herkesi “metâ” olmakta birleştiren “kapitalist düzenbazlığı”ndan başka bir şey değildir aslında… Yani doğru bir elit seleksiyonunun gerçekleştirilemediği toplumlarda, bilimciler de, câhil çoğunluğun eğilimlerine uygun belirleneceğinden dolayı, demokrasi yaşayamaz. Dolayısile de, ideolojik kamplara ayrılan insanlar birbirini yer; kolonyal (sömürgeci) ve diktatöryal istikrar(!) dönemleri hâricinde…

Burası, tarihinden ve iç dinamiklerinden kopmuş (yabancılaşmış) bir ülke olmasaydı, benim gibi, sosyo-ekonomik ve fikrî özerkliğe sahip (Osmanlı bendegânından olmayan) GÜRANÎ ve BEKDAŞÎ soylarından gelmiş, yaşlı bir insanın fikirleri, önemle duyurulur ve dinlenirdi herhalde… Ülkemiz bir “ajanlar ve casuslar cenneti”ne dönüştürüldüğü, ve gündemi de onlar belirlediği içindir ki ben, “ulu-soy”larımın prestijini ve şahsî itibarımı (güvenilirliğimi) ortaya koyarak, tarihî ve ilmî gerçekleri açıklayan bu fikirlerimin, Dünya bilim camiasına sunulmasını istiyorum; ilkesel olarak yalanlanma ihtimâlini düşünüp, rezil olmayı da göze alarak… Ama şunu da biliyorum ki, bu isteğimin gerçekleşebilmesi için, yani fikirlerimin yayılmasının önündeki engellerin kaldırılabilmesi için, mevcut Devlet’in içinde veya yakınında, bağımsız görünmekten korkmayan, ve de ülkesinde rafine edilmeyi (veya ayıklanmayı) bekleyen –eser miktarda bile olsa- bir “akıllılar” cevherinin bulunduğuna inanan insanların da çıkması gerekmektedir.

Ali Ergin Güran: 20 / 01 / 2021