Recep Tayyip Erdoğan Büyüsü, Bozulabilir; ve Bozulmalıdır da…

18-19 Yıllık Recep Tayyip Erdoğan iktidarı, Atatürk’ün kamberi İsmet (İnönü) zamanında palazlanmaya başlayan irticâi reaksiyonun, ilerleme yolumuzun üzerinde açtığı –ibretlik- bir parantezdir aslında… Bir defa R.T.Erdoğan, Türkiye gibi bir ülkenin sorumluluğunu alabilmesi için gereken bilgi birikiminden ve metodolojik (teorik veya bütüncül) düşünme yetisinden yoksundur; ki zaten kendisinin, cumhurbaşkanlığı için gerekli olan 4 yıllık üniversite tahsili de meşkuktur. Zira konuşmalarından açıkça anlaşılmaktadır ki, ele aldığı her meselede ancak –kendini irrite eden- tek bir parametreyi görebiliyor, ve de bununla kurduğu tek bir lineer denklemle problemi çözdüğünü zannediyor; lâf kalabalığının gölgesinde… Yani herhangi bir meselede, üç parametre bile göremiyor; nerde kaldı ki, üç denklem kurup bunu çözebilsin… Kaldı ki toplumsal meseleler –Kuantum fiziğindeki gibi- sonsuza kadar gidebilen (n) parametreli problemlerdir; ve bunlar da ancak, katsayı matrikslerinin determinantları hesaplanarak çözülür; yoksa, parametrelerin (değişkenlerin veya bilinmeyenlerin) eliminasyonuyla kolay kolay halledilemez. Bu da demektir ki, Recep Tayyip Erdoğan’ın, çelişkilerden (ve yalanlardan) münezzeh, tutarlı bir stratejik politika yürütebilmesi (hatta bunu tasarlayabilmesi bile) mümkün değildir. Zaten ömründe, tek bir –bilimsel- teoriyi inceleyip bütünüyle kavradığı da, sözkonusu olmamış, veya olamamıştır. Ayrıca kendisinin spesifik bir kişiliği ve karizması da yoktur; zira o, gösterdiği davranış ve tavırlarını, Istanbul külhanbeylerinden, dolayısile de Karakullukçu’lardan ve Bekdaşiyân’dan –taklîden- ödünç almıştır; kendisi bunun bilincinde olmasa da... Gerçekten de, onun çocukluğunu yaşadığı 1960’lı yıllarda, orijinallerine yakın külhânîler, hâlâ hayattaydılar Istanbul’da… Ama ödünç aldığı kisveyi, sahiplerinin (Bekdaşiyân’ın) düşmanlarına, yani yobazlara, meşrûiyet (hatta îtibar ve iktidar) kazandırmak üzere kötüye kullanmıştır ve kullanmaktadır. Onun bu tavırlarına, hem dinsellikle (molla formasyonuyla), hem de etnik formasyonla (Karadenizlilikle) alâkası olmadığından dolayı, dinci siyasî rakipleri de kızmaktadırlar. Kaldı ki onun hitâbî tavır ve davranışlarının, eski ünlü siyasetçilerinkilerle de bir benzerliği yoktur. O halde demek ki, Kasımpaşa mûhitinde, külhânî (külhanlı) geleneğini sürdüren bazı kişilerden –küçükken- kaptığı anlaşılan bu Bekdaşiyân kisvesini, toplumda fesata yol açacak şekilde kulandığı için, Recep Tayyip’in üstünden mutlaka geri almak lâzımdır. Zira kararlılığın ifadesi olan, Ocağ-ı Bekdaşiyân (Yeniçeriler) mahrecli vurgulu sözler, “acı tebessüm”ler ve “kesin kes” anlamını ihsâs ettiren darbeli el-kol hareketleri vs. halka öyle sempatik gelmektedir ki, giderek onlarda, bir nevî bağımlılık husûle getirmektedir; ve getirmiştir de… Üstelik aynı sözler ve davranışlar, -melekeleri muhtel(kifâyetsiz) olduğundan- kendi kendine yaptığı bir özgüven telkini ve tahkîmi, yani oto-hipnoz (kendinden geçme) işlevi de görmekle, onun, otokritiğini tamamen kaybetmesine yol açmaktadır. Dolayısile de bu tavırlar, “kara büyü” denilebilecek kadar öyle kötüye kullanılmış olmaktadır ki, Tayyip’in sözlerindeki en bâriz (apaçık) çelişkiler bile anlaşılmaz ve hatta algılanamaz hâle gelmektedir. Ayrıca, sözlerinin arasına sokuşturduğu dinî dogmalar ile de, büyüsünü iyice pekiştirmektedir bu “zât-ı muhterem”… Halkta yarattığı bu hipnoz (büyü) etkisini anlayan Tayyip, giderek, demokrasinin en eski ve basit teamüllerine bile uymamaya, ve mesela, -çelişkileriyle yüzleşmek zorunda kalmamak için- halka açık diyaloglardan kaçınmaya (kaçmaya), ama buna mukâbil büyüleyici monologlarını sıklaştırarak yaygınlaştırmaya başlamıştır. Üstelik, bununla da yetinmeyerek, bâriz çelişki ve yalanlarını, “hayretengiz” bularak heyecanla yüzüne vurmaya kalkanlara karşı da, hakaret davaları açıp, eleştirilmesini bile yasaklamak yoluna gitmektedir; yemlediği basın ve adalet mensupları vasıtasıyla… Buradan anlaşılacağı gibi, R. Tayyip Erdoğan aslında, Bekdâşî kisvesine bürünerek, Arap yobazlığını Halkımıza yutturmaya çalışmaktadır; Feto’nun (Fetocuların), Atatürkçü kisvesiyle Devlet’e sızmasına benzer şekildeki bir “takiyye” ile…

Mutlak İktidar” Hevesleri Spekülâtiftir; ve de Kötü Sonuçlar Verir.

