Kuran’ın Mantıkî Analizi, ve Hz.Muhammet’in, Tarihî Devirler ile Mitik Allah Kavramını Aşan Misyonu Üzerine…

Son tahlilde anlamış bulunuyorum ki, Hz.Muhammet, fikirleri geniş bir “tarihî zaman aralığı”nda geçerli olmuş, en objektif görüşlü “toplum bilimci”dir; mistisizme yol vermeyen Sembolik Mantık ile düşündüğü için… Hatta kendisinin, “tarih sonrası”na geçiş yolunu işaret ettiği bile söylenebilir; tarih sonrasına, Matematiksel Mantık prensipleriyle geçtiğimiz, ve Matematiksel Mantığın da, Sembolik Mantığın rafine edilmiş şekli olduğu düşünülürse… Oysa ben, Kuran mealini 20 yaşındayken (1960 yılında) ilk defa elime aldığımda, itiraf etmeliyim ki büyük bir düş kırıklığı ve hüsrân (sıkıntı) yaşadım; ibadetlerde telâffuz ettiğim Arapça Kuran âyetlerine, kafadan (kafama göre) anlamlar yüklemiş olduğumu da idrâk ederek… Ondan sonra, bazı tefsirlere de göz attığım halde, Kuran’ı huzûr içinde –birşeyler anlayarak- okuyabilmem mümkün olmadı; şimdiye kadar… Bence, objektif görüşlü –büyük- bir adamın eseri, insana huzûr vermeliydi; bir fizik veya matematik formülünün (kânununun) verdiği güven ve huzur hissine benzer şekilde… Yoksa, anlaşılmazlıktan mütevellid korku hissinin sebep olduğu –büyü gibi- bir teslimiyet duygusu vermemeliydi. Zira böyle bir duyguya kapılanlar, halklar üstünde hüküm sürenlerin –Allah adına- yaptıkları “kitlesel hipnoz” seanslarına müşteri olabilirlerdi ancak… En sonunda, antik devirlerden kalmış Aristo Mantığı’nı çürüten Russell Paradoks’u anlayıp da, Kuran’a Sembolik Mantık gözlüğüyle bakınca gördüm ki, bütün tefsirler bile aslında (prensip olarak), bizzat Kuran tarafından, –mesela Nisâ sûresi, 46.âyet’te- “kelimeleri yerlerinden kaydırmak” şeklindeki ifadeyle reddedilmiş; “sözcüklerin mecâzî anlamlarından, işe geleni kullanmak” kurnazlığına dikkat çekilerek… Gerçekten de, dillerdeki, somut nesnelere ve olaylara tekâbül ettirilmiş isimler çok mahduttu; ve kelimelerin çoğu da, o kısıtlı sayıdaki isimlere atfen yapılmış benzetmelerden (mecazlardan) oluşuyordu. Dolayısile de, yıllar geçtikçe mecâzî mânâları artan kelimelerle Kuran’ı anlamlandırmaya çalışmak (tefsir ve mealen tercüme yapmak), devamlı su katılan bir çorbada, ilk lezzeti aramak gibi abuk (abes) bir çaba oluyordu. İşte o zaman anladım ki, esas mesele, -son peygamber- Hz.Muhammet’in tarihî misyonunu ortaya çıkarmak, ve bunun için de her şeyden önce, Kuran’ın mantıkî analizini yapmaktır. Zira diğer bütün din kitapları, “tanrı-kral”lık düzenlerine başkaldırmış “peygamber” nâm kişilerin efsânevî menkîbelerini ve bu husustaki rivâyetleri naklediyordu; ki onlardan da, sözkonusu peygamberlerin düşünce tarzını (mantığını) anlamak mümkün değildi. Hz.İsa, Hz.Musa, Hz.İbrahim gibi peygamberler belki de, realiteden tamamen kopuk –çok mecazlı veya anlamsız- sihirli sözcükler kullanmış, ve mûcize denilen büyüler (illüzyon veya hipnotizmalar) yapmışlardı; ki zaten o zamanlarda, bırakalım –tanımlı- kavramsal sözcükler bulmayı, insanlığın sözcük (kelime) haznesi bile çok kısıtlıydı. Nitekim bu yüzden, o kadîm kutsal kitaplardan, “ezoterik” akımların çıktığı da herkesin mâlûmudur. Oysa Kuran, “çelişki vebâli”nden kurtulmak üzere –herşeye muktedir- “Allah” mitosuna göndermeler yapılmış olsa da, bir telif eser olarak müellifinin (Hz.Muhammet’in) objektif düşünce tarzını veya mantığını aksettirmekteydi. Mesela, Kuran’ın her tarafına serpiştirilmiş olan “…daha doğrusunu Allah bilir ve yapar” mealindeki ibâreler, ilk bakışta “tüm çelişkilerin Allah katında çözümü vardır” şeklinde anlaşılsa bile, aynı zamanda –Allah adı verilmiş- “insanlaşma kaosu”ndan çıkış parametresi olan “ritm melekesi”yle şuurlandıkça, insanlığın, giderek daha doğruyu bilip yapacağı anlamına da çekilebilirdi. Zaten “Allah” miti de, peygamberlerin “tanrı-kral”lardan iktibâs ettikleri, “tanrı-kral”ların da, bilincine varamadıkları “insanlaşma kaosu”nun (insanlık orijini’nin) yerine kurgulamış oldukları –ve kendilerini de akraba yaptıkları- bir “yaratıcı” sembolünden başka bir şey değildi. Onun içindir ki, peygamberler devrinden kalma Kuran gibi bir telif eser, Aristo Mantığı’nın (antik devirler mantığının) paradoksunu, yani akıl dışı olduğunu –Matematiksel Mantık disiplininde- fark ederek, başlangıçtaki “insanlaşma kaosu”nu bilince çıkarmış olan bugünkü insanlık için çok değerliydi; ve de “tarih sonrası”na geçişin yolunu aydınlatıyordu; son Peygamber’e yakışan bir şekilde… Çünki bir defa, Kuran’dan çıkardığımıza göre, Hz.Muhammet, mecazî sözcüklerin (metaforların) anlam kazandığı “sözün gelişi (retorik)” mantığıyla düşünmemektedir. Zaten öyle düşünseydi, insanları kitleler hâlinde, yozlaşmış “tanrı-kral”lık ve eski “peygamber”lik düzenlerine karşı ayaklandırsa bile, kalkışmayı aklî mecrâsında tutamayacak, dolayısile de bazı sözcüklerde (ve sayılarda) tılsımlar vehmeden, ve onlardan medet uman