Spekülâtif iktidar mücadeleleri ve “mutlak iktidar” iddiaları, bu ülkenin fütuhâtında (insanî oryantasyonla yeniden kuruluşunda) da, hep sözkonusu olmuştur. Zira tarih öncesinden bakiye, -ritmik hareketlerin meleke kesbetmesi anlamındaki- insanî oluşum dinamiğini sürdüren Tarikatçılarla, tarihî devirleri başlatan “tarım toplumu”nun kurucusu “tanrı-kral”ların ebedî statü iddiasını sürdüren Saltanatçılar arasındaki “tarihî çelişki”nin bir tezâhürüdür bu… Bu çelişki aslında, insanlığın ortaya koyduğu “artı-değer”i –bir şekilde- sahiplenmiş “yatırımcılar” ile, inisiyatör olarak temâyüz eden “yaratıcılar” arasındaki tenâkuzdur; ki bu “diyalektik çelişki”nin, yatırımcıların, yaratıcılar rehberliğinde hareket etmesi sağlanarak yönetilmesi gerekir. Yani toplumun istikrâr içinde rasyonel bir şekilde ilerleyebilmesi için, esas olan bu çelişkinin yönetimidir; tıpkı bireyleşmiş insandaki “içgüdü-irade” çelişkisinin yönetimi gibi… Yoksa –subjektif konumlu- yatırımcıların (kapitalistlerin) veya yaratıcıların (inisiyatörlerin) ihdâs ettikleri veya edecekleri tek taraflı yönetimler, tek kanatla kuş uçurtmak gibi bir abukluk anlamına gelir; ve gelmektedir. Son tahlilde bu da demektir ki, “tanrı-kral”lar devri sonrasında “mutlak iktidar” sevdâsına kapılan bütün saltanatlar ve diktatörlükler, aslında sâdece, “tanrı-kral”lık iddiasının spekülâsyonunu yapmışlardır ve yapmaktadırlar. Bu şekilde de halkları –rutin işlerde çalıştırılan- ehlî hayvan sürüleri hâline getirirlerken, kendilerini de ilâhlaştırarak, değişmez düzen (mutlak iktidar) heveslerine yardakçı aramışlardır; yaratıcıların eliminasyonuyla ilerlemeyi durdurup, insanlığı peryodik çıkmazlara (kriz ve savaşlara) sokarak... Mesela, Dânişmendiye teritoryasında neşvü nemâ bulmuş Fütüvvet’in, “kademli” ve “şerbetli” gibi adlarla gerçekleştirdiği elyak insan seçilimi (inisiyasyon), “kayırmayla insan seçme”yi imkânsız kılarak kendi saltanatlarını yutacağını (etkisizleştireceğini) anlayan Selçuklu Hânedanı, halk indinde –tartışılmaz- üstünlüklerini kabul ettirebilmek için hem şatafata önem vermiş, hem de Perslerden kalma asilzâde isimlerini takınmaya başlamışlardır. Ve nihayette de, “Babai Kalkışması”na mecbur kalan Fütüvvet’i, Haçlılar’la anlaşarak ezdikten sonra, -1243 Kösedağ yenilgisini müteakip- Moğolların hakimiyetine girmiştir; hâlâ dillerde dolaşan “peşkeş çekme” yükümlülüğüne mahkûm olarak… Müteakiben, Fütüvvet ardılı Bekdâşiyân’ın dinamizmi ve umdeleri ile inisiyatif alarak devlet kuran Osmanlı da, herne kadar, I.Murat (Hüdâvendigâr)’dan itibaren asker (insan) seçilimine dayalı –Fütüvvet’in Seyfîyân’ından mülhem- bir daimî ordu (Ocağ-ı Bekdaşiyân) teşkilini idrâk etmiş olsa da, aynı zamanda tarihteki muhteşem Emevî İmparatorluğu’nun, sembol ismini (Yezid’i) benimseyerek, Hânedan’ının tartışılmaz yüceliğini vurgulamak istemiştir. Ama ne hazin bir tecellidir ki, I.Murat’ın kendisi bir suikasta kurban gittiği gibi, adını B.Yezid (Yıldırım) koyduğu oğlu da, Timur’a esir düşerek can vermiş, ikinci B.Yezid (Sofu) ise, -oğlu Yavuz’un iradesiyle- Yeniçeriler (Ocağ-ı Bekdaşiyân) tarafından Taht’tan indirildikten sonra, hayatını “menfâ”da tamamlamıştır… Aleyhinde yapılan bütün tezvîrâta rağmen Yavuz Sultan Selim, aslında gâyet ilerici bir hükümdar olduğu içindir ki, Yeniçeri’lerin pîri olan –büyük dedem- Mevlâna Bekdaş Efendi’yi kendine imam (imam-ı sultan) edinmiş, Arabistan’ın ilhâkından sonra da onu, Kâbe’nin bakımından ve Mekke+Medine fukarâsının himayesinden sorumlu Surre Alayı’nın başına getirmiştir. Yani Yavuz Sultan Selim, ahde vefâ gösterip Bekdaşiyân umdelerine döndüğü, ve de bu meyanda dedem Mevlâna Bekdaş Hazretleri’ni hem kendine imam, hem de yegâne oğlu Süleyman’a hoca yaptığı içindir ki, bu padişahlar zamanında Arap ülkelerinden maadâ, Orta Avrupa’ya kadar olan Hristiyan ülkelerinin de ilhâkıyla Devlet, gerçek bir imparatorluk hâline gelebilmiştir; evrensel Bekdaşiyân umdeleriyle halklar kazanılarak… Tarihteki tahrifât, şu iki nokta göz ardı edilerek yapılmaktadır; ki bunlardan birincisi, Anadolu’da bugünlere kadar çoğalarak gelmiş olan “Bekdaşi Alevi”lerin, Yavuz Sultan Selim’in eseri ve kazanımı olduğu hususu ise, diğeri de, “şeyhülislâm”lık müessesesinin ihdâsı ile, ilk şeyhülislam Ebusuud nâm yobazın, Kânûni Sultan Süleyman’ın –Dedemin vefatı (1534) sonrası- ikinci dönemine ait bozuşmalar olduğu gerçeğidir… Ama bu büyümeden sonra Osmanlı, Avrupa kralları ile Arap halifeleri ve emirlerinin kafası ve formasyonu arasında yalpalayıp durmuş, ve nihâyette, -aynen Selçukluların Fütüvvetçilere yaptığı gibi- Avrupa krallıklarıyla anlaşıp Bekdaşiyân’ı mahvederek, Emperyalizm’e bağımlı bir “İslâmcı tahakküm rejimi” oluşturmuştur; bugünki Arap ülkelerinin prototipi olarak… Tabii bu dönüşümde, Osmanlı Hânedânı’nın, genellikle “kapan” lara ve “narh”lara dayanan ve vakıflarca yönetilen Bekdaşiyân ekonomisinden nemâlanamaması, ama buna mukâbil, Avrupa’daki “serbest piyasa”lara (borsalara) ve para ticaretine (bankalara) dayalı kapitalist ekonomiden çok çıkar sağlayabilmesi husûsu da önemli bir rol oynamıştır. Kaldı ki kapitalist ekonomi, bütün bendegân ve reayâ’ya, –insanlıktan sarfınazar- bir şekilde para topladıkları taktirde, “bağımsız adam(birey)” yerine konulma şansı tanıdığından dolayı da, “adam seçilimi” ve “spekülâtif kazanç karşıtlığı” üzerine kurulu Bekdaşiyân düzenine karşı, büyük bir çıkarcılar, düzenbazlar ve kumarbazlar cephesi oluşturmuştur… Bizi mahveden kapitalistleşme süreci ise, Aristo Mantığı’ndaki paradoksun bilinmediği tarihî zamanlarda söyle gerçekleşmiştir: Aristo Mantığı mûcibince “emek (gayret)”, “iş” ile aynı (özdeş) kabul edilince, emek=iş denkleminin modülü, yani emeği iş’e çeviren etken (faktör veya fonksiyon) yok sayılmış, ve bu boşluk, bir yaratıcı (Allah) mitosu ile doldurulurken, aynı zamanda insan da metâlaşarak “para” ile ölçülmeye başlamıştır. Her türlü “artı-değer”i (metâ’yı) yaratan insan(lık), bir değişim aracı olan “para” ile ölçülmeye başlayınca da, ölçülemeyen subjektif faktörlerin (hayvanî kurnazlıkların, aldatmacaların) devreye girdiği “alış-veriş”ler içinde, bir “menfî seleksiyon” sistemine yol açarak, gittikçe değerini aşındırmıştır. Ve aynı zamanda da, nüfusu olağanüstü artan (şişen) bir fauna hâline gelerek, antagonist çelişkilere (iktisâdî buhran ve savaşlara) dûçâr olmuştur. Kapitalizm ideolojisinin bu açmazını (antagonizmasını) anlamamak için ya ahmak, ya da bu ideolojiyle güdümlenen –at gözlüklü- spesiyalist bilimci olmak gerekir… Aslında, atalarımızın yaptığı Anadolu fütuhâtı, insanlıktaki bu aşınmayı durduran bir oryantasyonla gerçekleştirilmişti; ki şimdi biz de, aklın bilincine varmış bir kuşak olarak, bu oryantasyonu güncellemeye çalışmaktan başka bir şey yapmamaktayız... Dünya kapitalist düzeninin –ölümcül- krize girdiği bugünlerde, bizim de büyük bir kargaşanın içine düşmemizin esas sebebi, II.Mahmut’tan itibaren kurulan “Mahmutoğulları Devleti”nin, yabancılarla işbirliği hâlinde yaptığı, tarih tahrîfâtı ve tahrîbâtına dayanmaktadır. Çünki yalnız yazılı tarih değiştirilmemiş, aynı zamanda sistematik bir şekilde Bekdaşiyân izleri ve eserleri de kazınmış veya imha edilmiştir. Öyle ki, bu imhâ işleri, Osmanlı Hânedânı’nı tarihe gömen –Bekdâşi meşreb- Gazieren Mustafa Kemal Atatürk’ten sonra dahî, Osmanlı döküntüleri (âyan, bendegân ve reayâ piçleri) tarafından sürdürülmüştür. Mesela, son olarak, büyük dedem İmam-ı Sultan Mevlâna Bekdaş Hazretleri’nin Eyüp’deki türbesi -büyük bir vakıf vâridâtına dayandığı halde- Adnan Menderes’in emriyle, kânuna, fıkıha, örfe ve tarihe karşı ağır bir suç işlenerek 1954 yılında ortadan kaldırılmıştır; şehirlere gelmekte (göçmekte) olan Aleviler tarafından, bir nevî “ihtiram âbidesi”, yani “ziyâret” yeri hâline getirilebileceği ve gerçek tarihimizin ortaya çıkacağı endişesiyle… Başta Babaannem olmak üzere bizimkiler, ve de halkın bir kısmı, Adnan Menderes’in, sırf bu yüzden belâsını bulduğu (idam edildiği) kanısında birleşmişlerdir. Ama her hâlükârda, en büyük iki cihangir padişaha imamlık ve hocalık yapmış bir muhterem zâtın türbesini yok ettiren kararda, esas sorumluları