büyücülerden veya “yalancı peygamber”lerden biri olacaktı. Nitekim kendisinden sonra başlayan yozlaşmayla birlikte, Kuran’daki âyet ve ibâreler de, sihirli cümleler ve kelimeler olarak kullanılmış, ve bunlardan –kötülüklere karşı koruyucu- muskalar üretilmiştir. Hatta Kuran’ın kendisi bile, evlerdeki -özellikle yatak odalarındaki- duvarlara, paketlenerek asılan bir muska hâline getirilmiştir. Mistisizme sapmanın ve muska üretimine başlamanın mîlâdı olarak, Hz.Ali’nin, Kuran sayfalarına kılıç çekmekten çekindiği Sıffîn Savaşı’nı kabul edebiliriz. Çünki, Hz.Muhammet’in en yakınının sebep olduğu, o tarihî kırılma noktasından sonra, mistisizmden güç alan İslâmî istibdât ve zulüm düzenleri başlamıştır; Muaviye ile birlikte… Ancak Hz.Hüseyin’in katlinden sonradır ki, Hz.Ali ardıllarınca, “sünnî” sıfatını sahiplenip zulüm yapan saltanatlara karşı, etkin bir muhalefetle, “Sünni-Alevi” diyalektiği tesis edilmiş, ve de bu “diyalektik çelişki”den mütevellid dinamiklerle, İslâmiyet’in dogmatizme saplanarak –büyücü ve sahte peygamberlerin mâceraları gibi- yok olması önlenmiştir… Sünni-Alevi diyalektiğini (diyalektik çelişkisini) –mezhepler ve cemaatler üstü kalarak- en iyi yönetenler, Fütüvvet’ten doğma Tarikât sistematiği, ve geliştirdikleri Tasavvuf fikriyâtıyla temâyüz eden bizim Bekdaşiyân olmuştur. Nitekim son antik Dünya imparatorluğu (Bizans) da böyle fethedilebilmiştir; en güçlü Sünni Arap devletleri bile başaramadığı halde… Çünki Bekdaşiyân, pratikte, “kademli” ve “şerbetli” adlarıyla elyak (liyâkatli) insan seçilimini gerçekleştirirken, teoride (Tasavvuf’ta) vaz ettiği “vahdet-i vücud” ilkesiyle de, “Allah-İnsan” dualitesine son vermiş, ve böylece de, Muhammetçilik (Sünnilik) spekülâsyonuna mahal bırakmamış ve imkân tanımamıştır. Kuran’dan açıkça anlaşılmaktadır ki, aslında Hz.Muhammet hep, mecazî sözcüklere objektif (nesnel) anlamlar kazandırabilmek için uğraşmış, ve bu yüzden de daima, hem kelimeleri değişik olaylarda kullanmak sûretiyle onlara istediği anlamı vermek için çırpınmış, hem de açıklamaya çalıştığı olaylar için en uygun sözcükleri bulmak üzere, “şematik görüş”lerinde mükerreren kelime değişikliği yapmıştır. Hatta zaman zaman, uygun kelimeyi bulmak için, hurûfâtı (elifba’yı) da gözden geçirdiği olmuştur; bazı surelerin başında zikrettiği (âdeta sayıkladığı) harf ve hecelerden anlaşıldığına göre… Kuran’daki müzmin tekrarların sebebi de, bu arayıştır işte… Peygamber’in bu hususta ne kadar zorlandığını, Kuran’ın muhtelif yerlerinde yaptığı, “böyle bir söz söyleyin de görelim” mealindeki meydan okumalarından da anlamak mümkündür. Bu da demektir ki, Hz.Muhammet hep, mevcut veya muhtemel olgu, olay ve duygular kümesini, elemanlar arasındaki etkileşimlerle birlikte bir şema şeklinde gözünün önüne getirerek düşünmüş, yani –ham şekliyle de olsa- tefekküründe daima Sembolik Mantık kullanmıştır; alışılmış veya kanıksanmış sözcüklerin câzibesine ve “sözgelişi (retorik)” akıntısına kapılmadan objektif düşünebilmek için… Buradan kendisinin, hem sözlerin ezelî olmadığını, dolayısile de Allah mitosunun kesin (değişmez) emir verebilecek mutlak bir kişilik olamayacağını anladığını, ve de Meditasyon (Murakabe) yaparak düşündüğünü çıkarabiliriz: Zira büyük bir olgu ve olaylar kümesini bütünüyle göz önüne alabilmek için, asgari bir zaman aralığında dikkat dolaştırabilecek bir yoğunluğa (konsantrasyona) ulaşmak, ve bunun için de her şeyden önce dış etkilere, ve sözsel (retorik) çağrışımlara kapanmak gerekmektedir. Ancak bu sûretle, kısa bir zaman aralığında, sayma (ritm) ve sıralama melekeleri –ister istemez- çok hızlı çalışıp neticeler çıkarmakta, dolayısile de insan bu sonuçların, bir yerlerden (yüksek bir şuurdan) geldiği, yani ilhâm veya vahyedildiği zehâbına kapılmaktadır. İşte Hz.Muhammet de böyle bir zehâba kapılmakla, içine doğan fikirleri, “tanrı-kral”ların, bir mantık boşluğu var sanarak “insanlaşma kaosu”nun yerine kondurdukları Allah (yaratıcı) mitosuna atfetmiştir. Böyle bir atıf, hiçbir mantık hatâsı ve zulüm yaratmazdı; zira içine doğan fikirler, zamanlar dışı “insanlaşma kaosu”ndan mütevellid, -meleklerin değil- melekelerin ürünüydü. Ve melekelerin gücü de, insanın “insanlaşma kaosu”na (yani orijine) yakınlığı ile doğru orantılıydı; ki bu yakınlık da aynı zamanda o şahsın, uykudayken bile düşünüp davranmasına, yani “uyurgezer” olmasına yol açmaktaydı. Yani “insanlaşma kaosu”na Allah adı takılsa da, mantıkî çıkarımlar bozulmaz ve çelişkiler oluşmazdı; eskilerden gelen “tapınç kültü”nün a-ritmik ritüelleri ağırlaştırılıp “hipnoz tekniği” olarak kullanılmadıkça… Bu arada, Hz.Muhammet’ten sâdır olmuş veya nakledilmiş, “meleklerle görüşmek” veya “Arş’a çıkmak” gibi ifadeleri ve rivâyetleri de, -o zamanlarda bilince çıkmamış ve bilime geçmemiş olan- “uyurgezerlik semptomları” cümlesine ait apayrı bir konu olarak ele almak gerekir.