ve cihan casuslarının parmağını aramamak, büyük bir sorumsuzluktur. Zira insanlığın oryantasyonuyla bihakkın fetih yapmış Türkleri, bu topraklardan söküp atmak için, her şeyden önce onları gerçek tarihlerinden (köklerinden) koparmak gerektiğini, emperyalistler gâyet iyi bilmektedirler. Ocağ-ı Bekdaşiyân’ın 1826’da, -Osmanlı’nın ihânetiyle- hezimetini müteakip Kapitalizm, üzerimize öyle bir çullanmıştır ki, ülkemizi, “Neo-Kolonyalizm” doktrini ile Emperyalist sisteme entegre etmekle birlikte, aynı zamanda iç politikada, “Islahatçılık eyyamcılığı”nın gölgesinde halkı yobazlaştırma siyasetinin güdüldüğü bir “casuslar ve ikiyüzlüler cenneti”ne çevirmiştir. Ve bu suretle de, Bekdaşiyân’ın sivil kesimini, ve onların –bağımsızlığın teminâtı anlamındaki- “insan seçilimi” umdesini yok etmek ve unutturmak üzere, elinden geleni yapmıştır. Bu meyanda Hristiyan-Kapitalist emperyalistlerin, Müslüman insanlar karşısındaki stratejik tutumu da hep, “ ya bize benzesin (asimile olsun), ya da İslâmî irtica kuburuna düşerek boğulsun (boğalım)” şeklinde olmuştur. Onun için de, kendilerinin tarihî zemini olan Roma İmparatorluğu’nu fethetmiş ve/veya aşmış bulunan Türk inisiyatifinin sosyo-ekonomik dinamiklerini yok sayarak, daima “Türk Cengâverliği”ni öne çıkarmışlardır. Zira aynı dinamiklerin, –güncellendiğinde- bugün dayandıkları Kapitalizm ideolojisini de çürüteceğini anlayabilmekte, veya hissedebilmektedirler. Bundan dolayı da, “Fatihân Türk” inisiyatifinin devamı olan Bekdaşiyân’ı tanımayarak, onlara tecrit ve ambargo uygularken, aynı zamanda tarihteki Bekdaşîliği de, mistik (ezoterik) bir akımmış gibi kurgulamakta ve tanıtmaktadırlar. Ama nevar ki, kendilerine benzettikleri “gardrob Atatürkçüleri”ne reaksiyon duyan gerici kitleleri toparlayıp –Ülke’de- büyük bir çatlak yaratması için aradıkları lideri, Arap (veya molla) formasyonlulardan bulamamış, ve en sonunda destekledikleri “karizmatik dinci” lider (Tayyip) de, bu Ülke’nin özgün (Fâtihân) dinamiklerinden, yani Bekdaşiyân’dan ârî çıkmamıştır. Zira onlar bilmiyorlardı ki, bizim büyük şehirlerimizin kültürü, Bekdaşiyân rûhuyla yoğrulmuştu; ve de bu Fâtihân ruh, öne çıkmaya çalışanları, fikren olmasa bile, duruş ve davranış formasyonuyla kuşatırdı.

Fatihân Dinamiklerimiz ve Aklımız, Dış Dinamiklere İnsiyatif Kaptırmaz!..

Demokratik çıkış yollarının tamamen kapatıldığı bugünkü durumda, muhalefet de, -bazı kifâyetsiz kişilerin desteklenmesiyle- yaratıcı liderlerden mahrum bırakılınca Türkiye, bir açmazın veya çıkmazın içine girmiştir. Böylece de Türkiye’nin siyasi determinasyonunu(kararlılaşmasını) ve yönetimini, dış güçlerin –casusları vasıtasıyla gerçekleştirdikleri- operasyonları belirler hâle gelmiştir; gelmektedir. Zira Tayyip’in teorik düşünme yetisi ve stratejik bir vizyonu olmadığı için, kendisi kararlarını, “etki-tepki” ve “deneme-yanılma” usûlleriyle almak zorunda kalmakta, ve böylece de, refleksif davranan alelâde bir canlı mesâbesine düşerek, küresel çaptaki “kapitalist fauna” bakıcılarına mahkûm olan bir denek veya kobay hâline gelmektedir. Herne kadar, etrafında birçok danışmanları olsa da, uzmanlık alanlarından gelen verileri, bir mantık (teorik vizyon) çerçevesinde bütünleştirebilecek bir yetiye sahip olmadığından, O’nun indinde bu veriler, tepki gösterilecek (ve denenecek) hedefleri çoğaltmaktan ve tereddütleri arttırmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Kaldı ki, onunla birlikte muhalefet liderleri de, kısır (refleksif) tartışmaların içine çekilerek, “fauna mensupları” hâline getirilmek sûretiyle, kobay türdeşleri anlamında incelenip güdümlenmektedirler… Ama her şeye rağmen, aynı incelemeleri, “kapitalist fauna” bakıcılarını dahî kapsayacak bir objektivite ile, biz de yapmaktayız tabii… Her şeyden önce biliyoruz ki ABD yetkilileri, Tayyip’in, “sivil+asker Atatürkçüler”i veya “vesâyetçiler”i tasfiyesinde yardım ettikleri halde, hâlâ -kendilerine uygun- bir strateji geliştirememesinden çok rahatsızdırlar. Ama bununla birlikte, Tayyip’in, Arap emirleri ve kralları gibi ABD bağımlısı