Aslında Hz.Muhammet’in –Kuran’da- açıklamaya çalıştığı husus, “ezelî ve/veya ideal ahlâk kuralları” idi… Çünki Hz.Peygamber, insanın, son hâliyle ve ahlâklı olarak yaratıldığına inanıyor, ve güçlü melekelerinin verdiği özgüvenle, kendi ahlâk anlayışına göre olayları, olguları ve insanları forme etmeye çalışıyordu. Bu arada sık sık, “Allah her şeyi görür/bilir” demekle de, objektif bir gerçeklik olduğunu, ve herkesin kendi gayretiyle bu gerçekliğe uygun yaşayabileceğini telkin etmeye çalışıyordu. Ve bu telkini tesirli kılmak için de, insanları, Allah’ın gazabıyla korkutup, merhametiyle tövbeye çağırıyordu. Ama bir yerde bunun da yetmeyeceğini düşünerek, telkinlerini, -kadîm “öbür dünya” kurgusuna istinâden- Âhiret’teki ödüller ve azaplarla müeyyidelendirmeye çalışıyordu. Oysa, bir defa kelimeler (söz), ahlâkın kaynağı olan beslenme ve çiftleşme tabularından çok sonra, üstelik de –üretim (dolayısile üreme) ihtiyacına binaen- tabuların “tanrı-kral”lar tarafından yıkılması (negasyon edilmesi) sırasında geliştirilmişti; ve onun için de, mecâzî anlamlarıyla pek çok çelişkiyi barındırıyordu. Sonra da, tabular, sayma/sıralama melekelerinin, beslenme ve üreme içgüdülerine karşı yarattığı fiilî direnişin (tutukluk ve korkuların) sembolleri, ahlak da bunların –kurallı beslenme ve üreme anlamındaki- türevi olduğu için, ahlaklı olmak, melekelerin sağlıklı olmasını gerektiriyordu. Dolayısile de ahlâk öğretileri, melekeleri muhtel çoğunluk için işe yaramıyor, ancak onların, ahlâklı taklidi yapan mürailer hâline gelmesine sebep oluyordu. Zira ahlâk, esas itibariyle, insanların –tabuları yaratan- melekeleri sâyesinde kazandıkları “irâde” ile ortaya çıkmış bulunan, “irâde-içgüdü” diyalektik çelişkisinin yönetimi demekti; ki bu çelişki de, insanların önüne “rahmânî veya şeytânî eylemler” ikilemi konularak çözülemezdi. O halde esas mesele, gerçek ahlaklıları, “meditasyon” ve “inisiyasyon” sınavlarıyla ortaya çıkarıp, onları diğerlerine kılavuzlamaktı; ki bu da, -uygun kelimeler seçerek- söz söylemeyi (meram anlatmayı) değil, “peygamber” gibi insanların seçilimini gerektiriyordu. Hz.Peygamber, gerektiği kadar gözlem ve deney yapabilmiş olsa, ve de bunları yine sembolik mantıkla düşünmeye devam etseydi, bizim bugün vardığımız bu sonuçlara ulaşabilirdi denilebilir; nazarî olarak… Ama nevar ki, kendinden sonra Kuran’daki kelimeler donup, hükümler dogmatikleşerek, mistisizmin sihirli sözcükleri ve ifadeleri hâline getirilmekle birlikte, Peygamber’e atfen bir sürü de uyduruk hadis üretilmek sûretiyle, bir nevî spekülâtif Muhammetçilik (Saltanat Sünniliği) akımı yaratıldı. Hatta ne hazin bir tecellidir ki, Hz.Muhammet’in yakınındaki en “peygamber tandanslı” kişi Hz.Ali bile, mistisizme râm olduğu için, ancak –maktul oğlu vasıtasıyla- “Sünni-Alevi(Câferî)” diyalektiğinin teessüsüne vesile teşkil edebildi.

Hz.Peygamber’in kullandığı, ham olay ve olguların göz önüne alınması şeklindeki ilkel Sembolik Mantık, giderek, olay ve olguların çeşitli özelliklerinin ölçülüp sayılara ve soyut simgelere tekabül ettirilmesiyle Matematiksel Mantık şeklinde rafine olmuş, ve dolayısile de bugünki bilimsel düşüncemizin iskeletini oluşturmuştur. Nitekim, Matematiksel Mantık ile teorik düşünceye dalan bugünki bilim adamları da, aynı zamanda meditasyon (murâkabe) hâline girmektedirler. Ve çıkardıkları notasyonel formülleri söze dökmeye kalktıklarında da, aynen Hz.Muhammet’in çektiği zorluklarla karşılaşmakta, ve de mükerreren (değişik kelimelerle) izahlar yapmaya mecbur kalmaktadırlar; ki, ilk defa sözle ifade edilen şu fikirleri kaleme alırken, ben de aynı zorlukları yaşadım ve yaşıyorum. Zira fikirler, göz önüne getirilen semboller şemasından –süratle- türetilmekte, ama o sembollere uygun sözcükler bulmak çok zor olmaktadır. Ayrıca o sözcükleri, gramer kurallarına göre cümlelere yerleştirmek ise, apayrı bir güçlük arzetmektedir. Ondan dolayı da, bu fikirleri –tatbikat öncesinde- kavrayabilmek için, Sembolik Mantık’la düşünebilme yetisi (meleke gücü) gerekmektedir… Öte yandan şunu da biliyoruz ki, Sembolik Mantık ile düşünen modern bilim adamları bile, yirminci yüzyılın başına kadar, teorik düşüncelerinde göz önüne aldıkları –notasyonel- kümelerin tüm soyut elemanlarını, aynı anda dikkate alabildiklerini sanarak, kendilerinde –zaman ötesinden bakan- bir Tanrısal objektivite vehmetmişlerdir. Böylece de, Hz.Muhammet, Allah’tan vahiy aldığı kanısına varmışken, ondan bin küsur yıl sonra ortaya çıkan modern bilim adamları –laik olanları da dahil- kendilerini Tanrı’yla özdeş saymışlardır. Ve bu yüzden de, paradoksa (Russell Paradoks’a) saplanmışlardır; farkında bile olmadan… Ama ne zaman Russell Paradoks keşfedilmiştir (1901), işte ondan sonradır ki, bir kümedeki her elemanı aynı anda dikkate alamayacağımız (göremeyeceğimiz) anlaşılmıştır; ki o sıralarda öne sürülen Einstein’ın İzafiyet Teorisi’nden, tüm varlıkların aynı anda var olup olmadığının da –zaman içindeki bir şahit tarafından- anlaşılamıyacağını anlamamızla birlikte… Ve zamanımıza gelindiğinde, insanların devamlı –gayri ihtiyârî- olarak sayma(ritm) hareketi içinde bulunduğu, ve bunun etkisiyle zihnin daima sıralama yaptığı (İyi Sıralanma Prensibi’ni vaz ettiği), ve dolayısile de insanın, “ritm melekesi”yle insanlaştığı neticesi çıkarılmıştır; bizim gibi bağımsız düşünürlerce… Ama buna rağmen, müesses kapitalist nizâmın labirentlerine mahkûm (besleme) bilimciler, daha ilk başta Russell Paradoks’a itiraz etmekle “kafayı üşütmüş” olan, ünlü matematik akademisyeni G.Cantor’un ardından giderek, bu gelişim (bilinçlenme) sürecini israrla görmezden gelmişlerdir. Böylece de, Tarih Öncesi’nin bilince çıkarılıp, Tarihî Devirler’in, dinleri ve patronaj rejimleriyle birlikte aşılmasına engel olmuşlardır; ve olmaktadırlar. Bu şekilde de, Russell Paradoks’un toplumsal izdüşümlerinden mütevellid, antagonist “sosyo-ekonomik” çelişkiler yüzünden, insanlığın, bir “mahvolma” açmazına veya girdabına doğru sürüklenmesine sebep olmaktadırlar.

Hz.Muhammet’in Sembolik Mantığından, Diyalektik Antropoloji’ye…

Notasyonel Sembolik Mantık demek olan Matematiksel Mantık’taki, Russell Paradoks’u anlayıp, İyi Sıralanma Prensibi’nin gerekliliğini idrâk edince, bu prensibin, insanî davranışlardaki terbiye unsuru olan “ritm melekesi”ne tekabül ettiğini düşünerek, “insan, -Kaos ortamında mecbur kaldığı- ritmik hareketlerinin meleke kesbetmesiyle insan olmuştur” hipotezini elde ettik. Bu aynı zamanda, bir primat türünün, “doğal (refleksif) olmayan ritmik hareketlere mecbur kalınması” diye tanımlayabileceğimiz bir Kaos’tan, ritmik davranışlarının meleke kesbetmesiyle, -faunasından- bağımsız bir âlem yaratarak çıkması anlamına da gelmekteydi. Buradaki “kaos”a bir neden aramak da, abesle iştigâl demek olurdu; zira nedeni olan “kaos” olamaz, veya –zaman ötesi- “kaos”ların sonsuz nedeni olurdu. Çünki Kaos tanımı ancak, “hiçbir parametrenin (değişkenin) bulunmadığı bir nokta ve –donmuş- an” şeklinde yapılabilirdi… Bu hipotez, bütün insanî olay ve olguları izah edebildiği taktirde doğrulanmış olacak, ve böylece, insanla ilgili tüm bilim dallarını –piyasa manipülâsyonlarından kurtararak- disipline eden, ve bu meyanda dinleri de bir “tarihî kategori” olarak açıklayabilen Diyalektik Antropoloji teorisi ortaya çıkacaktı; ki nitekim de çıktı. Şöyle ki:

Herşeyden önce, tüm insan yavruları (bebekler) beşikte, salıncakta ve kollarda yapılan ritmik sallamalarla ve mırıldanılan melodik/ritmik sözlerle (ninnilerle) kolayca uyutulabildiği halde, hiçbir hayvanın ve yavrusunun, böyle durumlarda –kendini güvende hissedip- uyuyamadığını görüyoruz. Buradan da, böyle bir özelliğin –genetik olmasa bile- ana rahminin güvenli ortamında kazanıldığını, yani annenin ister-istemez gösterdiği ritmik davranışlarının uzantısı olabileceği neticesini çıkarıyoruz… Ayrıca bebeklerin ağlama (ihtiyaç belirtme) dışında –hele ki keyifliyken- çıkardıkları seslerin “de-de-de” veya “da-da-da” gibi ritmik telâffuzlar olduğunu da görünce, “konuşma” becerisinin, ihtiyaç belirtme amacına mâtuf olarak değil, ritmik tepinmeler sırasında göğüs kafesinin sıkışması sebebiyle çıkarılan istençsiz seslerden türetildiğini anlıyoruz. Yani topluca yapılan –halay, horon gibi- ritmik âyinler sırasında çıkarılan seslerden bazıları rutinleşerek, grup üyelerinin belleğine bir “sesli alfabe” gibi kaydolduktan sonra, grup lideri şâman tarafından yapılan bazı hece kompozisyonlarının (kelimelerin) nesnel varlıklara izâfe edilmesiyle, “konuşma” başlamış olmalıdır; diyoruz… Diğer taraftan şunu da görüyoruz ki, ayı, maymun gibi gelişmiş memelilere sirklerde, bisiklete binmek gibi en zor –refleksif- beceriler bile öğretilebilirken, onlara, her insan yavrusunun ilk yaşlarında kendi kendine kazandığı “davul çalma” becerisi, bir türlü öğretilememektedir. Zira, ritm melekesinden yoksun oldukları için, eşit aralıklarla vurmayı becerememektedirler; zamanlama kaabiliyeti, refleksif tenbihlerle öğretilemediğinden… Öte yandan, genellikle “nazar değmesin” diye yapılan, tahta gibi –ses getiren- nesnelere üç kere vurma ritüelinin de, aslında, asgarî tekrarla ritm melekesini çalıştırarak kısa zamanda dirilme (kendine gelme) gibi bir “terapi”yi ifade ettiği gâyet açıktır. Üç sayısının uğurlu veya kutsal sayılmasının da buradan kaynaklanmış olabileceği büyük ihtimaldir. Kaldı ki, kapıyı üç vuruşla çalan bir ziyaretçinin, insan mı yoksa hayvan mı olduğunu da, vuruşların eşit aralıklı (yani ritmik) olup olmamasından kolayca anlamak mümkündür... Bu arada, ritmik hareketlerdeki hızlanma ve yavaşlamaların, ritm frekansının katlı olarak artması veya azalması şeklinde yapılabildiği düşünüldüğünde, melodik seslerin de başlangıçta, ses kascıklarının, vücut kaslarıyla uyumlu olarak katlı şiddetlerde kasılıp gevşemesiyle elde edildiğini, ve ilk Gam’ın da en fazla, üç sesten (notadan) ibaret olabileceğini, kolayca çıkarabiliriz… Ayrıca bugün, Tabu’ların nasıl bir şey olduğunu da, şu iki basit olaydan anlamak mümkündür: Ritmik âyinlerden mütevellid “toplu beslenme(yemek)” ritüeli, ve tek başına yeme tutukluğu (Tabu’su), bugün dahî hükmünü icra etmektedir. Çünki mesela, topluca yenilen bir yemekte, sofradaki çoğunluğa veya otorite konumundaki bir kişiye –fikren- ters düşen biri, boğazı düğümlenip yutkunamaz hâle gelmekte, hatta kusma refleksine dûçar olmaktadır; sayma/sıralama melekeleri, senkronize olmaktan çıktığı, hatta birbirini söndürür duruma geldiği için… Zamanlar üstü “insanlaşma kaosu”nda edindiğimiz cinsel tabuyu anlamak için ise, karşı cinsle dans edildiğini hayâl etmek –bile- yeterlidir. Zira böyle bir dans esnâsında, tam “ritmik rezonans” hâlinde olunduğunda, partnerin cinsel câzibesine (etkisine) kapılmak imkânsız olacak, cinsel etkiye kapılındığında da, danstaki uyum, yani ritmik rezonans bozulacaktır… Ayrıca, kadîm zamanlardan kalan, ve bugün halay, horon, semah, zikr gibi adlarla yapılmaya devam edilen toplu danslarda, kadın ve erkekler arasındaki cinsel çekimin sıfırlandığı da, uygulayanlar tarafından iyi bilinmektedir. Diğer taraftan insanların, kararsızlık ve/veya sıkıntılı hallerinde, el veya ayaklarıyla –gayri ihtiyârî oarak- ritmik hareketler yaptıkları (tempo tuttukları), korkudan paniğe kapıldıklarında da, genellikle şarkı söyledikleri, herkesin mâlûmudur; ki o haller kaotik durumlardır. Zaten –zamanlar üstü olan- her “kaos”tan sonra ortaya çıkan ilk “yaratılış” parametresinin (burada ritm melekesinin), zaman içinde muhtelif şekillerde tekrar tekrar tezâhür etmesi de genel bir kuraldır.