olmayı ve/veya görünmeyi içine sindiremediğini, ve Fethullah Gülen ile olan (olması gereken) farkını vurgulamaya çalıştığını da biliyoruz. Bu yüzden kendisinin, -teorik (metodolojik) düşünemediğinden- “etki-tepki” ve “deneme-yanılma” mantığıyla bir takım politik atraksiyonlar yapmaya mecbur kalmasını da gâyet iyi anlıyoruz. Ancak şu husûsu da iyi biliyoruz ki, “etki-tepki” ve “deneme-yanılma” metoduyla yürütülen politikalar, stratejik düşünen beyinlerde giderek güvensizlik ve bıkkınlık yarattığı (ve duruma el koyma kararı oluşturduğu) gibi, diğerlerinden de bol bol düşman üretir. Onun için, Türkiye gibi, Dünya’nın orta göbeğinde bulunan bir ülkenin, bütünlüğünü koruyabilmesi için, fetih umdelerimizle “feed-back” etkileşimi hâlinde menzili arttırılabilecek bir stratejiye sahip olması, “gerek” bir şarttır. Yoksa ABD zihniyetinin, Tayyip’e karşı, türdeş (dinci) düşmanlarını kullanarak, onu yola getirmeye veya onun kitlesel desteğini azaltmaya çalışması, ama bunları başaramadıkları taktirde de, kendisine, aynı düşmanları vasıtasıyla suikast düzenlemesi, daha doğrusu, suikast yapmaya hevesli kesimlere ve gruplara karşı hayırhah davranması –“kapitalist fauna” mantığı mûcibince- en rasyonel göreceği çözümdür. Böyle bir olay gerçekleştiği taktirde, Ülkemizin uğrayacağı îtibar ve irtifâ kaybı, her türlü zarar ve ziyanın üstünde olacak, ve bizi, “manda” ve “sömürge” yönetimlerinden yeni çıkmış Arap ve Afrika ülkelerinin seviyesine düşürecektir. Ayrıca bunu, Türklüğü “rezil etmek” için de yapabileceklerdir; Türk adının daha şimdiden, bir etnik kimliği anlatır gibi kullanılmaya başlandığı düşünülürse… Kaldı ki Türkiye’nin başında, müzminleşmiş bir “Kürt sorunu” da vardır. Bu meselenin “etki-tepki” ve “deneme-yanılma” mantığıyla çözülemeyeceği, böyle taktik politikalarla sorunun daha da karmaşıklaştırılacağı artık ortaya çıkmıştır. Nitekim açıkça görülmektedir ki, bu konuda ABD’nin, Rusya’nın ve İsrail’in politikaları stratejiktir, ve de birbirleriyle örtüşmektedir. Onların stratejisi, gayri resmî mandaterlik yaparak, Kürtlere bir milli devlet kazandırmak, ve böylece de, kastî (aşiretsel) yapısının bukağılarından kurtulmuş, ve küresel kapitalizme entegre olmuş bir Kürt Ulusu yaratmaktır. Aslında Kürt aşiretleri, kitlesel işbölümü düzeni üzerine kurulmuş kadîm tarım imparatorluklarının, meslekî (başlıcaları askerî) kastlarından bakiye topluluklardır. Zira feodal yapıların aksine, -Hindistan kökenli Roman topluluklarında olduğu gibi- dinî ve idârî liderlik aynı kişide toplanmıştır. Onun için de, bu topluluklardan –aralarındaki keskin çelişkiler izale edilerek- bir millet oluşturmak, hiç de kolay değildir. Ama o kastî halkların düşmanlıklarını kazanmak sûretiyle, onların –düşmana karşı- birleşmelerini sağlamak çok kolaydır. Kaldı ki sözkonusu aşiretlerin, -aralarındaki çelişkiler kullanılarak- bir Kürt Milleti oluşturmalarını engellemeye çalışmanın da, anti-emperyalist ve ilerici olmakla izâhı mümkün değildir. Zira –tarihen geç kalmış da olsalar- aynı dili konuşan halkların, uluslaşma aşamasına geçmesini engellemek, dolaylı olarak (bütün taktik politikaların geçici başarılarından sarfınazar) Emperyalizm’le işbirliği yapmak veya Emperyalistler’in maşası olmak demektir. Böyle bir reaksiyoner politikayı, başka bir ulusun yöneticileri uyguluyorsa, bu da demektir ki, o yöneticiler, Emperyalistlerin –gizli- işbirlikçisi olan düzenbazlardır; ve kendi uluslarının ilerlemesini de engellemektedirler. Oysa fâtihân Türklüğün, insanlığın oryantasyonuna (insanî seçilime) dayalı umdeleri ve inisiyatif argümanları gâyet açıktır; güncellenmeye de müsait olarak… Dolayısile bu güncellemeleri yaparak inisiyatif aldığımızda, tüm halkların –melekeleri sağlam- seçkin bireylerini angaje edebiliriz. Ama her şeyden önce, “feodal asâlet” ve “milli gurur” sevdâsını aşmış, ve de “Türk olmak, adam (birey) olmak demektir” şiarını benimsemiş insanlarımız olmalı ki, diğer halkların seçkin bireylerini –doğru yola- çağırabilelim…

Külhanlı Taklidiyle Arapca Racon Kesenin, Çalımı Bozulmalıdır!...

Külhânî (Külhanlı) denilen insanlar, hamamların ateşini söndürmemekle görevli olan ve vardiya usûlü çalışan bir “meslek erbâbı”dır. Meslekî örgütleri (lonca’ları) Bekdaşiyân’dan olduğu için, Yeniçerilerin (Ocağ-ı Bekdaşiyân’ın) ilgâsından sonra, Karakullukçu’ların inzibâtî (âsâyiş) görevini de –kendiliğinden- bunlar üstlenmişlerdir; hem hamamların her yerde bulunmasından, hem de resmen kurulan “zaptiye” efrâdının, üniformaları ve bürokratik davranışları bakımından halkça yadırganması dolayısile… Hatta bunlar giderek, öyle itibar kazanmışlardır ki, halk tarafından Külhanbeyi adına lâyık görülmüşlerdir. Bundan dolayı, daha sonra – itfaiye teşkilâtı efrâdı olarak- ortaya çıkan Tulumbacılar da, genellikle Külhanbeylerin racon ve jargonunu sürdürmüşlerdir. Ancak, günümüzde çok popülarite kazanmış olan Kabadayılık ile bunların, bir benzerliği yoktur; hatta karşıtlığı vardır. Çünki Kabadayılık, genellikle Kürtlerden tertip edilen Zaptiye’lerin, Külhanîlerin –halk indindeki- nüfûzunu kırmak için işbirliği yaptığı, sivil Kürt zorbalardan ve Çingeneler’den müteşekkil bir oluşumdur. Zira aylak Kürt gençleri Istanbul’a getirildiklerinde, otonom bir oluşum gerçekleştirmek için gerekli bir jargondan (argo’dan) ve racon kesme usûllerinden yoksundular. Hindistan kastlarından ve –kast dışı- paryalardan çıkma Çingeneler ise, yüzyıllarca yaşadıkları bu toplum içinde, zengin bir “argo(jargon)” dili yaratmış ve kendilerine has “racon kesme” usûlleri geliştirmişlerdi; “kıyak çekmek”, “kayıntı yapmak” gibi deyimlerle, ve de mesela, yabancı yaşlı erkekleri –amca yerine- dayı saymak usûlleriyle… İşte Külhânîler de, onları, hem “yabancı yaşlı erkekleri anneleriyle kardeş sayma” şeklindeki “anti-ensest” hassasiyetlerini hicvetmek, hem de başına kaba (kof) ekini ilâve etmek sûretiyle aşağılamak üzere, Kabadayı diye tanımlamışlar ve adlandırmışlardır. Ama nevar ki, sonuçta Kabadayılık, Kapitalizme entegre olup, Batıdaki mafyöz gruplar şekline dönüşerek kendini kanıtlarken, Külhânîlerin, tarihin derinliklerinden gelen, Fütüvvet kaynaklı “seçkin insan” davranış biçimini (titreşimini) de bastırmış ve söndürmüştür. 1826’dan sonraki bu süreçte, padişahların “Türk mahalle kültürü”ne kurduğu kumpasta, bir yanda Avrupai üniformalı zaptiyeler şeklinde, diğer yanda da, tarikat adı altında “icra-i sanat” eyleyen Rufai, Kâdirî, Nakşibendî vs. nâm cemaatlerin mollaları (meleleri) olarak hep Kürtler istihdam edilmişlerdir; taassuplarıyla Bekdaşiyân zihniyetini bastırsınlar diye… Böylece de, –içgüdüsel- refleksif etkileşimlerle hayvanî bir rekabetin hüküm sürdüğü Kapitalist düzeni yerleştirmek için, hem Avrupai, hem de dinî kisveyle yaşayabilen –iki yüzlü- kastî (şizofrenik) insanlar bir katalizör olarak çok iyi kullanılmış, ve dolayısile de insanî oluşum ve yaratıcılığın hükmü kaldırılmıştır. Oysa Külhanlılar, Fütüvvet’in “kademli” ve “şerbetli”lerinden mütevellid kararlılık hallerini, fikrî ve ahlâkî üstyapısına uygun olarak devam ettiren son kişilerdi; herne kadar o fikrî üstyapı (Tasavvuf) –Sünni akidelere göre- çarpıtılmış olsa da… Fütüvvet’ten Külhanlılara kadar gelen sözkonusu davranış biçimini, yüzyıllar boyunca diri tutanlar ise, her branşta “insanî seçilim”e dayanan, ve dolayısile de seçkin silâhşörler, mimar ve mühendisler, hatta müzisyenler yetiştiren, ama askerî güçle ilhâk edilen ülkelerdeki kaliteli insanları topladığı için de, bağnaz Hristiyan’larca nefret edilen Ocağ-ı Bekdaşiyân, yani Yeniçeriler idi… Ancak nevar ki, Osmanlı Hânedanı, akıl almaz icatlar (yaratıcılık) yapmakla birlikte, aynı zamanda sahtekârlığa ve despotluğa da katlanamayan bu insanların baskısına (murâkabesine) dayanamadı; ve en sonunda da, Avrupa monarşileriyle anlaşıp, “insan seçilimi” umdeleriyle “iç dinamikler”imizi teşkil ve temsil eden koskoca bir müesseseyi ve tarihimizi topa tutarak imhâ etti. Kim derdi ki, bu olaydan iki asır kadar sonra, Yeniçeri rûhunu (davranış biçimini) yaşatan külhânîlerin ve tulumbacıların da titreşimi sönerken, bir küçük çocuk (R.T.Erdoğan) çıkıp, bu tavırları içselleştirerek kendine “şahsiyet” yapacak… Ama dinî dogmalarla yüklenerek yetiştirildikten sonra da, kapmış olduğu –sempatik- kişilikle (veya kisveyle), her türlü yobazlığı kitlelere kolayca yutturabildiğini keşfederek, politika sahnesinde, bir “karizmatik lider” olarak değer kazanacak… Ve sonunda da, benim gibi, Bekdaşiyân rûhu ve fikriyâtıyla yoğrulmuş biri tarafından, yüzüne ayna tutulacak…