Şimdi bu somut vâkıaları, Panteist-Zon başlangıcı ile kronolojik Tarih içindeki yerlerine oturtarak, Diyalektik Antropoloji (İnsanlığın Oluşumu/Gelişimi) teorisinin bütününü görelim: Herşeyden önce şunu anlayabiliriz ki, sosyal bir varlık olan insan, kaotik bir şok sonucunda refleksleri körelen (geçici felç olan) bir primat grubunun, ritmik hareketlere mecbur kalarak edindiği –ritmik rezonans anlamındaki- birlik hissinden mütevellid Uluruh (Tengri) kavramıyla birlikte ortaya çıkmış veya doğmuştur. Ritmik hareketlerinin meleke kesbetmesiyle, bedenî “sayma”, bunun türevi olarak da zihnî “sıralama”, melekelerini edinen insanımsıların, ilk fark edeceği şey, diğer –vahşî- hayvanların kendilerinden kaçmadığı/kaçamadığı, hatta paralize olmuşcasına kalakaldıklarını görmek olacaktır, herhalde… Zira hayvanlar, insanımsıların yaptıkları ritmik hareketleri, anormal (refleksif olmayan) olarak görüp anlamlandıramayacaklar, ve de ne yapacaklarını şaşıracaklardır. Bu durumda da, insanımsılara, avlarının paralize olmalarından istifâde ederek, onları kolayca avlamak imkânı doğmuş olacaktır. Bundan sonra, yaptıkları –ritmik- hareketlerin işe yaradığını gördükleri, ve aynı hareketlerden “birlik hissi” de duydukları için, insanımsılar, topluca tepinmelerini, Uluruh’a (birlik hissine) atfen yapılan talep (niyaz) âyinleri olarak sebeplendirmiş olmalıdırlar. Buradan, günümüze kadar gelmiş bulunan “av büyüsü” âyinlerinin aslında, bireyler arasında eşzamanlılığı (senkronizasyonu) sağlamak üzere, onları ritmik rezonansa sokmak anlamında olduğunu çıkarmak mümkündür… Aynı zonda, gelişen sayma(ritm) ve sıralama melekeleriyle, zamanlama yapma ve çizgi çizme becerisi kazanarak, ateşi kullanmayı ve resim yapmayı da başaran o yaratıklar, bugünki gibi bir “insan” olarak Panteist-Zon’dan çıkıp, tarihî devirleri başlatmışlardır; düşünce (tasarım) ürünü kayıtlar (duvar resimleri) bırakmış olmaları hasebiyle… Bundan sonra da, “zaman” ve “mekân” mevhumları, ölçülebilen değişkenler ve büyüklükler olarak, nesnel kavram hâline gelmişlerdir.Bu meyanda ilk –temel- ölçülerin, adımlama eylemiyle ve sayılarla birlikte çıktığı da, gâyet açıktır. Zira her sayının, hem kalitatif (ordinal), hem de kantitatif (kardinal) özelliği vardır; ki mesela 3 diyince, hem üçüncü (adım), hem de üç tane (adım) anlaşılabilir. Zaten kadîm Mısır’daki uzunluk ölçüsünün Kude (adım:63,5 cm) olduğunu, ritm vuran (tempo tutan) davulcuğa da Kudüm adı verildiğini bilmekteyiz… Diğer yandan dil’in (sözlerin) ise, genellikle “toplu beslenme” ritüelleri (âyinleri) esnasında uydurulmuş olduğu söylenebilir; ki nitekim, Türkçe’deki “konuşma” sözcüğü, “topluca bir yere konma” anlamına da gelmektedir. Zaten bazı dillerde, eşyaların önüne eklenen “kadınsı” veya “erkeksi” artikelleri de buna işaret etmektedir… Böyle törensel “yemek”ler esnâsında, her nesneye ve davranışa herkes, kafasına göre bir ad takamayacağına göre, bu isimlerin, gurubun lideri veya şâmanı tarafından, ritmik âyinlerde çıkarılan, ve herkesin ezbere bildiği –rutin- seslerden (sesli alfabe’den) derlenmiş olabileceği, gâyet büyük bir ihtimaldir. Demek ki, bir yandan olaylar ve olgular, ölçülerle nesnel kavram hâline getirilir ve mantıkî (metodolojik) tefekkür yapılırken, diğer yandan da sözler (dil), tamamen ölçülerden bağımsız olarak uydurulmuştur; seslerin, benzetme veya yakıştırma şeklinde nesne ve olaylara tekâbül ettirilmesiyle… Onun içindir ki, bugün dahî, nesnel olay ve olguları sözlerle açıklayabilmek hiç de kolay değildir; nerde kaldı ki, ortaya çıkan problemler, sözlerle (tartışarak) halledilebilsin… Yani en ham hâliyle bile “Sembolik Mantık (Bilimsel Düşünce)”, olay ve olguları, göz kararıyla ölçüye vurarak –gözönüne alıp- düşünmek demektir... Aslında ilk düşünürler, ateşi kullanabilen, -mağara duvarlarına- resim yapabilen ve geometri kurallarını anlayabilen, ama konuşmayı (çene çalmayı) pek beceremeyen olgun insanlardı. Onların, bugünki bilimcilerden geri kalır bir yanları yoktu; bilgi birikimi (ilmî literatür) ve âlât-edevât noksanlığından maadâ… Çünki mesela, İngiltere’deki Stonehenge yapıtının, ve Urfa’daki Göbeklitepe kalıntılarının mühendisliği, bugünki mühendisleri bile hayretlere düşürmektedir. Kaldı ki yapıların dairevî şekli de, Tarım Devrimi’nden ve Tapınç Kültü’nün ortaya çıkmasından önce, panteist (uluruh’çu) topluluklar tarafından inşâ edildiklerine kesin delil teşkil etmektedir. Zira bu yapı şekilleri, o toplulukların halkalar teşkil ederek yaptıkları ritmik âyinleri yansıtmaktadır. Yoksa, Tarım Devrimi’yle başlayan “tapınç kültü”ndeki yapıların, -gerek müşahhas (heykel) gerekse muhayyel olsun- mitik tanrılara karşı cephe alınarak tapınılması gereğince, dikdörtgen şekiller alması, kaçınılmaz bir zorunluluktu.