Recep Tayyip Erdoğan’ın karşısına, onun külhânî tavırlarını daha da rafine bir şekilde yapabilecek bir –mukallid- politikacı çıkarmak şarttır artık… Böyle, taklid kabiliyeti yüksek bir zât, tabii ki onu alaya almayacak, bilâkis onun yalan ve yanlış ifadelerini düzeltecektir. Bu şekilde de halk, onun –spesifik sandığı- davranışlarının büyüsünden kurtulup, aynı derecede sempatik bulduğu iki kişi arasında tercih yapmaya, ve dolayısile de sarfedilen sözlerin muhtevâsını anlamaya zorlanmış olacaktır. Ve bu sûretle Recep Tayyip’in foyası dökülüp, üç beş ay içinde de –iğreti- karizması tuzla buz olacaktır. Ben, son kuşak Bekdaşiyân’ın ekber ve elyak ferdi, ve de İmam-ı Sultan Mevlâna Bekdaş Hazretleri’nin sahih torunu olarak bu işe cevaz veririm. Ancak burada, şu husûsa da dikkat çekerim ki, bugünkü komedyenlerin çoğu, külhânî tavrını kabadayılıkla karıştırmaktadırlar. Onun için, “baz” alınması gereken tavırlar, orijinalinden kapmış olduğu anlaşılan Tayyip’in tavırlarıdır; ki geliştirilmesi için, 1950-60’lardaki son külhanîleri tanımış olan –benim gibi- kişilerin de görüşleri alınabilir… Demek ki bundan sonra, muhalefetin, “adamın bütün yanlışlarını ve yalanlarını ortaya dökerek eleştirimizi yapıyoruz ama, halk yine de ona oy veriyor” mealindeki mâzeretleri artık kabul edilemez. Hatta sorumluluğu halka yükleyen böyle bir muhalefet anlayışı, Tayyip’in “mal varlığı” gömüsünü ifşâ etmeyerek, hâlâ muhtelif şekillerde onu kullanmaya çalışan –halkların sömürgeni- emperyalistlerle işbirliği anlamına da gelir… Türkiye’nin Fetih dinamiklerinden (düşünce ve davranış özelliklerinden) kopuk olup da, Emperyalist işbirlikçisi Padişah’lara şov (veya soytarılık) yapmak şeklindeki politikacılığa alışmış insanların yarattıkları karmaşayı atalarımız, boşuna “Çingene çalar, Kürt oynar” diye tasvir etmemişlerdir. Çünki bu halklar, kastî yapıları itibariyle, Fatihân atalarımızla başlayan uzun bir süreç dâhilinde inşa ettiğimiz, “Bekdaşiyân” kolonlu sosyal yapımızın çatlaklarına sokulan dinamit çubukları gibiydiler; ki nihayette emperyalistlerin kumandası altında kontrollu bir yıkım gerçekleştirdiler. Kaldı ki Emperyalizm hâlâ, diğer etnik kökenlerden de, “etno-kapitalist” anlamda yeni kastlar (çıkar grupları) oluşturmaya, ve toplumumuza yeni dinamit çubukları sokuşturmaya çalışmaktadır; dini de kullanarak… Ama artık, Fethullah Gülen’in de foyasını çıkardıktan sonra, Türkiye’yi karıştırabilecek kapasitede, bir başka “gerici lider” daha bulma şansları kalmamıştır. Zira artık gâyet iyi anlamışızdır ki, Fethullah Gülen’in –klâsik vaiz tipinden- ayırt edici özelliği, “kendinden geçmiş (baygın)” halleriyle, “salya-sümük ağlama”larıydı. Bu haller, kendisine mistik bir hava veriyor, ve bu “hava” da, başta teknokratlar, bürokratlar ve subaylar olmak üzere “mühendis kafalı” aydınlara çok câzip geliyordu. Çünki “calculus” rasyonalitesini aşamamış mühendis kafalı “entel”ler, düşüncelerinde daima –calculus (hesap) matematiği ile insanî davranışların irtibâtını, yani düşünce/davranış etkileşimini göremediklerinden- bir eksiklik hissederler; ve de bu boşluğu, muhayyel bir “Yaratıcı (Allah)” mitosuna atfen uydurulan mistik zırvalarla doldurmaya çalışırlar. Ve böylece, kendilerine ancak dindarlıkla meşrûiyet (ve îtibar) sağlayabilen şizofreni hastalarının müşterileri hâline de gelebilirler. Bilindiği gibi Türkiye’de de, yobazlığın yükselmesine sebep olan, hatta öncülük yapanların çoğu mühendistir. İşte Fethullah Hoca’nın peşinden giden entellerin de başlıca mâzereti, “mühendis kafalı” olmalarıdır. Üstelik onlar Hoca’larını, Tayyip gibi biriyle kıyasladıklarında da, kendilerini çok haklı görmektedirler maalesef… Ama Tayyip de onları, -yaptıkları büyük hatâdan dolayı teröristlikle suçlayarak- kendisini “havârî” veya “aziz” gibi gösterme propagandasında “delil” olarak kullanmaktadır. Bu şekilde de, adı “fetöcü”ye çıkmış pek çok aydınımızın, tefekkür hayatımızdan eksilmesiyle uğradığımız “artı-değer” kaybı yetmiyormuş gibi, bir de o “aydın”lar, Tayyip’in pozisyonunu tahkim etmesine (kendini değerli göstermesine) âlet olmaktadırlar. Bu, toplumumuzun katmerli zarara uğratılması demektir. O halde, Fetodan da Tayyipten de bir otokritik beklenemeyeceğine göre, “Fetöcü terörist” olarak suçlanan gazeteci, yazar, vs. gibi mesleklere mensup aydınlar arasından “oto-kritik”çiler çıkıp, doğru (bilimsel) yolu bulmalı ve göstermelidirler: Evren’in, ezelden beri (zaman ötesinden fışkırmasından beri) bir genel determinizme (kararlılaşma ve kânunlaşma hâllerine) sahip olduğu anlaşıldığına, ve biricik (unique) sistemlerin tersinir (reversible) devinmesi gereği de bilindiğine göre, insanlığın bu Evren içindeki misyonunun, daha doğrusu “bilinçlenme rotası”nın da belirleniyor olması gerekir... Yani bir “mutlak bilinç” varsa, bilinçlenme rotamızın sonunda ona varacağız demektir; ki o zaman da başlıca görevimiz, bu rotayı kaybetmemek için, daima bilinçlenmek olmalıdır herhalde... Aslında, zaman ötesindeki böyle bir bilinç, -bilimsel olarak- her türlü yaratılışın kaynağı olan, ama zaman içinde bilinemeyen (parametresiz) bir nokta (Kaos) diye nitelendiriliyor; ki bu kaynak, zaman içinde de daima, türlü belirti ve etkilerle kendini hissettiriyor. Mesela Big-Bang (Büyük Patlama) kaosunun gürültüsü hâlâ duyulabiliyor; “Canlanma Kaosu”nun virütik yaratıkları hâlâ fışkırıp durmakta; “İnsanlaşma Kaosu”nun yaratıcı titreşimi de, ritmik danslar, şarkılar ve hatta ibâdetler olarak sürüp gidiyor… Onun için, bugünki esas meselemiz, dinlerin, ve özellikle de son din olan İslâmiyet’in anlattıklarıyla, -son buluşlarla zenginleşmiş- bilimin, nasıl ve ne kadar örtüştüğü husûsunun incelenmesidir. Bugün artık, Tarım Devrimi’nden sonra tesis ettikleri kitlesel işbölümü düzenine dayanarak muazzam işler başarıp büyük imparatorluklar kuran kralların, kurdukları düzeni mutlak (değişmez) sayarak kendilerini tüm Evren’in hâkimi gibi görmelerini de anlayabiliyoruz; ve bu “tanrı-kral”lık düzenlerinin yozlaşması üzerine bazı ferâsetli insanların (peygamberlerin), Tanrı kavramını “muhayyel mitos” olarak soyutlayıp, onlardan referans getirerek “tanrı-kral (firavun)”ları eleştirmelerini de… Hatta bunların ötesinde, İslamiyet öncesi dinlere ait kutsal kitaplarda, peygamberlerin düşünce ve davranışları, rivâyetler şeklinde nakledilirken, Kuran’ın telif bir eser olarak –bunlardan- kategorik bir şekilde ayrılmış bulunduğunu da, artık görebiliyoruz; ki bu kategorik fark da bize, Hz.Muhammet’in düşünce tarzı ve/veya mantığı hakkında önemli ip uçları veriyor. Şimdiye kadar Kuran’a bu açıdan yaklaşılıp, Hz.Muhammet’in düşünce mantığı incelenmediği içindir ki, O’nun son peygamber olarak –mistisizmden ve tarihî devirlerden kurtulmak üzere- insanlığa nasıl bir ufuk açtığı anlaşılamamıştır. Oysa bilindiği gibi “söz”, insanlığın, resimler yapıp ateşi kullanabildiği zamanlarında icad edildiği halde, akıl ve mantık, insanlaşma zonunda (Panteist-Zon’da) kazanılmıştır. Dolayısile de, Tanrısal bir objektiviteyle fikir beyan edebilmek, sözlerden çok (hatta sözlerden bağımsız olarak) mantıkla, ve mantığın neşet ettiği melekelerle ilgili bir husus olmalıdır. Ancak nevar ki, en objektif düşündüğü iddiasıyla ortaya çıkmış bir insan (Hz.Muhammet) aklının, nasıl çalıştığını anlayabilmemiz için de, elimizdeki -delil olabilecek- tek belge Kuran’dır. Şayet biz onun mantığını (rasyonalitesini) deşifre ederek, bugün de aynı şekilde düşünebildiğimizi gösterirsek, o taktirde insan düşüncesine “Allah” müdahalesinin daimî olduğunu (aslında içinden doğduğumuz Kaos’un yani yaratılışın sürdüğünü), ancak bunu sözlerle anlatma (yeni din kitapları çıkarma) gereğinin ve imkânının kalmadığını da ispatlamış olacağız. Ama aynı zamanda, kitlesel işbölümü düzeniyle “tarım ve hayvancılık” kültürü kurmuş “tanrı-kral”ların, kitlesel disiplin ihtiyâcına binaen –pragmatik mülâhazalarla- ihdâs ettikleri ibâdetlerin de, ve sonradan uydurulmuş muhayyel “Tanrı” mitosunun da lüzumsuzlaştığını (hatta muzırlaştığını) anlayacağız. Böylece, Hz.Muhammet’in peygamberliğini anlamak ve anlatmakla (bilince çıkarmakla) birlikte, dinlerin hüküm sürdüğü tarihî devirlerin de kapanmakta olduğunu göstereceğiz; ki işte şimdi biz, bunu yapmaktayız; ve yapacağız…

Toplumsal (ekonomi-politik) hatâlarımız, tarihimizin ve yüzyıllara bâliğ tefekkür sürecimizin unutulmuş ve/veya tahrif (hatta tahrip) edilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Onun için kabul etmeliyiz ki, gerçek tarihimizin ortaya çıkmasını engelleyenler, uluslar arası –faaliyet gösteren- casuslar ile vatan hainleridir!



Ali Ergin Güran: 17 / 03 / 2021