Aslında “devlet” organizasyonu da, panteist klânda yapılan ritmik hareketlerin meleke kesbetmesini müteakip, ateşi kullanma, resim yapma, geometri ve trigonometri teoremleri ile mekanik ve statik fizik kânunlarını anlamayı başarabilmiş insanların artması üzerine, lider (kam veya şâman) seçilimlerinin, “inisiyasyon” yarışmaları veya sınavları şeklinde yapılmasıyla başlamıştır denilebilir. Bu başlangıç aynı zamanda, tarihî devirler boyunca –çok defa gizli- faaliyet göstermiş, ve bazen de sahtekârlığa (illüzyon ve hipnotizmaya) dayanan ezoterik (mistik) akımlara yol açmış olan “Tarikât” sistematiğinin de çekirdeğini oluşturmuştur. Çünki, Tarım Devrimi’nden sonra –önce tahıl olarak- ortaya çıkan büyük “artı-değer”in sahiplenilmesi ve bununla yatırım yapılması sorunundan dolayı kurulan patronaj (tanrısal krallık, feodal krallık ve kapitalist patronlar) rejimlerinde devlet, tamamen patronların patentine geçtiği için bilgi üretimi (ve yaratıcılık), patronların gözetimindeki Üniversiteler ile, –insan seçilimini unutarak- her türlü sahtekârlığa (mistisizme) açık hâle gelen Tarikatlar arasında parçalanmıştır… Aslında “devlet” kavramının başlangıcını, Panteist-Zon’un sonlarında boy gösteren, Uluruh kavramına atfen yapılmış anıtsal yapılara tarihlemek en doğru tesbit olacaktır. Zira, panteist gurupların yaptığı âyinlerden mütevellid “ritmik rezonans” nasıl ki, beslenme ve üreme içgüdülerine –fiilen- engel çıkarmış, ve bu tutukluk veya çekingenlik halleri de bir “tabu” sembolü yaratmışsa, aynı rezonanstan kaynaklanan “birlik ve güven hissi” de bir Uluruh (Tengri) sembolü ve kavramı yaratmıştır. İşte Stonehenge ve Göbeklitepe yapıtları da, bu sembolün –ölümsüz- âbideleri olmalıdır; halkalar teşkil edilerek yapılan ritmik dansların (âyinlerin) şeklini aksettiren… Göbeklitepe’deki anıtsal taşların üzerine kazınmış vahşi hayvan resimleri de, “her varlığı kuşatmış olan Uluruh” anlayışını aksettirmektedir zâten… Buradan kolayca çıkarabiliriz ki, ritmik rezonanstan kaynaklanan “birlik hissi”, müşahhas ve muazzam âbide şeklinde sembolleştirilince, insanların eş-zamanlama ve eş-sıralama yetilerinden doğan bütün yaratıcılıkları da, o sembolden bilinmiştir. Yani fiilî sebep olan “ritm melekesi” ve “ritmik rezonans” vâkıası ile bunun sonucu olan, Uluruh hissiyâtının müşahhas sembolü yer değiştirmiş, ve böylece de sebep sonuç, sonuç da sebep hâline gelmiştir. İşte “Tarih Öncesi” ile “Tarihî Devirler” arasındaki diyalektik kırılma veya katlanma (anti-tez yaratma) noktası budur… Bu sırada kazanılan zamanlama (sürekli izleme) yetisi ile, hayvanların refleksif “deneme-yanılma” nedenselliğini çok aşan uzunluktaki olaylar arasındaki nedensellikleri de anlayabilen insanlar, besin (tahıl) yetiştirme başarısını göstererek Tarım Devrimi’ni gerçekleştirmişlerdir. Bu Tarım Devrimi sâyesinde biriken büyük artı-değer(ambarlar dolusu tahıl) için, bir sâhip (yatırımcı) gereği ortaya çıkınca da, Uluruh sembolizmi süratle kişileştirilerek Tanrı (yaratıcı) mitosuna dönüştürülmüştür; önce bizzat kralın kendisi, sonra da kralın –muhayyel- akrabası olarak… Bundan sonra da, tapınma âyinleri (şükür ve talep ibâdetleri) anlamındaki “tapınç kültü” ortaya çıkmıştır; dikdörtgen tabanlı mâbetleri de gerekli kılarak… Tapınç Kültü, iki bakımdan maddi gerekçeye sâhip; ki bunlardan birincisi, -işgücü ihtiyacına binaen- tabuları yıkarak, içgüdüsel hazları meşrûlaştıran “Tanrı-Kral”lara şükran (teşekkür) borcudur. Diğeri ise, herne kadar içgüdüsel haz alma etkinlikleri –ahlâkî- kurallara bağlanmış olsa da, “hayvanlığa dönüş yapmış” suistimalcilere karşı müeyyide uygulayabilmek için gerekli olan katı disiplini (itaati) sağlamak… Bu şekilde tahkim edilen patron (yatırımcı) devletin başlamasıyla birlikte, hânedanlar dönemi de başlamış, ve insanların çoğunluğu da, şartlı refleksler kazandırılarak (koşullandırılarak) –rutin işlerde- çalıştırılan, ve de beslenip çoğaltılan ehlî hayvanlara dönüştürülmüştür. Bu esnâda, insan seçilimi ve bilimsel çalışmalar, -kısmen dejenere olan- gizli tarikatlar tarafından sürdürülmüş, ama bilimcilerin çoğu da, hânedanların memurları hâline gelip, onların güdümüne girmişlerdir; ki bu “resmî bilim” anlayışı, “üniversite” adı -ve piyasa manipülâsyonlarının etkisi- altında, günümüze kadar gelmiştir. Yani aslında, “tanrı-kral”lardan beri, toplumsal “artı-değer”i –bir şekilde- sahiplenmiş “patron”ların (yatırımcıların) yönetimi anlamındaki “devlet” karakteri hiç değişmemiştir. Ve de “yaratıcılar”ın rolü, ham madde ve üretim alanları keşfi ile üretim araçları îcâdı arasında sıkışıp kalmıştır. Bu durum muvâcehesinde, II. Dünya Savaşı’ndan sonraki 50-60 yıl içinde Dünya nüfûsu 4-5 kat artarken, Dünya’da keşfedilmedik ham madde ve üretim alanı da kalmamıştır. Bu sırada, ulaşım ve telekomünikasyon araçlarının da gelişmesiyle İnsanlık câmiası, Dünya’daki doğal sınırlarına (ekolojik dengeyi bozacak sınırlara) dayanmıştır. Bu şekilde, insanlığı yöneten kapitalist patronlar, tam da bir açmazın içine giriyorlarken, üretim araçlarını devletleştirerek patronaj rejimini (Kapitalizmi) bitirebileceklerini sanan komünistler, sırf siyasî bir nisbet veya şov olsun diye, -ne yaptıklarını bilmeden- kapitalistlere Uzay’a açılmanın yolunu göstermişlerdir; Sovyetler Birliği’nin, 1957’de yörüngeye oturttuğu ilk uydu Sputnik ile… Sovyet komünistlerinin kapıldığı fikir, bir bakıma, “ahlâkî reform” öğretileri olan dinleri de aradan çıkararak, “tanrı-kral”lık yönetimlerine kesin dönüş yapmak, gibi “ultra reaksiyoner” bir hayaldi. Bugün artık, patron mentalitesinin ve kapitalizm ideolojisinin değişmesine ve değiştirilmesine hiç gerek kalmamış gibi bir “genel kanaat” yayılmaktadır; hele ki, Sovyet komünistleri de havlu attıktan sonra… Zira Uzay’da, Dünya’dakinden çok daha geniş ham madde, ve de yaşanabilecek hâle getirilmeyi ve/veya robotlarca işlenmeyi bekleyen üretim alanları bulunmaktadır. Ama bu arada mûcitler, üretim aracı yapmakta o kadar ileri gittiler ki, -muayyen- konu ve alanlarda kendi kendine karar vererek iş yapan robotlar veya akıllı bilgisayarlar bile yaptılar. Böyle bir gelişim, kantitatif üretim (dolayısile yatırımcılık) alanının daralmasına, dolayısile de kapitalistlerin “devlet”teki rolünün azalmasına yol açarak, sistemli bir şekilde nüfus kontroluna (ve azaltılmasına) gidilmesini gerektiriyordu. Çünki amaçlı (planlı) yatırım alanı daraldıkça, kâr (rant) veya büyüme ekonomisine de, ve yatırımcıya (patrona) da ihtiyaç kalmayacak, ve binlerce yıllık patronaj rejimi, son patronlar olan kapitalistleriyle, ve onların kutsayıcıları (dinciler) ile birlikte çökecekti. Ama ne yazık ki, dönek komünistlerle birlikte daha da pervâsızlaşan kapitalistler, son zamanlarda, “tüketim ve savaş ekonomisi”ni Uzay’a yaymak gibi korkunç bir temâyülün içine girdiler.

Genel Determinizm veya Evrensel Şuur’un (Tanrı’nın) Serencâmı:

Aslında, -M.Ö. 6. Yüzyılda- tarikat kurmuş (seçkin) matematikçi Pisagor’un “Evren sayılardan ibârettir” propozisyonu tamamen, bazı ehl-i tarik mutasavvıfların “ben Allah’ım” iddiaları da kısmen, doğru tesbitlerdir. Çünki bir defa, Big-Bang kaosundan çıkan varlık(lar), dalgalı (sinüzoidal) hareketlerle var olan enerjidir. Bu aynı zamanda, salınımıyla sayma, ilerlemeyle de sıralama yapan madde demektir; ki böylece, ordinal ve kardinal özellikleriyle sayılar, ve de “zaman” ile “mekân” kavramları –fiilen- ortaya çıkmıştır. Oluşan bu fizîkî Evren içinde ise, zerre denilebilecek büyüklükteki bir planet (Dünya) yüzeyinde, sıvı halde bulunan sularda, hidrojen atomlarıyla karbon atomları arasında, “sonsuzda bir, yani sıfır” ihtimalle gerçekleşebilecek bir diziliş (kompozisyon) meydana gelerek, protein (aminoasit) molekülünü yaratmıştır. Bu kaotik olay aynı zamanda, fizîkî Evrende oluşmuş temel kanunlardan “Termodinamiğin II.Prensibi”nin inkârı (negasyonu) demek oluyor… Bundan sonra da, sözkonusu protein molekülleri tarafından tek hücreli canlılar meydana getiriliyor; ki böylece de –kendiliğinden hareket eden varlıkların oluşmasıyla- temel fizik kanunlarından “Eylemsizlik (Atâlet) Prensibi” inkâr ediliyor. Yani Big-Bang kaosuyla doğan fizikî âlem(Evren), müteakiben Dünya yüzeyindeki sularda oluşan diğer bir kaos ile inkâr (negasyon) edilmek sûretiyle, Canlılar Âlemi ortaya çıkıyor. Canlanma Kaos’undan 4 küsur milyar yıl sonra da, Canlılar Âlemi içindeki gelişmiş bir türde (primatlarda), canlılığın -temel (karakteristik) kanunları- “Beslenme” ve “Üreme” içgüdülerini inkâr etme çabaları (ritmik hareketler) yaratan bir kaos daha oluşuyor; ki bundan da, sayma(ritm) ve sıralama melekelerini haiz bir varlık (insan) ortaya çıkıyor. Yani bir bakıma, Canlılar Âlemi’ndeki bir familyadan (primat türünden), sayma/sıralama işlemleri yapıp yayan, milyonlarca “potansiyel Big-Bang noktası” ortaya çıkıyor veya saçılıyor. Bunlar(insanlar), orijinal “Big-Bang”in meydana getirdiği bütün olgu ve olayların özelliklerini, sayma ve sıralama melekeleri vasıtasıyla simgelere (sayılara) tekabül ettirerek, bir “sanal düşünce âlemi” yaratıyorlar. Ve düşünceleriyle, maddi olgu ve olaylar arasında bir “feed-back” etkileşimi tesis edebiliyorlar; ki böylece de, canlılığın “kendiliğinden hareket etme” ve “entropiyi azaltma” sırlarını çözüp Evren’i kontrola alabilme potansiyeline sahip oluyorlar. Zira, her türlü maddedeki enerjiyi kullanarak daima yer değiştirebilen, ve aynı zamanda da, devamlı sayma/sıralama işlemleri yaparak bilgi üreten, ölümsüz bir varlığa dönüşme sürecine girmiş oluyorlar. Çünki devamlı bilinçlenen bir varlığın, canlılık sırlarını (kendiliğinden hareket etmeyi ve entropiyi azaltmayı) anladıktan sonra, artık onun ölümlülüğe (yani biyolojik bedene) mahkûmiyeti de sözkonusu olmayacaktır. Bu arada tabii, Evren’in total entropisini azaltma yolunu da bularak, onun (veya Tanrı’nın) ölümünü dahî önleyebileceklerdir; ki böylece de Tanrılaşmış, daha doğrusu “Tanrıdan gelip, Tanrıya dönmüş” olacaklardır. Bu “Tanrısal Yol” denilen süreci bozacak veya provoke edecek tek –şeytânî- kavram, “Tanrı” mitosudur; muhayyel dahî olsa… Zira bu “mit”, Tarım Devrimi’nin yarattığı büyük “artı-değer (tahıl birikimi)” varlığına kişisel sahip bulunması gereğine, ve de işgücü (işçi) ihtiyacına binaen, tabuların yıkılıp, insanlara –ahlâk denilen çelişik kurallar çerçevesinde- üreme serbestîsi tanındıktan sonra, onları hipnotik bir disiplin altında tutmak üzere, “Tanrı-Kral”lar tarafından uydurulmuştur. Dolayısile de, “irade-içgüdü” diyalektik çelişkisinin idrâk edilemediği, tarihî devirler boyunca, “ahlâk” denilen öğretiyle, insanların en akıllıları bile, “melek gibi olma” idealizmiyle, “şeytana uyup cezalandırılma” ikilemi karşısında kalarak, ifrat ile tefrit arasında yalpalayıp durmuşlardır. Ama nevar ki, tarihî devirlerin sonuna gelindiği ve –canlı- işgücü ihtiyacının kalmadığı bugünki aşamada, insanlığa çoğalma telkini ve teşviki yapan patronaj (yatırımcı) ideolojisinin ve rejiminin, “kapitalizm” adı altında hâlâ sürüyor olması, yaratıcı ve koruyucu Allah mitosunu Şeytan’a, rahmânî “tapınç kültü”nü de, “Şeytanî hipnoz” âyinlerine dönüştürmüştür. Çünki hâlihâzır “tek bir Allah” mitosunun tanımında ve –ona- tapınma ritüellerinde bile anlaşamayan insanlık, insan nüfûsunun daha da artmasıyla, büyük kitleler hâlinde “tefrika”lara bölünerek, içgüdüsel (hayvanî) ihtiyaçları uğruna karşılarındakileri düşman gibi görüp –kronik bir şekilde- birbirlerine düşeceklerdir. Yani cansız işgücünün olağanüstü arttığı bu aşamada, üretilenleri tükettirmek için nüfusu arttırmaya çalışmak değil, üretilenlerin kalitesini –devamlı- yükseltmekle birlikte, bunları kullanabilecek liyâkattaki bireylerden müteşekkil, “imbiklenmiş insan topluluğu” yaratmak lâzımdır. Yoksa insanlığın, toplam üretimi dengeleyen büyüklükte bir “silah (savaş) üretimi”ni, –halkların arkaik geleneklerine dayandırılmış- subjektif nedenlerle gerekli gösterecek bir Kapitalist zihniyetin, “yap-boz” uygarlığına veya oyununa mahkûm olması kaçınılmazdır. Onun için, ilk devletlerin kuruluşunda önayak olmuş Tarikat sistematiğini, bugünkü tüm devletlere yeniden monte etmek şarttır; ilerde bütün insanlığın tek bir devlet çatısı altında toplanabilmesi için… Bu da ancak, mensupları “eleksiyon”la belirlenen millet meclislerinin yanına, üyeleri “seleksiyon”la belirlenecek seçkinler meclisinin (senato veya havâss meclisinin) konulmasıyla mümkün olabilir. Buradaki “seleksiyon” da, meditasyon (murakabe) yaparak Matematiksel Mantık ile –teorik- düşünebilme yetisinin ölçülmesi anlamındaki “inisiyasyon” sınavı ile yapılacaktır tabii… Çünki insanlar, melekeleri sağlam olanlarla muhtel olanlar diye ayrılırlar; ve ayrılmalıdırlar da… Zira melekeleri sağlam olan azınlık, görmek, anlamak ve yapmak (yaratmak) için –büyük bir şevkle- uğraşırlarken, diğerleri ise, kendilerini beğendirmek ve taktir ettirmek üzere olmadık çarelere ve kurnazlıklara başvurup, ezber ve taklit yetenekleri geliştirirler. Bunların tefrîki gâyet kolaydır; zira ilk kategoride olanlar, dış etkilere kapalı olarak tefekkür edebilirlerken, diğerleri, -varlıklarının farkına varabilmek için- başkalarıyla daima etkileşimde bulunmaya mecbur insanlardır. Ayrıca, yaratıcılıktan zevk alan seçkin insanların karakteristik özelliği, beslenmeyi ve seksi, sâdece biyolojik tatmin (veya denge) için, ve de “def-i hâcet” kabîlinden yapmaları, ve de lezzet ve şehvet hazlarının hayatın gâyesi (ve/veya iptilâ) hâline getirilmesine (dolayısile kapitalizme) karşı olmalarıdır. Yani, “tarih öncesi” ile onun anti-tez’i olan “tarihî devirler” arasındaki kırılmadan (katlanmadan) doğmuş “irade-içgüdü” diyalektik çelişkisini –ergenlik çağının “flört” dalgalanmalarını aşıp- bilince çıkararak yönetebilmeyi başaran, ve hatta bunu öğreti hâline getirebilen “birey” olmalarıdır. Diğerlerinin çoğu ise, içgüdüsel hazlara olan düşkünlüklerinden asla vazgeçemezler; bu yolda hastalansalar ve hatta organ yetmezliği çekseler bile…

İnsanlık artık, binlerce yıllık patronaj devletlerinin, –şartlı reflekslerle- “terbiyeli (ehlî) hayvan” yetiştirme ve çoğaltma öğretilerinden kurtulup, Evren’in Genel Determinizmi içindeki misyonunu ve rotasını bulmalıdır; hatta bulmuştur. Yani insanlığın, lezzet ve şehvet hazlarıyla ödüllendirilmek üzere –rutin işlerde- çalışmaya alıştırılmış insanımsılara ihtiyacı yoktur artık… Mesela, “entropiyi azaltma” sırrı ile fışkıran Canlanma Kaosu, yarattığı karbonhidrat ve protein bileşikleriyle nasıl ki, “ağaç+mantar” ağları (ormanları) teşkil ederek toprak erozyonunu önlediyse, insanlığın esas görevi de, -biyolojik(ölümlü) bedenden kurtularak- daha ağır elementlerin entropiyi azaltan bileşikleriye, Kâinât’ın dağılmasını önleyecek “Uzay sarmaşıkları” yaratmak olabilir. Çünki Evren’in bir yerinde (noktasında) geçerli olan bir fizik kânununun, diğer yerlerinde geçerli olmaması (geçerli görülmemesi), ancak “zaman farkı” ile izah edilebilir; ve burada düşünülmesi gereken fark ise, insanın biyolojik ömrünü ve kavrayışını çok aşan boyutlardadır. Ama şâyet, biyolojik hayat çerçevesine hapsolmayacak bir düşünce kapasitesine sahipsek, insanlığın gelişmesindeki –eksponansiyel eğrideki gibi- ivmelenmeye bakarak, Uzay’ın fethine başlanmasının hiç de uzak bir gelecek olmadığını, dolayısile –“kapitalist rezistans”ı da yenmek (aşmak) üzere- hemen düşünmeye başlamamız gerektiğini çıkarabiliriz. Kaldı ki daha şimdiden, Uzay fethinin, tenekeden(!) araçlarla biyolojik bedenlerin diğer planetlere fırlatılması, ve oralarda “canlılar” plântasyonu (ve/veya hapisânesi) kurulması şeklinde değil, mesela bir ufak yeşil yaprağın gerçekleştirdiği “fotosentez” mûcizesinin veya mârifetinin çözülmesiyle başlayacağını da söyleyebiliriz.

Ali Ergin Güran : 29 / 05 / 2021